Gönderen Konu: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ  (Okunma sayısı 21759 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Antepli Bozkurt

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 540
Atsız’dan Özlü Sözler
« Yanıtla #10 : 28 Aralık 2012 »
                                                   Atsız’dan Özlü Sözler

» Ahlakın meydana gelmesinde en önemli sebep soydur. Bir toplumun ahlakı, soyunun karışması ile değişebilir.
» Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiç bir şey olmaz.
» Aslında beynelmilelci olan sosyalizmin, Türkiye’deki mümessilleri de milliyetçi olduklarını söylerler. Hatta Orta Asya’daki atalarımızla ilgimizi inkar edip bu topraklar üzerinde Hititler’den başlayarak üstüste yığılmış olan etnik döküntülerin karması olduğumuzu ileri sürenler de milliyetçilik davasındadır.
» Komünistlikten hüküm giymiş olanlar, Türk Milliyetçiliği’nin kökünü kazımak için kampanya açmış olan partiler, İslam beynelmilelciliği davası güdenler de hep milliyetçi olduklarını söylerler. Türkçülük bu türlü eksik ve yanlış milliyetçiliklerin hepsini reddeder.
» Bana göre Ticanilik, Nurculuk, yobazlık, komünizm ve partizanlık gibi hastalıkların sebepleri, milli ülküden yoksunluktur.
» Barış, savaşın başka metotlarla devamı ve silahlı savaşa hazırlığın ayrı bir şeklidir.
» Ben, yabancı kaynaklı hiçbir fikri benimsemeğe tenezzül etmeyecek kadar millî şuur ve gurura malik bir Türk‘üm. Siyasi, içtimai mezhebim Türkçülük‘dür.
» Bir gün ülkede milliyetçi geçinen politikacılar, yöneticiler, sanatçılar, aydınlar hiç bir çıkar kaygısına düşmeden, yiğitçe, korkusuzca Türkçü söylemlerde, Türkçü tavırlarla milletin karşısına çıkarlarsa o gün Türkçülük büyük bir utkuya yaklaşır.
» Bir millet bağımsızlığını, hürriyetini ve sınırlarını kaybedebilir, hatta yıllar boyunca başka bir milletin esareti altında yaşamak zorunda kalabilir ama bütün bu unsurlar o milletin yok olmasına etken olamaz. Ancak kendi dilini kaybetmiş bir millet yok olmaya mahkumdur.
» Bir millet, büyümek ve iş yapabilmek için kendisinin büyük bir millet olduğu inancını duymalıdır.
» Bir millete, geçmişini unutturmak, onu yok etmenin ilk şartıdır.
» Bir millet için, büyümekten korkmak kadar ölümcül düşünce olamaz.
» Bir milletin yürütücü kuvvetine “ülkü” denir.
» Bir topluluktan müşterek ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz.
» Biz bin yıl sonrasına hitap ediyoruz.
» Bize bir gençlik lazımdır. Temelinde cehalet, duvarlarında riya, tavanlarında dalkavukluk bulunmasın.
» Bize lazım olan gençlik bir fırka veya zümre gençliği değildir. Biz fırka ve şahsiyetlerin ebediliğine kani değiliz. Her şeyden üstün, her şeyden önce bir Türkiye vardır. Biz Türk Gençliği istiyoruz!
» Bize yalnız dans etmesini, iyi giyinmesini, kur yapmasını ve aşık olmasını bilen gencin lüzumu yoktur. Bize bugün mesleğinde usanmadan çalışacak, yarın hudutta göz kırpmadan ölebilecek genç lazımdır.
» Bizim için önemli olan, dost kılıklı yabancıların milli ülküyü güya milli çıkar adına baltalamasının önüne geçmektir.
» Biz Türküz. Tarihimize ve en yakın mazimize dayanarak Türküz der ve bundan haklı bir iftihar duyarız.
» Büyük adam hususi hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir rezil hiç bir zaman büyük değildir.
» Büyümek istemeyen bir millet küçülmeye mahkumdur.
» Davanın adamı olmak gerekir.
» Dil, bir milletin en değerli malıdır.
» Dil; bir milletin sembolüdür. O milleti bir arada tutan ve yok olmasını engelleyen biricik faktördür.
» Dinin bir ruh ihtiyacı olduğunu bilim kabul etmiştir.
» Dün sultanlara taptığı zannolunan bu millet, milli mevcudiyetini tehlikede görünce bir kumandanın emri altına girmiş, hayatını ortaya atarak istiklalini ve istikbalini kazanmıştır.
» Dün tembelliğinden bahsolunan bu millet, kendine göre en ağır vergileri ödeyen millettir.
» Dünyadaki bütün milletler, yabancı devlet hakimiyetinde kalan soydaşlarını kendileriyle birleştirmek için silahlı ve silahsız savaşlar yaparlar. Bunun adı emperyalizm değildir, irredantelizmdir ki makbul bir davranıştır.
» Dünyaya yayılmaya çalışmak, dünyadan silinmek korkusunun tepkisidir.
» Emperyalizm bir milletin başka milletleri hükmü altına alması demektir.
» En büyük kahramanlığı yapsanız bile en küçük karşılığını beklemeyiniz.
» Eskiden Türkler arasında bir ayrılık konusunda Sünnilik-Şiilik meselesi de artık bahis konusu sayılmaz. Bunların hepsi Müslüman Türk‘dür ve Müslümanlığı anlayıştaki içtihat farkları, artık Türkler arasında ikilik doğuramaz.
» Eski topraklarımızı kurtarmak isteğimiz emperyalizm ise emperyalistiz. Türkistan’ı, İdil-Ural’ı, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, Kırım’ı ve Türkler‘in yaşadığı başka yerleri is!temek emperyalizm ise kutlu bir düşüncedir.
» Fedakarlık insanları da, milletleri de asilleştirir, kahramanlaştırır.
» Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen Türkçü olamayacağı gibi, her Türkçüyüm diyen de Türkçü olamaz.
» Gittikçe uyanan milli şuur karşısında gafiller ve hainler, Türk milletini daha çok aldatamayacaklardır. Kızılelmanın yolunu kapatamayacaklardır.
» Hakkımızı, atalar mirasını istiyoruz. Alacağız da…
» Haritalarda ırkımızın yaşadığı yerlere baktık, milletimize fenalık edenleri tarihte okuduk ve milli kini ateşten damgalar gibi kalbimize yazdık.
» Hayvan nevileri arasında bir kör sıçan vardır ki günde kendi ağırlığının iki üç misli yemek yemezse ölür. Yunanistan, galiba o kör sıçanın neslinden gelmektedir.
» Hem duyguya, hem de düşünceye dayanan milli şuur, bir milletin manevi kuvvetlerinden en önemlisidir.
» Her iman ahlaka yürüyeceğine göre, Türkçülük’de de sağlam bir ahlakın bulunması birinci şarttır.
» Herkes barıştan söz ettiği halde herkes savaşıyor. Çünkü herkes kendi yarınını, öbür gününü, daha uzak geleceğini emniyete almak istiyor. Çünkü kimse kimseye güvenmiyor. Çünkü herkes birbirinden korkuyor.
» Her Türkçü, bulunduğu yerin görevini inançla yaparsa, Türkçülük ülküsü sağlamlaşır. Türklük güçlenir.
» Irkî asaletimiz, enerjimiz ve insanlık meziyetlerimize dünya milletleri ve büyükleri hayran kalırken, bizim kendi milletimizi hiçe saymamız ve kendi kabiliyetlerimizden ümit kesmemiz eğer fena bir kasda makrunsa alçaklık, böyle bir niyete matuf olmadan inanılmış ise kör gözlü bir budalalıktır.
» İki millet arasındaki gerginlik ikisi arasında kalmıyorsa bunun sebebi, o ikisi arasındaki savaş sonunda doğacak durumun şu veya bu milletleri de başka açılardan ilgilendirecek nitelik taşımasıdır.
» İktisadi doktrinler çabuk değişir, değişmeyen prensipler, milliyetçilik prensipleridir.
» İlim ve hakikat, siyasetin oyuncağı olamaz.
» İlk düşüneceğimiz şey: Türkiye’de Türk Kültürü’nü hakim kılmak, yabancı tesirleri silkip atmaktır.
» İnsanları insan yapan, büyük bir düşüncenin ardından koşmalarıdır. İnsan, şeref için ve muhteşem saydığı bir gaye için ölmesini bilen yaratıktır.
» İnsan meziyet sahibi olmaya mecburdur.
» İstek ve inanç, her güçlüğü devirir.
» Kendimize dönelim. Ahlak, edebiyat, musiki, giyim, zevk, yemek, eğlence, hukuk, aile, adet, anane ve her şeyde milli olalım.
» Kıbrıs davası er-geç bir çözüm yoluna girecektir. Nasıl gireceğini bilemiyoruz. Çünkü bizim için Kıbrıs davasının çözümü, ancak Kıbrıs’ın Türkiye’ye katılmasıyla mümkündür. Bugün bu kadarı olamayacaktır ama, Türkçülük ülküsüyle yetişen bir gençlik var ki, onlar yarın bu ülküyü gerçekleştirirler.
» Kızılelma, Türk milletinin manevi besinidir. Açlar yiyecek bulamadıkları zaman nasıl faydasız, zararlı, hatta zehirli nesneleri yerlerse; Türk milleti de “Kızılelma” kendis!ine yasak edildiği için marksizm ve kozmopolitizm gibi zararlı ve zehirli fikirlere el uzatıyor.
» Kızılelma ülküsüne “tehlikeli maceracılık” diyenler, bugünkü Araplar ile Yahudiler’e bakıp düşünmelidirler. Hele Yahudiler 2000 yıl önce kaybettikleri vatanlarını yeniden ele geçirmek ve yalnız kitaplarda kalmış olan İbrani dilini diriltip bir konuşma dili haline getirmek uğrundaki çalışmaları ile dünyaya örnek olmuşlardır.
» Kızılelma ülküsünün gerisinde savaşlar ve büyük sıkıntılar görüp de korkanlar bulunabilir. Kendi rahatı ve keyfi kaçmasın diye insanlık davası (!) güdenler, ülküyü inkar edenler her zaman, her yerde çıkabilir. Fakat bir milletin içinde büyük bir çoğunluk milli ülküye inandıktan sonra, geri kalanlar da ister istemez bu milli akıntıya uymaya mecburdurlar.
» Maddileşmiş bir insan vatan için ölür mü? Bencil bir insan muhtaçlara yardım eder mi? Milletine inanmayan bir adam yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan birisi çalıp çırpmaz mı?
» Milattan önceki yüzyıllarda Hunlar, çocuklarını, topluma faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi. Topluma faydası dokunmayacak kadar yaşlanmış olanlar ise intihar ederlerdi.
» Milletimiz ne fedakarlıkta, ne milletseverlikte, ne yaratıcılıkta ve ne de müminlikte hiçbir milletten geri değil ve hatta ileridir.
» Milleti yapan unsurlardan biri de din olduğuna göre, Türkler‘in dini üzerinde de durmaya mecburuz. Hiç şüphe yok ki, Türkler‘in dini müslümanlıktır. Eski dinimiz olan Şamanlık’dan da bazı unsurlar alarak bir Türk müslümanlığı haline gelen bu din, on yüzyıldan beri bizim milli dinimiz olmuştur.
» Milletleri millet yapan, uğrunda ölecekleri yüksek ülkülere bağlanmış olmalarıdır.
» Milletler fedakar fertlerin çokluğu nisbetinde yükselir.
Milletler, ölebildikleri kadar yaşama hakkına sahiptir.
» Milli ahlak; bizim için cephelerde kan döken, tarlalarda alınteri akıtan ve nihayet bütçemizi doldurmak için kesesini boşaltan halkımızın, malına ve canına göz dikmemektir. Onun için çalışmayı, kendimiz için çalışmaktan üstün tutmaktır.
» Milli benliğe inanmak, Türk Milleti’nin mukaddes haklarına, faziletlerine, kabiliyetlerine, cevherine ve asaletlerine inanmak demektir.
» Milli benliğimize inanalım. Milletimize tapalım.
» Milli mukaddesatı olamayan millet, millet değil, hayvan sürüsüdür.
» Milli şuur bir ışıktır. Yurdu aydınlatır ve gizli köşelere sinmiş olan bütün akrepleri açığa çıkararak, karanlıkta iş görenlere engel olur.
» Milli şuur, bir milletin kendini duyması ve bilmesidir.
» Milli şuur, bir milletin yaşama ifadesi, hayat kaynağı ve en kuvvetli silahıdır.
» Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde, yabancı unsurların borusu ötmez.
» Milli şuurun uyuşuk veya uyanık olması, milletlerin yaşama kabiliyetleriyle orantılıdır.
» Milli şuur uyanık olunca başıbozuktan kurmay, vatan haininden profesör, hekimden dilci, cahilden müverrih, yabancıdan vekil, serseriden ülkücü çıkmaz.
» Milli ülkülerde onun şiir yönü olan bir romantizm bulunmakla beraber ülkü; aslında gerçeklere dayanan, açık ve kesin amaçları olan bir duygular ve düşünceler sistemidir.
» Milli ülküler, toplulukların yaratıcı kuvvetidir.
» Milli ülküler, yüzyıllar boyunca değişmeden yaşar
» Milli ülkü yalnız madde üzerine kurulamaz. Milletlerarası ilişkilerde, yalnız insanlarda bulunup öteki yaratıklarda bulunmayan şeref ve haysiyet kavramlarının, yani manevi faktörlerin de payı vardır.
» Milliyetçiliğin zamanı geçmez, dünyada milletler ve diller kaldıkça, milliyetçilik de kalacaktır.
» Milliyetçilik, öyle kuvvetli sosyal bir kanun, öyle müthiş bir hakikattir ki, hiçbir kuvvet onu kaldıramaz, yok edemez.
» Milliyetçilik, toplumların binlerce yıldan beri nice çilelerle, olgunlaşa olgunlaşa vardığı büyük sonuçtur.
» Ne kadar milliyetçi olsak, yine geçmişe bağlıyız. Çünkü; kökü mazide olan atiyiz.
» Ortak düşüncesi olmayan toplulukta, herkes, yalnız kendi çıkar ve zevkini düşünür. Böyle bir toplulukta fedakarlık, saygı, nezaket kalmaz. Bencillik, kabalık, rüşvet, iltimas ve namussuzluğun Türküsü alır yürür.
» Ölümsüz hayat olmayacağı gibi, kin olmadan da sevgi olmayacaktır.
» Ölürken gözlerimizde parlayan son ışık, milli mirasın hayali olacaktır.
» Rum demek akrep demektir. Akrep nasıl, kendisine iyilik olsun diye derenin karşı kıyısına geçiren kaplumbağayı sokmuş ve “ne yapayım, huyum böyle” demişse, Rum da aynı şekilde Türk düşmanlığı huyu ile yoğrulmuştur.
» Sosyalizm-komünizm maskaralığı, bir hamakat modasıdır, geçecektir.
» Sözlük anlamı “and” ve “uzak hedef” demek olan “ülkü”, topluluğu aynı yolda yürüten bir kuvvettir ki, bu uğurda insanlar birbirlerine karşı içten sözleşmiş gibidirler.
» Şerefliler taviz vermezler. Şerefin tavizi yoktur.
» Tarihi düşmanlar, ancak dışişleri bakanlarının dostudur. Milletin asla…
» Tarihimizle övünmek hakkımızdır.
» Tarihin başlangıcından beri yapılan savaşların hemen hepsinde, dikkatlice bakılırsa, bir savunma unsuru vardır. İlk saldıran tarafta bile kendini koruma içgüdüsü az veya çok bellidir.
» Tarihte gerçek olan şeyler, gelecekte de gerçek olabilir.
» Taviz bir fedakarlıktır. Ancak dosta karşı yapılır. Düşmana verilen taviz bir nevi yenik düşmeden başka bir şey değildir.
» Taviz, dostun gönlünü kazanmak için verilir. Düşmanın bir gönlü yoktur ki; kazanılsın.
» Taviz hangi düşmanı isteğinden vazgeçirmiş, hangi taviz veren kazançlı çıkmıştır.
» Tavizin hiç bir güçlüğü çözmediğinin son örneği Kıbrıs meselesidir. Yunanistan gibi küçük ve aciz bir devlet bile tavizlere kanmamıştır. Çünkü düşmana taviz verilmez. Düşmana verilen taviz onun cüretini ve iştahını artırır.
» Taviz verene başkaları, kavga çıkarmadığı için belki “aferin” der ama kimse onu şerefli ve haysiyetli saymaz.
» Taviz vermeyi kabul eden, hele bunda devam eden, yenilmeyi kabul etmişn demektir.
» Tehlikeler nereden gelirse gelsin ve ne kadar büyük olursa olsun, tek çare ve tek ilacı Türk Ülküsü’dür.
» Topluluklar, fedakar fertlerinin çokluğu nispetinde yükselir.
» Toplumlardaki kişileri birbirine bağlayan nesne, sadece kök birliği, çıkar ve ihtiyaç değil, bunlarla birlikte ve aynı zamanda ülküdür.
» Turancılık, bütün Türkler‘in birleşmesi ülküsüdür.
» Turancılık’la emperyalizmi karıştırmak büyük bir yanlıştır.
» Turancılık romantik bir hayal değildir.
» Turancılık, yani bütün Türkler‘i birleştirmek ülküsü, milattan önceki üçüncü yüzyıldan beri vardır. Türk büyüklerinin, iç huzuru sağladıktan sonra ardında koştukları tek düşünce her zaman Türk Birliği olmuştur. Ancak İslamiyet bu düşünceyi bir miktar değiştirmiş İslamlığı koruma kaygısı Türk Birliği ülküsünü zaman zaman az veya çok ihmal ettirmiştir.
» Türk Ahlakı en eski çağlardan beri toplumcudur. Yani Türkler‘de toplumun menfaati insanlarınkinden üstün tutulur. Bununla beraber kuvvetli şahsiyetler daima saygı görmüşler ve topluma faydalı olmuşlardır. Ferdiyete değer vermeyen Türk Ahlakı, şahsiyete saygı göstermiştir.
» Türk bir vazife için yaratılmıştır. O vazife kainat güzelleştiği zaman biter.
» Türkçü; eyyamcı ve dalkavuk olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanırve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir.
» Türkçü; hiç şüphesiz Türk‘den olur. Fakat her “Türkçüyüm” diyen Türk, Türkçü değildir. Samimi olması ve Türkçülüğün şartlarına uyması lazımdır.
» Türkçüler bugünlük ancak Türkçü karakteri olan partileri tutarlar. Türkçülük‘den sapan veya taviz veren hiç bir parti Türkçüler’ce tutulmaz, tutulamaz. Türkçülüğün ne olduğu açık, seçik ortada bulunduğu için bugünkü tutumları ile hiç bir parti Türkçü değildir.
» Türkçüler, dayanışmalı yaşamaya mecburdur. Dayanışma, az kuvvetle çok iş görmenin tek ve değişmez çaresidir. Dayanışma olmayan yerde, için için bir çekişme var demektir.
» Türkçüler için İzmir’i kurtarmak için yapılan savaşla Kıbrıs’ı kurtarmak için yapılacak savaş arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü Türk Milleti bir bütün olduğu için Türkçülük ancak ve yalnız bütün Türkler‘i içine alan bir milliyetçilik davasını ülkü edinir.
» Türkçüler’in ilk işi, görevlerini arınmış gönül ve inanmış yürek ile yapmaktır.
» Türkçüler! Sıkı saflar halinde birleşerek ve başka her düşünceyi geride bırakarak, ateş yağmuru altında döküle döküle, fakat bir an durmadan Moskof’a karşı Köprüköy saldırısını yapan Türk alayı gibi ülküye doğru ilerleyiniz. Bu ilerleme sırasında düşenlere bakmak için bile bir an kaybetmeyiniz. Onları mukadderata, tarihin şeref yaprağına ve Tanrı’ya bırakarak yürümekte devamediniz ve en büyük kahramanlığı yapsanız bile en küçük karşılığını beklemeyiniz.
» Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkitsiz kabul olunur. Onun tartışılacak ve tenkit olunacak tarafı temeli, esası değil, ayrıntılarıdır.
» Türkçülük bir ülkü, siyaset ise iktidara geçme taktiğidir. Bu sebeple bir ana inanç ve ana düşünce olan ülkü asla değişmediği halde siyaset yani taktik her zaman değişir.
» Türkçülük bugün siyasi değildir. Fakat bir gün siyasi bir kuruluş durumuna gelirse bütün Türkler‘i kurtarıp birleştirecek bir program ile ortaya çıkacaktır. O zaman, şüphesiz çağı, durumu ve ortamı kollamakla beraber bunlara bağlanıp kalmayacak, bu kaygıların üstüne çıkacaktır.
» Türkçülük, büyük Türk ilinde Türk uruğunun kayıtsız-şartsız hakimiyeti ve istklali ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.
» Türkçülük dün bir kaynaktı, bugün bir çaydır. Yarın coşkun bir ırmak olacak ve önünde yabancı duygu ve düşüncelerden gelen bütün engeller yıkılacaktır. – Türkçülük insanlara hiç bir vaatte bulunmuyor, maddi veya manevi bir şey vermiyor. Yalnız istiyor… Fedakarlık ve feragat istiyor.
» Türkçülük, Türk ırkının ruhunda, kanında, beyninde yaşayan hayat prensiplerinin fikir haline gelmiş şeklidir.
» Türkçülük, yükselmek için değil, yükseltmek içindir.
» Türkçü, milli çıkarları şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.
» Türkçü, milliyetçi Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir.
» Türkçü‘nün en büyük vazifesi Türklüğe hizmettir.
» Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin ülküye zarar getireceğini bilir.
» Türk destanlarından çıkan anlama göre, Türklerin ülküsü, fetihler sonunda büyük ve üstün bir devlet kurarak bu devletin içinde bolluğa ve mutluluğa kavuşmaktır. Aşağı yukarı, her millet, aynı şekildeki milli gayelerin ardındadır. Milletlerin çapına, kabiliyetine göre milli ülkülerin ayrıntılarında farklar olmakla beraber, ana çizgiler bakımından hepsi birbirine benzer: Büyümek ve rahatlığa kavuşmak!
» Türkler, en eski çağlardan beri kımız, şarap ve rakı içerek sarhoş olurlar; fakat ciddiyetlerini, vakarlarını asla bozmazlar.
» Türkler hem ahlaklı, hem de iradeli bir millettir. Zaten bu ikisi, çok kere birlikte bulunur.
» Türkler, kendi ülkülerine niçin “kızılelma” demiştir, bunun sebebini bilmiyoruz. Yalnız bu addaki saflık ve tabiilik, Türk ülküsünün çok eski olduğunu göstermek bakımından manalıdır. Kızılelma adı, ülkünün aydınlardan önce halk arasında doğduğunu gösterse gerektir.
» Türkler, tarihte oynadıkları rol bakımından, dünyanın birinci milletidir.
» Türkler, Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğudur.
» Türklük ve Türkçülük ebedidir.
» Türk Milleti hiçbir şeyi kendi felsefesi ve kendi düşüncesiyle tartmadan körü körüne kabul etmez. Ancak yaygaralı yavelerle cemiyeti karıştıran ve bulandıran bezirgan ruhlu milletlerden değildir. Onda büyük ve çelik Türk sükunu ve kuvveti vardır.
» Türk Milleti için en insanca, en yüksek düşünce tutsak yaşayan soydaşlarını kurtarmak için yapacağı savaştır.
» Türk Milleti; kahraman askerler, büyük devletler ırkı ve milletidir.
» Türk Milleti’nin aşırı sabırlı olduğunu, fakat ayranı kabardığı zaman, Kağan arslan gibi önünde durulmadığını bütün tarih ve dünya bilir.
» Türk Milleti, üç bin yıldan beri vardır. O’nun varoluşu, büyüklüğü, gücü, tarihe damgasını vuruşu, yalnız milli karakteriyle mümkün olabilmiştir.
» Türk olmak, için mutlaka müslüman olmaya lüzum yoktur. Çünkü bugünkü Türkler arasında birkaç yüz bin Şaman, birkaç yüz bin Hıristiyan ve hatta birkaç bin Musevi Türk (Karayımlar) de vardır. Din ayrılığı yüzünden bunları Türklük’den çıkarmaya hakkımız yoktur.
» Türk tarihi, iki yanı kahramanlık, şan ve ahlak heykelleriyle süslü uzun ve ulu bir yoldur. Bu yolun her adımında Türk’ün göğsünü kabartacak, başını dikleştirecek ve üstünlüğünü belirtecek bir kahraman, Türklük için nöbet beklemektedir. Bu kahramanların çoğunu, biz tarihin yolunu aydınlatan ışıkları altında görebiliyor, onlardan kafalarımıza bilgi, gönüllerimize güç ve iman alıyoruz.
» Türk’ü, gerçek olarak, Türk’den başkası sevemez.
» Ülkücülük büyüklük davasıdır, büyümek isteyen kişilerin ülküsü vardır.
» Ülkücülük, Türk sevgisi ve Türk menfaatini gözeten bir olgudur.
» Ülkü; ilk önce, insanların gönüllerinde, gönüllerin derinliklerinde doğar ve kendini önce destanlarda gösterir. Sonra şuura geçer, büyük kılavuzlar tarafından açıklanır. Daha sonra da büyük kahramanlar, onu gerçekleştirmek için büyük hamleler yapar. Bu hamleler sırasında da ülkülü millet, kahramanların ardından gönül isteği ile koşar. Bütün bu uğraşmalar arasında da millet yürür, önce manen sonra maddetten ilerler, olgunlaşır, erginleşir.
» Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir.
» Ülküler için “maddi faydası nedir?”, “uygulanabilir mi?” diye düşünmek doğru değildir. Hiçbir inanç riyazi mantığa vurulmaz. Tanrı’nın varlığı da riyazi metod ile isbat edilememiştir. Fakat yüz milyonlarca insan ona inanmakta ve bu inançtan güç almaktadır. Ülküler de böyledir.
» Ülküsüz millet, şuursuz insan gibidir.
» Ülküsüz topluluk ye!rinde sayan, ülkülü topluluk yürüyen bir yığındır.
» Ülkü yolunda yürüyen millet, kendisinde başka milletlere karşı mevcut aşağılık duygusunu atmıştır. Kendisine inandığı ve hiçbir şeyden korkmadığı için düşmanlarının çokluğundan, tekliğinden ürkmez.
» Ülkü yolunda yürüyen milletler başka milletleri hem korkutur, hem kendisine hayran bırakır.
» Ümit, en sonra terk olunan şeydir.Ümitlerimiz kırık değildir. Uğrunda çalışanlar, ızdırap çekenler, ölenler bulundukça Türkçülük mutlaka zafer olacaktır.
» Yabancı hakimiyetler altında kırılan, sürülen milyonlarca ırkdaşımızın bulunması bize vazifemizin büyüklüğünü ve şerefini hatırlatsın.
» Yalnız kazancımızı, midemizi, maddemizi düşünmeyelim. Bunu hayvanlar da yapar. Daha çok manaya, düşünceye, ülküye dönelim. İnsanlık budur.
» Yaşayıp yükselmek, ahlaklı ve iradesi sağlam milletlerin hakkıdır.
» Yerinde kullanıldığı zaman bir hastayı diriltecek olan ilaç, yanlış kullanılırsa insanı öldürebilir. O zaman suç ilaçta değil, yanlış kullanandadır.
» Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz.
» Yüksel ki yerin bu yer değildir. Dünyaya gelmek hüner değildir.
» Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir.
» Zaman, en adil hakimdir.
» Zaman kazanmak üzere geçici bir zaman için verilen taviz, taviz değil, karşı saldırı için bir gerilme ve gerilemeden ibarettir. Böyle bir düşünceyle yapılmayan, karşıdakini durdurmak, daha ileri gitmesini önlemek için verilentaviz yenilmektir. Bunun başka adı yoktur.

