TÜRKLÜK ve TÜRK DÜNYASI OTAĞI > TÜRK - TURAN DÜNYASI

TÜRK'ün Hayatı Anlayış ve Kavrayışı

(1/3) > >>

Çağrı Bey:
TÜRK'ÜN HAYATI ANLAYIŞ ve KAVRAYIŞI
Kaynak : http://www.turania.net/turkcu-toplumculuk/4803-turkun-hayati-anlayis-ve-kavrayisi.html  (Bu sanalağeli yayımda değildir)

"Türk hikmetine göre evren ve hayatın düzeni iki zıt kuvvet arasındaki uyumdan doğmuştur.
İnsan, bu uyumun ürünüdür. İnsanların mutluluğu, dünya cennetleri ve milletler arasındaki barış bu uyumun devamına bağlıdır."
Türk hikmetine (yüksek bilgi, düşünce, anlayış ve kavrayışına) göre evren ve hayatın düzeni iki zıt kuvvet arasındaki uyumdan doğmuştur. İnsan bu uyumun ürünüdür. İnsanların mutluluğu, dünya cennetleri ve milletler arasındaki barış, bu uyumun devamına bağlıdır. Sosyal sınıfların birbirine saygı göstermesi, sınıflar arasındaki uygunluk da yine aynı düzenin eseridir. Bu düzenin bozulması, insanın hayat ve ruhundaki uyumu bozacağı gibi, tersi yani insanın hayat ve ruhundaki iç ahenginin bozulması da bu düzeni bozabilir. Böylece varlıkla insan arasında Türk anlayışına göre karşılıklı bir bağlantı, âdeta birlik ve bütünlük vardır. Öyle ki, ne varlık insana, ne insan varlığa bağımlı olmayıp pratik hayatın esası, bunların birlik ve bütünlüğünden meydana gelen uyumdadır.

Mutlu olmak için bu birlik ve bütünlüğe uygun yaşamak lâzındır. Fakat ona uymak Yunan anlayış ve kavrayışında olduğu gibi evren ve hayatın kaçınılmaz, kader kabul edilen ve değişmez aşama ve gerçeklerine boyun eğmek, ona zıt gelen arzuları öldürmek değildir. Çünkü Türk kozmogonisinde (evren ve oluşumunu kavrama çabasında) evrenin uçurumlarla ayrılmış farklı katmanları, basamakları yoktur. Ancak birbirinin zıttı olmasına rağmen yine birbirini bütünleyen ve böylece insanlara iç rahatlığıyla gelişme imkânı veren iki prensip vardır. Bu prensiplerden biri mükemmelliğin, şeklin, sükûnetin ve ulaşmanın timsali olan "Gök Tanrı"dır. O, bütün insanların hedefi, son gayesi, yani bizzat ülkü, ülkünün kendisidir. Diğeri insanların içinden çıktıkları ve yine içine döndükleri toprak; arzular, ümitler, ihtiras ve ıstırapların, sonsuz bir şiddetli arzu ve daima atılgan olmanın timsali "Asra yer"dir. O da, bütün insanların kaynağı, güçlerinin pınarı, kendilerine ülküye doğru atılma şevk ve heyecanını, sonsuzluk duygusunu veren kaynak, yani bizzat realite, gerçeğin ta kendisidir. Bu iki prensip birbirleriyle çarpışmak veya birbirine yabancı âlemler hâlinde kalmak şöyle dursun, tersine, sonsuz özlemlerinden dolayı ancak vahdet hâline geldikleri zaman varlık ve insanın uyumunu meydana getirirler. Halbuki Yunan anlayışında tabiatın basamakları birbirine yabancı olduğu gibi, İran anlayışında da "iyilik ve kötülük" şeklinde ortaya çıkan iki zıt kuvvet, insanın vicdanında bir mücadele sahnesi bulur.

Bununla beraber gerek Yunan, gerek İran felsefelerinde Türk hikmetinin izlerini bulmak mümkündür. Eflâtun'a (Platon'a) göre insan, (ünlü mağara metamorfozu, istiaresi, benzetmesindeki gibi) misal (idees) âleminden (Tanrının görüntü olarak belireceği mükemmel örneklerden) ayrılmış ve yer yüzüne inmiş olduğu halde bunu belli belirsiz bir hatırlatmayla canlandırır, aslına kavuşmak için büyük bir arzu gösterir. İnsanda olgunluk ve ülkü aşkı bundandır. Zerdüşt'e göre de, sonunda Hürmüz, Ehrimen'e (aralarındaki devam eden savaşta) galip gelecek ve evren ve hayattaki çekişme bir uyum ve sükûnet ile son bulacaktır.

