Türkçü Turancı Otağ

TÜRKLÜK ve TÜRK DÜNYASI OTAĞI => TÜRKÇÜLÜK => Konuyu başlatan: İgdirhan - 28 Temmuz 2007

Başlık: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Bu yazılar Akademik bir çalışmanın ürünüdür.
Bu yazılardan öğreneceğimiz ,çok şeyin olduğuna inanıyorum
Herkesin dikkatle ve üşenmeden okumalarını ,salık veririm.

TTK


Mankurtluk Nedir? Mankurtlaşmak Ne Demektir? Toplumlar Nasıl Mankurtlaştırılır ?

Dilimizde “mankafa” sözcüğü argo da olsa yaygın biçimde kullanılmakla beraber, “mankurt” sözcüğünün aynı yaygınlıkta olmadığını biliriz.
Mankurt sözcüğünü Cengiz Aytmatov gündemimize yeniden soktu.
Mankurtlaşmak, ulusal kimlikten uzaklaşma, topluma ve kültüre yabancılaşma, zihnin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleşme, egemen güçlere ve süper devletlere yaranmayı içeren sosyo - kültürel bir kavramdır.

Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir.

Okumuşlar kolay mankurtlaştırılabilirken halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda mankurtlaştırılamaz.
Kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, aydın ya da yöneticiler gerek arayış içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları onları mankurtlaştırma sürecine sokar ya da bu süreci hızlandırır.
 
Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında anlattığı bir efsane vardır:
Mankurt Efsanesi.
Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş.
Bunu şöyle yaparlarmış:
Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış.
Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış.
Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş.
Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış.
Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş.

Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış.
Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş.
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş.
İnsan olduğunun bile farkında değilmiş.
Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış.
Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle.
Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.
 
İşte, toplumumuzda olup bitenleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Bugün Türk toplumu mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru dejenere ediliyor, aşağılanıyor.
Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor.
Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yüngülleştirerek mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların kurucusu olmuş bu milletin insanları mankurtlaştırılıyor!
Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor.
Başta artık bizim olmaktan çıkmış ulusal (?) kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor.
Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz yeniden inşa ediliyor!
Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor.
Görünüşe bakıldığında epey yol aldıkları anlaşılıyor.

TTK.

( Bu yazı daha öncede Otağımızın ; http://www.hunturk.net/forum/index.php/topic,2234.msg13641.html#msg13641 köprüsünde konu açıklaması olarak yer almıştır)

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?
(ATEŞ SUYU POLİTİKASI)


Batılılar Amerika’yı işgal ettiklerinde (keşif değil, işgal!) onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi aç gözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi. Kimi kılıçtan geçirerek, kimini yerlilerin bağışıklığı bulunmayan hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme ortamlarını ortadan kaldırarak yok ettiler. Örneğin Kızılderililerin temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek onları aç bıraktılar. Kısırlaştırdılar.Amerika’da sadece katliamlarda doksan milyon insan soykırıma uğramış ve katledilmiştir.
 
Batı (Avrupa, Amerika) Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedirler.
 
Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile pasifize etmiştir. “Ateş suyu" Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Bu ilk ateş suyudur.
 
Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur.
 
Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!

Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitmek daha ucuzdur.
 
Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Bunun için bizim mankurtlaştırılmamız gerek!
 
Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediğini Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Oradaki ateş suyunun adı da votkaydı.
 
Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir. Aşağıda bunların bir kısmı açıklanmıştır.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Birinci Ateş Suyu:
Alkol ve Uyuşturucu Bağımlılığı

 

Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız. Böylece tehdit olmaktan çıkar, sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız.

Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelijansiyasını izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorlanan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan yurttaşlarımızın uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır!

Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulursa, düşünmekten uzaklaştırılırsa sömürgeleştirme politikası o kadar başarılı olur. Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, “anını yaşayan” gelecek kaygısı taşımayan insanlar emperyalizmin kendisine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar.
İstenen de budur çünkü sömürü ancak böyle devam eder.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


İkinci Ateş Suyu:
Kültürsüzleştirmek, Ödlek Tavşanlar Yetiştirmek

 

Bir dönem boyunca “çocuk kitapları nasıl olmalı ki, hem çocuklara okuma yazmayı sevdirebilelim, hem de okuyanlar üretken iyi birer insan/yurttaş olarak yetişsin” sorusuna yanıt arıyoruz. Öğrencilerim öğrendiklerini dönem sonunda birer çocuk kitabı yazarak ortaya koyuyorlar. Biçim yönünden harika şeyler ortaya çıkıyor. Ama en çok yazılan tema benim “minik tavşan tema”sı dediğim biçimde oluyor.

Hikâye şöyle: Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana dedi ki “bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.”

Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? (Çocuk öykülerinin kötü sonla bitmemesi gerekiyor) Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına... yemin billah eder.

Minik tavşan yerine minik kuş, minik ayı, minik Ayşe de olabiliyor. Öğrencilerin yüzde sekseni buna benzer öyküler yazıyorsa bunda bir tuhaflık vardır. Neden bu tema anlatılır? Çünkü yıllardır okuma parçalarında, hikâye kitaplarında hep bu temayı okumuşlardır. O kadar tanıdık, aşina olunmuşluk vardır ki bunda! 

Peki, bunun ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap denilirse yap!

Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, yani “ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz.

Oysa sıradan bir Keloğlan masalını alıp incelediğimizde Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür: Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer; genellikle anasının öğüdünün tersini yapar üstelik. İddialıdır, araştırır, karıştırır, büyük oynar ve büyük ödülü kazanır. Bu masallarla çocuklara Keloğlanın o kel-kötürüm haliyle neleri nasıl başarmış olduğu anlatılır ve dinleyen çocuğa adeta “hadi, sen ne duruyorsun” denir.

Hele Köroğlu! Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir müzisyendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir. Köroğlu kötü yöneticilere, haksızlığa karşı direnme hakkını kullanan “birey”dir. Unutturuldu. Üniversiteli gençlere soruyorum, “Köroğlu kimdir, nedir?” diye, çok cılız yanıtlar alabiliyorum. Yanıt verenler de Cüneyt Arkın’ın filminden kazara öğrenmişler. Ama Köroğlu’nun kötü kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hud herkes tarafından biliniyor! İnsanımız okumuyor ama televizyon izliyor. Televizyonda ise Köroğlu’na yer yok.

Dünyada onlarca ülke, kültür ve sineması varken, televizyon kanallarımızın sadece ve sadece Holivud’un, dolayısıyla Amerikan kültürünün acenteliğini/pazarlamasını yaptığı dikkat çekmektedir. Sineması çok gelişmiş Batı dışı ülkeler de var ve bunların bir kısmı, kültürel olarak benzer kültür kodları taşıdıkları için, Türk kültürünün beslenme kaynakları arasında da yer alır. Örneğin Azerbaycan, İran, Hindistan hatta Rus sineması bunlar arasındadır. Bunları geçelim, televizyon kanallarımız Fransız, Alman, Bulgar, Yunan, Arap, İskandinav filmlerine bile neredeyse ambargo koymuşlardır.

Türk sineması aşağılanarak etkisizleştirilmiştir. Alay edilen ve defalarca izlendiği için milletin aptallığı üzerine yorum yapılan Kemal Sunal filmlerinde, halk Keloğlanı görmekteydi. Deli Yürek dizisinde Köroğlu’nu görür gibiydi. Bu yapımların izleyici rekorları kırmasının nedeni izleyicinin kendi kültüründen parçalar bulmasıydı. Bu durum yapımcılara bir fikir vermez mi de, Holivud taklidi diziler, sinema filmleri yapılır ve insanlar izlemek zorunda bırakılırlar? Bu durumu en iyimser biçimde mankurtlaştırılmış okumuşlarımızın ne yapacağını bilememeleri olarak yorumlamak isabetli olacaktır. Kültürümüzü biçimlendiren temel kültür kodlarımızdan kopuyor, mankurtlaşıyoruz.

Bunların sonucunda terörist elebaşısını yıllarca saklayan ülkeye haddini bildiremedik. Yunanistan’ın elinde yakaladık, pasaportu Rum (Güney Kıbrıs) çıktı. Birçok ülkenin savaş sebebi sayacağı durumu sineye çektik! 30 bin evladı yok edilmiş, 100 milyar doları bu uğurda harcadığımız için ekonomik krizlerle uğraşmış, ülkemizin bir kısmında devlet ve toplum hizmetleri felce uğramış, toplumsal doku zedelenmiştir. Yataklık edenlere meydanları dar edeceğimize, dönemin Dışişleri Bakanı (İsmail Cem’in) Yunan meslektaşıyla uzo içip sirtaki oynamasını alkışlamışız. Bugün bile bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış, yapay ekonomik krizlerle sanayimize el konmuş, özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma ortadayken, kimsede en doğal demokratik tepkiyi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslararası ilişkilerde AB ya da ABD’nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğmeyi normal sayar hale gelmişiz. Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz!

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Üçüncü Ateş Suyu:
Yabancı Dilde Eğitim
 

Türk’ün iti şehre inince Farsça ürür.(Atasözü)

Sömürge olmayan hiçbir ülke çocuklarını başka bir ulusun dili ile eğitmez. Başka kültürlere dönükleştirmez. Biz gerek imam hatip liselerinde gerekse yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz. Üstelik bunu savunanlarımız var. Yüksek öğretim sisteminin en üst kademelerinde görev yapan ve Kemalist bir çizgi izleyen Kemal Gürüz, “Türkçe bilim dili değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” diyerek[7] nasıl bir Kemalizm kavrayışı içinde olduğunu göstermişti. 

Atatürk, “Öğretimin Birleştirilmesi Yasası” ile sadece medreseleri değil, yabancı dilde eğitim veren okulları da kapattı. Ama şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi dilinde kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”. Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil!

En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu.

Devlet bürokrasisi, bilim ve sanatta üst kademelere yükselmek için sanki Robert Kolej ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmek temel koşuldur. Politikacı, sanatçı, gazeteci ve bürokratlar arasında bu okulların mezunlarının sayı ve oranı o kadar çoktur ki, sanki ülkede başka okul yoktur ya da bu okullar dahileri alıp, akıllarına akıl, zekâlarına zekâ katmaktadır! Elbette bu okul mezunlarının ezici çoğunluğu Batıcı. Osmanlıdaki Enderun mektebinin yerini almışlardır. Fark şuradadır; Osmanlı Türk ve Müslüman olmayanların zeki çocuklarını devşirip Osmanlılaştırarak onlardan yararlanıyordu. Biz ise kendi çocuklarımızı Batıcı yaparak yabancılara devşirme yetiştiriyoruz.

Yabancı dil (İngilizce) takıntısı üniversitelerdeki yükselmelerde de kendini göstermektedir. Yabancı dil baraj haline getirilmiştir. Lisansüstü çalışmalar için bilim aşkı, düşünebilme, yaratıcılık değil, yabancı dil hatta İngiliz kültürüne hâkimiyet ölçülmektedir. KPDS ya da ÜDS gibi sınavlar sanki yabancı dil becerisini ölçmekten çok, kolej eğitimi almamış (Batı’ya dönükleşmemiş) olanların sisteme girmesini ve yükselmesini önlemeye yönelik!

Sömürgelerde yabancı dil, sosyal tabakalaşmanın bir mekanizması haline gelir. Bir Avrupa dilini kullanabilenler, mesleki sektöre ve modern iş dünyasına girebilir; bundan yoksun olanlar ise daha üst mevkilerden mahrum edilirler.[8] Böylece yabancı dil egemenin iktidar üzerindeki tekelini korumasına yardımcı olur.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)

Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Dördüncü Ateş Suyu:
Cinselliğin Yozlaştırılması

 

Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği şeydir. Bunlardan biri de, kültür politikasının yozlaştırdığı cinsiyetler arası ilişkilerdir. Değer yargılarından arındırılmış cinsellik genel geçer hale sokulmaya çalışılmaktadır. Edebiyat, sinema, televizyon, gazete ve dergilerde cinsel açlık duygusu yaratmak için her türlü yöntem ve teknik kullanılmaktadırlar. Renkli dünyalara kanat açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması ve aranması sağlanmaktadır.

Egemen güç ve onun ürettiği genel geçer pop kültür, kadınlarda köksüz, zarafet ve asaletten yoksun, kalça-göğüs standardizasyonuna indirgenmiş bir güzellik anlayışı üretmiştir. Sinema ve televizyonda Holivud’un standardize ettiği ve “ölçü budur” dediklerine ne kadar benziyorsa, onu ne kadar taklit ediyorsa güzeldir/yakışıklıdır.

”Açık saçıklığı” bazı mankurtlar “çağdaşlık” sayıyor. Kadınların itici kılıklar içine sokulmasını ise diğer mankurtlar değerlere bağlılık olarak anlıyor. Akıntıya kürek çekmeye devam ediliyor. 

Hiçbir erkeksi ilkeye uymayan maço/maganda erkek tipi üretiliyor. Sokakta yalnız bir kadın gördüğünde “yağmalanması gereken bir mal” gibi algılayan, elle, dille taciz eden, kaba, korkak, duygusuz, duyarsız tipler...

Aşkta sadakat artık “romantik tekerleme” işlevi bile görmüyor. “Aradığım özellikler sadece bir erkekte/kadında yok, herkesten alacağın var” anlayışı yerleştiriliyor. Sevgili koleksiyonu ve onlardan alınan hediyeler aşkta kariyer geliştiren, kısmet, itibar artıran şeyler haline getiriliyor. Duygular yalama ediliyor; ne dikiş tutuyor ne fren!..

Eşcinsellik teşvik ediliyor. Bunun bir “tercih meselesi” olduğu anlatılıyor. Eşcinsel olmadan sanatçı olunamazmış yargısı yerleştiriliyor. Televizyonlarda, hangi cinsiyetten olduğu belli olmayan tipler sunuluyor; cinsel rol davranışı arayan gençlere. Eşcinseller hep neşeli, şen şakrak, sempatik, iyi ve zararsız karakterler olarak takdim ediliyor. “Tercih”lerinden dolayı sanki hiç pişmanlıkları, sorunları yok! Erkek çocuklara cinsiyeti belli olmayan ama kadınsı davranışlar sergileyen karakterleri olan çizgi filmler izlettiriliyor.[9] Çocuk ve gençlere böylesi tipler örnek alınası “modeller” olarak sunuluyor. Ne idüğü belirsiz özgürlük modası var ya, seçenekler de sunuluyor elbette; “eşcinsel olamıyorsan/değilsen unisex de olabilirsin!”

Açık propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebiyat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan Kundera, sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece “ihanet özgürlüğü” istiyordu. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ünlü kitabında başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu

İnsan, öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer etmekle olur. Sevgilisine, eşine ihanetle başlayan ihanet duygusu, onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir. Milan Kundera bunu başarmıştı. Adı sosyalizmi yıkan kahramanlar arasındadır. 

Ahmet Altan, “Günaha Çağrı” adlı yazısında şöyle yazıyor:

“Günahlar işleyelim, günahlarımız için mabetler kuralım, kendi günahlarımıza tapalım.

Yasak aşklar peşinden gidelim.

Yasak düşüncelerle oynaşalım.”
...

“Eğer masumsanız, bir günah ve bir suç işlemediyseniz, eğer siz korkaksanız, kendi kendinize ihanet ediyorsunuz, kendi zevklerinizi, isteklerinizi, fikirlerinizi kendiniz buduyorsunuz.”
...

“Masumiyeti korkaklara ve yeteneksizlere bırakın.

Bir günah mabedi kurmak isterdim, her saat başı sizi günaha çağıran.

Günah, kendine ibadettir... Sizi kendinize ibadete çağıran bir mabet.

Kendinize ibadet edin.”

“Her akşam yatarken “bugün kendim için nasıl bir günah işledim” diye sorun kendinize, eğer bir günah işlememişseniz kalkıp bir günah işleyin, geceler günahlar için en uygun zamandır.”