Çevrimdışı Fatih

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 401
  • Kök Tenğri'nin esenliği bütün Türklerin üzerinedir
Turancılık Romantik Bir Hayal Değildir
« Yanıtla #11 : 30 Aralık 2012 »
Turancılık Romantik Bir Hayal Değildir

Türk milletinin ülküsü olan Turancılığı, herkesin dilediği şekilde anlattığı, bunu bir türlü romantizm diye gösterdiği göze çarpmaktadır. Millî ülkülerde onun şiir yönü olan bir romantizm bulunmakla beraber ülkü; aslında gerçeklere dayanan açık ve kesin amaçları olan bir duygular ve düşünceler sistemidir. Türkçü diye bilinen bazı yazarların Turancılıktan bahsederken, âdeta ürke ürke konuya değinmeleri Turancılığın ne olduğunu bilmeyenler üzerinde hiç de olumlu bir tesir bırakmıyor. Türk Edebiyatı Tarihi’nde mühim bir yeri olan “Fırtına ve Kar” gibi “Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi” gibi aruz ve heceyle yazdığı ölümsüz şiirlerle Türk Edebiyatının ölümsüzleri arasına giren Orhan Seyfi Orhon’un 2 Şubat 1968 tarihli son Havadis gazetesindeki “Turan Nedir” başlıklı yazısı turancıların asla kabul edemeyecekleri yanlış düşünceler bakımından bu yazıma konu olacaktır.

Yazı şöyle başlıyor:
“Çok değerli arkadaşım Tekin Erer’in en güzel misâlini vererek anlattığı gibi milliyetçilik bir Türk emperyalizmi hâlinde “Turancılık” yoktur. Turan, Türk tarihinde büyük Türk ırkının kendisine vatan olarak seçtiği yerdir.”

Bir kere Turancılıkla emperyalizmi karıştırmak büyük bir yanlıştır. Emperyalizm bir milletin başka milletleri hükmü altına alması demektir. O halde, Türklerin birleşmesi demek olan Turancılık neden Türk emperyalizmi oluyor? Bugün Türk topluluklarından birinin silâh kuvvetiyle öteki Türkleri yabancılardan kurtararak tek devlet halinde birleştirmesi emperyalizm midir? Dünyadaki bütün milletler, yabancı devlet hakimiyetinde kalan soydaşlarını kendileriyle birleştirmek için silâhlı ve silâhsız savaşlar yaparlar. Bunun adı emperyalizm değildir, irredantizmdir ki makbul bir davranıştır.

Sevr Barışı’nı kabule mecbur kalsaydık da Trakya ve İzmir’i Yunanlılara bıraksaydık, elli yıl sonra oraları kurtarmak için yapacağımız mücadele bir emperyalist savaş mı olacaktı? 100.000 Türk’ün yaşadığı yerleri kurtarmak için de silâha sarılacaktır. “Milliyetçilikte bir Türk emperyalizmi hâlinde Turancılık yoktur” demek, Turancılığı istememek, Türk birliğini şiir ve hayal olarak düşünmek demektir.

Orhan Seyfi’nin yukarıya aldığım parçasında “turan, Türk tarihinde büyük Türk ırkının kendisine vatan olarak seçtiği yerdir” cümlesi var. Peki, bu vatan şimdi nerede, ne durumda? Anadolu On Birinci Yüzyılda, kurtarmak için daha dün silâha sarıldığımız Kıbrıs On Altıncı Yüzyılda fetholundu; ya üzerinde doğup tarihe girdiğimiz topraklar ne oldu?

Turancılık ülküsünün, Ziya Gökalp’ın bir manzumesiyle Türk şuuruna girdiğini söylemek de yanlıştır. Turancılık, yani bütün Türkleri birleştirmek ülküsü, milâttan öncesi üçüncü yüzyıldan beri vardır. Türk büyüklerinin, iç huzuru sağladıktan sonra ardında koştukları tek düşünce her zaman Türk birliği olmuştur. Ancak İslâmiyet bu düşünceyi bir miktar değiştirmiş, İslâmlığı korumak kaygısı Türk birliği ülküsünün zaman zaman az veya çok ihmâl ettirmiştir.

Orhan Seyfi Orhon, yazısının bir yerinde de şöyle diyor:
“Apaçık anlaşılır ki gençlere Türkçülüğün bayrağını getiren şair (yani Ziya Gökalp) eski tarih boyunca Türk ırkının yaşadığı ülkeleri zaptedelim demiyor, Türklerin Turanı, Yunanlıların Megalo İdeası değildir. Türk milletini eski Türk tarihi içinde hatırlamaktır.”

Bu satırlar da baştanbaşa yanlıştır. Ziya Gökalp, eski Türk ülkelerini zaptedelim demedi diye bizim de aynı yerde saymamız icab etmez. Ziya Gökalp’ın Türkçülüğü bugün için artık eksik bir Türkçülüktür. Zaman ilerledikçe o eksikleri tamamlayıp gedikleri kapatmaya mecburuz. Kaldı ki Gökalp eski Türk ülkelerinin zaptı taraftarıdır.