İncelenince, bunlardan her ikisinin de Türk evren anlayışı ve hayatı kavrayışına göre ne kadar eksik olduğu anlaşılır. Eğer insan, Sami kozmogonisinde olduğu gibi gökten kovulmuşsa, onda bir "başlangıçtan gelen günah" aramak lâzımdır. O zaman en mantıklı sonuç, Hristiyanlıkta olduğu gibi "borçları ödemeye, rehin olmaktan kurtulmaya başvurmak" yani mistik bir görüştür. Eğer insan, İran dininde olduğu gibi bu "iç çarpışma"dan ancak son günde kurtulacaksa, o zaman hayatına ferahlık vermek için daima son günü, Mehdî'yi beklemek lâzımdır. Nitekim İran anlayış ve kavrayışının sızıp yerleştiği her yerde Müslümanlar asırlarca Mehdî'yi beklediler (1).

Halbuki Türk'ün evreni anlayışı ve hayatı kavrayışında insan, zıt prensiplerin uyumuna uygun yaşadığı müddetçe sükûnet (inşirah, sérénité, iç ferahlığı ile sakin ve rahatlık) içerisindedir. Çünkü orada arzu (hâline yükselmiş şiddetli istekler) imha edilmesi gereken bir kuvvet, bir çeşit şeytan veya Deccal (2) değil, fakat bizi her an ülkünün sükûn ve mükemmelliğine doğru biraz daha yükselten bir kanattır. Ve yine orada ülkü, bizim asla ulaşamayacağımız veher atılışta kırılıp düşeceğimiz yetişilmez bir âlem, yahut da bütün ömrümüzce hasret içinde serabını gördüğümüz çok uzaklara atılmış bir hayal değildir. Fakat o, bizim arzularımıza her an biraz daha fazla atılmak ve yaklaşmak şevkini veren ve başımızı her kaldırışta sevimli yüzünü doya doya seyrettiğimiz Gök Tanrı'dır. Bunun içindir ki, Türk hikmeti (evreni anlayış ve hayatı kavrayışı), ne Yunan'ınki gibi kaderci, ne İran'ınki gibi hayalcidir. Ona mutlak bir isim vermek gerekirse diyebiliriz ki, Türk hikmeti gerçekçi (realist) ve gelişmecidir.
............

(1) Mehdî inanışı, eski İran'da mağaraya saklanıp kıyamette çıkacak Behram Çubin inanışından çıkmıştır. Bununla berader, birçok yenilgiler ve siyasî ıstırapların sonucunda doğan bu efsaneye başka milletlerin tarihinde de rastlanabilir. Frédéric Barberousse, haçlılardan sonra Almanlar arasında bir Mehdî hâline getirilmişti; eski Araplarda, Hint'te, Japonlarda buna benzer efsaneler vardır.

(2) Deccal (Kıyamette ortaya çıkacağına ve Hz. İsa tarafından öldürüleceğine inanılan yalancı ve zararlı şahıs), Hristiyan inanışında Antéchrist şeklinde görülür; önlenen ve hapsedilen hırsların en yüksek taşkınlığına örnek olarak görülebilir.


Prof. Dr. Hilmi Ziya ÜLKEN

(Yazarın "Osmanlı Türklerinde İlim" adlı eserinden alınmış, dili anlam bozulmadan sadeleştirilmeye çalışılmış, üslûba dokunmadan parantezlerle açıklama yapılmıştır; dip notları da yazara aittir.)

Aykan

Çağrı Bey:
Börü Kam


--- Alıntı ---Aykan Nickli Üyeden Alıntı

Türk hikmetine (yüksek bilgi, düşünce, anlayış ve kavrayışına) göre evren ve hayatın düzeni iki zıt kuvvet arasındaki uyumdan doğmuştur.

.......varlıkla insan arasında Türk anlayışına göre karşılıklı bir bağlantı, âdeta birlik ve bütünlük vardır. Öyle ki, ne varlık insana, ne insan varlığa bağımlı olmayıp pratik hayatın esası, bunların birlik ve bütünlüğünden meydana gelen uyumdadır.