Toplumları sarsmak için değerler aşındırılmakta, onu ayakta tutan en önemli kurum olan aileye saldırılmaktadır. Romanlarda “aldatma hakkınızı kullanmalısınız” önerisi ikna edici biçimde yapılır. İhanet etmek bir “hak” olarak sunulur. Edebiyatımızda bunun misyonerliğini yapan “Türkiyeli” romancılar bulunmaktadır (bunlar Türkiye’yi aşağıladıkça dışarıda ödüllendirilirler). Kültürel değerlerimizin en aşağılık şey olarak gördüğü “ihanet ve aldatma” yazılarında meşrulaştırılır, “aşağılık olan yüceltilerek” değer haline getirilir. “İhanet” romanlarında öyle sahneler ve duygudurumlar ortaya konur ve aldatma öyle meşrulaştırılır ve doğallaştırılır ki, okur onu adeta yaşar, ilginç bulur ve gerçekleştirmek için çareler arar. Romanı okurken, kahramanla özdeşleşen, olaya onun penceresinden bakan okur, zaten olayı yaşamaktadır. Okuyucu aldatma duygusunu zihninde kurgulamış, yaşamıştır. Artık tabu yıkılmıştır. Eşler birbirine “acaba?” diye bakmaya başlar. Evliliği ayakta tutan “eşine güven” duygusu ise ve bu da yoksa evlilik ve aile aslında yoktur. Bunun bir adım sonrası aldatma “hakkını” kullanan ya da kuşkunun pençesinde kıvranan eşlerin parçaladıkları ailelerdir. Edebiyatta bu tema, insanî bir durum olarak pekâlâ değerlendirilebilir ve sanatçının bakışı olarak yorumlanabilir. Ancak bunun diğer araçlarla da desteklendiğini görünce, büyük bir kampanyanın parçalarından biri olduğu anlaşılır.

Pop denilen müzik türü de aynı amaçla kullanılmaktadır: Şarkılarda “sana bir ihanet borcum var, ödedim sonunda...” söylenir, güzel nağmelerle.. “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye, usulca sokulup merhaba dedim” der, saf saf... 

Sinemalarda bunca kültür zengini olan ülkede yeni kavram ve düşünüş biçimleri ile açılımlar yapmak varken, “aldatma” en basit biçimiyle işlenir. Holivut sinemasının aynı temayı işleyen filmleri günlerce televizyonlarda tanıtılır. Bir kadın/erkek neden aldatır, aldatılır? Bunu tartışmak üzere açık oturumlar düzenlenir...

İnsanları televizyon ile oyalamakla görevli bazı meddahlar edep sınırlarını zorlayan belden aşağı güya esprileriyle izleyicilerinin beyinlerine değil, ilkel dürtülerine seslenmektedirler.

Televizyondaki “muhabbet” programlarında ya da kadına yönelik yapımlarda adeta klişe haline gelen bir söz vardır: “Aldatmayan erkek yoktur!” Defalarca, durup dururken bile söylenmektedir. Artık genel geçer ama bilimsel olmayan bir bilgidir... Tersini kabul ettiremezsiniz. Ne yapılmak isteniyor? Acaba bu söz, karakterini eğiterek sadakat duygusunu geliştirmiş, aile kavramına duyduğu saygıdan ötürü başkasına kem gözle bakmayan, saygıyla yaklaşan aldatmamış erkekleri nasıl etkiler? Bu iddia, evli kadınları nasıl etkiler acaba? Böylesi bir toplumsal ilişkiler düzeni olabilir mi?

Evlilik kurumunun ilkelliği dile dolanıyor. En ufak şeyler boşanma gerekçesi haline getirilerek, aileyi parçalayıcı politika, program, yayın ve uygulamalarla aile güçsüzleştiriliyor, yok edilmeye çalışılıyor. Birlikte yaşama, gecelik, mevsimlik “aşk”lar (!) seçenek olarak sunuluyor.

Neden aileye saldırılmaktadır? Aile toplumun temelidir de ondan. Toplumu o ayakta tutar. Aile bireyi vatanına bağlar. Aile bozuksa toplum da bozuktur. O toplum artık ateş suyu içmiştir. İflah olmaz!

Bir topluma ateş suyu içirmek için, ateş suyu cilalı bir kap içinde, güzel nitelemelerle alıştırılarak verilir. Örneğin içerseniz “çağdaş, modern, Batılı...” olursunuz. Zinanın adı “çapkınlık”, yapılan şey ise “kaçamak” olur. Bu kadar masum! Bunlara karşı çıkarsanız ya köylü olursunuz ya da gerici. Gericiliği tercih eder ya da bir yere ait olmak için oraya katılmak zorunda kalırsınız. Yoksa mankurtlar sizi “ot” bile sayar.

Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bunun için bedeninize odaklanmanız sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek biricik hedefiniz olur. Tek derdi çekici olmak olan birinin yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmesi, sömürüye, işgallere, soygunlara ilgisi, açları, işsizleri, evsizleri, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir? Kendi bedeninin derdine düşmüştür ve tensel zevklerin peşindedir. Artık insanlık umursanmaz, AB bilinmezdir. 

Birey yalnızdır oysa kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli biçimlerde direnir ama düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. İnsan olmak haysiyetinize bile dokunmaz. “İnsan olma”nın ne olduğunu düşünecek haliniz kalmaz, mankurtlaşırsınız. Egemen gücün istediği de zaten budur; yağmalamaya devam eder...

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)

Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Kinsey Raporu
 

Alfred C. Kinsey, soy gelişimi bilimi (eugenics-öjeni) doğrultusunda kültürel yapıbozum araştırmaları yaptı.
Çalışması (Sexual Behavior in Human Male), Amerikan aile yapısını bozarak nüfusu yeniden üretken, kültürel, ailevi ve zihinsel programlamaya karşı korunaksız hale getirdi.
Araştırmayı baştan sona kadar Rockefeller destekledi ve 1948’de basıldı.
Kitap, Rockefeller ve Amerikan medyasının desteklemesiyle en çok satılan kitaplardan biri oldu. Araştırmanın Amerikan toplumunu sarsan bulguları şöyleydi:
Amerikan erkeklerinin % 95’i cinsellikle ilgili yasaları cezaevine düşecek kadar ciddi biçimde ihlal etmiş, % 85’i evlilik öncesi cinsel ilişki kurmuş, % 69’u fahişelerle birlikte olmuş, % 45’i zina yapmış, % 37’si homoseksüel ilişkide doyuma ulaşmış, % 17’si hayvanlarla seks yapmıştı.
Bunlar tipik Amerikalılar tarafından ciddiye alınmadı çünkü ortaya konanlar kendi cinsel ahlak ve tutum algılarıyla örtüşmüyordu.
Ancak Kinsey’in başarılı olduğu bazı sonuçlar ortaya çıktı: 

O zamana kadar normal dışı olarak düşünülenler “normal” oldu. Amerikan normları çarpıtıldı; öyle ki her tür cinsel ilişki normalleşti.
Eş değiştirme, kolay boşanma, seks edimleri, eşcinsellik ve sado-mazoşizmin medyada resmedilmesiyle bunlar norm haline geldi.
Cinsellik, doğurganlıktan ayrı olarak ele alındı. Bu sayede kısırlaştırma, kürtaj ve doğum kontrol yöntemleri kurumsallaştırılarak kitlelere sunulabiliyor.
Uyuşturucu, seks ve televizyonla tatmin edilen “duyarlı” toplum yaratılıyor (böylece duyguları köreltilmiş ağızlardan yöneticilere eleştiri gelmesinin önüne geçiliyor.

Kitlelerin kontrolü için cinsel “aklı başında”lığa karşı yürütülen savaş bugün de birçok toplumda devam ediyor.
Davranışlar kitle iletişimi aracılığıyla değiştiriliyor; böylece erdem, özdenetim, kamusal idare reddediliyor, değerlerden arınık cinsellik teşvik ediliyor.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Beşinci Ateş Suyu:
İdeolojilerin Saptırılması ve İçeriksiz Kavramlar
 

İdeoloji, herhangi bir toplumsal kümenin yaşamına yön veren ve kendi içinde uyumlu bir düzen oluşturan düşünce, inanç ve düşünüş biçimlerinin tümüdür.
Egemen güç, zihinsel üretimi kendisi yapar ve bilinçli bir bilinçsizleştirme süreci gerçekleştirir. 

Sorunlara doğru saptamalar yapanların sesi kısılıp, yanlış amaçlar peşinden koşan ideolojiler oluşturulur. Samimi insanlar ülke sorunlarını çözebilmek için bu yapay ve sonu belirsiz ideolojilerle boş boş uğraşırlar. İşler daha kötüye gider. Sorunlar daha da büyür. 

Bu yapay akımlar, toplumu temel sorunlarından, uygarlık mücadelesinden uzaklaştırmak ve dikkati yapay sorun ve çözümlere çekmek için araç işlevi görür. Bazen toplum bir fırsatını bulup sorunları üzerine düşünmeye ve çözüm bulmaya başladığında, bu güçler ajan provokatörlerle çözümü baltalamaya çalışırlar. Fraksiyonlar ortaya çıkar, ne için uğraştıklarını unutur, kendilerini emperyalizmin hizmetinde bulurlar! 

Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür.[16] Dünya görüşlerimizi oluşturan, insanlığa mal olmuş saygın kavramların içerikleri boşaltılıp, egemen gücün amaçlarına uygun biçimde dolduruluyor. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük hatta bilim ve üniversite kavramlarının içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur. Örneğin “evrensellik” çarpıtılarak, “emperyalist merkezlere bağımlılık”la eşanlamlı hale getirilmiştir. Başka bir deyişle, evrensellik Batı, o da ABD olarak anlatılmaktadır. Şimdilerde birçok kavramın içi özünden ve tarihsel seyri bağlamından koparılarak yanlış biçimde doldurulmaktadır. Kavramlar yanlış olunca doğru düşünmek olanaksızdır. 

Aydınlar, toplumun “her türlü düşünceye açık olması” ilkeleriyle “kaleyi saldırganlara teslim etmek” arasındaki farkı göremiyor, bu iki kavramı birbirine karıştırıyor.
Böylece ülkenin düşünce dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor. Kimse önünü göremeyince amaçlar belirsizleşiyor. Toplum nereye gideceğini şaşırıyor!


(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)

Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Altıncı Ateş Suyu:
Bilimsel Bilgiden Uzaklaştırma
 

“En gerçek yol gösterici” olan bilim, yeterince ilgi ve iltifat görememektedir. Eğitim ve Araştırma-Geliştirme için zaten az kaynak ayrılan ülkede, krizlerden sonra ilk tasarruf yapılan alanların başında eğitim ve bilim gelmektedir. Siyasal iktidarlar üniversitenin sorunlarını çözebilecek arayışlar içinde olmaktan çok, üniversiteyi bir “arka bahçe” haline getirme uğraşındadır.

Bilimsel bilgiye yöneltilen postpozitivist eleştiriler, sadece bilim esnafını değil, zaten yeterince bilimsel bilgi kullanmayan toplumu da derinden etkilemiştir. Bilimsel bilginin yerini bilimdışı, gündelik, dinsel ya da örgütlenmemiş bilgiler almaktadır. İnsanlar dünyayı ve olguları açıklamada geleneksel ya da kulaktan dolma bilgileri, falcılar, medyumlar ya da şarlatanlardan edindiklerini veri olarak kullanmaktadırlar. Bilgi kaynağı bu olunca, (bilginin nasıl işlendiği bir yana) aldığı kararların isabeti de ona göre olacaktır.

Bilimin ulusal ve toplumsal işlevini önemsemeyen, sadece evrensel işlevini dikkate alan ölçütler geçerli hale getirilmiştir. Bilimde araştırma gündemleri, emperyalist merkezlerin gereksinimleri doğrultusunda oluşturulup, bütün dünyaya evrensel gündem diye dayatılmaktadır. Araştırmacılar ülke sorunlarını çözecek araştırmalar yerine, uluslararası dergilerde yayımlanacak (onların istediği, belirlediği) araştırmalarla, projelerle ilgilenmektedirler.

Koray’ın saptadığı gibi, artık “bedenler göçmeden beyinlerin göçmesi”nin etkili bir mekanizması oluşturulmuştur.  Dünyanın her tarafındaki araştırmacıları, üstelik kendi ülkelerinin kaynaklarını kullanarak, merkezin belirlediği araştırma gündemi çerçevesinde çalıştırmanın yolu keşfedilmiş durumdadır. Bilim, ülke sorunlarının çözümüne değil, “merkez”lerin istediği yayınları yapacak biçimde araştırma ve yayınlara odaklanmıştır.
 
Ülkenin ciddi sorunları karşısında bilim ve bilginler kayıtsız kalmışlardır. Güneydoğuda yıllarca devam eden terör ve sonuçları konusunda ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Laiklik, öğretim birliği, yabancı dilde eğitim, Avrupa Birliği gibi konularda özellikle eğitim alanında yapılmış ciddi araştırmalar bulunmamaktadır. Üniversiteler sanki suya sabuna dokunmak istememektedir. Bilimin bıraktığı boşluk başka bilgi türleri hatta bilgisizlik tarafından doldurulmakta, eleştirel düşünemeyen insanlar kolayca yönlendirilebilmektedir.

Aktarmacı, Avrupa-merkezli bir bilim anlayışı yerleşmiş, kendi toplumuna bile Batının gözlükleriyle bakan bilginler türemiştir. Örneğin Batıcı cinsiyetçilik anlayışıyla “töre cinayetleri”ne bakmak, sorunu çözmeyeceği gibi, ancak cehaleti ele verir. Tipik devşirme aydın tavrıdır. Tarım toplumu değerleriyle donanmış birinin “namus” kavrayışı da öyle olacaktır. Bunu ortadan kaldırmak istiyorsanız, insanlara namussuzluğu telkin etmek ve onları cehaletle suçlamak yerine, ekonomiden başlamak kaydıyla onlara moderniteyi götürerek sorunu çözebilirsiniz.

Başkaya, “dünyaya sömürgecinin gözüyle bakan” yerli eliti şöyle nitelemektedir: ... beyinleri Avrupa-merkezli ideolojik safsatalar tarafından dağlanmış, kendi gerçekliğine, kendi toplumuna külliyen yabancılaşmış yerli azınlıklar, hep emperyalizmin, sömürge ve yarı-sömürgelerde, şimdilerde Üçüncü Dünyadaki adamları-ajanları oldular.

Altbach, üçüncü dünya ülkelerinde yer alan üniversitelerin hemen hemen tam anlamıyla yabancı bir model üzerine kurulmuş olmalarından ve yabancı kurumların değerlerini ve kurumsal örneklerini yansıtmalarından dolayı sömürgeci kurumlar olduğunu ileri sürmektedir. Altbach devamında ise bu üniversiteler araştırma ve yaratıcı entelektüel çabaya ağırlık vermemişlerdir. Böylece yüksek eğitimin çoğunluğu Avrupa modellerini ve akademik normlarını yansıtır; fakat modern Batı standartları seviyesine çıkarılmadan.

Ülkede bilimsel bilgi üretimi bile adeta yabancılar için yapılmaktadır. Yabancı dille (İngilizce) öğretim yapan üniversite ve fakültelerde yapılan bilim uzmanlığı ve doktora tezleri başta olmak üzere, neredeyse bütün yayınlar yabancı dilde yazılmakta, Türkçe bilen okur için değil, yabancılar için bilgi sağlanmaktadır. Ülkemizin kaynaklarıyla üretilen bilginin bu ülkede yaygın olarak dağıtılamaması ve kullanılamaması düşündürücüdür. Eğitimin yabancı dilde olmadığı üniversitelerde de birçok dalda yükselmek için yabancı dillerde yayın yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Genellikle yüksek standartta olan bu yabancı dildeki yayınlar da Türk bilgi kullanıcısına sunulamamaktadır.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)


Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Yedinci Ateş Suyu:
Dincilik ve Sahte Din Anlayışı

 

Din, toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur. Toplumları etkileme ve özellikle bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir. Ancak, din siyasal bir amaç gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir. Kuşkusuz, bunu dinin kendisi değil, din adına hareket ettiğini iddia edenler yapmaktadır. Dindar ile dinciyi iyi ayırt etmek gerekir. Dindar ile kimsenin bir sorunu olamaz.

Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır.  