Moskof’un ülkesi viran olacak;
Türkiye büyüyüp Turan olacak!

diyen odur. Türklerin Turanı, Yunanlıların Megalo İdeası değildir demek, Yunanlılar büyümek istedikleri halde biz istemiyoruz demektir ki bir millet için büyümekten korkmak kadar ölümcül düşünce olamaz.

Bugün yoksul Asya ve çok geri Afrika milletleri bile büyüklük isteğinde, büyüklük ülküsünde iken bizim “Turancılığımız emperyalist düşünce değildir” dememiz tarihimizi kapatmaya karar vermekle birdir.

Emperyalist değiliz ne demek? Eski topraklarımızı kurtarmak isteğimiz emperyalizm ise emperyalistiz. Türkistan’ı, İdil-Ural’ı Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, Kırım’ı ve Türklerin yaşadığı başka yerleri istemek emperyalizmse kutlu bir düşüncedir.

Viyetnam’ın, hangi fikirle olduğu henüz kesin olarak bilinmeyen savaşına alkış tutup altaylardan bahsetmeyi yeren soysuz hainler yanında, Orhan Seyfi Orhon gibi Türkçü bir şairin Turan’ı romantizm olarak tavsifini hiç yakıştıramadım.

Bu konuyu ele almışken öteden beri söylenen bir tekerlemeye de cevap vermek isterim: Turancılık bir maceradır. Bizi mahvediyordu. Bundan sonra böyle maceralara atılmak çılgınlık olur.

Bunu iddia eden zavallılar hangi maceradan bahsediyorlar? Birinci Cihan Savaşı’ndan mı? Birinci Cihan Savaşı’nın Turancılık düşüncesiyle açıldığını iddia etmek hiçbir şey bilmemek, dünyadan habersiz olmak demektir. Yayınlanan tarih belgeleriyle artık iyice öğrenilmiştir ki, Türkiye savaşa girse de, girmese de Rusya, İngiltere ve Fransa, Türkiye’yi yok edip paylaşmaya karar vermişlerdi. Türkiye için Almanya ile birleşmekten başka çıkar yol kalmamıştı. O zamanki hükûmetin İngiliz ve Fransızlarla aradığı ittifak teşebbüslerine cevap bile verilmemişti. Şimdi, bu şartlar içinde girişilen savaş bir Turancılık savaşı mıdır, yoksa bir ölüm-dirim kavgası mıdır? Hiç şüphesiz, savaşı kazanmak için Turancılıktan da, İslâm birliği düşüncesinden de istifade edilmek istenmiş biri İngilizlere karşı silâh olarak kullanılmış, az çok da faydası görülmüştür. Fakat Turancılık fikri olmasaydı, Ziya Gökalp doğmamış bulunsaydı, bu kelime bilinmeseydi savaşın sonucu değişecek miydi?

Birinci Cihan Savaşı sırf Turancılık ülküsü uğruna açılmış olsaydı bile onun korkunç sonu Turancılığın yıkılışını değil, uygulamadaki beceriksizliğini ortaya koyardı. Yerinde kullanıldığı zaman bir hastayı diriltecek olan ilâç, yanlış kullanılırsa insanı öldürebilir. O zaman suç ilaçta değil, yanlış kullanandadır. Tarihimiz boyunca, Müslüman olduğumuz için başımıza bin türlü belâ geldiği gibi bugünkü demokratik rejim yüzünden de 1960′ta geçirdiğimiz tehlike malûmdur. Bu kafa ile düşününce suçu İslâmiyete ve demokrasiye yüklemek icap eder ki ne dereceye kadar doğru olduğu ortadadır.

Bütün bunlar ortada iken, Birinci Cihan Savaşı’nda Turancılık ülküsünden faydalanmak için yapılan bazı davranışların aksi sonuçla bitmesiyle Turancılığı ebediyen mahkûm etmek ne akıl, ne iz’an, ne iyi niyet, ne de insafla bağdaşamaz.

Turancılık bütün Türklerin birleşmesi ülküsüdür. İnsanları insan yapan, büyük bir düşüncenin ardında koşmalarıdır. Türk milleti için en insanca, en yüksek düşünce tutsak yaşayan soydaşlarını kurtarmak için yapacağı savaştır.

Yalnız kazancımızı, midemizi, maddemizi düşünmeyelim. Bunu hayvanlar da yapar. Daha çok mânâya, düşünceye, ülküye dönelim. İnsanlık budur. Bunu söylerden de kimseden çekinmeyelim: Hakkımızı, atalar mirasını istiyoruz. Alacağız da…

Ötüken, Mart 1968, Sayı: 3

KaraTekin

  • Ziyaretçi
Ynt: ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ
« Yanıtla #12 : 31 Aralık 2012 »
Bu baslik altinda Atsiz Ata´nin birbirinden degerli makalelerini bizlerle paylasan degerli kandaslarim sagolsun varolsunlar.

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
Türkler Hangi Irktandır?
« Yanıtla #13 : 31 Aralık 2012 »
Türkler Hangi Irktandır?

Son zamanlarda bazı gazete ve mecmualarda, Türklerin mensup olduğu ırk hakkında bazı yazılar çıktı. Bunların hülâsası şudur:
“Türkler Sarı Moğol ırkından değil, beyaz aryanî ırkındandır.”

İlim yolu ile söylenmek istenen ve fakat objektif esaslara istinat etmiyen bu hükümler hakkında düşündüklerimizi ve bugün bilinen şeyleri söylemek istiyoruz:
1- Bugün insan zümreleri artık renklere göre değil, dillere göre tasnif olunuyor. Eskiden beyaz ırk namı altında toplanan Aryanilerle Samilerin birbirinden çok uzak olduğu, keza eskiden sarı ırktan sayılan Türk ve Moğollarla Çinlilerin hiçbir ırkî yakınlığı olmadığı artık bugün herkes tarafından kabul edilmiştir.
2- Eskiden Türkler, sarı ırkın Ural – Altay zümresinden sayılır ve bu zümreye, Türkler, Moğollar, Tonguzlar, Finler ve Macarlar sokulurdu. Bugün Fin ve Macarların yakın akrabalığı ispat olunmuş ve hatta Fin, Eston ve Macarlardan mürekkep bir Fin – Ogur teşekkül etmişse de Türk, Moğol ve Tonguzların bunlarla akrabalığı ispat olunamamıştır.
3- Diğer taraftan Türklerle Moğolların bir asıldan geldiği kat’i suretle ispat olunmuş ve Tonguzların bu zümreye iltihakı için, muvaffakıyetli mesaiye başlanmıştır. Hatta şimdiye kadar sadece Türk sayılan Çuvaşların da Türklükle Moğolluk arasında olduğu anlaşılmıştır.
4- Türkler ve Moğollarla Aryaniler arasında ise şimdiye kadar hiçbir yakınlık gösterilmemiş ve ispata kalkışılmamıştır.
Türklerin aryani ırkından olduğu hakkındaki yanlış düşüncelerin niçin kabul edilmek istendiğini bilmiyoruz. Sanırız ki, Moğolların vahşi ve barbar, Aryanilerin ise medeni olduğu hakkındaki eskimiş telakkiler buna sebep oldu. Bu telakki bazan o kadar garip şekiller aldı ki, Kürtler hakkında bir seri makale neşreden bir zat, kendisine göre saydığı bir takım delillerden sonra “Kürtlerin de Türkler gibi Aryani ve Türk cinsinden olduğunu” ilan etti.

Bu meseleyi yalnız hissi düşüncelerin mahsulü de telakki edemeyiz. Vahşi Moğollarla akraba olmamak için, Turancılık inkar ediliyorsa, Çingenelerin de mensup olduğu Aryani ırkına girmek hislerimizi daha çok incitmez mi?

Moğol, ne kadar medeniyetsiz ve barbar olursa olsun, hiç olmazsa hakiki bir askerin meziyetlerine maliktir. Halbuki, Türk-Moğol akrabalığı bugün ilmi bir hakikattir. Bunları tarihleri ve kanları o kadar birbirine karışmıştır ki, ayrı ayrı tetkik edilmelerine imkan yoktur. Aynı adı taşıyan kabilenin yarısı Türkçe, yarısı Moğolca konuşuyor. Hatta bazan tarihin bir devresinde Türkçe konuştuğu halde bir zaman sonra Moğolca konuşan ve yahut her iki dili birden kullanan kabileler görüyoruz. Nitekim, Çingiz Han Moğollaşmış bir Türk’tü. Aksak Temür ise, Türkleşmiş bir Moğoldu.
***
Tarih tetkikatı ilerledikçe, Türklerin ve Moğolların barbarlığı hakkındaki telakkilerin çok mübaleğalı olduğu meydana çıkıyor. Bunların yaptıkları fütuhatın da büyük medeni neticeleri olduğu anlaşılıyor.

Türklerin Aryani sayılması neticesinde meydana çıkan telakkilerden biri de Hititlerin Türk olmasıdır. Bunu ileri süren nazariyeciler, Türklerin Anadoludaki eskilikleri ispat etmek ve bir veraset hakkı bulmak istiyorlar. Şüphesiz hissi cihetten bunu hepimiz isteriz. Fakat ortadaki hakikat şudur: Hititlerin abideleri okunmuş ve bunların Türk değil, Aryanî oldukları anlaşılmıştır. Hititlere intisap için Aryaniliği kabul ise, bizim için çok tehlikeli bir yoldur. Bir defa ırkımızın antropolojik hususiyetleri hiç de Aryanîlere uymaz. Hatta bizim antropolojik hususiyetlerimizi inkar ederek Anadolu Türkünü eski Yunanlıların bekayası diye göstermek isteyenlere faydalı bir zemin hazırlamış oluruz. Bugünün ilmî hakikatlerine dayanarak, düşüncelerimizi şöyle hulâsa edebiliriz:
Türkler için yabancı kavimlerin medeniyetine sahip çıkmaya lüzum yoktur. Biz, bizzat kendi yarattığımız medeniyeti tamamen meydana çıkarabilirsek vazifemizi yapmış oluruz.

Bugün medeni bir millet olarak yaşamak için, İsa’dan önceki asırlarda bir medeniyet yaratmış olmaya lüzum yoktur. Nitekim, bugünkü Avrupa milletlerinin hiç biri böyle eski bir medeniyete sahip değillerdir. Garbın medeniyette şarka üstün gelmesi 16’ıncı asırda başlamıştır. Eğer bilmediğimiz vesika ve deliller mevcut da bunlara müstenit yeni ve orijinal bir tez müdafaa edilmek isteniyorsa, şüphesiz bunun da yeri gazete sütunları değildir.

Böyle yazılar gençlerimizi ve henüz Türk tarihi ile yakından ve derinden alakadar olmayan kardeşlerimizin fikirlerini bulandırır. Mazimize karşı, itimat hislerini azaltır. Mevcut hakikatlere de şüphe ile bakmasına sebep olur. Bunun için Türk yavrularına gayet açık olarak söylemeliyiz ki: “Senin ataların çorak topraklarda, sert iklimlerde ve kalabalık milletlerin arasında yaşadığı için, mükemmel asker olmuş ve ömrü tabiatla ve milletlerle savaşarak geçmiştir. Buna rağmen fırsat bulduğu zaman, yüksek medeniyetler kurabilmiştir. Fakat askerlikte kazandığı yüksekliği, henüz medeniyet sahasında göstermeğe vakti olmamıştır.”

Bu halde, bizim anamız olan ırkın adı nedir?… Buna Altay ve Turan ırkı diyorlar. Biz bu ana ırktan türiyen ve sonra onun ayrıldığı şubelerden birini teşkil eden bir koluz. Aryanî olmadığımız ise, şarkî Türkistan’da bulunan resimler ve elde edilen Türk heykelleri ile de meydana çıkmıştır. Bu resimlerden mühim bir kısmı Alman âlimleri tarafından neşredilmiştir. Onlarda, Türk, Çinli, İranlı ve Hintli simaları gayet karakteristik bir suretle birbirinden ayrıdır. Bu mukayese de Aryanî olmadığımıza son ve müsbet bir delil teşkil eder.

Hüseyin Nihal ATSIZ
Atsız Mecmua, 1931, Sayı: 6
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır?
« Yanıtla #14 : 31 Aralık 2012 »
Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır?

Onbeşinci yüzyılda, bizde, belirli bir tarih görüşü vardı; Türk tarihinin en eski çağları olarak Oğuz Han Destanı’ndan bahsolunur, sonra pek kısa bir Selçuk tarihi anlatılarak Osmanlılara geçilirdi. Böylece eski tarihçiler, Osmanlıları daha mühim ve üstün tutmakla beraber, Türk tarihini bir bütün halinde gözden geçirirlerdi.

Fakat bu tarih görüşü köklenmeden baltalandı. Hele, Hoca Sadeddin gibi bir müverrihin, eserine doğrudan doğruya Osmanlılarla başlamasından sonra, bizim için Türk tarihi sadece "Osmanlı tarihi” olarak kaldı. Ve daha önceki Türklerden, az veya çok, yabancı milletler gibi bahsedilmeye başlandı.

XIX. yüzyılda Müşir Süleyman Paşa ile başlayan tepki, bu yanlış görüşü sarsmaya başladı. Varlık ve başlangıcımızın Osmanlılardan daha ileride olduğu anlaşıldı. Eski Türklerden bahseden bölümler okul kitaplarına kadar girmekle beraber, Türk tarihi sıralanmış bir bütün haline konulmadı. Çünkü çeşitli hükümdar sülâlelerinin zamanları ayrı ayrı devletlermiş gibi ele alınıyor ve Türkler birçok yerlerde birçok devletler kurup bunlardan hiç birisini uzun müddet yaşatamamış bir millet gibi gösteriliyordu.

Halbuki gerçek hiç de böyle değildir. Çünkü Türk tarihi aralıksız bir bütündür. Mesele, onu sistemleştirmekten ibarettir.

***
Türk tarihine bakışımız nasıl olmalıdır? Bu pek mühim bir meseledir. Çünkü Türk tarihi; İngiliz, Alman veya Fransız milletlerinin tarihi gibi ele alınamaz. Bunun sebebi, Türk tarihinin, o milletlerin tarihi kadar basit olmayışıdır.
Bugün, dünyadaki belli başlı milletlerin nasıl meydana geldiğini biliyoruz. Çünkü bu, tarihin gözleri önünde olmuştur. Halbuki Türk milleti tarih başladığı zaman teşekkül etmiş bulunuyordu.
Bundan başka bu milletlerin tarihi, hemen hemen, hep aynı dar bir alanda geçtiği için, onların tarihlerini sıraya koymak kolaydır. Fakat, Türk tarihi için bu, mümkün müdür? Bazen Çin’de, bazen Mısır’da, bazen Avrupa’da gördüğümüz Türklerin tarihini bir çerçeveye sığdırmak güç bir iş gibi gözükür. Bundan dolayıdır ki şimdiye kadar Türkler, kırk yerde kırk devlet kuran bir millet sayılmış ve Türk tarihini kronolojik bir düzene sokmak teşebbüsü görülmemiştir.
Eskiden, tarihin destanlarla karışık olduğu zamanlarda, Türklerin kafasında daha sistemli bir tarih görüşü vardı. Bugün, birçok bilinmeyen gerçekler meydana çıktığı için, artık, o eski görüş ile yetinmek mümkün değildir. Bunun için bir yeni tarih sistemi bulmak zorundayız. Milliyetçi olduğumuz ve büyük Türk birliğine inandığımız için de, tarihimize vereceğimiz sistem, dileklerimize uygun olmalı ve bu sistem, bize yalnız geçmişimizi en parlak şekilde göstermekle kalmamalı, aynı zamanda ilerisi için de yol çizmelidir.