Türk kozmogonisinde (evren ve oluşumunu kavrama çabasında) evrenin uçurumlarla ayrılmış farklı katmanları, basamakları yoktur. Ancak birbirinin zıttı olmasına rağmen yine birbirini bütünleyen ve böylece insanlara iç rahatlığıyla gelişme imkânı veren iki prensip vardır. Bu prensiplerden biri mükemmelliğin, şeklin, sükûnetin ve ulaşmanın timsali olan "Gök Tanrı"dır. O, bütün insanların hedefi, son gayesi, yani bizzat ülkü, ülkünün kendisidir. Mehdî'yi beklediler (1).

Halbuki Türk'ün evreni anlayışı ve hayatı kavrayışında insan, zıt prensiplerin uyumuna uygun yaşadığı müddetçe sükûnet (inşirah, sérénité, iç ferahlığı ile sakin ve rahatlık) içerisindedir. Çünkü orada arzu (hâline yükselmiş şiddetli istekler) imha edilmesi gereken bir kuvvet, bir çeşit şeytan veya Deccal (2) değil, fakat bizi her an ülkünün sükûn ve mükemmelliğine doğru biraz daha yükselten bir kanattır.

Ve yine orada ülkü, bizim asla ulaşamayacağımız ve her atılışta kırılıp düşeceğimiz yetişilmez bir âlem, yahut da bütün ömrümüzce hasret içinde serabını gördüğümüz çok uzaklara atılmış bir hayal değildir. Fakat o, bizim arzularımıza her an biraz daha fazla atılmak ve yaklaşmak şevkini veren ve başımızı her kaldırışta sevimli yüzünü doya doya seyrettiğimiz Gök Tanrı'dır.

Bunun içindir ki, Türk hikmeti (evreni anlayış ve hayatı kavrayışı), ne Yunan'ınki gibi kaderci, ne İran'ınki gibi hayalcidir. Ona mutlak bir isim vermek gerekirse diyebiliriz ki, Türk hikmeti gerçekçi (realist) ve gelişmecidir.
............

Prof. Dr. Hilmi Ziya ÜLKEN
--- Alıntı sonu ---

Bu ilmi ve akademik makaleyi bizlerle paylaşarak, Türk kozmogonisi hakkında yeni bilgiler edinmemize olanak sağlayan Aykan Beğ'e teşekkür ederim.

Türkler hayvanlarla, bitkilerle, canlı-cansız bütün varlıkla barışık bir millettir.

Çünkü Türk, kendisiyle barışıktır.
Türk, doğayla barışık ve onunla içiçedir.
En önemlisi Türk, Tanrıyla barışıktır.
Batı kozmogonisi insanı tanrılaştırıp, tanrıyı da insanlaştırırken; Türk insanı da, Tanrı' yı da olması gerektiği konumda korumayı başarmıştır.
Türk, bazı ortadoğu dinlerinin ölümden sonra vaddettiği cenneti hayatının bütününde bulmayı başarmış bir kozmogoniye sahiptir.
Yine Türk, mutlak mutluluk için yokluğu aramamıştır.
Türk, Sami dinlerinin vazettiği Tanrı'dan korkma, Tanrıyla korkutma garebetine düşmemiş, Tanrı'yı sevilen, ölüm kavramını da var olan sonsuz hayata göç olarak algılamıştır.
Türk Teolojisinin pratik hayatta uygulayıcısı konumundaki Kam, Baksı ve Şamanların sergiledikleri doğa temalı ritüeller Türk inanç sisteminin varlıkla barışıklığının ve ruhsal dengenin göstergesidir.

Uluğ Bilge H. Ziya ÜLKEN Beğ'in ifade ettiği gibi: Türk hikmeti ne Yunan'ınki gibi kaderci, ne İran'ınki gibi hayalcidir.

TTK.

Çağrı Bey:
Aykan     

Ben teşekkür ederim Börü Kam Beğ.

Esenlikler...

Çağrı Bey:
Tonyukuk

Aykan kardeşimle sanırım bir kere yüz yüze görüşme fırsatı buldum. Bende mutedil, insani tarafları çok olan, kültürel konulara meraklı bir insan izlenimi bıraktı. Seçtiği makale ve yaptığı diğer paylaşımlar da bu kanımı güçlendiriyor.

Bu güzel makalenin üstüne Börü Kam Beğ'in yaptığı yorum, Türk Milletinin değerleri arsızca kirletilmeden önceki asil özelliklerini sergiliyor. Evet biz Tanrı'yı insanlaştıran, insanı tanrılaştıran, Tanrı'dan korkan değil O'nu seven bir milletin çocuklarıyız öyle olmasa Bizans'a karşı gaza eden uç Türkmenlerine rehberlik eden dervişler münacatlarında ''Erbabsın koca Tanrı derler miydi?