Din konusu, kendisi için farklı çıkarları olan başka ülkelerin de ilgi alanına girer. Örneğin, emperyalizmin sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması yeni bir uygulama değildir. Afganistan ve Arabistan’da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar. Bunu İslam’a iyilik için mi yapıyorlar? Bunlarla hem din anlayışı değişir, din saptırılır hem de yeni dinsel akımlarla bölücülüğe yol açılarak toplumsal çözülme sağlanır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir.

Cezayir’de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir’dir. O sırada Fransa tarafından Cezayir’e gönderilen ajan Monsieur Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş  görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına başvurmuş ve arkasından Mısır’ın ünlü El Ezher medresesinin ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği “İslami itikada halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun eğmek caiz midir” sorusuna karşı “elcevap: caizdir” yanıtını almıştır.
Hıristiyanlara geçici tutsaklık yüz yılı aşmıştır.
“ABD ile işbirliği yapmadan başka ülkelerde okullar açamayız” diyen yerli şeyhler de bu bağlamda değerlendirilebilir.

Dinciler aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman olmak ile Araplaşmak hâlâ birbirinden ayrılamadı. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar, adeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunlarımızın görünmesi engelleniyor.  

Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir. Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür. Din, manevi olduğu kadar stratejik de bir güçtür. Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Oysa, bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek, işi ileri götürüp laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Öncelikle laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara meydan vermemesi gerekir.

Böylesi kişiler, laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri dinci saflara itmektedirler.

Din ve dinsel alanda önemli kavram ya da simgeler alaya alınmakta, küçük düşürülmekte ve önemsizleştirilmektedir. Edebiyatta, sinema ve “bir kısım” medyada din adamlarımız küçük hesaplar peşinde koşan, çağdışı, yobaz ve aşağılık bir çok niteliği kendinde toplayan karakterler olarak sunulmaktadır. Anadolu’da taşlayarak öldürme (recm) hiç olmadığı halde “vurun kahpeye” sahnelerini sık sık izlemek zorunda kalınır.
Öte yandan engizisyon ve endüljans süreçlerinden geçen Batı toplumlarında din adamları medya ve sanatta adeta evliya olarak sunulmaktadır. İslam’daki dinsel simgeleri aşağılamak laiklikle açıklanamaz. Olsa olsa din düşmanlığı özellikle de İslam düşmanlığıdır.

Zira laikliğin karşı olduğu din değil, yobazlıktır.

Laikliği savunanların bu savunuya devam etmekle birlikte son tahlilde bu toplumun Müslüman bir toplum olduğunu unutmamaları gerekiyor.
Modernleşme adına Batılı davranışlar beklemek kimsenin hakkı değildir, doğru da değildir. 

Toplumu yönettiği/yönlendirdiği iddiasında olanların öncelikleri iyi belirlemesi gerekir.
Ülkeye yönelik “görünen ve açık bir emperyalist tehdit” hatta saldırı varken, tarafların incir çekirdeğini doldurmayacak konuları bir tarafa bırakmaları gerekir.
Bu durum evleri yanarken yorgan kavgasına tutuşan karı-kocanın durumuna benzemeye başladı.
Laiklik mücadelesinde kimilerinin geldiği nokta burasıdır.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Sekizinci Ateş Suyu:
Yapay Gündem
 

“Bir kısım” medya toplumu bilgilendirme değil, biçimlendirme görevi üstlenmiş, böylelikle görevinin dışına çıkmışlardır. Basındaki zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmemeyi sağlamaktadırlar. Bu durum özellikle ülkenin başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır. Hava puslandırılır ve kurtlar ortaya salınır. Dikkatler başka tarafa çekilerek asıl yapılacak olanlar yapılır. Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur. Dinleyici/izleyici/okuyucu yönlendirildiği sonuçlara ulaşır. Böylece zihinler yeniden inşa edilir.

Son zamanlarda gündemimizin yoğunlaştığı konulara bakar mısınız: Türban/başörtüsü, kadınlar cenaze namazı kılar mı, Cuma namazı kadınlara farz mıdır, ünlü olmak için rezalet çıkaranlar, Cumhurbaşkanının Resepsiyonu, YÖK, popstar ve evlenme/çiftlenme yarışmaları ve elbette futbol, futbol, futbol... Kitleler bunlarla oyalandırılıyor.

Demokrasi eğer “halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini yönetmesi” ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler!

İzlenen kültür politikalarıyla ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanır. Bunu yapmak için önce toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır, toplumsal özgüven ortadan kaldırılır. “Bir Amerikalı, bir Alman ve bir Türk” diye başlar fıkra ve en salakça eylemi Türk olan yapar! Oysa aynı durumlar Amerikalı için de Alman için de söylenebilir. “Burası Türkiye, burada her türlü yanlış olağandır!” ifadeleri klişe haline gelmiştir. “Türklerin zekâsının düşük olduğu” safsataları manşetlere çekilir.
Basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana çıkarılır. Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür. Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı ve sık kullanılarak varolan eğlence kültürü değiştirilir. Batı ülkeleri karşısında aşağılık duygusu uyandırılır. Kendine güveni azalmış topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak isterler. 30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır. 

Eğer eleştirici düşünmeye sahipseniz ve bu salyangozların neden bu mahallede satıldığını biliyorsanız, bundan etkilenmezsiniz. Bunun farkında değilseniz emperyalizm ve işbirlikçi kapitalizmin tuzağına düşmüşsünüz demektir. 

Türkiye’deki egemen sınıf ya da güç, yukarıda sıralanan birçok hususta etkili ve bazen belirleyici olmaktadır. Onlarda dikkati çeken ise adeta kanaralaşmış olmalarıdır.
Kemal Tahir, “Emperyalizm o kadar açık bir namussuzluktur ki ancak yerli alçakların aldatma ve saklama ustalığıyla yutturulabilir. Bunu en iyi uygulayan emperyalist ajanların en yamanları da bizdedir diye haklı olarak öğünebiliriz” demekteydi.

Başka ateş suyu etkisi yapan şeyleri de sıralayabiliriz. Dikkat edilirse, bütün bunlar toplumu belleksizleştirmek, kimliksizleştirmek ve kişiliksizleştirmek sonucuna yol açmaktadır. Küresel sömürge haline getirmek istedikleri ülkemizde, zihnimiz yeniden inşa ediliyor. Oluşturulmaya çalışılan zihin, bizim olmayan, yapay, emperyalizmle dost ve onun uşağı bir zihindir.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)

Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007


Mankurtlaşmamak İçin Ne Yapmalı ?



Atatürk 1921’de demişti ki:

“Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür [30] kastediyorum... Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.”  

Ülkemizde yaşanılan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara baktığımızda, Atatürk’ün önerdiği insan tipini yeterince yetiştiremediğimiz anlaşılmaktadır.

Gerçekte ulusal/millî olmayan eğitim ve kültür politikaları kültür kodlarını zedelediğinden toplum zihnen teslim alınmaktadır. Kültürel yönden teslim alınmış bir ulusun bağımsız yaşama iradesi de yok olur.

Eğitim, sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir. Millî Eğitim Temel Kanunu sadece okul ve öğretmenleri bağlamaz. Kanunun 17. maddesi “millî eğitimin amaçları yalnız resmi ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır” demektedir. Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler millî hedefler söz konusu olduğunda birbirini desteklemelidir. 

Millet, bir “futbol takımı” gibi hareket etmelidir. Birey ve kurumlar görevlerini doğru ve eksiksiz yaparsa ancak o zaman ulusal hedeflere ulaşılır. Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey kalmaz. Kitle iletişim araçları, aileler, sokaktaki insanlar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, kamu görevlileri... Herkes yapıp etmelerinde “millî eğitimin genel amaç ve temel ilkelerini” dikkate almak zorundadır. 

Millî eğitim, ama gerçekten millî olan bir eğitim en büyük eksiklik ve beklentidir. Bütün bunları toplumca tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır.

Haşlanmış Kurbağa  

Bilinen öyküdür; içi su dolu bir tencereye bir kurbağa atar ve ocağı yakarsanız kurbağa yavaş yavaş ısındığından dolayı haşlanacağını düşünemez. Sıcaklık rahatsız edici boyuta ulaşınca, o kadar gevşemiş ve mayışmıştır ki, tencereden çıkacak gücü kendinde bulamaz ve ölür. Oysa kaynayan bir tencereye bir kurbağayı atarsanız tüm gücünü toplar, oradan sıçrar ve hemen kurtulur. Kurbağanın çıkamayışı hayatına yönelen tehdidi algılayan iç düzeneğin, kurbağanın çevresindeki ani değişikliklere göre programlanmış olmasındandır, alıştıra alıştıra olan değişime değil. Bu öykü, insanlara azar azar zehir bile içirilebileceğini anlatmaktadır; şu sıralar Türk toplumuna içirildiği gibi!

Her toplum zaman zaman rehavete kapılabilir. Uçurumun eşiğine de gelebilir. Biz uçurumun kenarına gelmiş ama rehaveti üstünden atarak destanlar yaratmış bir toplumun çocuklarıyız. Türkiye genç ve eğitimli nüfusu, köklü devlet geleneği, üstün coğrafyası, zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarıyla geleceği parlak olan bir ülkedir. Bunu bilmek ve yoldaki engelleri kaldırmak gerek. 

Mankurtluktan kurtulmak ve mankurtlaştırılamayanları yetiştirmekle işe başlayabiliriz. Bu görev, başta devlet, eğitim kurumu ve öğretmenler olmak üzere tüm toplumundur.
Görev sadece bir kesime (eğitimcilere) yüklenmemelidir. 

Sorun, Türkiye’nin bağımsızlığı sorunudur!



(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)


Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: İgdirhan - 28 Temmuz 2007
Yukarıdaki yazıların hazırlanmasında faydalanmış olduğum kitap ve yazarın tanıtılmasının bir vefa gereği olduğuna inanarak bu iletiyi ekliyorum.

TTK

Kitabın Adı : Mankurtlaştırma Süreci

Yazar : Yrd.Doç.Dr.İkram ÇINAR (İnönü Ünv.Eğitim Fak.Öğr.Görevlisi)

Yayınevi : Anı Yayınevi   (218 sh.)



Kitabın temini  bu köprüden yapılabilmektedir.

http://www.seckin.com.tr/urun.aspx?productID=8548
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Bozkurt Yarbay - 28 Temmuz 2007
Sayın Kandaşım IğdırHan AğaBeğ;
Bizler ile bu bilgi dolu kaynağı paylaştığınız için teşekkürlerimi sunarım.
Her Türkçünün okuması ve okutması gereken eşsiz kaynak bir eser.
Böyle değerli kaynaklar sayesinde kutlu günlere bir adım daha yaklaşabiliriz.
Esenlikler dilerim...
TTK.
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: berke tigin - 30 Temmuz 2007
         İşte konuya ilişkin yerinde bir karikatür:
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: TÜRK-KAN - 30 Temmuz 2007
Iğdırhan Ağabey değerli katkılarınız ve paylaşımınız için çok teşekkürler... Bizleri de Mankurtlar ve Mankurtlaşma hususunda ziyadesiyle bilgilendirdiniz. Var olun.

TTK

Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: tungatonyukuk - 30 Temmuz 2007
Sayın ulu abi Kutlu ağabeğ

Bu paylaşımlarınız bize güç ve azim veriyor

Daha ama daha çok sarılıyor davamıza bu engin yazıları bizle paylaştığınız için teşekkürler.

Esenler ola!
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Yalniz Kurt - 24 Şubat 2008
Mankurt Sozcügünü Ninem cok kullanirdi.Bos bos,salak salak bakanlar icin söylerdi.Baska kimselerden bu sözcügü duymadigim ,Sözlüklerdende bulamadigim icin,Ninemin uydurdugu bir Sözcük sanirdim.Her ne kadar bu sözcügü bende kullanmaya devam ettiysemde tam anlamiyla ne oldugunu bilmezdim.Taaki,Cengiz Aytmanovun Romanindan Uyarlanan tv Filmini görünceye kadar.

Konuyu Irkdaslar aydinlatmislar ayrica.Türk Kültürünün Anadoluda hic eksilmeden,üstüne koyarak devam etmesi,Türk Irkinin,Türk Kültürünün ne kadar güclü oldugunu göstermekte.Kültürü güclü Irklar hicbir zaman yikilmazlar.
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Fatih - 22 Nisan 2011
Alıntı
Haşlanmış Kurbağa

Bilinen öyküdür;.
İçi su dolu bir tencereye bir kurbağa atar ve ocağı yakarsanız.
Kurbağa yavaş yavaş ısındığından dolayı haşlanacağını düşünemez.
Sıcaklık rahatsız edici boyuta ulaşınca, o kadar gevşemiş ve mayışmıştır ki, tencereden çıkacak gücü kendinde bulamaz ve ölür.
Oysa kaynayan bir tencereye bir kurbağayı atarsanız tüm gücünü toplar, oradan sıçrar ve hemen kurtulur.
Kurbağanın çıkamayışı hayatına yönelen tehdidi algılayan iç düzeneğin, kurbağanın çevresindeki ani değişikliklere göre programlanmış olmasındandır.
Alıştıra alıştıra olan değişme değildir.
Bu öykü, insanlara azar azar zehir bile içirilebileceğini anlatmaktadır...
Şu sıralar Türk toplumuna içirildiği gibi!

TTK.
Bu örnek günümüzü ve yapılan işleri ne kadar çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Maalesef Türk toplumu geldiği nokta itibariyle haşlanmış kurbağa durumuna düşürülmüştür.
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Cebe Noyan - 22 Nisan 2011
Mankurt, geçmişini unutan kişilere denir.
Yüce Türk milletinin günümüzdeki hali bire bir mankurtluk örneğidir!

14-15 yaşlarımda Cengiz Aytmatov'un "Gün olur asra bedel" isimli romanını okumuştum, orada bir kısım vardı.
Hatırladığım kadarı ile, konu bu şekilde geçiyordu:
Çinliler esir aldıkları Türklerin kafalarına deve derisi geçirip, bozkırın sıcağında günlerce bekletirlermiş ve türlü türlü işkenceler yaparlarmış. Bu işkenceler sonucunda esir Türk geçmişine ait herşeyi unuturmuş, ırkını, adını, ailesini, memleketini vs. Sonra çinliler mankurtlaşan Türk esirleri köle olarak kullanırlarmış. Mankurtlar sahiplerinin sözünden hiç çıkmayan ne derlerse yapan kişiler olurmuş.

Tabiki bu romanda geçen bir hikaye, Cengiz Aytmayov'un kurguladığı bir şey.
Fakat gerçek olan şu ki, mankurtların geçmişini unuttuğu ve köleleştiği bir gerçektir.
Sizce bu gün AKP'ye oy verenler birer mankurt değil midir?
Geçmişini unutumuş, ırkının değerlerine sahip çıkmayan, kültürünü unutan insanlar topluğu değil midir?
Bence hepsi birer mankurttur!

Hepsi birer koyun gibi, mankrut gibi. Boşbakan ne derse herşeye "Padişahım çok yaşa" diyorlar. Yaptığı hainlikleri görmüyorlar.


Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Borokhul Noyan - 23 Nisan 2011
 Mankurt, ırkını bir hiç uğruna satacak kadar soysuzlaşan bir nevi sosyal parazittir. Düzelmesi mümkün değildir. İtlafı vaciptir.
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: YALNIZKURTKARAGÜLLE - 23 Nisan 2011
Bu günümüz Türkiyesinde yaşayan asalak,tüketim canavarı,yalaka ve 12 Eylül ürünü doğuşunda apolitik, çocukluğunda liberalizmi ideal,gençliğinde yobazlığı inanç,olgunluğunda hainliği görev benimsemiş yaratıkların ne olduğunu açıklayan bilgiler için şahsım adına teşekkür ederim.TTK
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Ali Talip Çatalyürek - 24 Nisan 2011
Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında anlattığı bir efsane vardır:

Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel”
Evet gerçektende bu kitapta detaylı bahsediyor, okunması gereken bir kitap kandaşlar...
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: YALNIZKURTKARAGÜLLE - 12 Temmuz 2013
MANKURTLUK MOTİFİNİ TÜRKİYE’YE UYARLAYAN YAZARLAR
 
Prof. Dr. Nurullah Çetin
A.Ü. DTCF

 
Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel[1] romanında ele aldığı, eski bir efsaneden yola çıkarak çağına uyarladığı “mankurtluk“ motifi, Türkiye’de bazı deneme, eleştiri ve düşünce yazarları tarafından yoğunlukla işlenmiştir. Mankurtluk motifine bağlı ve adında “Mankurtluk” kelimesinin olduğu beş kitap tespit edebildim. Bunlar sırasıyla şöyledir:
 
1. Erhan Arıklı, Bozkurtlar ve Mankurtlar, Türk Birliği Kültür Merkezi Yayınları, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 1997.
 