***
Birçok milletler için tarih, bir vatan tarihidir. Meselâ Fransızlar için vatan tarihinden başka bir tarih usulü gütmek mümkün değildir. Bundan dolayı da Fransızlar için millet, o vatan içinde oturan ve birbirine karışan insanların topluluğundan doğan varlık demektir. Çünkü Fransızlar ne Gol, ne Lâtin, ne de Germen olduklarını iddia edebilirler. Bu unsurların hepsinin aynı vatanda karışmasından doğan bir millet oldukları için, vatan tarihini esas olarak almaya mecburdurlar.
Araplar için tarih, bir millet tarihidir. Çünkü, vatanlarının sınırları değişik kalmakla beraber, bu millet, uzun asırlar devletini kaybetmiş, fakat milli varlığını saklamıştır.
İngilizler içinse tarih, bir devlet tarihidir. Çünkü, vatan dışına çıkınca kültür bakımından İngiliz kalmakla beraber İngilizden başka bir isim taşıyan İngilizler esas varlıklarını ana devletlerinde korumuşlardır.
Bununla beraber bu hükümler kesin sayılamaz. Fransızlar için vatan-devlet, İngilizler için devlet-vatan esasının varlığı da söylenebilir. Kesin olan şudur ki, tarihi kuruluşları başka olan milletler için, tarih sistemi de başka başkadır.
Bize gelince: Bizim şimdiye kadar sahip olduğumuz "tarihi görüş”ümüz yanlıştır. Çünkü bizim için millet-devlet esasını kabul etmek milli menfaatlerimiz için daha uygun olduğu halde, biz millet tarihi şöyle dursun, devlet ve vatan tarihini bile bir yana bırakarak, yalnız sülâle ve rejim tarihini esas olarak kabul ettik. Her sülaleyi bir devlet sayarak, şimdiye kadar, sülaleler sayısınca devlet kurduğumuzu ileri sürdük. Fakat düşünmedik ki o kadar devlet kurduksa, bunların hiç birisini de yaşatamamış olduk!
Halbuki elimizde, her zaman bir Türk devleti vardı. Çünkü gerçekte bu kadar devlet kurmuş değil, bu kadar sülâle değiştirmiş bulunuyorduk. Tarihi hayatları uzun olan bütün milletlerde olduğu gibi, bizde de birtakım hükümdar sülaleleri gelmişti. Başka milletler onları hükümdar sülâleleri diye saydıkları halde, biz, ayrı devletler diye kabul ettik. Bu çeşit hükümdar sülâlelerinin zamanlarını ayrı devletler olarak kabul etmek elbette ki yanlıştır. İngiltere’de, Fransa’da sülâleler nasıl birbirlerinin ardından gelmişse ve Fransa’da Kapet, Burbon, Orlean, Napoléon; Almanya’da Saksonya, Frankonya, Baviyera, Habsburg; İngiltere’de Anju, Tudor, Stuard Devletleri yoksa ve bunlar sadece hanedanlar ise; bunun gibi, Türkelinde de Kun, Gök, Türk, Uygur, Selçuk, Osmanlı Devletleri yok, sülâleleri vardır. Bazan iki veya daha çok sülâle idaresinde daha çok siyasi Türk zümresinin bulunması ve bunların birbirleriyle çarpışmaları bu kuralı bozamaz. Nasıl ki Almanya’da düne kadar aynı zamanda hâkim olan birçok sülâleler bazan birbirleriyle çarpıştıkları, hatta bunlardan bazıları Fransızlar ile birleşerek öteki Almanlara karşı yürüdükleri halde Alman Devleti bir devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı şekilde bir devlet olmak gerekir. Eğer bütün milletler tarihlerini bizdeki gibi değerlendirselerdi, o zaman, meselâ İngiltere’de İki Gül Savaşı’nda iki devlet bulunduğunu kabul etmek lazım gelirdi. Yine Fransa’da, kontlukların kuvvetlenip kral nüfuzunun gücünü kaybettiği zamanlarda, birkaç devlet bulunduğunu kabul etmek gerekirdi. Hele XVIII. ve XIX. yüzyıllar Almanyası, içinden çıkılmaz bir hâl alır, belki de Almanya denilen varlığın inkâr edilmesi lüzumu baş gösterirdi.
Bizim tarihlerimizin, böyle aykırı bir şekilde yazılmasında hanedancılık zihniyeti büyük rol oynamıştır. Hanedanın kutsal bir varlık sayılması, onun düşmesiyle devletin yok olduğu düşüncesini doğurmuştur. Halbuki bu gibi hallerde değişen şey, zamanımızın kabine değişmeleri ile kıyaslanabilecek kadar basittir. Meselâ Doğu Türkelinde Gök Türk hanedanının düşüp Dokuz Oğuz hanedanının kurulması yeni bir devlet doğması gibi sayılabilir. Gerçekte ise aynı devlette hanedan değişmiştir. Halkı, sınırları, toprağı, teşkilâtı, dili, geleneği aynı olan bu iki devre arasındaki ayrılık, yalnız, başlarındaki hanedanın ayrı oluşundadır. Onun için, Göktürkler ile Dokuz Oğuzlara, nasıl, ayrı iki devlet diye bakabiliriz? Düşünmeli ki, Dokuz Oğuz devresi Göktürk devresinin tekâmülünden başka bir şey değildir. Ve nihayet, eğer, bizdeki hanedan değişmeleri başka milletlerdeki hanedan değişmeleriyle aynı şartlar içinde olmuyorsa, bunun sebeplerini milletlerin ruhî farklarında aramalıdır.
Şu halde, hanedanları ayrı devlet saymak, hanedancılık zihniyeti ile hareket etmek değil midir?
Bir de günümüzün tarihinden örnek alalım: Bizde hâkim olan yanlış tarih telâkkisine göre, Osmanlı Devleti yıkılmış, onun yerine Türkiye Cumhuriyeti gelmiştir. Bu düşünüş de yanlıştır. Çünkü, bir Osmanlı Devleti yoktu ki yıkılmış olsun. Sadece Osmanlı hanedanı vardı. Yıkılan odur. Yâni devlette rejim değişmiştir. İşte o kadar.
Sonra şunu da unutmamak gerekir ki; eğer biz, yıkılan sülâleleri devletler gibi gösterirsek, bundan, devletlerin siyasi hayatta istikrara sahip olmadıkları, devletlerini uzun zaman yaşatamadıkları sonucu da çıkar. Milletlerin ruhiyatı yüzyıllar içinde değişmediğine veya pek az değiştiğine göre, bu, Türkiye Cumhuriyeti’ni de uzun müddet yaşatamayacağımız gibi bir düşünceye yol açabilir. Bundan kazanacak olan da, elbette, biz olamayız.
Milletlerin hayatında iç savaşlar ve karışıklıklar görülür. Fakat bundan, hiçbir zaman o devletin ikiye ayrıldığı mânâsı çıkmaz. Eğer, böyle olursa, merkeziyetçi olmayan eski Türk idare şekline göre, milletimizin, pek dağınık bir hayat yaşadığı, birleşip devlet kuramadığı gibi bir mânâ da çıkabilir.
Yine, bazı iç karışıklık ve ayrılıkların uzun sürdüğü de olur. Anadolu’daki beylikler devri gibi. Bu beyliklerin hepsini birer devlet sayabilir miyiz? Bu, büyük bir yanlış olur. Çünkü gerçekte olan şey, batı Türklerinin başsız kalmalarından ibarettir. Nitekim 1806-1871 arasında Almanya da başsız kalmış, fakat kimse Prusya, Baviyera, Saksonya, Vurtemberg vesaireyi ayrı birer devlet saymamıştır. Tarih yine Almanya tarihi olarak sayılmış ve okunmuştur. Halbuki biz hâlâ, her sülaleyi ayrı devlet sayıyor ve Türkiye tarihi deyince, pek pek, Osmanlı hanedanı ve cumhuriyet devrini anlıyoruz.

***
O halde, bu yanlış görüşü nasıl düzeltmeliyiz?
Türk tarihini, ancak kendi şartlarımıza göre gereken değişiklikleri göz önünde tutarak, başka milletlerin kendi tarihlerini ele aldıkları usul gibi bir usulle değerlendirmek suretiyle bir düzene sokabiliriz.
Bu yolda yürüyünce, Türk tarihini ilk önce ikiye ayıracağız:
1-    Anayurttaki Türk tarihi,
2-    Yabancı illerdeki Türk tarihi.
Anayurttaki Türk tarihi, en eski çağlardan XI. yüzyıla kadar yalnız Doğu Türkelinde geçer. Bu Doğu Türkeli deyimine, bugünkü Moğolistan ile Moskof Avrupası’nın doğu bölümleri de girer.
XI. yüzyılda batıda, ikinci bir anayurt daha kurulmuştur: Türkiye. Bu da Anadolu, Erran, Azerbaycan, Irak ve Kuzey Suriye’den meydana gelen yurttur.
Doğu Türkeli ve Türkiye tarihleri, aralıksız bir bütün halinde Türklerin tarihidir. Hem de bu iki vatanın bazen birleşmeleri haliyle.
Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, hâkim Türk sülâlelerinin yabancı milletlere dayanarak kurdukları devletlerin tarihidir. Bunlar sürekli olmamış, bir Türk sülâlesiyle o sülâlenin buyruğundaki bir Türk ordusunun başka milletlere hükmetmesiyle başlayarak, sonunda bu Türklerin yabancı çoğunluklar arasında dillerini ve milliyetlerini kaybetmeleri şeklinde devam etmiştir. Bu devletleri, bütün hayatları boyunca Türk devleti saymaya imkân yoktur. Meselâ bugünkü Mısır Devleti, Türk askerlerine dayanan bir Türk hanedanı tarafından kurulduğu halde, bugün Mısır tamamıyla bir Arap devleti olmuştur. Bunun için Çin, Hindistan, İran, Doğu Avrupa ve Mısır’da kurulan Türk devletlerini, hanedan ve ordu Türk karakterini taşıdığı müddetçe Türk tarihi kadrosuna sokabiliriz. Hanedan ve ordu Türklüğünü kaybettikten sonra onları Türk tarihi içinde görmeye imkân yoktur.
Buna göre, Doğu Türkeli ve Türkiye tarihlerinin şemalarını şöyle çizebiliriz:

Doğu Türkelinde:
Sakalar çağı M.Ö. VII. - M.Ö. III. yy.
Kunlar çağı M.Ö. III. - M.S. 216
Siyenpiler çağı 216 - 394
Aparlar çağı 394 - 552
Gök Türkler çağı 552 – 745
Dokuz Oğuzlar - On Uygurlar çağı 745 – 840
Uygurlar çağı 840 – 940
Karahanlılar çağı 940 – 1123
Karahıtaylar çağı 1123 – 1207
Sekizler çağı 1207 – 1218
Çengizliler çağı 1218 – 1370
Aksak Temirliler çağı 1370 – 1501
Özbekler çağı 1501 – 1920
Türkiye’de:Selçuklular çağı 1040 – 1249
İlhanlılar çağı 1249 – 1336
Büyük beylikler çağı 1336 – 1515
Osmanlılar çağı 1515 – 1922
Cumhuriyet çağı 1923’ten itibaren

***
Ciddî ilim adamlarından meydana gelecek küçük bir tarihçiler grubu, bu şemayı tartışıp, eksik ve yanlış taraflarını bulup düzelttikten sonra, Türk tarihi bu esaslar üzerinde yeniden ele alınmalıdır. Bu yapılmadıkça, okullarda tarihimizi Türk çocuklarına hazmettirmek imkânsız olmaya devam edeceği gibi, milletçe geçmişimize saygısızlık göstermiş olmaktan da kurtulamayız.

Türk Tarihinin Meseleleri
Bütün medeni milletler kendi tarihleri hakkında son ve kesin kararı vermişlerdir. Yani tarihlerinin nereden başladığını, hangi çağlara bölündüğünü, kimlerin kendi tarihlerine mal edilmiş olduğunu bilirler ve tarihlerini dolduran insanların adlarının hangi imlâ ile yazılacağı hususunda değişmez kanaatlere maliktirler. Bize gelince, her hususta olduğu gibi, tarihimizi anlayış konusunda da acıklı bir kargaşalık içinde bulunuyoruz. Tarihimizin nereden başladığı hakkında ortak bir fikrimiz yoktur. Tarihimizin bölündüğü devirler, herkesin keyfine göre değişmektedir. Bazılarının millî kahraman saydığı şahsiyetler, diğerleri tarafından da millî düşman sayılıyor: Çengiz Han gibi. Tarihe mal olmuş kahramanların ve şahsiyetlerin adlarını yazmak hususunda da aramızda birlik bulunmuyor. Meşrutiyet’ten sonra karışmaya başlayan tarih sistemi, Cumhuriyet’ten sonra tamamen bozuldu ve Tarih Kurumu’nun ilk çalışmaları ile de bugünkü acıklı halini aldı.
Halbuki, eskiden tarih anlayışımız oldukça düzgün ve istikrarlı idi: Eski tarihimiz, efsanevi Oğuz Han ile başlatılır, Selçuklular ve Çengiz ile bitirilirdi. Çengiz, Müslüman olmadığı için bazen lanetlense bile çok defa kendisinden ve hele çocuklarından saygı ile bahsolunurdu.
Türkiye tarihi ise Anadolu Selçukluları hakkındaki kısa bir başlangıçtan sonra hemen Osmanlılara geçmekle devam ettirilir, Anadolu’nun öteki beğliklerinden ve özellikle bunların büyük olanlarından Türkiye’nin bir bölümünün meşru hükümetleri olarak bahsedilir, beğleri saygı ile anılırdı. Anadolu beğliklerinin gayrımeşru sayılması hakkındaki telâkki Fatih’ten sonra başlamıştır.
Hiç şüphesiz, bu tarih telâkkisi ilmî değildi. Fakat umum tarafından kabul olunmuştu. Yani tarihi anlayışımızda bir kanun vardı. Kanun, ne de olsa, kanunsuzluktan iyi olduğu için, o zamanki kıt bilgilerle kabul edilen tarih sistemi, bugünkü gelişmiş bilgilerimiz arasındaki şuursuz kargaşalıktan daha doğru idi.
Türk tarihinin, bugünkü, hemen halledilmesi gereken ve pek de güç olmayan meselelerinden bir kısmı şunlardır:

A.    Türk Tarihinin Başlangıcı Meselesi
Bugünkü tarih kitaplarında Türk tarihi umumiyetle Hunlardan, yani Orta Asya Hunlarından başlatılmaktadır. Fakat, bu başlangıcı tanımayan tarihçiler de vardır. Bazıları, Türk tarihinin VI. yüzyılda Göktürklerden başlaması gerektiğini söyledikleri gibi, bazıları da Hunlardan daha önceki zamanlarda, Sakalar çağında başlaması fikrini gütmektedir. Hattâ son zamanlarda değerli bir tarih bilgini Prof. Zeki Velidi Togan, Türkistan’da Sakalardan önce yaşayan ve milâttan önce 1200-800 arasındaki varlıkları tespit olunan Şu veya Çu adındaki kavmin ilk Türkler olduğunu iddia etmektedir. Şu veya Çulardan daha önceki Sümerlerin de Türk olduğu, veya aralarında Türkler bulunduğu hakkında bazı ciddi ilim adamlarının fikir, nazariye ve iddiaları vardır. Bütün bu karşı fikirlerin bir sonuca bağlanması, ancak ilmî bir tarih kurultayının ciddi ve uzun tartışmalar sonundaki kararı ile mümkün olabilir. Belki bazı meselelerin çözülmesi için, bugünkü tarih bilgisi yetmez. Fakat ne de olsa işler bir prensibe bağlanır ve önüne gelenin Türk tarihine ayrı bir başlangıç çizmesi gibi korkunç bir olayın önüne geçilir. Bu yapılmazsa, Türk dünyasında birbirine aykırı nazariyeler ve fikirler doğacak ve aralarında gittikçe büyüyen ve soysuzlaşan tartışmalarla belki de milletin aydınları birbirine düşman iki veya üç takıma bölünecektir. Millet, bir çok unsurlarla birlikte, ortak tarihin de mahsulü ve sonucu olduğuna göre, ortak tarih telâkkisi olmayan insanların bir millet halinde toplu yaşamaları mânevi bir rahatsızlık doğuracak ve uzak gelecek için fesat tohumları atılmış olacaktır.