''Türk harplerde inisiyatif kendi elinde olduğu için tehditten korkmaz ve vaadlerden de bir şey ümid etmez. Bütün akın ve seferlerinde Türk arayıcıdır, sahiplenendir, fakat asla başkalarının aranma hedefi değildir. O bağışlanma sebebini ancak kendi kuvvet ve kudretinde buluyor, ezilen kavimlerin merhametine müracaat etmeğe hiçbir zaman muhtaç kalmıyor. Bununla beraber eline geçen mal ve serveti de toplayıp muhafaza etmiyor, bu yüzden hiç kimse onun mal ve mülküne tamah etmiyor. Vaziyeti böyle olan bir millet, başkası tarafından harbe mecbur edilirse, yahut onda milli hamiyet ve yahut din gayreti doğarsa neler yapmaz.''

Arap Cahiz bile asırlar önce Türk'ü böyle anlamış; İşte bu ruh, Kurtuluş Savaşı'nda, Kore'de, Kıbrıs'ta verilen savaşlardadır, Türk kültür dairesinden gelen Hülagü'nün, halifenin hazinesinden aldığı bir gümüş tabağı, Mutasım'a uzatarak ''ye bunu'' dediğinde, Mutasım'ın ''bu yenmezki'' deyişine, ''o zaman neden askerlerine, halkına dağıtmadın'' yanıtındadır. Eski ataların inandığı uçmağ anlayışında huriler, gılmanlar yoktur. Onların uçmağı bir atalar kurultayı gibidir, cennet onlar için bir ödül de değildir, oraya ancak vatanı için kendini feda etmiş, toplumu için çok çalışmış kişilerin kabul edildiği düşünülür.

Türkler, Tanrı'nın varlığını ezeli ve ebedi olarak, sonsuzluk ve bilinmezlik içinde kabul ediyorlardı. (Zamanı Tanrı yaşar, kişioğlu ölmek için yaratılmış) Yaratılan değil, yaratan olduğundan, yarattıklarına benzetmek, herhangi bir şekil ve görünümde putunu yapmak, varlığını bir şekil, belirli ölçü içine sokulmuş cisim, dört duvar içine sığdırmak, varlığını baştan sondan keserek sınırlamak atalarımızın inancına ters düşüyordu. Mengü Han bütün dinlerin ileri gelenlerini huzuruna toplayıp yaptırdığı tartışmanın sonunda; ''Biz Türkler bir tek Tanrıya inanır ve taparız. O emrettiği için dünyaya gelir, O emrettiği zaman da ölürüz. Dünya ve Ahiret'te mükâfat ve cezalandırma O'na aittir. Tanrı görünen ve görünmeyen herşeyin yaratıcısıdır. O size kitaplar gönderdi; ama siz onların yazdıklarını tutmazsınız demişti..

İnsanın bütün yaratılmışların üzerinde, Eşrefi mahlûkat olduğunu, Ahsen-i takvim üzerine yaratıldığını Araplardan çok önce Bilge Kağan'la bildik, O'nun taşlara kazıttıklarından bugün de okuyabiliyoruz.


--- Alıntı ---Bunun içindir ki, Türk hikmeti (evreni anlayış ve hayatı kavrayışı), ne Yunan'ınki gibi kaderci, ne İran'ınki gibi hayalcidir. Ona mutlak bir isim vermek gerekirse diyebiliriz ki, Türk hikmeti gerçekçi ve gelişmecidir.
--- Alıntı sonu ---
Evet bu çok hakimane bir sözdür. Hilmi Ziya ÜLKEN Beğ'in ruhu şad olsun.

Çağrı Bey:
Kayberen

Bu paylaşımınız için çok teşekkür ederim sayın Aykan... yüksek müsadeniz ve izninizle bende kısacık bir yazı paylaşmak istiyorum, bu yazı iyilik ve kötülük kavramına kişinin içindeki duygularla beraber düşünmesine yardım olacak bir yazı...

İyi ve Kötü

Otağ Kağanı kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt'u izliyorlardı. Kurtlardan biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o kurtlar dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.

Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurttu bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir kurtun yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci kurta neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla, sordu dedesine: Yaşlı kağan, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.

- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."

- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.

- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün kurtlar gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.

Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

- "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"

Bilge kağan, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.

- "Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!"

HAYATINIZDA HEP AK YELELİ KURT'UN GALİP GELMESİ DİLEĞİYLE... Kayberen

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Tam sürüme git