2. Taha İslam, Zirvedeki Mankurtlar, Genç Birikim Yayınları, Ankara 2003.
 
3. Mümtaz’er Türköne, Mankurtlar, Etkileşim Yayınları, İstanbul 2011.
 
4. Nurullah Çetin, Mankurtluk Külahı, Berikan Yayınevi, Ankara 2011.
 
5. İkram Çınar, Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul Ocak 2012.
 
Türkiye’de Türk yazarları arasında mankurtluk motifini Cengiz Aytmatov’un anlayışına, kastettiği manaya ve kendi bağlamına uygun olarak en iyi işleyen iki yazar olduğunu düşünüyorum. Biri benim, diğeri de İkram Çınar. Erhan Arıklı, Taha İslam ve Mümtaz’er Türköne ise mankurtluk kavramını ya eksik ya da tamamen ters bir bağlamda kullanmışlar.
 
Şimdi bu beş eserde yazarların, mankurtluk motifini nasıl işlediklerini, hangi açılardan yorumladıklarını ve ne gibi yaklaşım ve düşünceleri ortaya koyduklarını, bunları somutlaştırmak için bu motiften sembolik bir değer olarak nasıl faydalandıklarını sergilemeye çalışacağım.
 
1. Erhan Arıklı, Bozkurtlar ve Mankurtlar:
 
Yazar, eserinde daha çok Türk milliyetçiliği fikir sistemini açıklayan, tahlil eden, dünya Türklüğünün değişik sorunlarına, demokrasi, din, laiklik, ülkücülük, Turancılık, Avrupa Topluluğu gibi konulara yer vermiştir.
 
Kitapta doğrudan doğruya mankurtlukla ilgili olarak iki önemli makale yer almaktadır. Bunlar: “Sağın Mankurtları” ve “Mankurtlar ve Bozkurtlar” başlığını taşımaktadır. Yazar bu makalelerinde “mankurtluk” terimini Cengiz Aytmatov’dan aldığını belirtir.
 
“Mankurtlar ve Bozkurtlar” adlı makalede mankurtluk terimini tamamen Cengiz Aytmatov’un tanımlamasına uygun biçimde doğru olarak algılamıştır. Ancak “Sağın Mankurtları” makalesinde sağın mankurtlarından kastettiği kişiler, Kültür bakanlığı yapmış olan Namık Kemal Zeybek, Gökhan Maraş ve Agâh Oktay Güner adlı üç Türk milliyetçisi ve ülkücü siyasetçidir. Yazar bu üç ismi de pırıl pırıl birer kültür adamı olarak zikrederken onların neden mankurt olarak nitelendirilebileceği bağlamında yaptıkları bazı hataları zikreder ve şöyle der:
 
“Fakat hepsi sağın temel bir hastalığı ile yürütmüşlerdir icraatlarını, “denge politikası”dır bu hastalığın adı. Fikri Sağlar gibi solcu bakanlar bir denge kurmak aklına gelmezken bizimkiler aman bir vukuat olmasın. Bir sağdan bir soldan diye düşünmektedir.” (s.174)
 
Yazar bu duruma örnek olarak şu olayı verir. “Agâh Oktay Güner, Enver Paşa’nın kabrinin Türkiye’ye nakli gündeme geldiği anda Nazım Hikmet’in de kabrini getireceğiz demekte, güya sola bir kemik atmaktadır.”(s.174)
 
Yazar, aynı mankurtça davranışın Kıbrıs Türkleri arasında da görüldüğünü belirtir.
 
Fakat mankurtluk motifi, bu kişilerin icraatlarını açıklamak için uygun bir kavram değildir. Mankurtluk, millî ve dinî değerlerinden, kendi kimliğinden tamamen uzaklaşarak, düşmanının hizmetçisi ve kölesi olmak demektir. Kaldı ki ismi sayılan bu kültür bakanları, belirtilen hatalar türünden icraatları olsa bile genelde mankurtlaştırılmış milletimize dinî ve millî değerlerini, kendi öz kimliğini hatırlatıcı, öğretici çalışmalar yapmışlardır.
 
2. Taha İslam, Zirvedeki Mankurtlar:
 
Yazar, bu kitabında 28 Şubat 1997 tarihinde başlatılan ve postmodern bir darbe olarak nitelendirilen, askerlerin fiilen yönetime el koymadığı; ancak yönetimi ve toplumu değişik yollarla denetlediği, yönlendirdiği, mevcut sivil hükûmetin icraatlarına dolaylı yollardan müdahale ettiği ve en çok da dindarlar üzerinde baskı kurduğu bir süreç üzerinde yoğunlaşır. Ancak bu dönemle birlikte 1923’te Cumhuriyetin kuruluşundan 2000’li yıllara kadarki süreci de bir bütün olarak değerlendirip yorumladığı görülüyor. Dolayısıyla kitap bir bakıma Cumhuriyet tarihiyle ve bu dönem yöneticileriyle bir hesaplaşma anlamını taşıyor.
 
Yazarın bakış açısına göre Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’yi yönetenler, bağımsız millî politika üretmek ve uygulamak yerine Amerika ve Avrupa’nın güdümünde, etkisinde ve onların talimatlarına bağlı bir yönetim sergilemişlerdir. Dolayısıyla Cumhuriyetin başından itibaren neredeyse bütün yöneticiler kendi kimliğine, milletine, yerli dinî ve millî değerlerine düşman; ama batıya tapar derecede bağlıdırlar. O yüzden bunların neredeyse tamamı mankurttur.
 
Bu bakış açısı, genelde doğru olmakla birlikte Atatürk için yaptığı değerlendirmeler doğru değildir. Zira Atatürk, 19 Mayıs 1919 tarihinden başlayarak 9 Eylül 1922 tarihinde Yunan ordularını İzmir’de denize dökünceye kadarki süreçte işgalci batı emperyalizmine karşı fiilen mücadele vermiş, Türk’ün dinî ve millî değerlerini emperyalist Haçlı ordularına karşı koruma mücadelesi yürütmüştür. Daha sonra kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti de hem millî hem de dinî değerleri devlet katında kurumsallaştırarak devamını sağlayacak bir düzen kurmuştur. Bu bakımdan Atatürk’e mankurt denilemez. Mankurt olmak bir yana o, mankurtlukla savaşmış milliyetçi bir Türk hakanıdır.
 
Ancak yazarın Atatürk’ten sonraki devlet yöneticileri ve siyasetçileri için söylediklerinin çoğu doğrudur. Zira yazarın da değişik vesilelerle kitabında ifade ettiği gibi Atatürk’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başına ya demokrasi çerçevesinde seçimle sivil Batı vesayetçisi hükûmetler geldi ya da Amerikancı ve Avrupa Birlikçi darbeci vesayetçi generaller geldi. Hem sivil hem de darbeci batı vesayetçisi bu yönetici kadrolar, Türk milletinin menfaatleri ve talepleri doğrultusunda değil, Amerika ya da Avrupa talepleri doğrultusunda bir yönetim ortaya koydular. Millî değil gayr-ı millî politikalar kendilerine verildi, bunlar da taşeron olarak uyguladılar. Bu vesayetçi kadroların İslam düşmanı olanları dindarlara baskı yaptı, Türk düşmanı olanları da Türk milletinin Türklük ruhunu, şuurunu ve millî kimliğini yok etmeye çalıştı.
 
Taha İslam, Haluk Gerger’in çalışmasından da yararlanarak “Türkiye ABD’nin Müstemlekesi mi?” başlıklı yazısında Amerikan iradesine bağlı mankurt yöneticilerin teslimiyetçi politikalarını ve kişiliğini şöyle ortaya koyuyor:
 
“Türkiye ile ABD arasında yapılan bu antlaşmaları, Türkiye’nin Marshall yardımından yararlandırılması ve Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesi izlemiştir. Türkiye ile ABD arasındaki yardım ilişkileri giderek iki ülke arasında çeşitli ve çoğu gizli ikili anlaşmalar imzalanmasına yol açmış, Türk toprakları üzerinde Amerikan üs ve tesisleri kurulmuş ve Türk dış politikası genel olarak Amerika doğrultusunda yürütülmeye başlanmıştır. Artık, millî savunmasını esas olarak NATO ve Amerikan yardımlarına bağlayan Türkiye’nin tüm hükûmetlerinin ana amaçlarından başlıcası, bu yardımın sürmesini ve mümkünse artırılmasını sağlamak olmuştur. Bu bakımdan Türkiye, Amerikan dış politikasının amaçları doğrultusunda bir politika izlemeye özen göstermiş, özellikle soğuk savaş yıllarında bu ülkenin en militan yandaşlarından biri olmuştur. Özellikle Orta Doğu’da Türkiye açıkça Batı çıkarlarının savunuculuğunu yapmıştır. Bu arada, Türk ordusunun eğitiminden araç ve gereçlerine kadar her şey Amerikan normlarına uygun hâle getirilerek modernizasyon programı gerçekleştirilmiştir. Millî silah sanayi giderek tasfiye dilip sadece Amerikan yardımlarına bel bağlanır hâle gelinmiştir. Tüm bu gelişmelerin sonucu, kendisini iç siyasette de göstererek uzun yıllar dış politikada partiler üstü bir anlayış egemenliğini sürdürmüş ve Amerikan bağlantısı sorgulanamaz bir yaşam gerçeği olarak kabul edilmiştir.”(s.123-124)
 
Yazar, Cumhuriyet’ten bu yana batı güdümlü yöneticiler tarafından din ve ekonomi alanlarındaki tahribattan, mankurtlaştırma faaliyetlerinden bahsediyor; ama Türk milletinin millî kimliği üzerindeki mankurtlaştırma çalışmalarına yer vermiyor. Çünkü kendisi, Türk milliyetini, Türk millî değerlerini reddeden; ama başka etnik kimlikleri kutsayan bir çarpık İslamcı siyaset anlayışına sahip. Mankurtlaştırma sadece dinî değerlerin tahribi değil; aynı zamanda millî kimliğin tasfiyesi anlamını da taşır. Ama yazarın millî kimlik tasfiyesi konusunda bir endişesi ya da böyle bir meselesi yok.
 
O bakımdan bu eserde mankurtluk terimi, eksik ve zaman zaman da yanlış bir bağlamda kullanılmıştır.
 
3. Mümtaz’er Türköne, Mankurtlar:
 
Cengiz Aytmatov’un “mankurtluk” motifini en az anlayan ya da bu terimi kendi bağlamından kopararak işlevsiz hâle getiren, itibarsız bir kavrama dönüştüren kişi Mümtaz’er Türköne’dir. Bu kişi, belli bir siyasi bakış açısına ve kendi içinde uyumlu bir ideolojik duruşa sahip olmayıp şartlara, duruma ve ortama göre kim iktidara gelirse o partinin borazanlığını yapan ilkesiz bir yazıcıdır. Bu “Türkiyeli!” vatandaş, mankurt terimiyle sadece 1960 sonrası ortaya çıkan askerî darbecileri ve milliyetçileri karşılamaya çalışıyor. Kitabında şöyle diyor:
 
“Nayman Ana biziz; bu millet yolundan sapmış kendi öz evlatlarının gadrine çok uğradı. Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’de anlattığı Mankurt efsanesi ve Nayman Ana’nın beşer üstü çabası, bizim son elli yılda yaşadıklarımızın âdeta bir hülasası..”(s.21)
 
Yazar, askerî darbeler sırasında olan bitenleri Türk milletini mankurtlaştırma çalışmaları olarak değerlendiriyor. Bir örnek olarak şöyle der:
 
“Bu işkenceler benim neslime uzak değil. 12 Eylül döneminde askerî cezaevlerinde yapılan işkenceler, daha ötesi bütün araçlar kullanılarak yapılan halka yönelik propagandaların tek amacı mankurtlaştırma idi. Mamak Askerî Cezaevine yolu düşmüş olanlar, mutlaka önce dış kafese sonra iç kafese uğrar, etkili bir mankurt işkencesinden geçirilir ve sonra koğuşa gönderilirdi. Sabah ve akşam içtimalarında dayakla söyletilen “İstiklal Marşı” ve “Gençliğe Hitabe” bu metinlere saygı duymamız için değil sadece mankurt olduğumuzu kavramamız içindi. Bizden beklenen, bu işkenceleri yapanlara itaat etmemiz, onların koydukları akla zarar kurallara uymamızdı. Darbecilerin biteviye köpürttüğü “dört yanımız düşman” masalları da, herkesi korku ve endişeye sevk etmek ve sonra bu korkularla mankurtlara çevirdikleri toplumu kolayca yönetmek içindi. Bugün Balyoz ve Kafes Planını, bir mankurtlaştırma operasyonu olarak neden okumuyoruz?” (s.25)
 
Yazarın söylediği bu türden işkenceler olmuştur ve bunların amacı bir bakıma mankurtlaştırma olarak yorumlanabilir. Ama öbür taraftan aynı yazar, darbeci Türk generallerine savaş açarken, onların hapishanelerde çürütülmesini, en ağır işkenceler edilmesini isterken, hem darbeci hem elli binden fazla vatandaşımızın katili olan Kürt ırkçısı Abdullah Öcalan’ı Bodrum paşası yapılıp maaşa bağlanmasını isteyerek, Türk’ü aptal yerine koyup Amerika ve Avrupa Birliği vesayetinde Kürt ırkçılığı politikalarını Türk’e benimsetme misyonunu üstlenmiş bir misyoner gibi çalışıyor.
 
Nitekim “Profesör Mümtaz'er Türköne, Kürt sorununun çözümü için Öcalan'ın da dahil edileceği bir genel affın şart olduğunu söyledi. Türköne, Osmanlı'nın isyan bastırırken, elebaşıları affedip, 'Başıbozuk paşası' olarak sürüp, maaş bağladığını hatırlattı. Abdullah Öcalan için de benzer bir fomül uygulanmasını gündeme getirdi: 'Apo da Bodrum Türkbükü'ne gönderilebilir”[2]
 
Mümtaz’er Türköne, yazı ve konuşmalarıyla Türk milletinin millî kimliğini oluşturan bazı temel değerleri ve sembolleri de itibarsızlaştırmaya, içini boşaltmaya; hatta yok etmeye çalışarak okuyucu ve dinleyicilerini mankurtlaştırmaya çalışmıştır. Yani kendisi mankurtlaşmış, sonra da Türk çocuklarını mankurtlaştırmak için Türklük değerlerine karşı tavır almıştır.
 
Mesela bu bağlamda Türk’ün millî simgesi olan “bozkurt” ve Türk’ün bütün kuşatmaları yararak kendi özgürlüğüne çıkış kıyamının simgesi olan “Ergenekon Destanı”, “19 Mayıs” gibi millî bayramlar ve “Atatürk” gibi Türk’ün istiklâlci başbuğları aleyhinde alaycı, yalan yanlış bilgilerle dolu yazılar yazmış, konuşmalar yapmıştır.
 
Mümtaz’er Türköne, Amerikancı NATO generallerinin yaptıkları darbelerle Türk milletini mankurtlaştırma çalışmaları üzerinde yoğunlaşıyor ama Türk’ü asıl mankurtlaştıran Amerika ve Avrupa Birliği çevrelerini ve onların talimatlarıyla siyaset yapan, hükûmet eden iç oluşumları hiç eleştirmediği gibi, bu Amerikancı, Avrupa Birlikçi demokrasici Batı vesayetçisi çevrelerin sözcülüğünü yapıyor, o çevrelerin içine girerek siyaset yapmak istiyor.
 