B.    Türk Tarihinin Kadrosu Meselesi
Türk tarihinin başlangıcındaki anlaşmazlık, Türk tarihinin kadrosu hakkında da anlaşmazlık demek olmakla beraber, daha sonraki çağlarda kimlerin Türk tarihine sokulacağı meselesi bütün karmaşıklığı ile karşımızda durmaktadır. Meselâ, Karahıtaylar’ın Türkistan’da hâkimiyeti zamanını Türk tarihinin bir devri gibi kabul etmek doğru mudur? Yoksa Karahıtaylar Moğol oldukları için bu devir bir yabancı hakimiyet devri midir? Yahut Gazneliler Devleti Türk tarihi kadrosuna girer mi, yoksa yabancı halkın oturduğu yerlerde hakim oldukları için bunların milli kadrodan çıkarılması mı gerekir? Hangi Türklerin tarihi anavatan tarihidir ve hangilerininki sömürge veya sadece hanedan tarihi olarak göz önüne alınmalıdır? Bunlar Türk tarihinin ciddi meseleleridir ve henüz hallolunup kesin bir sonuca varılmış değildir.
Türk tarihinin kadrosu konuşulurken akla gelecek en mühim meselelerden biri Çengiz ve Temir’in millî tarihin kahramanları mı yoksa ırkımızın düşmanları mı olduğunun tespitidir. Çünkü iki mühim şahsiyet hakkında bizim tarihçilerimiz ortak kanaat sahibi değildir. Bir kısım tarihçiler bu iki şahsı Türk sayıyorlar ve onların yarattığı vakalar ve kurdukları devletleri Türk tarihi kadrosuna sokuyorlar. Bazı tarihçiler ise tamamıyla aksini savunuyorlar. Onlara göre Çengiz ve Temir Türk değildir; Moğol veya Tatardır. İkisi de ırkî düşmanlarımızdır. Tarihçilerimizden birisi ise Çengiz’i yabancı, Temir’i Türk sayıyor. Aynı milletin tarihçileri arasındaki bu büyük fikir ayrılığı ve görüş farkı, hiçbir millete eşi gösterilemeyecek bir milli anarşidir. Çünkü mesele belirli şahısların iyi mi, kötü mü; büyük mü, küçük mü olduğu meselesi değil, doğrudan doğruya millî tarihe mal edilip edilemeyeceği meselesidir. Bu anlaşmazlıklar Türk tarihinin başlangıcına, mitoloji ile karışık çağlarına ait olsaydı, bir dereceye kadar hoş karşılanabilirdi. Fakat XIII. ve XIV. yüzyıllarda yaşamış olan şahıslar üzerindeki bu fikir kargaşalığı, millî şuurun henüz gereğince uyanmamış olduğunu gösterir. Bu zıt kanaatlardan hiç şüphesiz, bir tanesi doğru, diğerleri yanlıştır. Yakın geçmişteki en büyük ana meseleler üzerinde doğruyu bulup çıkaramamak ise tarih belgelerinin eksikliğini değil, tarihi ve milli şuurun azlığını veya yokluğunu gösterir.

C.    Türk Tarihinin Çağları Meselesi
Tarihin İlk Çağ, Orta Çağ gibi devirlere ayrılmasının pek indî olduğu artık anlaşılmıştır. Çünkü bu ayrılışlar bütün insanlığa göre değil, bir kıt’a veya bir kısım milletlere göre yapılmıştır. Taş Devri, Maden Devri nasıl bütün kavimlerde aynı zamanlarda başlamıyorsa; ortaçağ, yeniçağ gibi zamanlarda (eğer fikir hayatındaki tekâmül merhalelerini göstermek için kullanılıyorsa) bütün milletlerde aynı devri gösteremez. Eski Türk tarihini, İlkçağ’da Türk tarihi, ortaçağda Türk tarihi diye bölümlere ayırmak ilmî değildir. Batı Avrupa’nın kendisine göre yaptığı bir sınıflandırmaya körü körüne uymak elbette doğru olmaz.
Tarihimizi milli görüşe göre sınıflandırma teşebbüsü şimdiye kadar yalnız Dr. Rıza Nur ile Prof. Zeki Velidi Togan tarafından yapılmıştır. Rıza Nur, Türk tarihini "Eski Türk Tarihi” (= Türe ve Yasa Devri = Milli Devir), "Yeni Türk Tarihi” (=Müslümanlık Devri=Dinî Devir) ve "Taze Türk Tarihi” (=Yeniden Doğuş ve Uyanma=İkinci Milli Devir) olarak başlıca üç çağa ayırdığı gibi Zekidi Veli Togan da XVI. yüzyıl ortasına kadar ilerleme ve yükselme çağı, Birinci Cihan Savaşı sonuna kadar gerileme ve çökme çağı, Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra da üçüncü bir çağ olmak üzere üç ana çağa bölmektedir. Fakat bu iki sınıflandırma kimse tarafından dikkate alınmamıştır.

D.    Adların İmlası Meselesi
Türk tarihindeki birtakım özel adların belli bir imlâya malik olmayışı da millî ayıplarımızdan biridir. XIII. yüzyıl kahramanının adı Çengiz mi, Çingiz mi, Cengiz mi? Sonra Temir mi, Temür mü, Timur mu? Tıpkı bunlar gibi prens unvanı alan kelime "tigin” mi, "tegin” mi? Karahanlı kahramanın adı Buğra mı, Boğra mı yazılması gerekir? Bu fikrî kararsızlıklar birçok yanlışlara yol açıyor. Bir yanlışın nasıl kökleştiğine en güzel örnek, Göktürklerin ilk kağanı Bumun veya Bumın’ın adında görülmektedir. Eski harflerle yazıldığı zaman "ı” ve "i” farkı belli olmadığı için yeni harflerden sonra bu kağanın adı Bumin şeklinde yazılmış ve tarih kitaplarına, piyeslere, soyadlarına kadar bu yanlış şekliyle girip yerleşmiştir.

***
Görülüyor ki, tarihimizi anlayış ve ele alış tarzımı z karışıklık içindedir. Bu karışıklığın içinden ne şahıslar, ne de özel teşekküller çıkamaz. Bu karışıklığı önlemek için resmî bir teşekkül lâzımdır. Böyle resmî bir teşekkül, Türk tarihinin meselelerini karara bağlamak için bir kurultay toplamalı ve kurultayda meseleler ilmî açıdan ele alınarak değerlendirilmeli ve tartışılmalı, karşılıklı iddialar basılarak umumî efkâra sunulmalıdır. Ancak, milli ve ilmi fikrin hâkim olacağı böyle bir kurultaydır ki, Türk tarihinin meselelerine bir çözüm yolu bulabilir.

Türkiye Tarihinin Meseleleri
Umumi Türk tarihinin olduğu gibi Türkiye tarihinin de çözülmemiş meseleleri vardır ki, bunlar, bir sonuca bağlanmadan ne okullarda millî menfaat hesabına tarih öğretebilir, ne de Türkiye Türklerinde milli tarih şuuru yaratabilir.
Bugün, umumi Türk tarihinin olduğu gibi, Türkiye tarihinin başlangıcı da belli değildir. Hattâ daha acıklı olarak, tarihi bir çağda kurulmuş olan Türkiye’nin başlangıcı hususunda, bugün, aramızda ikilik vardır. Bir millet, kendi tarihinin başlangıcını, tarihi bilgilerin azlığı yüzünden bilmezse, bu, o kadar mühim bir eksiklik sayılamaz. Fakat tarihin çok iyi bilinen çağları süresinde gelişmiş bir devletin kurulduğu zaman üzerinde fikir ayrılığı varsa, bu, ancak bir fikir kargaşalığının ifadesidir. Devletlerinin kuruluş yılında anlaşmazlığa düşmek, dedelerinin kim olduğu hakkında anlaşmazlığa düşen torunlara benzemek demektir.
Türkiye tarihinin önemli meseleleri şunlardır:

A.    Türkiye Tarihinin Başlangıcı Meselesi
Türkiye tarihi Fransa, İngiltere ve Almanya’ya nispetle yenidir. Eski veya yeni olmak büyük bir mânâ ifade etmez. Böyle olduğu halde, nedense, insanlarda ve milletlerde, devletlerinin eski olması ruhi isteği vardır. Ancak, bu ruhi hal, tarihi değiştirmeye kadar varmamalıdır. Bir zamanlar, Anadolu’daki varlığımızı milâttan 2000 yıl önceye götürmek düşüncesiyle Hititlerin Türk olduğu iddia edilmişti. Halbuki, ilk memleketin tapusuna malik olmak için mutlaka ilk ahalisi olmak lâzımdır diye düşünmek de boştur. Böyle olunca, bugün var olan milletlerin hemen hepsinin, yaşadıkları topraklarda yabancı sayılmaları gerekir, hele Amerikalıların durumu büsbütün güçleşirdi.
Sonra Hititler Türk bile olsa, onlar ortadan kalktıktan iki bin yıl sonra aynı topraklarda kurulan yeni Türk devleti eskisinin devamı sayılamaz.
Türkiye tarihinin Selçuklularla başladığı, bugün, bütün ciddi tarihçiler tarafından kabul edilmiştir. Bunu ilk defa ortaya atan merhum Dr. Rıza Nur’dur. İlmî ve tarihi gerçek de bundan ibarettir. Ancak, kesin bir tarih söylemek gerekince, bunda fikir birliğine rastlanamıyor.
Birçoklarının fikrine göre, tarihimiz, 1071 Malazgirt Savaşı ile başlamaktadır. Fakat bu fikirde kesin bir isabet olduğu söylenemez. Çünkü Malazgirt Savaşı, kurulmuş bir devletin, yani Selçukluların, komşuları Bizans ile yaptıkları bir savaştır ve bu çarpışmadan sonra yeni bir devlet kurulmuş değil, zaten var olan bu devlete Küçük Asya’nın kapıları açılmıştır.
1940 yılında "Dokuz Yüzüncü Yıl Dönümü” adı ile yayınladığım bir broşürde, devletimizin kuruluş yılı olarak, Horasan’da Tuğrul Beğ’in istiklâl ilân ettiği 1040 yılını almış ve 1940’ta bu devletin 900. yılını tamamladığını, fakat resmî teşekküller tarafından bir anma töreni yapılmadığı için o küçük broşürün bu görevi yerine getirmek üzere yazıldığını bildirmiştim.
O zaman savunduğum fikir şuydu:
Bu devlet 1040’ta Horasan’da Selçuklu Tuğrul Beğ’in padişahlığı ile kurulmuş, sonra büyüyerek diğer birçok topraklarla birlikte Anadolu’yu kendisine eklemiştir. Fakat, tarihin garip bir cilvesi olarak bu devlet, üzerinde kurulmuş olduğu toprakları kaybetmiş, kuruluşundan sonra fethettiği yerlerde tutunmuştur.
Bu garip tarihi gidiş, başka devletlerin tarihinde yoktur. Almanya, Fransa, İngiltere ilk kuruldukları toprakları sonradan elden çıkarmamışlardır. Tarihçilerimizi şaşırtanın bu olduğunu sanıyorum.
Türkiye tarihini Malazgirt’ten başlatmak isteyen tarihçilerimiz bu tarihten sonra Anadolu’da ayrı sultanlar bulunduğunu, bundan dolayı da bunun yeni ve ayrı bir devlet demek olduğunu ileri sürüyorlar. Anadolu’da ayrı sultanlar bulunması bu ülkenin tamamen ayrı ve bağımsız bir devlet olduğunu göstermez. Eski Türk devlet sisteminin merkeziyetçi olmadığını hatırlamak, Anadolu sultanlığının ayrı bir devlet demek sayılamayacağını belirtmeye yeter. Göktürklerde de iki, hattâ bazen dört kağan bulunuyordu. Kağanlar, iç işlerinde bağımsızdılar. Fakat bu ayrı ayrı iki veya dört devlet demek değildi. Bunun gibi, Selçuk Devleti’nde de dört sultan bulunuyor, fakat bunların üçü Horasan’daki büyük sultana tâbi olarak yaşıyordu.
O halde, Türkiye’nin başlangıcı olarak hangi tarihi kabul edeceğiz? 1040 yılını mı, yoksa 1071  mi?
Bana göre doğru olan birincisidir. Fakat benim bu fikirde bulunmam, hattâ çoğunluğun bana taraftar olması hiçbir mânâ taşımaz. Aramızda tek fikir hâkim olmadıkça, evvelce de söylediğim gibi, uzak gelecek için fesat tohumları atılmış olur. Bu anlaşmazlığı ve fikir kargaşalığını da ancak bir tarih kurultayı önleyebilir. Kesin bir sonuca varıldıktan sonra, bütün tarih kitapları artık o başlangıç yılına göre kaleme alınır. Bir devletin hangi tarihte başladığını tespit etmek pek mühimdir. Başlangıç yılı belli olmayan devlet, medeni bir teşekkül sayılamaz.

B.    Türkiye Tarihinde Hegemonyalar Meselesi
Bu mesele, Türkiye tarihinin ana çağlara bölünmesi meselesidir. Türkiye tarihinin yalnız Osmanlılardan ibaret olmayıp Selçuklulardan başladığını Osmanlı Meb’usan Meclisi’nde bir nutukla söyleyen ve bu fikri ilk defa ortaya atan merhum Rıza Nur Bey, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yayınladığı 12 ciltlik Türk Tarihi’nde, Türkiye tarihini Selçuklular, beylikler, Osmanlılar diye üç ana bölüme ayırmaktadır ki, onun bu sınıflandırması birçokları tarafından kabul olunmuştur.
Başka bir tarihçi ise, Türkiye’de sırasıyla, Danişmendli, Selçuklu, Karamanlı, Osmanlı hegemonyalarının bulunduğunu söylemektedir. Bu fikre göre Anadolu’daki Türklerin Horasan’daki Büyük Selçuklu Devleti’yle bağlantısı yoktur.
Ben ise, bu hususta ancak Selçuklu, İlhanlı, beylikler ve Osmanlı hâkimiyetlerinin bahis konusu olabileceğini ileri sürüyorum. İlhanlıları yabancı ve hattâ düşman sayan Anadolucu zihniyete göre, bu sınıflandırmanın büyük itirazlara uğrayacağı muhakkaktır. Fakat bu çeşitli fikirlerden hangisinin doğru ve ilmî olduğu ise, ancak bir tarih kurultayında anlaşılabilir.
Burada konuşacak bilginler fikirlerini savunmak için büyük çalışmalara koyulacaklarından, belki yeni tarihî belgeler ve gerçekler de ortaya çıkar.
Medenî milletler kendi tarihlerindeki hükümdar sülâlelerini kesin şekilde bilirler. Bilmedikleri şey, çok defa, ilk hanedanın ilk hükümdarlarına ait tahta çıkış ve ölüm tarihleridir. Biz ise, Türkiye’de hangi hanedanların yüksek hâkimiyeti elinde tutmuş olduğunu bile bilmiyoruz.

C.    Osmanlı Padişahlarının Sayısı Meselesi
Şimdiye kadar kaç Osmanlı padişahı geldiği hakkında dahi ortak kanaatimiz yoktur. Klasik telâkkiye göre Osman Gazi ile başlayan ve IV. Mehmed ile biten Osmanlı padişahları 6 Mehmed, 5 Murad, 4 Mustafa, 3 Osman, 3 Ahmed, 3 Selim, 2 Bayezid, 2 Süleyman, 2 Mahmud, 2 Abdülhamid, 1 Orhan, 1 İbrahim, 1 Abdülmecid, 1 Abdülâziz olmak üzere 36 kişidir. Fakat acaba bu telâkki doğru mudur? Yıldırım Bayezid’in oğulları olan Süleyman, Mûsa ve Mustafa Çelebiler ile Fatih’in oğlu Sultan Cem de Osmanlı padişahları arasında değil midir? Şimdiye kadar ki Osmanlı tarihi, saltanatı ele geçiren padişahların meşru olduğunu belirtmek düşüncesiyle yazıldığından, bazı tarihi gerçekler kasten örtbas edilmiş olamaz mı? Bizce Osmanlı padişahları klâsik 36 kişiden ibaret değildir.
Nitekim XIV. yüzyılda yaşayıp bugünkü bilgimize göre ilk Osmanlı tarihini yazan meşhur şair Ahmedî, Yıldırım Bayezid’den sonraki Osmanlı padişahı olarak Süleyman Çelebi’yi tanıdığı gibi, II. Murad ve Fatih devirlerinde yaşayıp Behçet üt-Tevârih adlı umumî tarihi yazan Şükrullah da Yıldırım’dan sonra Süleyman Çelebi’nin hükümdarlık ettiğini kabul etmektedir. Şükrullah, Süleyman Çelebi’den sonra Anadolu’da Çelebi Sultan Mehmed, Rumeli’de de Mûsâ Çelebi olmak üzere iki padişahın birden tahta çıktığını yazmaktadır.
Şükrullah’tan biraz daha sonraki müverrih Âşıkpaşaoğlu’nda da Süleyman Çelebi’nin Osmanlı padişahı sayıldığına dair bazı imâlar vardır.
Daha sonraki Osmanlı müverrihleri tarafından Süleyman Çelebi ile Mûsâ Çelebi’nin padişah sayılmayışının sebebi, iç kavgalardan sonra diğerlerinin öldürülerek Çelebi Sultan Mehmed neslinin hâkimiyete geçmiş olması ve ihtimal ki o zaman meşru sayılmayan bir saltanatın meşru gösterilmek istenmesidir. Son devir tarihçilerinin çoğu ve bu arada "Osmanlı Tarihi Kronolojisi” adı verilen bir eser yayınlayan İsmail Hâmi Danişmend, Süleyman ve Mûsâ Çelebileri Osmanlı padişahları arasında saymamakta, sebep olarak da bunların bütün Osmanlı ülkesine sahip olamadıklarını ileri sürmektedir. Halbuki eski Tarih Encümeni üyelerinden merhum Ali Seydi Bey, 1329’da yayınladığı Osmanlı Tarihi’nde Yıldırım Bayezid’den sonra Çelebi Süleyman’ı beşinci padişah olarak kabul etmektedir. O zaman devletin başkenti Edirne olduğundan, başkente hâkim olan şehzadenin meşru hükümdar sayılması da bir dereceye kadar doğrudur. Yine Yıldırım Bayezid’in oğullarından Mustafa Çelebi’nin Rumeli’de, Fatih’in oğlu Sultan Cem’in de Anadolu’da padişahlıklarını tanıttırmış olmaları ve aylarca, hattâ yıllarca hükümdarlık etmiş bulunmaları dolayısıyla, bunların da bir kalemde hükümdarlar silsilesinden atılmaları doğru değildir. Birçok beylere ve vezirlere hükümdarlıklarını kabul ettiren, para bastıran, ordusu olan ve memleketin büyük bir kısmında uzun zaman padişahlık eden bir prensin padişah sayılıp sayılamayacağı, ancak, ilmî bir kurultayda karar altına alınabilir.
Fakat mesele bu kadar da değildir. Son yıllarda Osman Gazi ile Orhan Gazi arasında başka bir padişahın da hükümdarlık ettiği iddia olunmuştur. Amasya Tarihi müverrihi merhum Hüseyin Hüsameddin Efendi, Tarih Encümeni Mecmuası’ndaki bir etüdü ile Osman Gazi’den Osmanlı tahtına oğlu Ali Erden Bey’in geçtiğini, dört yıl padişahlıktan sonra diğer Anadolu beylerinden yardım gören kardeşi Orhan Gazi tarafından tahttan indirildiğini iddia etmiştir. Bizans kaynaklarında da buna benzer bir vakıa kayıtlı olduğu için Hüseyin Hüsameddin Efendi’nin iddiası ciddiyetle tartışılmaya değer mahiyettedir.

D. Osmanlı Tarihindeki Terimlerle Özel Adların İmlâsı Meselesi
Umumî Türk tarihinde de bulunan bu mesele, Osmanlı tarihinde belki daha şiddetle kendini göstermektedir. Okul kitaplarında olsun, ilmî eserlerde olsun özel adlardaki "d-t” meselesi keyfî imlaya tâbi olmakta devam etmektedir. Tarihteki Ahmed, Mehmed, Mahmud adlarının sonu "d” ile mi, "t” ile mi yazılacaktır? Bu hususta ortak bir kanaat yoktur. Yeni harflerin kabulünden sonra azalacağına, büsbütün artan imlâ anarşisi, tarihi adlara da sirayet etmiştir. Ben, tarihi şahsiyetlerin adlarının asıllarındaki şekilleriyle, yani Ahmed, Mahmud şeklinde yazılmasına taraftarım. Bugün yaşayanlar ise kendi adlarını istedikleri imlâ ile yazmakta serbesttirler. Başkaları da onların bu hakkına uymaya mecburdur.
Tarihî terimlerin imlâsı da ayrı bir meseledir. Osmanlı devrinin başbakanları olan şahısların unvanı hangi imlâ ile yazılacaktır? Bazıları bununda aslıdaki imlâ ile "sadr-ı âzam” şeklinde yazılmasını uygun buluyor. Ben ise Türkçeleşip halka mal olmuş bulunan bu kelimeyi umumun söyleyişi üzere "sadırazam” şeklinde yazmayı doğru sayıyorum. Bunun gibi, Diyanet İşleri başkanı olan zatın unvanı, eski okuyuşa göre "şeyhülislam” mı, yoksa halk söyleyişi şeklinde "şehislam” mı yazılmalıdır? Türlü türlü prensiplere göre yazılan ve mânevi bir güçsüzlüğün belirtisi olan bu hale ancak ilmi bir kongre son verebilir.

Hüseyin Nihal ATSIZ
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
Milletleri Ruhlandırmak
« Yanıtla #15 : 31 Aralık 2012 »
Milletleri Ruhlandırmak

Çalıştırılan bir makinenin durmaması için nasıl arada bir yağlanması gerekiyorsa, yaşayan milletlerin de manevi bakımdan çürümemesi için ruhlandırılmaya öylece ihtiyacı vardır. Ruhlandırılmayan, ruhlandırılması için sebep ve çare bulunamayan milletler kırılıp dökülme ye mahkûmdur. Örnek mi istiyorsunuz? Ufuklarında güneş batmayan İngiliz İmparatorluğunun İkinci Dünya Savaşından sonraki zavallılığına, çatırdamasına, yıkılmasına bakınız.

Ruhlandırmak bir millete geçmişteki büyüklüklerini, büyüklerini hatırlatmak; hatta bozgunlarını, uğradığı ihanetleri andırarak ibret almasını sağlamak ve hepsinden mühimi de yarın için büyük milli hedefler göstermekle sağlanır.

Bir milleti ruhlandırmak tamamıyla milliyetçi bir davranıştır. Yabancıların büyüklerini ve başarılarını anmakla, uluslararası törenlerle ruhlanmak olmaz.

Malazgirt ve Alp Arslan’ı anmak bir milli ruhlanış davranışıdır. Bunun bir minnettarlık ve vefa borcu olması bir yana, verdiği örnekle Türk gençlerini öyle olmaya dürtmek gibi büyük bir faydası da vardır. İnsanlar, hele gençler ve çocuklar ne görürlerse onu kaparlar. Bugün sokakları dolduran ve insandan çok maymuna benzeyen saçlı, sakallı, bıyıklı yaratıklar analarından öyle doğmadılar; o örnekleri göre göre bu hale düştüler.
 Alp Arslan ve Malazgirt için 26 Ağustos 1971′de Türkiye’nin her yerinde büyük törenler yapılmalıydı. Yapılmadı. Siyasi buhran, parti kavgaları, ihtiraslar ve kinler buna imkân vermedi. Fakat hiç olmazsa beş yıl önceden başlanıp ehliyetli kimseler görevlendirilseydi her şeye rağmen bu gösterişli törenler yapılır, gençliğin milli ruhla beslenmesi bakımından büyük bir başarı ve kazanç sağlanırdı.

Yurdumuzda bir takım törenleri, anma günlerinin yapıldığını görüyorsak da gülmek mi, ağlamak mı gerektiğini kestiremiyoruz.

4 Eylül 1971 Cumartesi akşamı İstanbul Radyosu “Ahı Evren” den bahsetti. Ahı Evren, Anadolu’da esnaf teşkilatını kurmuşmuş. Bu teşkilat Orta Asya’dan gelen bir Oğuz türesi imiş. Göçebe Oğuzlardaki esnaf teşkilatı… Aklımız Tanrı’ya emanet!… Hele koca Çalışma Bakanı’nın, bu masallara inandığı yetmiyormuş gibi bu adamın adını “Ahi Evran” diye okuması da ayrı bir festivaldi. “Ahı” ve eski şekliyle “akı” Türkçe bir kelime olup “cömert, yiğit, dost” anlamındadır. “Evren” ise hem “ejder”, hem de “kâinat” manasına gelip erkek adı olarak kullanılır. “Ahi” ise Farsça bir kelime olup “ahlı”, “ah çeken” demektir ve şairlerin mahlas diye kullandığı uydurma bir kelimedir. Hatta Yavuz Sultan Selim çağında Ahi mahlaslı bir şair yaşamıştır

5 Eylül 1971 akşamı ise yine İstanbul Radyosu’ndan başka bir masal dinledik. Ciddi mi, şaka mı olduğu pek anlaşılamayan bu masala göre Seyid Battal Gazi bundan 1200 yıl önce Anadolu’yu Türkleştirmeye başlamış.
Bu büyük tarihi gerçeği hangi tarih bilgininin keşfedip ortaya attığını bilmiyoruz. Bir “millet okulu” demek olan radyonun millete hitap ederken daha bilgili, ağırbaşlı ve ciddi olması gerekmez miydi?

Türk tarihinde “Battal Gazi” diye bir adam yoktur. Halk arasında okunan bir Battal Gazi Destanı vardır. Dili ve edası Türkçe olmakla beraber içindeki kahramanlar hep Arapça adlar taşır. Şimdilik, üzerinde son karara varılacak çalışmalar yapılmış değildir.

1200 yıl önce, yani 770 yıllarında daha Türkler ne Müslüman olmuş, ne de Anadolu’ya gelmişti. Aşağı yukarı 740 tarihlerinde Bizanslılarla yapılan savaşlarda ölen bir Arap kumandanının adı “Abdullah Battal”dır. Abbasiler’in paralı askerleri arasında Türkler’in bulunması ve bunların da Bizans’la çarpışması dolayısıyla Battal Gazi Destanı’nın bu Türkler arasında ortaya çıktığı bir faraziye olarak ileri sürülüyorsa da mesele henüz çözümlenmiş değildir. Bundan ötürü de Battal Gazi adında bir Türk’ün 1200 yıl önce Anadolu’yu Türkleştirmeye başladığı hakkındaki radyo yayını uydurmadan başka bir şey olamaz.

Anma törenlerinin en büyüğü Yunus Emre’nin 650. ölüm yılı dolayısıyla yapıldı ve buna başka milletlerin Türkologları da çağrıldı. Bu da ciddi bir iş değildi. Bir kere Yunus Emre’nin 650. ölüm yılını anmak onun 1971–650 = 1321′de ölmüş olduğunun ispatı gerekirdi. Oysaki Yunus Emre’nin doğum ve ölüm yılları şöyle dursun; bir kişi mi, yoksa ad benzerliği sebebiyle birbirine karışmış iki, hatta üç kişi mi olduğu bile belli değildir. Yunus Emre törenine katılanlardan işittiğimize göre baştan sona hep onun hümanizmasından bahsedilmiş. Bir millet her şeyden önce bütün veçheleriyle kendisinden olanları anıp kutlar. Hümanist demek Türk’ü başkalarıyla eşit tutan demektir. Türkiye’nin bugünkü ortamı da gösteriyor ki bize hümanistler değil, Türkçüler lazımdır.

Garip bir yönümüz var: Birisini andık mı, onu göklere çıkarıyoruz. Kör ölüyor, badem gözlü; kel ölüyor, sırma saçlı oluyor. Hâlbuki anma törenleri, tevilin ve yalanın değil, gerçeğin dile getirilmesi olmalı, genç nesiller eskileri hem erdemleri, hem de eksikleriyle öğrenmeye alışmalıdır.

Şimdi bu açıdan bakıp Yunus Emre’yi tarihin anatomi masasına koyarsak varacağımız sonuç şudur:
 Yunus Emre, Türkçenin büyük bir sanatkârıdır. Türkçenin büyük bir şiir ve fikir dili olduğunu ortaya koyanlardan birisidir.

Fakat Yunus Emre’nin fikirleri Türk milletini zehirlemiş, onu uyuşturmuştur. Çünkü o da yaşadığı zamanın fikir ve duygu hastalıklarına kapılarak birbirini tutmaz sözleri “tasavvur’ diye ortaya atmış, savaşçı bir millet olan çevresinin düşmanlarla kaplı olmasından ötürü savaşçı olmaya mecbur bulunan Türk milletine bir dilencilik felsefesini telkin etmeye çalışmıştır. Onun:

Dövene elsiz gerek,
 Sövene dilsiz gerek,
 Derviş gönülsüz gerek.
 Sen derviş olamazsın

demesi Türk ahlakına, yaratılışına uyan bir düşünce midir? Hatta Türk dervişleri böyle midir? Orhan Gazi ile birlikte savaşlara katılan dervişler derviş değil midir? Türkiye’nin ilk imparatoru olan Selçuklu Tuğrul Beğ’in kâtibi olan Arap İznü Hassul, Türkçeye de çevrilen eserinde Türkler’i böyle mi tarif etmiştir?

Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan Halka müderris olsa hakikatte asidir.

demekle Yunus Emre milliyet bakımından da, din bakımından da sapıklık içinde değil midir? “Millet” kelimesini Türkçedeki bugünkü anlamı ile “ulus” yerinde kullanıyorsa milliyetsiz, vatansız bir adamdır. Böyle değil de bunu Arapçadaki manası ile “din” yerinde kullanıyorsa o zaman da kâfirdir. Çünkü Müslümanlık öteki dinleri kendisiyle eşit saymaz. Zaten onun:

Oruç, namaz, zekât hac cürm ü cinayettürür;
 Fakir bundan azaddır has-ı heves içinde

demesi de hiçbir tevil ve tefsire mahal bırakmayacak şekilde küfürden başka bir şey değildir. Bunları tasavvufla falan izaha çalışmak boşuna ve gülünç gayretlerdir. Halka evliya diye kabul ettirilen Yunus Emre’yi, tasavvufi herzelerinden dolayı büyük devlet adamı ve şeyhülislam Ebu suud tekfir etmiştir.
Şimdi soralım: Atatürk Türkiye’si, Atatürk milliyetçiliği diye her gün leylek gibi laklak eden çeneler jübilesini yapmak için koskoca Türk tarihinde bula bula sapık düşünceli, hasta ruhlu Yunus Emre’yi mi buldular? Ya hele o ölüm yılını nasıl uydurdular? Yunus Emre için tören yapılacaksa onun milli hizmet tarafı olan “Türkçesi” dururken ne diye milli ihanet olan hümanizmasını aldılar? Yunus Emre gerçekten büyük bir hümaniste o ilmi bir etütle uzmanların incelemesine sunulur. Bütün millete değil…

Milli bir gaflet içinde biz, kendi kendimizi yıkmaya çalışırken İran, kuruluşunun 2500 yıl dönümünü kutlamaya hazırlanıyor ve biz Malazgirt için üç beş milyon lira bulamazken onlar bir yıllık petrol gelirlerini, yani birkaç milyar lirayı bu işe ayırıyor.

Tarihi gerçeğe bakarsanız ortada 2500 yıllık bir devlet falan yok. Makedonyalı İskender tarafından yıkılmış Persler, yüzyıllar sonra Araplar tarafından yıkılmış Sasanlılar, yüzyıllar sonra da Selçuklular tarafından yıkılmış Büveyhliler var. Ondan sonraki İran ise 1925’lere kadar hep Türk hâkimiyetinde bir Türk devleti yahut Türk devletinin bir parçasıdır. Türk hâkimiyeti Farsçaya bile tesir etmiş, dil Türk dilinin yapısına uymuştur. Yani fiiller cümle sonuna gelmektedir.

İşte bu devletteki Farslar’a milli bir ruh vermek için bir 2500 yıl efsanesi uyduruluyor, on yıldan beri milyarlar harcanarak hazırlıklar yapılıyor, eserler yazılıyor, şehirler kuruluyor ve bütün dünya davet olunarak onlara 2500 yıllık bir devletin varlığı kabul ettirilmek isteniyor.