Dolayısıyla Mümtaz’er Türköne, Cengiz Aytmatov’un mankurtluk kavramını çoğu zaman asıl bağlamından koparıp çarpıratak ya da eksik biçimde kullanmıştır. Mümtaz’er Türköne’nin çalışmaları bir bütün olarak değerlendirildiğinde, onun millî kavram, kişi ve simgeleri etkisiz hale getirerek ve kademeli olarak kamusal alandan silerek Türk milletini mankurtlaştırmak isteyen kişilerden biri olduğunu görüyoruz.
 
Türköne, Türk tarihine ait temel değerleri öylesine çarpıtıyor ki, onları bugün Amerika ve Avrupa Birliği vesayetinde siyaset yapanların etnik siyasetlerine malzeme haline getirmekten çekinmiyor. Bugün ülkemizde Türk millet birliğini paramparça etmek ve millî Türk devlet kurumunu tasfiye etmek için Batı vesayetinde Türk karşıtı bir etnik siyaset projesi devrededir ve bu projenin sözcülerinden biri de Mümtaz’er Türköne’dir. Bu kişi mesela bir yazısında Karaman Beylerinin milliyetçi Türk politikalarını aşağılayarak günümüzdeki vesayetçi etnikçi politikalara gerekçe oluşturmaya çalışıyor. Şöyle diyor:
 
“Karaman Beyliği sonunda Osmanlının birkaç düzine Karaman’ı kuşatan ufku altında ezildi ve yok oldu. Tarihe hiçbir hayırlı iz bırakmayan bu beyliği, mankurtlaştırdığı Türkmen taifesi ile hatırlamamız gerekiyor. Osmanlı Oğuz’un şecaatini, cesaretini, teşkilat yeteneğini farklı olana hoşgörü, hukuk, devlet terbiyesi ve Roma’nın büyük mirası ile birleştirdi ve yetmiş iki buçuk farklı milleti sancağı altında topladı. Karaman Beyi ise göçebe alışkanlıkları ile komşusunu düşman belleyerek, kıskançlık ve mülk peşinde koşarak hem kendisine hem de yönetimi altındaki Türkmenlere dünyayı dar etti.”(s.32)
 
Mümtaz’er Türköne’nin Türk milliyetçiliği karşıtlığı o kadar keskin ki, bütün mantık silsilesini ve tarihî gerçekleri altüst edip her şeyi biribirine karıştırarak saçma sapan düşünceler üretiyor. Bu yazıcının Karaman beylerine tavır almasının sebebi, onların milliyetçi bir şuura sahip olmalarıdır. Yazısında şöyle diyor:
 
“Karaman beyliğini bugün Karamanoğlu Mehmet Beyin 1277’deki Konya’da ilan ettiği meşhur fermandan dolayı hatırlayanlar daha çok olmalı. Bugün Karaman Üniversitesini süsleyen ve Türk milliyetçilerinin mottosuna dönüşen bu ferman, Selçuklu - İlhanlı sarayının kozmopolit dünyasına karşı bir tür Türkmen tepkisini dile getiriyordu. Fars kültürünün ve dilinin egemen olduğu Selçuklu sarayı, kendisini var eden Türkmenlere yabancılaşmıştı. İlhanlı hâkimiyeti ise, bütünüyle yabancı bir işgaldi. Bu yabancılaşmaya ve yabancı boyunduruğuna karşı şöyle diyordu Karamanlı Mehmet Bey: “Bugünden sonra hiç kimse sarayda ve divanda ve meclislerde ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmaya.” Ne kadar etkileyici değil mi? Hayır değil.
 
Bu fermanın yayınlanmasından tam yirmi iki yıl sonra, altı asır boyunca dünyayı kaplayacak olan koca Osmanlı çınarı ilk filizini vermişti. Osmanlıya istikamet veren Oğuz beyleri Karaman’daki Oğuz beylerinden farklı bir yol ve yöntem benimsedi. Kimsenin dilini, dinini yasaklamadı.”(s.31)
 
Şimdi buradaki mantık çarpıklığının temelinde bilgi eksikliği ve kötü niyet yatıyor. Her şeyden önce Osmanlı hükmü altına aldığı dili ayrı milletlerin dilini elbette yasaklamadı. Çünkü onlar zaten kendi dili olan ayrı milletlerdi. Osmanlı sadece onların idaresini aldı. Karaman Beyliği ise Türköne adlı bu yazıcının tanımlamasıyla Konya, Niğde, Kayseri, Ankara, Nevşehir, İçel, Kırşehir, Ankara ve Antalya’nın doğusu gibi bölgelerden oluşuyordu ve buralarda Türkçe konuşan Türkler yaşıyordu, Fars milleti diye bir millet yoktu. Karamanoğlu, olmayan Fars milletinin dilini yasaklamadı, Türk’e dayatılan Farsçayı yasakladı. Bu durum, “Kimsenin dilini, dinini yasaklamadı” ifadesinde yerini bulmaz.  Karamanoğlu Mehmet Bey, sadece Türklerin yabancı bir dil olan Farsça yerine kendi dilleri olan Türkçeyi kullanmalarını istedi. Osmanlı Devleti “kimsenin dilini, dinini yasaklamadı” derken ne demek istiyor? Karamanoğlu da kimsenin dinini, dilini yasaklamadı, sadece Türk, yabancı dil kullanacağına kendi dilini kullansın dedi.
 
Mümtaz’er Türköne, Türk’ün tarihî değerlerini, kahramanlarını, millî sembollerini, bayramlarını alaya alarak, eleştirerek, hakaret ederek Türk’ü milliyetsiz, kozmopolit bir mankurta dönüştürmekle görevli bir yazıcıdır.
 
 
4. İkram Çınar, Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?:
 
İkram Çınar, bilinçli bir tercih ya da program sonucu olarak milletimizin içine girdiği ciddi kimlik bunalımını açıklamak, eğitimin nasıl mankurtlaştırma sürecine dönüştüğünü anlatmak için Cengiz Aytmatov’dan mankurt kavramını ödünç olarak aldığını söylüyor.
 
Öncelikle ülkemizin eğitim ve kültür politikalarında ulusal hedef ve özelliklerinden ayrılmasını, böyle bir sapma durumunu mankurtluk olarak algılıyor. Türkiye son eğitim politikalarıyla Türk vatandaşı olmaktan çok Avrupa Birliğine uyumlu vatandaşlar yetiştirmeye çalışıyor. Kendisi misyon sahibi olmayıp misyonu olan Avrupa Birliğinin projelerine araçlık etmektedir. Mevcut eğitim sistemi çocuklarımızı küreselleşen kapitalizmin sadık bendeleri olmayı öğretiyor. Atatürk’ün çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefine olan inanç aşındırılarak milletimiz mankurtlaştırılıyor. Yazar, eğitimin bir mankurtlaştırma sürecine nasıl dönüştüğünü irdelemektedir.
 
Kitabın konusu eğitim ve kültür politikaları olmakla beraber, siyasetin bu alanları belirleme ve etkileme gücünü dikkate alarak politik bir yaklaşım da belirlemiştir.
 
Yazar, mankurtlaştığının farkına varabilenlere de bundan kurtulmak için bir yol önermektedir. O da ezberimizi bozmak. Bize öğretilen ve telkin edilen her şeyi yeniden öz değerlerimize göre üretmek zorunluluğumuz vardır.
 
Yazar mankurtlaşma terimini şöyle tanımlıyor:
 
“Mankurtlaşma, bir dış gücün içerdeki egemen sınıfla işbirliği yaparak ülkenin eğitim ve kültür politikalarını milletin aleyhine değiştirerek, ulusal kimliğinden uzaklaştırma, kendi toplumuna ve kültürüne yabancılaştırma, bilinçsizleştirme ve sömürüye açık hale getirme, sonra da yardım ediyormuş kanaati yaratarak toplumun zihnini yeniden kurgulayıp sömürgecilerin zihinsel kölesi durumuna getirmek için milleti kendi değerlerine düşman etmeyi anlatan sosyo-kültürel bir kavramdır. Bu süreçten geçenlere mankurt denir.”(s.17)
 
Yazara göre milletimiz daha çok eğitim ve kültür alanlarında mankurtlaştırılıyor. Şöyle diyor:
 
“Ülkemizde olup bitenleri, özellikle eğitim ve kültür politikalarımızı, bu mecazı kullanarak açıklamak ve değerlendirmek gerekir. Türk toplumu mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru yozlaştırılıyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yüngüleştirerek mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor. Başta artık çoğu bizim olmaktan çıkmış kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz silinip yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor. “(s.19)
 
Yazara göre Türkiye’de Türk milleti şu alanlarda şu yollarla mankurtlaştırılıyor:
 
1.Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı,
2.Kültürsüzleştirmek,
3.Yabancı dille eğitim,
4.Cinselliğin yozlaştırılması,
5.İdeoloji ve kavramların saptırılması,
6.Bilimsel bilgiden uzaklaştırma,
7.Dincilik ve sahte din anlayışı,
8.Yapay gündem,
9.Tarihi çarpıtmak.
 
-1-
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: YALNIZKURTKARAGÜLLE - 12 Temmuz 2013
5. Nurullah Çetin, Mankurtluk Külahı:
 
Mankurt kavramı, Kırgız Türklerinde ve Türkistan’ın diğer boylarında ve bölgelerinde Türklüğünü unutup Moskova’ya hizmet eden eski Komünistler için kullanılıyordu. Ben de kitabımda dinî ve millî değerlerini bir kenara bırakıp Batı taklitçiliği ile Avrupa’ya ve Amerika’ya hizmet eden milliyetsiz ve dinsiz karanlık aydınlar için kullandım.
 
Bugün Türk milletinin derece bakımından en önemli sorunu mankurt olma sorunudur. Ekonomik, siyasi vb sorunlar, bunun yanında çok daha geri planlarda kalır. Türk milleti Türklüğünün, millî ve dinî değerlerinin farkında, şuurlu bir millet olarak kaldıkça her türlü sorununu hâlledebilir. Ancak kendi benliğini, millî kimliğini, Türk ve Müslüman olma bilincini kaybetmiş insanlar millet olmaktan çıkarlar, rüzgârın önünde savrulan kuru kalabalıklar hâlinde yok olur giderler. Tarihte böyle millet olma vasfını kaybettiği için yok olmuş çok millet vardır.
 
Millet olmak demek, ortak değerlerde birleşmiş, birbirleriyle ruhen kaynaşmış, duygu, düşünce ve heyecan birlikteliğinde buluşmuş insan kütlesinin geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda ruhunda, aklında, kalbinde yaşaması demektir. Ortak bir geçmişin tatlı hatıralarında yüzerek gönenmek, içinde yaşanılan bir şimdinin sevincini ve üzüntüsünü paylaşmanın tadını çıkarmak ve ortak bir gelecek tasavvurunun hayalini aşkla, şevkle, tatlı bir mutluluk duygusuyla inşa etmek demektir. Millet olmak demek, kimsenin esiri olmamak, kendi kararlarını kendisi vermek, kendi değerleriyle yaşamak, tam bağımsız ve bağlantısız şerefli bir millî devlet sahibi olmak demektir.
 
Biz Türk milleti olarak uzun tarihsel yolculuğumuzda dimdik ayaktaysak, henüz yok olup gitmiş milletlerden biri değilsek, millet olma şuurumuzu her zaman diri tuttuğumuz içindir. Uzun ve derin tarihî yolculuğumuza kavimler hâlinde başladık, zaman zaman büyük devletler hâlinde devam ettik, zaman zaman küçük milletlere bölündük; ama hiçbir zaman yok olmadık. Devlet ve millet olabilme kabiliyetimiz ve refleksimiz her zaman canlı kaldı.
 
Bugün geldiğimiz noktada ise, tarihin hiçbir devresinde olmadığı kadar millet yapımız çözülme ve kademe kademe yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Çünkü, Türk millet yapısı ve bunun siyasî, idarî kurumu olan Türk devlet kurumu, içerden ve dışardan iyi planlanmış, çok yönlü olarak kuvvetlendirilmiş projelerle bombardıman altındadır.
 
Bunun için iç ve dış düşmanlar son derece modern, şeytanca, akıllıca çalışmalar içindedir. Bunların karşısında Türk millî yapısını ve Türk devlet kurumunu koruyacak, ayakta tutacak hatta geliştirerek devam ettirecek dinamikler, kurumlar, değerler, kişi ve topluluklar gittikçe zayıflamakta, millî direnç kampanya hâlinde yok edilmektedir.
 
O bakımdan bugün Türk milleti var olma mücadelesiyle karşı karşıyadır. Türk millî varlığının yok oluş süreci çok derinlerden ve sessizce, hissettirilmeden, yavaş yavaş devam ettirildiği için büyük kitle, farkına varmamakta, hatta ciddi anlamdaki millî uyarıları alaya almakta, küçümsemekte, bize bir şey olmaz diyerek istihzaya almakta, komplo ile paranoya ile filan karşılamaya çalışmaktadır.
 
Bunlar, aynen kazanda yavaş yavaş haşlanan kurbağalar gibiler. Durum böyleyken, oldukça azınlıkta kalmış olmasına rağmen samimi, ciddi, fedakâr, Allah’ına ve milletine hesap vermekten başka kaygısı ve korkusu olmayan Türk münevverleri, gafil milletini içerden ve dışardan gelen tehlikelere karşı uyarmaya azimle, şevkle devam emektedirler.
 
Sahih Türk münevverlerinin en önemli uyarısı ise gazeteci, yazar, romancı, siyasetçi, uzman, toplum mühendisi, sivil toplum kuruluşçu gibi değişik adlar altında Türk milletinin arasına; hatta kılcal damarlarına kadar sızmış olan mankurt aydın tipini tanımaları yönündedir. Türk milletinin büyük ekseriyeti bu tipi tanıyamamakta, tanıma çabasına girmemekte, onun sinsi ve şeytanî plan ve projelerine bilmeyerek dahil olmakta, ona para, oy, manevi destek, taraftarlık gibi değişik desteklerle yardımcı olarak kendi ölüm fermanını kendisi imzalamaktadır. Bugün Türk milletinin büyük çoğunluğu maalesef mankurt aydın tipini hayırhâhı bilmekte, onu kendisini gerçekten aydınlatan kişi zannetmektedir.
 
Mankurt aydın tipi nedir? Özellikleri nelerdir? Gerçek kimlik ve kişiliği nedir? Türk milletine nasıl ve hangi yüzlerle görünür? Milleti nasıl aldatır? Neden tehlikelidir? gibi sorulara 10 Haziran 2008’de uçmağa varan büyük Türk romancısı ve düşünürü, Türklerin son kutup yıldızlarından biri olan büyük bilge aksakal Cengiz Aytmatov’dan hareketle açıklayıcı cevaplar bulmaya çalışacağız.
 
Önce mankurt ne demektir? Ona bakalım. Mankurt, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanında ele aldığı, eski bir efsaneden yola çıkarak çağına uyarladığı bir tiptir.
 
Cengiz Aytmatov, romanında Mankurt efsanesini şöyle aktarır:
 
“Ana-Beyit mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar'ın boz­kırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikâyesi vardı: Sarı-Özek'i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çün­kü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine döne­rek Juan-Juanlar'ın yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satma­dıkları esirlere yaparlarmış.
 
İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kıs­mı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış.
 
Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Buna "Deri geçirme işkencesi" derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt, yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş.
 
Bir devenin boynundan beş, altı kişinin ba­şını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, deri geçiri­len tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kü­tük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış.
 
Bu tutsaklar birer mankurt ol­madan yakınları bir baskın düzenleyip onları kurtarmasın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış. Açık bozkırda her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yapmak kolay olmazmış.
 
Juan-Juanlar'ın bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir man­kurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluk­tan, bir mankenden farksız olurmuş onlar için.
 
Bununla birlikte, bir defasında, adı tarihe Nayman Ana olarak geçen bir göçebe kadın, oğlunun başına gelenle­re dayanamamış, onu kurtarmak istemiş. Efsane böyle anlatır. Ana-Beyit mezarlığının adı da buradan gelir. "Ana-Beyit" 'ana barınağı, ana huzuru' demektir.
 