Buna bakarak diyoruz ki: Yeni kurulan Kültür Bakanlığı, milleti ruhlandırmak için bir yandan gerekli eserler yayınlarken bir yandan da jübilesi yapılacak Türk büyüklerini, anılacak günleri yahut milli kültüre hizmet etmiş Türkler’i arayıp bulmalıdır. Gazete haberleri doğru ise Bakanlık bu mühim adamı bulmuş: Ertuğrul Muhsin…
Ertuğrul Muhsin’in kimliği hakkında epey yazılar yazılıp iyi bir rejisör olduğu ileri sürüldü. Aslına bakarsanız iyi rejisörle iyi antrenör arasında fark yoktur. İkisi de insanların heyecanını tatmin edecek ekipler hazırlar:
 Fakat öte yandan Türk kültürüne cidden hizmet eden insanlar var ki kimsenin aklına bile gelmiyor. Bir tanesini tanıtalım: Ankara’da yaşayan ve şimdi 82 yaşında bulunan Abdülkadir İnan bir Başkurt Türk’üdür. Bütün Türk lehçelerini ve Türk Folklorunu, milli Türk dini olan Şamanizm’i ondan daha iyi bilen değil, ondan başka bilen yoktur. Atatürk onun değerini bilerek profesörlük vermiştir. Meşhur Atatürkçülerden Hasan Ali Yücel, bakanlığı zamanında bu profesörlüğü geri aldı. Arapça ve Farsça, Almanca ve Rusçayı da bilen Abdülkadir İnan’la milli kültürün anıtlarından olan Manas destanı metin ve tercümesiyle yaptırılabilir. Radlof’un topladığı Altay Türk destanları tercüme ettirilebilir, kendi eseri olup Tarih Kurumu tarafından bastırılıp tükenen “Şamanizm” adlı kitap yeniden bastırılabilir.

Hepsinin üstünde de tarihin şeref günleri için büyük törenler yapılır ama ciddi olarak ele alınır da öyle yapılır.
Şu, İran’ın 2500 yılı masalından alınacak dersler var. Üstünden kaç silindir geçmiş olan İran, Farslık ruhunu ayakta tutmak için milli efsaneler uydurmaya çalışırken biz tek dayanağımız olan Türklük ruhunu unutarak yerine Tanrı’nın belası hümanizmayı koymak suretiyle bizi ayakta tutan tek gücü, milli şuurla milli ruhu silmeye çalışıyoruz.

Ey Türk milleti! Sen ne güçlü ve dayanıklı şeysin!

Bir türlü yıkılmıyorsun!

Nihâl ATSIZ / Ötüken, 1971, Sayı: 10
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Yüzbaşı Sançar

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 246
Türk Ahlâkı
« Yanıtla #16 : 31 Aralık 2012 »
Türk Ahlâkı

Merhum Ziya Gökalp, Türklerin ahlakta birinci olduğunu söylerken, milli bir övünme duygusuna kapılmış değildi. Çok tarih okumuş, milli maziyi öğrenmiş ve düşmanlarımızın bizim hakkımızda söylediklerini belledikten sonra bu hükmü vermişti.

Burada ahlakın hangi sebepler ve tesir edici şeyler altında meydana geldiğini inceleyecek değiliz. Yalnız şu kadar söyleyeceğiz ki, ahlakın meydana gelmesinde coğrafyanın tesiri yoktur. Bu sözümüzün en büyük delili de, aynı coğrafya alanında yaşamış olan eski Romalılarla yeni İtalyanların ahlakça birbirinin hemen her alanda zıddı olmalarıdır.

Ahlakın meydana gelmesinde en önemli sebep soydur. Bir toplumun ahlakı, soyunun karışması ile değişebilir.

Türk ahlakı en eski çağlardan beri toplumcudur. Yani Türklerde toplumun menfaatı insanlarınkinden üstün tutulur. Bununla beraber kuvvetli şahsiyetler daima saygı görmüşler ve topluma faydalı olmuşlardır. Ferdiyete değer vermeyen Türk ahlakı, şahsiyete saygı göstermiştir.

Milattan önceki yüzyıllarda Kunlar, çocuklarını, topluma faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi. Topluma faydası dokunamayacak kadar yaşlanmış olanlar ise intihar ederlerdi.

Askeri ruh, hayatın her yerinde hakimdi. Savaşta ölmekten gurur duyarlar, yatakta ölmekten korkarlardı. Bu ihtimalle benizleri sararırdı. İslamiyetten önceki Türklerde İslamlığın cenneti gibi bir vaad yoktu. Böyle olduğu halde, şeref saydıkları için, savaşta ölmek isterlerdi.

Bir milletin yükselmesi için birinci şart olan disiplinde eşleri yoktu. Meşhur Mete (=Motun), sadakatlarını denemek istediği askerlerine, sevgililerine ok atmayı emrettiği zaman, bu buyruğu hepsi yerine getirmişlerdi.

Doğru sözlü idiler. Kunların baş düşmanı olan Çinliler bile onların çok doğru sözlü olduklarını, o kadar ki, verdikleri sözür yeter olduğunu yazarlar.

Açık sözlü idiler. Dalkavukluğun ne olduğunu bilmezlerdi. Vicdani kanaatlarını hiç çekinmeden söylerlerdi. Hükümdarlar da bu sözleri hiç kızmadan dinlerler ve doğru bulurlarsa uygularlardı. Milattan önce II:Yüzyıl”da Kun yabgusu Türkleri Çin medeniyetine sokmak istediği zaman, başvezir buna şiddetle karşı koymuş ve sözlerini hükümdara kabul ettirmişti. Miladın VIII.Yüzyıl”ında Bilge Kağan, Buda dinini kabul etmek istediği zaman, meşhur Bilge Tonyukuk kabul etmemiş, deliller sayarak hükümdarı caydırmıştı. Yine VIII.Yüzyıl”da Bögü Kağan, Manihaizmi devlet dini olarak kabul etmek istediği zaman, tarkanlar, yani bakanlar, avam dini olarak gördükleri Manihaizmin kabulüne şiddetle karşı durmuşlardı. Her ne kadar Bögü Kağan tarkanları dinlemeyerek millete yeni dini kabul ettirmiş ise de, tarkanlar vicdani kanaatlarından dönmemişler, prensip sahibi olduklarını ispat etmişlerdi.

Mohaç meydan savaşından sonra, savaş alanını gezen Kanuni Sultan Süleyman”ın bir sorusuna bir sancak beğinin verdiği cevap da doğruluk ve açık sözlülüğün güzel bir örneğidir.

Türk beğleri dalkavukluğun ne olduğunu bilmedikleri,devşirmeler ise bunda pek usta oldukları için, II.Murad çağından sonra memleketin yüksek mevkilerine devşirmeler gelmeye başlamış ve milli ahlakın bozulmasına sebep olmuşlardır.

Türkler, en eski çağlardan beri kımız, şarap ve rakı içerek sarhoş olurlar, fakat ciddiyetlerini, vakarlarını asla bozmazlardı. Ziya Paşa”nın XIX. Yüzyılda yazmış olduğu:

Bed-maye olan anlaşılır meclis-i meyde İşret, güher-i ademi temyize mihektir.

Beytini sanki hepsi biliyordu. Değil sarhoş olup cıvımak, sendelemek bile ayıptı.

Cengiz Han”ın oğlu Çağatay, bir gün, küçük kardeşi olup büyük kağanlık mevkiinde bulunan Ögedey ile birlikte çok içerek ciddiyete aykırı sayılabilecek bir harekette bulunmuş, ertesi gün Ögedey”e giderek bir gün önceki hareketinden dolayı kendisinin cezalandırılmasını istemişti.

Aksak Temür”ün de günlerce süren toylarda boyuna şarap içtiği olur, fakat ne neşeye kapılır, ne kimsenin gönlünü kırar, ne de devlet işlerinde aksaklık yapacak bir buyruk verirdi. Türklerin cinsi ahlakları da yüksekti. Yuva, aile ve evdeş muhterem sayılırdı. Evli bir kadına taarruzun cezası idamdı. Kadın hürdü. Kocası uzak yolculuğa gitmiş olsa bile eve gelen yabancı erkeği konuklardı. Kendisine saygı gözü ile bakıldığı için bundan bir kötülük de doğmazdı. Anadolu Yörüklerinde ve Türkmenlerinde, Türkistan”ın göçebelerinde bu adet hala vardır.

Eski Türklerin ahlak ve adetlerinin büyük bir kısmını aynen saklamış olan Türkistan Kazaklarının bazılarında şöyle bir adet vardır: Bir genç erkek evlenmek istediği kızın çadırına üç gece gizlice girer. Kızla birlikte yatarlar, kızın babası ve anası bunu sezseler bile ses çıkarmazlar. Üç gecede erkek, kendisiyle evlenmesi için kızı radı edebilirse dördüncü günü babasına giderek kızı ister. Kandıramazsa çekilir, gider. Fakat bu üç gecede en ufak bir uygunsuzluk olmaz. Erkek ve kız, birbirlerine karşı hiçbir kötü düşünce beslemez Bu da gösteriyor ki, Türkler hem ahlaklı, hem de iradeli bir millettir. Zaten bu ikisi, çok kere birlikte bulunur. Yaşayıp yükselmek, ahlaklı ve iradesi sağlam milletlerin hakkıdır.

Biz bu Türk ahlakına tam olarak sahip bulunduğumuz zamanlarda yükseldik. Yabancıların ahlakını alarak bozulduğumuz zaman düşüp geriledik. Yükseldiğimiz zamanlar bu toprak, büyük milli davalar için kendilerini feda eden; yalan, iki yüzlülük bilmeyen, vicdanını satmayan insanlarla dolu idi. Niğbolu”da 60.000 Türk, birleşik Avrupa”yı yenerken; Yavuz, korkunç çölleri aşarken; Kanuni, boy ölçüşmek için Charles-Quint”in ordusunu ararken böyle yıkılmaz ruhlu bir topluma dayanıyordu.

Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz.

Nihal ATSIZ, Çınaraltı, 7.sayı, 20 Eylül 1941
Yüzbaşı Sançar Uçmağa varalı on üç yüz yıldan çok oldu. Onun düştüğü meçhul yerde, ay ışıklı yaz gecelerinde hâlâ ıztıraplı kahkahalar ve şeref ilahileri işitilir. Bu ilahiler rüzgârın çıkardığı sestir. Onu herkes işitir. Fakat o ıztıraplı kahkahaları herkes duyamaz. Onun yankılarını uzak, yakın ellerden, ancak içinde Tanrı Dağı’nın odu yanan gönüller sezer. Bu ıztıraplı kahkahalar Yüzbaşı Sançar’ın soyu, onun düştüğü yerde zafer töreni yapıncaya kadar yıllarca, belki yüzyıllarca sürüp gidecek…

Çevrimdışı Yüzbaşı Sançar

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 246
İslam Birliği Kuruntusu
« Yanıtla #17 : 31 Aralık 2012 »
İslam Birliği Kuruntusu

Yedinci yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık, sosyoloji bakımından Arapların millet haline geçme savaşıdır. Aynı dili konuştukları halde birbirine düşman boylar ve uruklar durumunda dağınık bir hayat yaşayan kalabalık bir kavim, bir iç veya dış etki ile birlik kurma yoluna elbet gidecekti.

Peygamberin ortaya koyduğu esaslar her şeyden önce bunu sağlamış, bilgisizlik, ahlâksızlık ve pislik içinde yuvarlanan Araplara yüksek bir din ve ahlâk şuuru ile milli birlik düşüncesini aşılamaya çalışmıştır.

Peygamber hayatta oldukça kudretli ve sempatik şahsiyeti, konuşmaktaki üstün kabiliyeti sayesinde bunu sağlamış, bazı sağlam arkadaşları da kendisini destekleyerek güçlü bir birliğin temellerini atar gibi olmuşlardır.

Fakat en yakın arkadaşları arasındaki birlik ve dayanışma bile ancak görünüşte idi. Arapların yüzyıllar boyunca devlet kuramamaktan doğan bölücülükleri, aile ve şahıs menfaatını her şeyden üstün tutan ayırıcı tabiatları, dedikoduculukta son dereceyi bulan ahlâksızlıkları Peygamberin ölümünden sonra hemen kendisini göstermiş, hatta onun sağlığında bile akrabası ve damadı Ali ile, Peygamberin evdeşlerinden Ayşe hakkındaki dedikodular büyük sarsıntılara yol açmıştı. Ayrılık ve bozgunculuk Peygamberin ölümüyle ve ilk önce onun en yakın arkadaşları arasında başlamış devlet başkanlığı ihtiraslarının doğurduğu kavgalar, Müslümanlığı parçalayarak mezhep savaşlarına yol açmış ve yirminci yüzyıla kadar Müslümanlar, birbirini tekfir eden ayrı gruplar halinde bir ölüm dirim savaşı yapmışlardır.

Arapların devlet kurmaktaki kabiliyetsizliğinin ve siyasi ahlâksızlığının en kesin tanığı, peygamberden sonra Arap devletinin başına geçip “Hulefâ-i Raşidin” (Ergin ve üstün halifeler) adını alan (yıl: 632-661) ve hepsi de, daha hayatlarında Peygamber tarafından Cennetle müjdelenen dört kişiden üçünün (Ömer, Osman, Ali) suikastlerle öldürülmesidir ki böyle bir rezalet, Bizans’tan başka hiçbir devletin tarihinde gösterilemez.

Buna rağmen Arapların, iki büyük düşman devletten İran’ı ortadan kaldırıp Bizans’ın güney ülkelerini almalarında olağanüstü hiçbir şey yoktur. İran – Bizans arasında yüzyıllardır süren savaş ikisini de yıpratmış, ayırıcı İran’ın doğudan Türkler eliyle yediği darbeler bu devleti ölüm haline getirmişti. Yeni bir inanç ve ülkü ile çölden fırlayan Araplar için kaybedilecek bir şey olmadığı gibi, ölürlerse Cennete gitmek, kalırlarsa yağma ve çapul yapmak gibi çekici özellikler de iştahlarını arttırıyordu.

Araplar, görünüşte büyük bir devlet kurmuş olmalarına rağmen, doğuda İran ve İspanya’da Vizigot devleti gibi iki yorgun ve bitkin devletten başka hiçbir devleti ortadan kaldıramamışlar ve rasladıkları ilk ciddi kuvvet olan Franklar önünde durmaya mecbur kalmışlardır. (732)

Abbasilerin hakimiyeti tamamen nazari idi. Halife olmaları dolayısıyla bütün Müslüman devletler sözde ona bağlı bulunuyor, gerçekte ise halifelerin görevi güçle iktidara gelen şu veya bu hanedanın meşru olduğunu tasdikten ibaret kalıyordu.

Onuncu yüzyıl ortalarında millet halinde Müslüman olan Türkler, İranlılar tarafından islamiyeti ortadan kaldırmak için hazırlanan büyük ihtilali suya düşürmekle, farkında olmadan bu dini kurtardıkları gibi, onbirinci yüzyılın ortasından Kurtuluş Savaşının sonuna kadar da tek başlarına İslam dünyasının önderi ve savunucusu olmuşlardır.

Günümüzde Pakistan gibi büyük bir İslam Devletinin doğması da büyük Türk İmparatoru Gazneli Mahmud’un Hindistan’a yaptığı akınların sonucu, yani Türklerin Müslümanlığa bir hizmetidir.

Müslümanlığı tek başlarına birçok millete karşı savunmalarından mıdır, yoksa manasını anlamadıkları Kur’ana kayıtsız şartsız inanmaktan mıdır nedir Türkler islamiyeti, taassupla kabul eden tek millet olmuştur. Müslüman ve Hırıstiyan Araplar arasında bir dayanışma olduğu gibi Türklerden çok sonra Müslüman olan Arnavutların Hıristiyan soydaşlarıyla din savaşı yaptığı görülmemiştir. Boşnaklar yani Müslüman Sırp veya Hırvatlar da Ortodoks Sırp ve Katolik Hırvatlarla din çatışması olmadan yaşamışlardı.

Türklere gelince iş değişmiştir. Onuncu yüzyılda Müslüman olur olmaz ilk iş olarak Budist Uygurlarla vuruşmaya başlayan Karahanlılar’ın bu âdeti tarih boyunca süregelmiş, bu kadarla da kalmayarak Sünnilik, Şiîlik davası, Türkleri iki ordu halinde asırlarca çarpıştırarak hem milli enerjinin boşuna harcanmasına, hem de siyasi Türk birliğinin gerçekleşmesine engel olmuştur.

Dini taassubun dünyanın her köşesinde yerini müsamahaya bıraktığı günümüzde bile Hıristiyan, Şamanî ve Musevî Türkler, hatta Şiî-Alevi Türkleri bizden saymayacak kadar gözü dönmüş sözde aydın mütaassıplar aramızda hiç de az değildir.

***

Bugünün medeni insanı için din, fertlerin kanaat ve inancı meselesidir. Dinî partilerin kurulduğu, din üniversitelerinin bulunduğu ülkelerde bile fertlerin her türlü dinî inancı saygı görür. İnancın mantığı olmaz. Herkes, her istediği şeye inanmakta hürdür.