Sarı-Özek'in kızgın güneşine 'mankurt' olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuz­luk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sı­kıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve de­risi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp ba­şına batıyormuş.
 
Asyalılar'ın saçları fırça gibi sert olur zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tut­sak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanlar işkencenin beşinci günü, 'sağ kalan var mı?' diye ge­lip bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek içecek verirlermiş.
 
Köle zamanla kendine gelir, yeyip içerek gücünü toplarmış. Ama o bir mankurt imiş artık ve böyle bir kö­le, pazarlarda, güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış. Hatta Juan-Juanlar arasında bir gelenek varmış ki buna göre, aralarında çıkan bir kavgada bir mankurt öldürülürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş.
 
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlar­mış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaç­mayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş.
 
Köle sahibi için en büyük tehlike, kö­lenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşü­nemeyen bir yaratık... En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparlarmış. Sarı-Özek'in ıssız, engin, kavurucu çöllerine ancak bir man­kurt dayanabileceği için, buralarda deve sürülerini güt­me işi onlara verilirmiş. Böyle yitik yerlerde, bir mankurt birkaç kişiye bedelmiş.
 
Yanına yiyeceğini, içeceğini verince, kış demeden, yaz demeden, o ilkel hayata dönüş­ten dolayı sızlanmayı düşünmeden kalabilirmiş bozkır­da. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski-püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş...
 
Bir tutsağın içine korku salmak için ona kafasının uçurulacağını ya da başka bir yerinin kesileceğini bildirmek; onun hafızasını silme, son nefesine kadar taşıyacağı ve başkalarının anlayamayacağı yegâne kazancı olan bilin­cini kökünden yok etme cezası yanında hiç kalır. İşte, gö­çebe Juan-Juanlar, o kısa tarihlerinde, insanın bu gizli özüne kastetmek gibi en büyük vahşet örneğini çıkardı­lar.
 
Tutsakların yaşayan anılarını elinden almak usulünü bulmakla, insanlığa karşı en korkunç cinayeti işlemiş ol­dular. İşte Nayman Ana oğlunun mankurt olduğunu öğ­renince, dayanılmaz bir acı ve umutsuzluk içinde, ağıt yakmıştı”[3]
 
Alıntıladığımız bu metinden ve romanın genelinden çıkardığımıza göre mankurt hâline getirilen kişinin başlıca özellikleri şunlar olurmuş:
 
* Geçmişini, tarihini, soyunu, milletini, kimliğini, anasını, babasını, çocukluğunu, eşini dostunu, eskiye ait hiçbir şeyi hatırlamaz. Çünkü o, emperyalist işgalci güçler tarafından başkalaştırılmış ve dönüştürülmüştür.
 
* İnsan olduğunun da farkında değildir. Düşünme, mukayese ve muhakeme kabiliyetini, üretici, sorgulayıcı bilincini tamamen kaybetmiştir. Ruhu, zihni esir alınmıştır.
 
* Kendisine verilen emirleri uygulamak, söylenenleri söylemek, yap denileni yapmakla görevli robot bir köledir. Efendisine itaatten başka bir şey düşünemez hâle gelmiştir.
 
* İyi kötü karnını doyuran efendisine sadakatle hizmet etmekten başka bir şey düşünmez. Efendisine karşı gelmek, ondan kaçmak gibi düşünceleri aklının ucundan bile geçirmez. Bu yüzden kendi başına, bağımsız millî bir çözüm üretmeye çalışmaz. Kendine güveni kalmadığı için bir şey yapabileceğini hayal bile edemez. Emperyalist efendisinin kendisi için gerekli olan her şeyi düşündüğünü düşünür.
 
* Kendisini kölelikten ve mankurtluktan kurtarmak isteyenlere uzak durur, başındaki mankurtluk ve kölelik derisini iyice gizler, çıkarmalarına asla izin vermez. Işıktan korkan yarasalar gibi karanlıklar içinde çürür gider. Sümsük bir böcek gibidir.
 
* Kendinin mankurt olduğunu kabul etmez. Yüksek siyaset uyguladığını ilan ederek, emperyalistlerin emir ve talimatlarına göre hareket etmeyi ilm-i siyaset, teenni ile hareket etmek, zamana uygun davranmak, dünya şartlarına uygun davranmak filan şeklinde lanse eder.
 
* Onun için önemli olan tek şey, efendisinin emirlerini yerine getirmektir. Emperyalist efendisinin verdiği ev ödevlerini muntazaman, tam zamanında, eksiksizce ve yanlışsız olarak yapmayı ve istediğiniz her şeyi yaptım efendim demeyi, çok büyük bir icraat olarak görür.
 
* Bir mankurta “gel başını buharlayalım da o deve derisini koparalım” demekten daha korkutucu bir şey olmazmış. Bu sözü duyan mankurt yaban ayısı gibi tepinir, kafasına kimseyi dokundurmazmış. Böyleleri şapkalarını başlarından hiç çıkarmaz, gece gündüz onunla yatıp kalkarlarmış. Zihni ve ruhu emperyalist efendileri tarafından zincire vurulmuş olan mankurt bu duruma iyice alışır, başka bir hâli hayal bile edemez.
 
* Nayman Ana, mankurtlaştırılmış oğlunu bulmak, ona sahip olmak, onu eski sağlıklı hâline getirmek için her türlü fedakârlığa katlanır, ama mankurt oğlu onu tanımaz ve reddeder. Zihnini ve ruhunu satmamış, esir olmasına izin vermemiş, Nayman Ana misali sahih Türk münevverleri, milletinin mankurtlaştırılmış evlatlarını kurtarmak için her zaman çırpınır durur.
 
* Aytmatov’un romanındaki mankurtun asıl adı Colaman’dır ama o adını Mankurt olarak bilir. Bugün de emperyalist gâvurlar tarafından mankurtlaştırılmış olan Türkler, zamanla asıl adları olan Türklüğü reddetmişler, Türk adını kullanmaktan utanır hâle gelmişler, kendilerine Türkiyeli, dünya vatandaşı, insanlık, hümanist gibi mankurtça adlar almaya başlamışlardır.
 
* Mankurtun tek istediği, efendisininki gibi örgülü saçının olmasıdır. Yani, tamamen efendisinin inandığı gibi inanmak, yaşadığı gibi yaşamaktır.
* Romanın bir yerinde şu ifadeler yer alır: “Bir insanın elinden malı mülkü, bütün zenginliği hatta hayatı bile alınabilir ama insanın hafızasını almak gibi bir cinayet işlenir mi?” (s.159)
 
Batılı emperyalistler bugün topraklarımızı, bankalarımızı, borsamızı, fabrikalarımızı, sahillerimizi yani malımızı mülkümüzü talan etmeyi düşünmekle yetinmiyorlar, milletimizin evlatlarının hafızalarını, tarihlerini, dinlerini, dillerini, kültürlerini, kimliklerini, hayallerini, kutsallarını da almaya, yok etmeye çalışıyorlar. Asıl tehlikelisi de bu. Türk milletinden milliyet şuuru, kendilik bilinci, Türklük ve Müslümanlık aidiyeti alındığı zaman kolayca köleleştirilebilen ve içi saman dolu çuvallara dönmüş mankurtlar sürüsü hâline geliverir.
 
* Romanın bir başka yerinde şu ifadeler var: “Bu insanlar (Juan-Juanlar) hangi şartlar altında, nasıl bir hayat yaşıyorlardı ki böylesine vahşi, barbar olabiliyorlardı? Esir ettiklerinin hafızasını da bu kadar acımasız yok edebiliyorlar?” (s.162)
 
Aynı soruyu bugün için şöyle soralım: Afganistan’da ve Irak’ta Amerikalılar, Çeçenistan’da Ruslar, Bosna’da Sırplar, Filistin’de İsrailliler, Doğu Türkistan’da Çinliler, Kıbrıs’ta Rumlar, Türkmeneli’nde Talabanî ve Barzanî eşkiyaları milyonlarca müslümanı nasıl barbarca, vahşice katledebiliyorlar?
 
Her milletin mitleri, mitolojileri, efsaneleri vardır. Efsaneler gerçek olaylar değildir, ama milletlerin hafızasında yer eden hayallerinin, beklentilerinin, sevinçlerinin, üzüntülerinin, hayal kırıklıklarının, duygu ve düşüncelerinin simgesel olarak ifade edildiği metinlerdir.
 
Mesela eski Türk kültür ve edebiyatında önemli bir yeri olan Ergenekon Destanı gerçek değildir ama, Türk milletinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı, her taraftan kuşatıldığı, sıkıştırıldığı zaman ve ortamlarda bile bir kurtuluş yolu bulabilme, çetin kuşatmaları iradeli bir huruç harekatıyla yarabilme umudunun ve inancının sembolleşmiş hikâyesidir.
 
Bunun gibi mankurt efsanesi de yine Türklerin başkalarına esir olmama, başkalarının gönüllü köleliğini kabul etmeme, kendi değerlerine bağlı kalma ve sahip çıkma, kendi kimlik ve kişiliğinin, kültürünün, dilinin, dininin farkında ve bilincinde olma iradesinin simgesel bir karşılığıdır.
 
Ayrıca efsanelerin evrensel olma özellikleri de vardır. Yani her zaman ve her yerde geçerli olabilme, her zaman ve şarta uyarlanabilme özellikleri de vardır. Bu bağlamda mankurt efsanesini de günümüze uyarladığımızda Türkiye’de, bazı basın yayın organlarında, siyasi kurumlarda, sivil toplum kuruluşlarında ve başka kurum ve kuruluşlarda pek çok mankurtlaştırılmış insanla karşılaşıyoruz. Bunların sayıları planlı olarak arttırılmıştır ve Türk milleti ve Türk devleti için açık bir tehlike hâline gelmiştir. Türk milletine acil çağrımız, eğer yok olmak istemiyorlarsa bunları iyi tanımalarıdır.
 
Günümüz Türkiyeli mankurt aydın tipinin en önemli özelliği, özgüven yoksunluğundan dolayı kendisine siyasi ve idarî anlamda efendi arama güdüsüne sahip olmasıdır.Mankurt denilen tipin temel özelliği, kendine güvenmemesidir. Özgüveni tamamen kaybolmuştur. Kendisine olan güveni, saygısı, inancı berhava olmuştur. Kendi işini kendisi yapamaz, yapamayacağına inanır. Kendisini ve tabii mensup olduğu milleti bir şey bilmez, bir iş beceremez, elinden bir şey gelmez, kendi kendisini idare edemez olarak bellemiştir.
 
Kendi kendisini yönetebilme beceri ve kabiliyetinin olduğuna inanamamıştır. Ezik şahsiyetli olduğundan kendisini yetersiz görür. Köle ruhlu olduğundan kendisine efendi arar. Bu efendi Tanzimat’tan itibaren bazen İngiliz, bazen Fransız, bazen Rus, bazen Çinli, bazen Amerikalı, bazen başkası olmuştur. Mankurt, efendi bulamazsa huzursuz ve tedirgin olur, ayazda kaldığını zanneder. Efendisinin himayesine girmeden yaşayamayacağını, kurda kuşa yem olacağını zanneder.
 
Reşit olmamış çocuk ruhlu olduğundan çevresindekileri, en yakınında bulunanları, eşini dostunu, anasını babasını, akrabasını, mensup olduğu milletinin evlatlarını dışarıdaki güçlü gördüğü efendilerine şikâyet etmeyi, yakınlarını düşmanlarına yok ettirmeyi, bunun karşılığında da ona gönüllü bir kul köle olmayı var oluşunu gerçekleştirmek olarak algılar.
 
Özellikle Tanzimat’tan bu yana özgüven yoksunu mankurt aydın ya da siyasetçi tipini mebzul miktarda görmekteyiz. Bunlar kendilerini, büyük Türk milletinin kendi kendisini yönetemeyeceğine inanmış, bu yüzden özellikle batılılardan efendi arama telaşına kapılmışlardır. Tanzimat’tan beri günümüze kadar devam eden aydın, siyasetçi, edebiyatçı vs makulesinin zihinsel çaba ve ürünlerinin toplamı, güçlü efendi arama telaşından başka bir şey değildir.
 
Deve dişi gibi sağlam ve güçlü efendi adayları da önceleri ya Fransızlar ya İngilizler, ya Ruslar, ya Amerikalılar, ya da bu sayılanların merkezde yer alarak oluşturdukları Düvel-i Muazzama, İtilaf Devletleri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Çin, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri gibi değişik birlikleri olmuş.
 
Mankurt aydın, Tanzimat’tan beri Türk milletinin kafasına vura vura hep şunları telkin etti: Senden adam olmaz, Avrupalı devletler topluluğuna girersek, onların emri altında olursak bütün sorunlarımızdan kurtuluruz, rahat ederiz. Rahat etmek için uygar dünyayla birlikte hareket etmeliyiz. Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir. Bütün kanunlarımızı, anayasamızı gâvura göre yapalım.
 
Bütün bu sözler tabii, Türk milletinin iyiliği için düşünülmüş, kafa yorulmuş, büyük bir fikir çilesi çekilerek kurtarıcı mucize formüller hâlinde, Türklerin menfaati için söylenmiş gibi bir üslup içinde sunulmaktadır. Bu adamlar mankurt ama biraz akıllı birer mankurt.
 
Türk milletine, doğrudan doğruya bize, sizi batılı efendilerin emrine veriyoruz, onların istediği gibi yönetileceksiniz, onlar ne derse onu yapacaksınız, siz kim devlet yönetmek kim, oturun oturduğunuz yerde, sizi gâvurlar daha iyi yönetir, size de boyun eğmek düşer demiyorlar. Niyetlerini bu kadar açıktan söylemiyorlar. Bunun yerine süslü, cilalı, haktan, iyilikten yana bir tavır alarak, perdeleyerek söylüyorlar sözlerini.
 
Son olarak şunu söylüyoruz: Türk milliyetperverleri, milletinin mankurtlaştırılmış evlatlarını ne olurlarsa olsunlar reddedemezler, yok sayamazlar. Onları kazanmak, asıl kimlik ve kişiliklerine geri döndürmek isterler. Türk milliyetperveri, milletine sahip çıkmayı, onu düşmanın elinde oyuncak olmaktan kurtarmayı bir görev bilir. Millî sorumluluğu ona mankurtları uyarıp sarsma ve özüne dönmelerini sağlama görevini yükler.
 
Nitekim Cengiz Aytmatov’un romanında, oğlu mankurtlaştırılmış olan Nayman Ana’nın bütün çabası, oğlunu mankurtluktan kurtarmak ve onu asıl kimliğine ve kişiliğine kavuşturmaktır. Romanda Nayman Ana’nın çabası şöyle anlatılır:
 
“O gece düşünüp taşınan Nayman Ana, oğlunu buralarda köle olarak bırakmamaya karar verdi. Varsın bir mankurt olsun, varsın hiçbir şeyi anlamasın, yine de kendi ülkesinde, kendi soydaşlarının arasında bulunması, Sarı-Özek bozkırında Juan-Juanlar'a çobanlık etmekten daha iyi olurdu.
 
Ana yüreği ona böyle düşündürüyordu. Başkaları gibi oğlunun başına gelenlere, bir şey yapmadan katlanamaz, kendi canından, kendi kanından olan oğlunu kölelikte bırakıp gidemezdi. Belki oğlu doğduğu yere dönünce aklı başına gelir, çocukluk günlerini hatırlayabilirdi...” (s.163)
 
Nayman Ana’nın torunları olan Türk milliyetperverleri, mankurtlaşmış evlatlarına çağrı yapıyor: Hiçbir şey anlamasanız bile kendi ülkenizde, kendi soydaşlarınız arasında bulununuz, kendi ülkenizde, kendi malınızda gâvura çobanlık etmekten vazgeçiniz. Siz bizim evlatlarımızsınız. Başınıza, beyninize, ruhunuza batı emperyalizmine gönüllü köle olmak derisi geçirilmiş ise de biz sizin başınıza gelenlere kayıtsız kalamayız. Sizi içine düştüğünüz bataklıktan kurtarmak istiyoruz.
 