İsa’nın dini hem kardeşlik, hem de barış dini olduğu halde Hıristiyan milletler yüzyıllardır birbirleri ile boğuşmaktan vazgeçmemişlerdir. Nazarî Müslüman kardeşliği de kanlı savaşlara en ufak bir etki yapamamıştır. Çünkü yüzyılların getirdiği gelenekler dinden daha kuvvetlidir ve tarihi mukadderat korkunç bir şeydir.

Böyle olduğu halde bizdeki din mütaassıpları bugün hâlâ İslam kardeşliği kurulabileceği kuruntusu içinde esrimiş (sarhoşlaşmış) , kendi geçmişlerini, büyüklerini inkâr sapıklığına düşmüşlerdir.

Onlar için mühim dava Ali-Muaviye davası, Hüseyin’in öldürülmesi olayıdır. Arapça resmi dil olmalıdır. Türkçe zaten dil değildir. Mete, Atila, Çengiz, Hülegü kafirdir. Kan içici zalimlerdir. Şeriattan başka kanun olmamalıdır. Çocuklara Demir, Taş, Kaya gibi iptidaî adlar, hele Arslan, Pars, Bozkurt, Doğan gibi hayvan isimleri vermek dinsizliktir. İslamî adlar verilmelidir. Türkleri İslamiyet adam etmiştir. Ancak İslamiyet sayesinde büyük devletler kurabilmişizdir. V.b…

Artık bu hezeyanlardan kurtulmanın, kendimize dönmenin çağı gelmiştir. Ali-Muaviye kavgası, Hüseyin’in öldürülmesi bizim için mesele bile değildir. Bu, Arapların iç işi, bizim için de yabancı tarihlerin bin bir konusundan herhangi birisidir. Bizim için Hüseyin’in Kerbela’daki ölümü değil, Kür Şad’ın Çin’deki, Genç Osman’ın İstanbul’daki ve Osman Batur’un Altaylardaki ölümü daha ilgi çekici, daha acıklı ve daha şanlıdır.

Bizim için Endülüs’ün düşmesi değil, Kazan’ın, Kırım’ın, Türkistan ve Azerbaycan’ın kaybı meseledir.

Mete, Atila, Çengiz ve Hülegü yasa yapıcı ve düzen kurucu birer kahramandır. Bunların topyekün yaptıkları tahribat Halife Ömer’in İran ve Mısır’da yaptıkları yanında hiç kalır. Çünkü bunlar karşı koyan, ihanet eden ve savaşla alınan şehirleri yıkıyorlardı. Ömer ise kâfir eseridir diye İran’ın medeniyet eserlerini yıktırmış ve Koca İskenderiye Kütüphanesini yaktırmıştır.

Şaman dininde olan Hülegü Han ölürken Hıristiyan evdeşi Dokuz Hatun’un ruhunun dinlenmesi için dua edilmesine izin istemsi üzerine, dua yerine yoksullara sadaka verilmesini, vergilerin indirilmesini istemiştir.

Bu muhteşem cevabı hangi Arap halifesi verebilmiştir?

İslam birliği taraftarlarına göre Türkler, Müslüman bir millet oldukları için müslümanca adlar almalıdır. Türklerin İslam olmazdan önce kullandıkları adları almak yanlıştır, Müslümanlığa aykırıdır. Dünyada bundan daha yanlış ve iptidai düşünce olamaz. İslam adları denen adlar Arap adlarıdır. Bunların hemen hepsi de İslamlıktan önceki zamandanberi Araplar arasında kullanılmaktadır. Yani küfür ve cahiliyet zamanından kalmadır. Anlamı bilinmeyen kelimeleri çocuklarımıza takmakta maddi veya manevi hiçbir kazancımız yoktur. Aksine, milli ruh bakımından kaybımız vardır. Hele Müslüman adları arasında Yahudilerden Araplara geçen Musa, İsa, Süleyman, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Harun, Davud gibi adlar bizim Türkçe adlarımızla ölçüştürülebilir mi?

Hayvan adıdır diye Bozkurt’a, Alparslana’a, Ertuğrul’a itiraz edenler Muaviye’nin “Uluyan Dişi Köpek” ve Osman’ın “Yılan Yavrusu” demek olmasına ne buyururlar?

Araplarda yalnız şahısların değil, boyların da hayvan adı aldığı vardır. Mesela bir kabilenin adı “Beni Kelb” yani “İtoğullarıdır”

Kadın adları da öyledir: Ayşe “Yaşar”, Fatma “sütten kesilmiş”, Hatice “Vaktinden önce doğmuş”, Zeynep “tombul” demektir.

Hele Türkler’in islamiyetten sonra büyük devlet kurabildikleri iddiası ile sadece gülünçtür. Çin seddinden Avrupa ortasına kadar uzanan büyük ve şanlı Kun Devleti yedi yüzyıl sürmüş; Çin’den Doğu ve Batı Roma’dan haraç almıştır. Basit bir barbar topluluğu ne bu kadar uzun yaşayabilir, ne de bu büyük ve medeni devletleri vergiye bağlıyabilirdi.

Kora’dan Kırım’a kadar iki asır süren ve adı sanı Çinlilerin, İranlıların, Arapların ve Batı Romanın hatırasında büyük bir iz bırakan teşkilatlı ve demircilik üstadı Gök Türklerle maddi medeniyet alanında Uygurlardan ve içinde kalabalık Müslüman Türklerin bulunmasına rağmen islami karakterde bir devlet olmayan, tarihin en büyük imparatorluğu, Çengiz Han Devletinden uzun boylu konuşmaya lüzum yok. Bu kadar sözden maksat, Türklerin büyük devlet ve medeniyet kurmak için Müslüman olmaya ihtiyaçları bulunmadığının tesbitidir.

Tarihi gerçek şudur ki: Türkler Müslümanlık sayesinde değil, Müslümanlık Türkler sayesinde yükselmiş ve yaşamıştır.

İslam birliği taraftarlarının mesele haline getirdikleri konulardan biri de selamlaşma işidir. Bunlar “günaydın”ı kabul etmiyorlar. “Selamünaleyküm” diyorlar ve bunun Müslümanlar arasında manevi bir bağ olduğunu ileri sürüyorlar.

Müslümanlar arasında manevi bağ selamlaşma ile olacaksa bütün Müslümanların Türkçe selamı kabullenmeleri mantık ve ahlak icabıdır. Çünkü islamiyeti koruyan, yaşatan ve yüceltenler sadece Türkler olmuştur. Selçukluların Haçlılara karşı o destanî savunması olmasaydı kalabalık, mutaassıp ve gözüpek Haçlı orduları yer yüzünde bir tek Müslüman bırakmazdı. Osmanlılar ise Haçlıları yalnız durdurmakla kalmamış taarruza geçerek yüzyıllarca Hıristiyanlığın ortasında tek başına Müslümanlığı temsil etmiştir.

Bunları bir tarafa bırakalım: Balkan Savaşında topyekün ihanet eden Arnavutlar, Birinci Cihan Savaşında topyekün ihanet eden Araplar Müslüman değil miydiler?

İngiliz casusu Lavrens’in altınlarını alınca, Medine’yi savunan Türk askerlerine karşı İngilizlerle birlikte saldıranlar Müslüman Araplar değil miydi? Bu Arapların başında Peygamber soyundan gelen Şerif ailesi, yani sonradan Irak ve Ürdün tahtlarına geçen adamlar bulunmuyor muydu?

Bugünkü nesiller, tarih kitaplarında okumadıkları için bilmezler: Birinci Cihan Savaşının sonunda Türk ordusu Suriye cephesinde bozulunca Türk esirlerini öldürenler, altın yuttuklarını sanarak öldürdükleri ve bazen diri Türklerin karnını deşenler hep bu din kardeşimiz Araplardı. Daha acıklısı da, İslam halifesi olan Türk padişahına ihanet eden Şerif ailesinin fertleri Şam’a girerken, bu Araplar, Türk tutsaklarını, Anadolu evlatlarını, koyun keser gibi boğazlıyarak Peygamber soyundan gelen şeflerine kurban etmişlerdi.

Bütün bu vahşet Arap Milliyetçiliği adına yapılıyordu. Arapları kendilerinden asla farklı tutmayan, Peygamber soyudur diye bilakis onlara üstün değer Türklere karşı bu cinayetler sırf kıral olmak ihtirasıyla gözü dönen adamlar, İngiliz altınlarıyla satın alınmış dindaşlarımız Araplar tarafından yapılıyordu.

Bugün ise Arap dünyasında Türk düşmanlığı umumileşmiştir. Arap milliyetçiliği, kendilerinden Filistini koparan Yahudilere ve Araplar Yahudilerden dayak yerken kendilerine yardım etmeyen Türklere düşmanlık düşüncesi üzerinde kurulmuştur. Okullarında Türk düşmanlığı aşılanmaktadır. Beş altı arap devleti birden bir avuç Yahudiye yenildiklerini unutarak bizden Hatay’ı almak hülyası peşindedirler. Nasıl kuzeyden iktisadi yönlü Moskof emperyalizmi olan komünizm geliyorsa, güneyden Mısırdan da dini yönlü Arap emperyalizmi olan Nurculuk gelmektedir.

Türklük bakımından komünizmle nurculuğun hiçbir farkı yoktur. İkisi de Türk Milletini ve kültürünü yok etmek için uğraşmaktadırlar. Biri Arapçılık davasıdır. Bunun farkında olmayan binlerce şuursuz Türk bu iki düşman ülkünün kucağına kurtarıcı diye atılmaktadır. Kıbrıs’ta Türkleri yok etmek için çalışan Rumlara Müslüman Mısır’ın silah yardımı yaptığı radyo tarafından resmen açıklanmıştır. Buna rağmen hala İslam kardeşliği ve İslam birliği kuruntusu peşinde koşan beyinsizler varsa, gerçek Türkler, o gibilerin kasıtlı veya kasıtsız millet haini olduğunu bilmelidir.

Millet ve vatan haini olmak için mutlaka askeri sırları çalarak para ile düşmana satmak icab etmez. Kendi milletinin düşmanlarına hayranlık beslemek, onların davasını gütmek, kendi kültür ve mazisini inkar etmek de hainliktir.

İslam birliği ve kardeşliği kuruntudur. Dinin baş unsur olduğu çağlarda bile gerçekleşmemiştir. Bundan sonra, araya bu kadar ihanet ve düşmanlık girdikten sonra asla gerçekleşmeyecektir. Gerçekleşecek olan birlik İslam Birliği değil, Adalar Denizinden Altayların ötesine kadar Türk Birliği olacaktır.

Hüseyin Nihal ATSIZ, Ötüken Dergisi, 17 Nisan 1964, Sayı: 4
Yüzbaşı Sançar Uçmağa varalı on üç yüz yıldan çok oldu. Onun düştüğü meçhul yerde, ay ışıklı yaz gecelerinde hâlâ ıztıraplı kahkahalar ve şeref ilahileri işitilir. Bu ilahiler rüzgârın çıkardığı sestir. Onu herkes işitir. Fakat o ıztıraplı kahkahaları herkes duyamaz. Onun yankılarını uzak, yakın ellerden, ancak içinde Tanrı Dağı’nın odu yanan gönüller sezer. Bu ıztıraplı kahkahalar Yüzbaşı Sançar’ın soyu, onun düştüğü yerde zafer töreni yapıncaya kadar yıllarca, belki yüzyıllarca sürüp gidecek…

Çevrimdışı Fatih

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 401
  • Kök Tenğri'nin esenliği bütün Türklerin üzerinedir
ATSIZ BEY'İN MAKALELERİ-İslam Birliği Kuruntusu
« Yanıtla #18 : 02 Ocak 2013 »
Ulu Atamız Atsız Bey'in;
İslam Birliği Kuruntusu
Adlı bu makalesi; tarihi ve ilmi gerçekler ışığında Türklüğü asırlardır din kardeşliği safsatalarıyla kandıran ümmetçi bezirganlara ve bu bezirganların sözlerine inanan koyun ve angutlara verilmiş en net, etkili ve şamar gibi bir yanıttır.
Tarih her zaman tek gerçeği haykırmıştır:
Türk'ün Türk'ten başka dostu ve kardeşi yoktur!
Kök Tenğri'nin esenliği bütün Türklerin üzerinedir.

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
TÜRK DİLİ MESELESİ (ALLAH, TANRI'YI KOVDU!)

Dil bir milletin en değerli malıdır.

Ordusunu kaybeden bir millet tehlikededir. İstiklâlini kaybeden millet korkunç bir felâkete düşmüştür. Dilini kaybeden milletse yok olmuş demektir.

İstiklâlini kaybeden milletlerin dillerini kıskançlıkla saklamak sayesinde bir zaman sonra yine dirilebildiğini tarih bize söylüyor. Halbuki dilini kaybeden bir milletin yine dirildiğine dair bir misal göstermiyor.

Kudretli Asurî devleti ve milleti mahvoldu. Dilini de kaybettiği için yalnız tarih kitaplarında okunan bir varlık olarak kaldı. Asurîlerin onda biri kadar kudretli ve ehemmiyetli olmayan birçok milletler (Lehler, Çekler, Romenler, Sırplar, Bulgarlar, Finler, vesaire) ise dillerini saklamak sayesinde asırlardan sonra yine dirilebildiler.

Türk dili en eski çağlarda çobandan kağana kadar aynı biçimde konuşulan ve anlaşılan güçlü ve temiz bir dildi. İçinde yabancı söz ve kaide yoktu.

Halbuki sekizinci asrın sonlarına doğru, Çin payitahtını zapteden bir Türk kağanı, milletini kumanda ile Manihaizm dinine soktuktan sonra dil eski safiyetini kaybetmeye başladı. Yeni dine ve yeni dînle gelen yeni medeniyete ait birçok sözler dile girdi. Fakat o zaman dilin bu bozuluşu mevziî kaldı.

Asıl büyük bozuluş bundan iki asır sonra oldu: Yeni bir Türk hakanı yine kumanda ile milletini İslamiyet’e sokarak Türkler’e yine medeniyet değiştirtince yeni din ve yeni medeniyetin sözleri Türk dilini bürüdü. Dilimize önce "Allah" girerek Tanrıyı kovdu. Arkasından "Muhammed" geldi. Sonra din dilinden olduğu için müsamaha ile karşılanan kilişe halinde cümleler ve terkipler dilimize doldu.

Bugün de yeni bir medeniyete giriyoruz. Fakat bu sefer geçmişteki acı derslerden uslanmış görünüyoruz. Bu sefer de batı medeniyetinin mümessili olan dillerin dilimizi bozmasına müsaade etmeyeceğiz.

Türk dili bütün dillerden daha zengin ve daha temiz olacaktır. Dilimize konacak bütün yeni sözler Türk kökünden gelecektir. Beynelmilel ıstılah yok... Biz komünistliği, kozmopolitliği, masonluğu, vatansızlığı hatırlatan beynelmilel sözünden tiksiniyoruz. Dünyada yabancı dilden söz almamış hiç bir dil yoktur demek kuvvetli bir itiraz değildir. Böyle hiç bir dil olmadığı halde Türkçe’nin böyle olması fena mıdır?

Bu iş başarılamaz diyen bedbinler var... Ne çıkar? Biz yüzde yüz yapmak için çalışırız. Yüzde yetmiş muvaffak olursak kayıp mı ederiz?

Dili bütün dillerden saf bir Türk milleti hayatın bir sahasında bütün mîlletlerden güçlü demektir. Hayatın bütün sahalarında bütün milletlerden üstün olmaya azmeden bir millet için "en değerli mal" olan dilini bütün dillere üstün kılmak kaygım çok görülemez.

Yarınki En Büyük Türkiye'nin ordusu bütün ordulardan güçlü, tekniği bütün milletlerden yüksek, edebiyata her memleketten üstün, dili de her dilden zengin ve temiz olacaktır.

Dil işlerimiz geç kalmıştır. O’nu hızlandırmalıyız.

Türk genci! Bu işte senin vazifen, yazı ve konuşma dilinde yapabildiğin kadar az yabancı söz kullanmak, sana gösterilecek yeni Türkçe sözleri ezberleyerek benimsemek ve bu işin büyük ülküden bir parça olduğunu daima hatırlamaktır.


Uluğ Bilge ATSIZ ATA - ORHUN, Sayı : 2

TTK.

Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!