Siz bizim kendi kanımızdan, kendi canımızdansınız. Bir zamanlar Ruslara köle idiniz, Allah’ın inayetiyle ondan kurtuldunuz ama şimdi Avrupa’ya ve Amerika’ya kölelik yapmaya başladınız. Sizi Avrupa ve Amerika gâvuruna kölelikte bırakıp gidemeyiz. Belki doğduğunuz yere, milletinize, tarihinize, dininize dönünce aklınız başınıza gelir, geçmişinizi hatırlarsınız.
 
 
Dipnotlar
[1] Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Elips Yayınları, 5. baskı, Ankara 2005, s.142-145
[2] Zaman Gazetesi, 21.10.2009
[3]Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Elips Yayınları, 5. baskı, Ankara 2005, s.142-145

TTK.
-2-
Başlık: Mankurtlaşmanın Derecesi
Gönderen: sami_aru - 20 Ağustos 2013
Öncelikle esenlikler dilerim.Bu konuyu açma nedenim, gerçeği göremeyen ya da belirli bir seviyeye kadar görebilen -ki bu seviye kişiden kişiye değişiyor- kandaşlarımızın görüşlerimizle bir tür analizden geçirmektir.Bilindiği gibi bizim gibi Türk ve Türkçü olanların yanında Türk olup sosyalist,ümmetçi ve komünist düşüncelerle yozlaşan ya da Türk-İslam gibi dini sentezlerle gerçeği bir dereceye kadar görebilen-görmek isteyen bir çok kandaşımız var.(her ne kadar bunların çoğu etnik döküntü olsa da gerçek anlamda bu konuda bilgisiz kalmış,kaldırılmış soydaşlarımız var) Kandaşlarımızın mankurtlaşma adı altında bizim için düşman,hain veya daha yumuşak kavramlarla derecelerini tartışmak ve bu konudaki görüşleri,olanları,olması gerekenleri görmek adına bilgilenmek gerektiğini düşünüyorum.
Ayrıca da Türkçü olarak kendisini tanıtan andalarında bu konuyu küçüklükten itibaren güttüğü mü ya da siyasi olarak merakının artmasıyla birlikte taraf seçmesi gerektiğini düşünerek doğru yanı bulması ve yahut önceden başka bir siyasi mezhebe dahilken gerçeği sonradan mı gördüğü,farkettiği hakkında görüşler veya bilgiler öğrenmekte doğru olur diye düşünüyorum.
Bu konu bir o kadar net olmakla beraber bir o kadar da karışık ve iç çatışmalara neden olabileceğinden sözcüklerin doğru seçilmesi yerine direkt olarak düşüncelerin belirtilmesi daha samimi ve net çizgiler çizmemize yardımcı olacaktır.
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Üçoklu Börü Kam - 01 Kasım 2014

Prof. Dr.  Nurullah Çetin - A.Ü. DTCF

Kitabın Adı: Mankurtluk Külahı

 

Bütün Türk Milliyetçilerinin bu kitabı okuması gerekir.
Ayrıca yukarıda adı geçen kitapların da okunması; içinden geçtiğimiz süreci daha iyi anlayabilmek ve oluşturulan olumsuz duruma karşı etkili önlemler alabilmek açısından gereklidir.

1.Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı,
2.Kültürsüzleştirmek,
3.Yabancı dille eğitim,
4.Cinselliğin yozlaştırılması,
5.İdeoloji ve kavramların saptırılması,
6.Bilimsel bilgiden uzaklaştırma,
7.Dincilik ve sahte din anlayışı,
8.Yapay gündem,
9.Tarihi çarpıtmak.


Ne kadar tanıdık şeyler değil mi?

Özellikle 7. sırada yer alan: Dincilik ve sahte din anlayışı,

Siyasetin, ekonominin, kısacası toplumu meydana getiren bütün değerlerin nasıl şekillendirildiğine yaşayarak tanık olmaktayız.

TTK.
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Üçoklu Börü Kam - 23 Ocak 2015
Dokuzuncu ateş suyu: Tarihi çarpıtmak

Birisine kırk gün “delisin” de, deli olur. / Atasözü
 
Göçebeymişiz. Uygarlığa neredeyse hiç katkımız olmamışmış. Her şeyimizi Batı’ya borçluymuşuz. Tarihle yüzleşmemiz gerekiyormuş… Sanki kimimizin Osmanlı ile kimimizin Cumhuriyetle ve Atatürk’le bırakın yüzleşmeyi, hesaplaşmadığımız gün varmış gibi. Geçmişi konuşmaktan geleceği düşünmeye vaktimiz kalmıyor.
 
Çocuklarımıza Avrupa merkezli bir tarih öğretiyoruz. Bütün uygarlık onların eseriymiş. Kendimize Batılıların bize baktığı gibi bakıyor, çocuklarımıza da bunu böyle öğretiyoruz. Batıcı tarihçi ve sosyologlarımız “biz eskiden de etkisiz bir toplum idik” düşüncesini yerleştiriyor. Müfredatını dışarıdan ithal eden, aydınlarının çoğunu dışarıda yetiştiren ve kendi değerlerini aktaramayan bir ülkede ne beklenebilir ki?
 
Millet kendini kahraman olarak algılıyorsa mankurtlara göre bu değiştirilmelidir. Tarihteki kahramanlık örnekleri unutturulmalı, korkaklık, çekingenlik ve ihanet halleri öne çıkarılmalıdır. Bir bakarsınız ki zaferleri unutmuş, hezimetleri öne çıkarmışsınız. Böylece Kutül Amare zaferini toplumun gündemine bile getirmezken, Sarıkamış felâketini “kutlarsınız!” Kahramanları unutur, unutturursunuz. Sonradan görme bir kişinin “pot kırarlar” diye akrabalarını saklaması gibi mankurt okumuşlar da kendi kültürel değerlerini, tarihini, kahramanlarını saklayarak efendilerine şirin görünmeye çalışırlar.
 
Osmanlı’dan gurur duyan kitleler mi var, “Osmanlı Anaları” diye bir kitap yazar, onların aslında yabancı olduklarını yüklersiniz beyinlerine. Atatürk toplumun ortak ve toparlayıcı bir kişiliği mi, onu da Mustafalaştırır, sıradanlaştırırsınız. Özel hayatıyla ilgili çirkin söylentiler yayarsınız, toplumsal ortaklıkları bozarsınız. Tarihimizin çocuklarımızda bağımsızlık bilinci yeşertecek sayfaları mı var, gizlersiniz, gündeme getirmezsiniz. Ne okul ne de medya onlardan bahseder. Yine de silemiyorsanız geçmişte kalan kavramları kirletirsiniz. Yakın bir zamanda siyasi entrika çevirdikleri iddiasıyla tutuklanan bir grup aydının davasına “Ergenekon Terör Örgütü” kod adı verildi. Emniyet birimleri bu ad altında bir örgüt kaydının olmadığını açıklıyor, yargılananlar bu örgütü kabul etmiyor ama ısrarla bir kısım medya bu adlandırmayı kullanıyor! “Ergenekon” ve “terör” kelimelerini yan yana kullanarak ne yapmaya çalışıyorlar? Velev ki böyle bir oluşum var, toplumun ortak bir kavramını hınçla kullanmak ırkçı bir tavır değil midir? Toplumun hafızasında yer alan ve kimseye zararı olmayan “Ergenekon” adının neden seçildiği, kimin adına kime ne anlatılmak istendiğini kaç kişi sorguladı?
 
Tarihimize Batılıların baktığı gibi bakıyor bazı mankurt okumuşlar. Peki, Batı Türkiye’yi nasıl görüyor? Batı Türkiye’yi bulduğu ilk fırsatta büyük bir devlet olarak karşısına dikilecek iflah olmaz bir rakip, güvenilmez ama yedekte tutulması gereken, müttefiklikle kandırılması gereken bir ülke olarak görüyor. Büyümemesi için sürekli budanması gereken, yoluna engeller konulması, kontrol altında tutulması gereken bir ülke!
 
Batı bizi ne kadar ve hangi niyetle tanıyor? Türkoloji araştırmalarının Batı’da başladığı bir gerçektir. Başladığı dönem ise aynı zamanda Osmanlı ve Türk coğrafyasının yağmalandığı dönemdir ve âdeta bu yağmalamayı meşru kılacak şekilde bir Türkoloji ortaya konmuştur. Ancak zamanla mızrak çuvala sığmamıştır. Gerek öntürk tarihi araştırmaları, gerekse İslamiyet sonrası düşünürlerin eserleri, tarihte Türklerin Batılıların öğrettiği gibi etkisiz bir toplum olmadığını gösteriyor. Aslında bunun için büyük araştırmalara gerek yok. Tarihte en çok devlet kuran bir toplumdan söz ediyoruz. Devlet kurabilmek üst düzeyde örgütlenme yeteneği ve bu da iyi işleyen bir eğitim geleneğini gerektirir. Örgütlenme üst düzey bir soyutlamanın ürünüdür. Bunu başarmış bir toplum tarih yapmada etkisiz olamaz.
 
Mankurtlaşan bireyler mankurt bir toplumu oluşturur. Böyle bir toplum tarihsel özgörevini kaybetmiştir. Tarihin bir öznesi değil, nesnesidir. Tarihe nasıl katılacağını bilmez, unutturulmuştur. Tarih yapan bir aktör olarak tarihe katılmak gibi bir derdi de yoktur. Efendilerinin müttefiki olarak onlara hizmette bulunmak ve sadakatini her fırsatta kanıtlamak onlara gereken mutluluğu sağlamaktadır. Aydınlardan söz ediyoruz, halktan değil. Halk hala kendinde, şimdilik!
 
Tarihimize Batının gözlükleriyle bakınca ne mi olur? Kısa yanıt; ulusal benliğimiz aşınır ve değişir.

Kaynak:
İkram ÇINAR / Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz? (İlaveler)

 
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Üçoklu Börü Kam - 23 Ocak 2015
Bir Kızılderili masalı.
 
Bir zamanlar muzip bir Kızılderili bir kartalın yuvasından aşırdığı yumurtayı kuluçkaya yatan yaban tavuğunun yumurtaları arasına katmış. Zamanı geldiğinde yumurtanın içindeki kartal yavrusu kabuğunu kırmış ve dünyaya gelmiş. Kendisinin biraz farklı olsa da çevredeki yüzlerce tavuktan biri olduğunu düşünmüş. Oradaki tavuklarla birlikte, bir tavuk gibi büyümeye başlamış. Sadece o değil, etraftaki tüm tavuklar da onu bir tavuk olarak görüyor ve ona bir tavukmuş gibi davranıyormuş. Zaman zaman içinden; “ben çevremdeki tavuklara benzemiyorum... Acaba ben kimim?” diye soruyormuş.
 
Bir gün öteki tavuklarla birlikte eşelenirken, yukarılardan birkaç kartalın uçtuğunu görmüş. Kendini tutamamış, yüreğinde bir anda oluşan coşkuyla haykırmış:
 
“Ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmak istiyorum.” Tavuklar, onun bu sözlerine hep birlikte gülmüşler. “Sen bir tavuksun ve tavuklar asla kartal gibi uçamaz.”
 
Kendini yaban tavuğu sanan kartal her gün: “Ah tanrım, ne olur, ben de onlar gibi uçabilsem... Ben de onlar gibi özgürce kanat açabilsem göklerde.”
 
O böyle konuştukça çevresindeki tüm tavuklar her zaman söyledikleri sözleri bir kez daha, bir kez daha yineliyorlarmış: “Vazgeç düşlerinden. Sen tavuksun ve hep tavuk olarak kalacaksın.”
 
Küçük kartal, çevresindeki tavukların her gün birkaç kez yineledikleri bu sözlerinden öylesine etkilenmiş ki sonunda bir kartal gibi göklerde özgürce kanat açmak düşünden vazgeçmiş, hayatını bir tavuk gibi sürdürmüş ve bir tavuk gibi ölmüş.

Kaynak:
İkram ÇINAR / Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz? (İlaveler)
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Üçoklu Börü Kam - 23 Ocak 2015
Benlik kavrayışı:

Benlik bireyin kendisiyle ilgili algısıdır. Benlik, çeşitli deneyimler sonunda öğrenilen ve sürekli olarak gelişen, bireyi kendi içinden gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlar üzerinde düzenleyici ve yönetici bir etkisi olan olgu ve süreçtir. İdeal benlik ile algılanan benlik birbiriyle çakıştığı ölçüde birey kendisiyle barışık, tutarlı ve bağımsızdır. Tersi durumda ise birey huzursuz ve kaygılı olur. Benlik “ben akıllıyım, çalışkanım, çekiciyim, büyük hedeflerim var ve bunları gerçekleştirecek güçteyim, herkes tarafından beğenilen ve saygı duyulan biriyim vb” gibi kişinin kendine ilişkin tanımlamasıdır. Bu ifadeleri hisseden kişinin olumlu bir benlik kavrayışı olduğu söylenebilir. Benlik kavrayışı olumsuz da olabilir. “Ben aptalım, tembelim, iticiyim, hiçbir şeyi başaramam vb”. Bireyler benliklerini çevreden aldıkları dönütlere dayanarak etkileşim halinde biçimlendirirler. Kişi akıllı, çalışkan, başarılı ve çekici olduğu halde çevreden bunları destekleyecek veri alamıyor, takdir ve teşvik göremiyor hatta sürekli tersleniyorsa kendi benliğini olumsuz olarak tasarlayacak ve olumsuz benlik kavramına ulaşacaktır.
 
Yukarıdaki açıklamada birey yerine ulus konulduğu zaman ulusal benlik kavramı açıklanmış olur. Ulus, güçlü ve zayıf yönlerini, yeterliklerini, yapabileceklerini ve geliştirmesi gereken yanlarını, geçmişte neleri başarıp neleri başaramadığını, diğer uluslar karşısındaki durumunu değerlendirerek kim olduğunu belirler. Bu belirleme olumlu, olumsuz ya da gerçekçi olabileceği gibi olumluluk veya olumsuzlukları abartılı biçimde de algılayabilir. Abartılı olumluluk ırkçılığa götürebileceği gibi abartılı olumsuzluk da ulusu edilgen, silik ve sömürge durumuna düşürebilir.
 
Ulusun kendini kavrayışı ne kadar gerçeğe yakın ise gelecek tasarımında o kadar isabetli kararlar verir. Türkiye’de gözlenen durum gerçekçi olmayan biçimde topluma olumsuz bir benlik tasarımı yüklenmesidir. Bunun sakıncası yukarıda aktarılan Kızılderili masalındaki kendini yaban tavuğu sanan kartalın durumuna düşmektir. Ulusun kendini olumlu olarak tanımlaması kendisiyle barışık olmasını sağlayacağı gibi özgüveni olan bir ulus olarak geleceği daha iyi kurmasına yol açacaktır.
 
İzlenen mankurtlaştırıcı eğitim ve kültür politikalarıyla Türk ulusu yakışıklı, çalışkan, onurlu ve başarılı olduğu halde sarhoş babası tarafından sürekli aşağılanan ve horlanan delikanlının durumuna düşürülmüştür. Bu delikanlı olumsuz bir benlik tasarlayacağı için özgüveni olmayacak ve girişim gücü bulamayacaktır. Mankurtlaştırma süreci buna hizmet etmektedir. Batıdan ithal edilen eğitim ve kültür politikaları ve mankurt okumuşlarla olumlu benliğe sahip insan imal etmek mümkün değildir.
 
***
Başka ateş suyu etkisi yapan şeyler de sıralanabilir. Dikkat edilirse, bütün bunlar toplumu belleksizleştirmek, kimliksizleştirmek, kişiliksizleştirmek ve oyalamak sonucuna yol açmaktadır. Küresel sömürge haline getirmek istedikleri ülkemizde, zihnimiz yeniden inşa ediliyor. Oluşturulmaya çalışılan kimlik, bizim olmayan, yapay, emperyalizmle dost veya ona hizmet eden dolayısıyla onun uşağı bir kimliktir.

Kaynak:
İkram ÇINAR / Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz? (İlaveler)
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Üçoklu Börü Kam - 23 Ocak 2015
Neden mankurtlaştırıyorlar?
 
(https://www.hunturk.net/forum/rsm/3190-mankurt-1422048372.jpg)

Mankurtlaştırma işini mankurtlaştırıcılar yapar. Mankurtlaştırıcı olabilmek politika belirleme gücünü gerektirir. Mankurtlaştırma eğitim ve kültür politikalarını belirleyebilenlerin yapabileceği bir ahlâksızlık ve insanlık suçudur. Sorumluları sözü geçen ve sesi çıkanlar arasında aramak gerek.
 
Mankurtlaştırmanın hangi araçlarla ve nasıl yapıldığının bir kısmı yukarıda açıklandı. Ama neden? Neden birileri ötekilerini mankurtlaştırır? Kısa cevabı şu: Etkisiz hale getirip sömürmek için! Bunu biraz daha açıklamak gerekirse şu sınıflama yapılabilir:
 
Sebeplerden ilki uluslararası rekabettir. Daha etkili olan devletler (emperyalist devletler de denilebilir) sömürge haline getirmek istedikleri ülkelerin eğitim ve kültür politikalarını bir şekilde tahrif veya tahrip ederek onları etkisizleştirir. Böylece hem muhtemel bir rakipten kurtulur hem de zihnini sömürgeleştirdiği insanların aslında sömürge olduklarının farkına varması engellendiğinden sömürü süreklilik kazanır, toplumlar kurtulma çabasına giremez.
 
Mankurtlaştırma sebeplerinden ikincisi sınıflar arası rekabetten kaynaklanır. Ülke içinde ekonomiye hâkim olan sınıf büyük ölçüde sosyal politikaların belirlenmesinde de etkilidir. Etki ve gücünü sürdürmesi diğer sınıfların mankurtlaşmış olmasına bağlıdır. Bu hâkim sınıf komprador[37] olduğundan mankurtlaştırmayı işbirliği halinde olduğu emperyalist merkezlerle birlikte yapar.
 
Bir başka sebep toplum tasarımı mühendisliği yapanların cehaleti ya da yanlış bilgi kullanımıdır. Tuna[38] bu mühendislere köprübaşları adını veriyor. Ona göre “bu köprübaşları (yerine göre aydınlar, bir kısım bürokrasi, yönetici kadrolar vs) başka türlü olmasının mümkün olmadığına inandıklarından bilinçli veya başka bir akla hizmet ettiklerinin bilinçsizliği içinde ama bilim adına, vatan millet adına bu işe koşulurlar. Neticede Batı ile sürdürmek zorunda olduğumuz ilişkiler çerçevesinde bir sistem oturtulmak istenir.” Genellikle az gelişmiş aydınlardan kaynaklanır. Bunlar ya aydın olma niteliklerini taşımadıkları halde o sıfatı edinmiş ya da devşirilmişlerdir. İyi niyetli olanları yarı cahildir. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki bağlardan habersizdirler ve çağın ortaya çıkardığı gelişmeleri ülke çıkarları açısından irdeleyemezler. Ötekiler ise zaten içinde bulundukları ülkeye hizmet etmek gibi bir dertleri yoktur hatta yıkmaya çalışırlar. Bu aydın (!) grubu ekonomi, siyaset, toplumsal hayat vb konularda düzenlemelerin nasıl yapılması gerektiğini tasarlayıp toplumun geleceğini biçimlendirirler. Niyet bozuk ya da yetenek yoksa yanlış planlamalarla insanları yanlış yönlendirirler.
 
Bir de gayretkeş mankurtlar vardır ve bunlar da toplumun geri kalanını mankurtlaştırma çırpınışındadır. Mankurtlaştığının farkında değildir ve herkesin kendisi gibi olması için elinden geleni yapar.
 
Ne yazık ki ülkemizde yukarıda anlatılanların hepsinden bol miktarda bulunmaktadır.

Kaynak:
İkram ÇINAR / Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz? (İlaveler)
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Üçoklu Börü Kam - 23 Ocak 2015
Mankurtlaşmamak için ne yapmalı?
 
Aytmatov’un anlattığı mankurtlaştırma öyküsünde insanlar zorla mankurtlaştırılmaktadır. Mankurtlaştırmaya dayanamayanlar ölmektedirler. Günümüzde eğitim ve kültür politikaları öyküdeki devenin boyun derisi halini alabilmektedir. Mankurtlaşmaya direnenler meşruiyet dışına çıkarılarak yok edilmektedir. 68’li Devrimciler önce meşruiyetleri kaybedilip sonra dağıtılmışlardır. Aynı şey Ülkücüler ve İslamcılar için de uygulanmış mankurtlaşmaya direnenler yok edilmiş, fidanlarımız budanmıştır.
 
Mankurtlaşmayı önlemek millî bir eğitimle mümkündür. Bu bağlamda Atatürk’ün millî bir eğitimin nasıl olması gerektiği konusundaki görüşü fikir verebilir:
 
“Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür kastediyorum... Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.”
 
Ülkemizde yaşanan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara baktığımızda, Atatürk’ün önerdiği insan tipini ne kadar yetiştirdiğimiz tartışmalıdır. Toplumun geleneksel eğitim (terbiye) müfredatıyla onun doğrultusunda olması gereken “millî” eğitimin amaç ve uygulamaları birçok yönden farklılaşmış hatta ters düşen uygulamalar yürürlüğe sokulmuştur. Millî bir eğitim, aile ve toplumun değerleri üzerine ulusal hedefler ve çağın yeni değerlerinin sentezinde ortaya çıkar. Süregelen süreçte ise ulusal/millî olmayan, ithal eğitim ve kültür politikaları kültür kodlarını zedelediğinden toplum zihnen teslim alınmaktadır. Kültürel yönden teslim alınan bir ulusun bağımsız yaşama iradesi de yok olmaktadır.
 
Eğitim, sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir. Millî Eğitim Temel Kanunu sadece okul ve öğretmenleri bağlamaz. Kanunun 17. maddesi “millî eğitimin amaçları yalnız resmi ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır” demektedir. Toplumda herkes herkesin öğretmenidir ve yapıp etmelerini millî eğitimin amaçlarına uygun olarak sürdürmelidir.
 
Her millet, bir “futbol takımı” gibidir. Takımdakiler eşgüdüm halinde takımın başarısı için mücadele ederler. Birey ve kurumlar görevlerini doğru ve eksiksiz yaparsa ancak o zaman ulusal hedeflere ulaşılır. Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey kalmaz. Kitle iletişim araçları, aileler, sokaktaki insanlar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, kamu görevlileri... Her kurum ve herkes yapıp etmelerinde “millî eğitimin genel amaç ve temel ilkelerini” dikkate almak zorundadır. Bu amaç ve ilkelerden birçok kesimin bihaber olduğu da bir gerçektir.
 
Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler, eğitim başta gelmek kaydıyla, millî hedefler söz konusu olduğunda birbirini desteklemelidir. Öte yandan medya ve internet, kültürün yeniden üretilip aktarılmasında okullar kadar etkili olmaya başladığı gözden kaçmamalıdır. Çocuk aile, okul ve çevrenin ürünüdür. Medyanın bunların hepsini etkilemede üstünlükleri vardır.
 
Akla dayalı bilimsel bir eğitimle kültür kodları bireylere tüm eğitim süreçlerinde öğretilmelidir. Bütün bunları toplumca tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır. Medyamızın önemli kısmı bu konuda iyi bir sınav vermemektedir.


Kaynak:
İkram ÇINAR / Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz? (İlaveler)

 
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: TÜRK-KAN - 25 Ocak 2015
Kırgız Türklerinin ünlü yazarı Cengiz Aytmatov'un romanın Türkiye-Türkmenistan ortak yapımı olarak çekilmiş filmi...
http://www.youtube.com/watch?v=36p6yemftzw
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Çağrıbey - 27 Ocak 2015
Bir Kızılderili masalı.
 
Bir zamanlar muzip bir Kızılderili bir kartalın yuvasından aşırdığı yumurtayı kuluçkaya yatan yaban tavuğunun yumurtaları arasına katmış. Zamanı geldiğinde yumurtanın içindeki kartal yavrusu kabuğunu kırmış ve dünyaya gelmiş. Kendisinin biraz farklı olsa da çevredeki yüzlerce tavuktan biri olduğunu düşünmüş. Oradaki tavuklarla birlikte, bir tavuk gibi büyümeye başlamış. Sadece o değil, etraftaki tüm tavuklar da onu bir tavuk olarak görüyor ve ona bir tavukmuş gibi davranıyormuş. Zaman zaman içinden; “ben çevremdeki tavuklara benzemiyorum... Acaba ben kimim?” diye soruyormuş.
 
Bir gün öteki tavuklarla birlikte eşelenirken, yukarılardan birkaç kartalın uçtuğunu görmüş. Kendini tutamamış, yüreğinde bir anda oluşan coşkuyla haykırmış:
 
“Ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmak istiyorum.” Tavuklar, onun bu sözlerine hep birlikte gülmüşler. “Sen bir tavuksun ve tavuklar asla kartal gibi uçamaz.”
 
Kendini yaban tavuğu sanan kartal her gün: “Ah tanrım, ne olur, ben de onlar gibi uçabilsem... Ben de onlar gibi özgürce kanat açabilsem göklerde.”
 
O böyle konuştukça çevresindeki tüm tavuklar her zaman söyledikleri sözleri bir kez daha, bir kez daha yineliyorlarmış: “Vazgeç düşlerinden. Sen tavuksun ve hep tavuk olarak kalacaksın.”
 
Küçük kartal, çevresindeki tavukların her gün birkaç kez yineledikleri bu sözlerinden öylesine etkilenmiş ki sonunda bir kartal gibi göklerde özgürce kanat açmak düşünden vazgeçmiş, hayatını bir tavuk gibi sürdürmüş ve bir tavuk gibi ölmüş.

Kaynak:
İkram ÇINAR / Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz? (İlaveler)


Toplumların nasıl dönüştürüldüğünü, kimliklerin nasıl yok edildiğini çok çarpıcı bir şekilde tanımlayan bu metnin iyice özümsenerek okunması gerekir.
Bu yazı "Haşlanmış Kurbağa" (https://www.hunturk.net/forum/index.php?topic=2262.msg13773#msg13773)örneğine benzer bir başka mankurtlaştırma ve kimlik izolasyonu amaçlı yöntemi gözler önüne sermektedir.

Ne mutlu Türk doğup, Türk gibi yaşayana!
Saygılarımla...
Çağrıbey
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Kurtkaya - 29 Ocak 2015
Benlik kavrayışı:

Benlik bireyin kendisiyle ilgili algısıdır. Benlik, çeşitli deneyimler sonunda öğrenilen ve sürekli olarak gelişen, bireyi kendi içinden gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlar üzerinde düzenleyici ve yönetici bir etkisi olan olgu ve süreçtir. İdeal benlik ile algılanan benlik birbiriyle çakıştığı ölçüde birey kendisiyle barışık, tutarlı ve bağımsızdır. Tersi durumda ise birey huzursuz ve kaygılı olur. Benlik “ben akıllıyım, çalışkanım, çekiciyim, büyük hedeflerim var ve bunları gerçekleştirecek güçteyim, herkes tarafından beğenilen ve saygı duyulan biriyim vb” gibi kişinin kendine ilişkin tanımlamasıdır. Bu ifadeleri hisseden kişinin olumlu bir benlik kavrayışı olduğu söylenebilir. Benlik kavrayışı olumsuz da olabilir. “Ben aptalım, tembelim, iticiyim, hiçbir şeyi başaramam vb”. Bireyler benliklerini çevreden aldıkları dönütlere dayanarak etkileşim halinde biçimlendirirler. Kişi akıllı, çalışkan, başarılı ve çekici olduğu halde çevreden bunları destekleyecek veri alamıyor, takdir ve teşvik göremiyor hatta sürekli tersleniyorsa kendi benliğini olumsuz olarak tasarlayacak ve olumsuz benlik kavramına ulaşacaktır.
 
Yukarıdaki açıklamada birey yerine ulus konulduğu zaman ulusal benlik kavramı açıklanmış olur. Ulus, güçlü ve zayıf yönlerini, yeterliklerini, yapabileceklerini ve geliştirmesi gereken yanlarını, geçmişte neleri başarıp neleri başaramadığını, diğer uluslar karşısındaki durumunu değerlendirerek kim olduğunu belirler. Bu belirleme olumlu, olumsuz ya da gerçekçi olabileceği gibi olumluluk veya olumsuzlukları abartılı biçimde de algılayabilir. Abartılı olumluluk ırkçılığa götürebileceği gibi abartılı olumsuzluk da ulusu edilgen, silik ve sömürge durumuna düşürebilir.
 
Ulusun kendini kavrayışı ne kadar gerçeğe yakın ise gelecek tasarımında o kadar isabetli kararlar verir. Türkiye’de gözlenen durum gerçekçi olmayan biçimde topluma olumsuz bir benlik tasarımı yüklenmesidir. Bunun sakıncası yukarıda aktarılan Kızılderili masalındaki kendini yaban tavuğu sanan kartalın durumuna düşmektir. Ulusun kendini olumlu olarak tanımlaması kendisiyle barışık olmasını sağlayacağı gibi özgüveni olan bir ulus olarak geleceği daha iyi kurmasına yol açacaktır.
 
İzlenen mankurtlaştırıcı eğitim ve kültür politikalarıyla Türk ulusu yakışıklı, çalışkan, onurlu ve başarılı olduğu halde sarhoş babası tarafından sürekli aşağılanan ve horlanan delikanlının durumuna düşürülmüştür. Bu delikanlı olumsuz bir benlik tasarlayacağı için özgüveni olmayacak ve girişim gücü bulamayacaktır. Mankurtlaştırma süreci buna hizmet etmektedir. Batıdan ithal edilen eğitim ve kültür politikaları ve mankurt okumuşlarla olumlu benliğe sahip insan imal etmek mümkün değildir.
 


Kaynak:
İkram ÇINAR / Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz? (İlaveler)


Alıntıladığım bu ifadeler bireyin ve toplumun nasıl bir operasyona tabii tutularak emperyalizmin amaçlarının kolayca gerçekleştirilmesi sağlanıyor, çarpıcı olarak gözler önüne serilmektedir.
Ulusun kendini kavrayışı ne kadar gerçeğe yakın ise gelecek tasarımında o kadar isabetli kararlar verir. Oysaki millete kendi kimliği gerçek dışı bir benlik tasarımı yüklenmesi yöntemiyle, kartala kendisinin yaban tavuğu sandırıldığı gibi, başkalaştırılmış, olumsuzlaştırılmıştır.
İşte son zamanlarda tv ve diğer basın organlarında sıkça duyduğumuz algı operasyonu, algı yönetimi gibi kavramlar tam da bu hususu anlatmaktadır.
Tanrı Yüce Türk'ünü Korusun!
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Çağrıbey - 29 Ocak 2015
Alıntı
Benlik kavrayışı:

Benlik bireyin kendisiyle ilgili algısıdır. Benlik, çeşitli deneyimler sonunda öğrenilen ve sürekli olarak gelişen, bireyi kendi içinden gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlar üzerinde düzenleyici ve yönetici bir etkisi olan olgu ve süreçtir. İdeal benlik ile algılanan benlik birbiriyle çakıştığı ölçüde birey kendisiyle barışık, tutarlı ve bağımsızdır. Tersi durumda ise birey huzursuz ve kaygılı olur. Benlik “ben akıllıyım, çalışkanım, çekiciyim, büyük hedeflerim var ve bunları gerçekleştirecek güçteyim, herkes tarafından beğenilen ve saygı duyulan biriyim vb” gibi kişinin kendine ilişkin tanımlamasıdır. Bu ifadeleri hisseden kişinin olumlu bir benlik kavrayışı olduğu söylenebilir. Benlik kavrayışı olumsuz da olabilir. “Ben aptalım, tembelim, iticiyim, hiçbir şeyi başaramam vb”. Bireyler benliklerini çevreden aldıkları dönütlere dayanarak etkileşim halinde biçimlendirirler. Kişi akıllı, çalışkan, başarılı ve çekici olduğu halde çevreden bunları destekleyecek veri alamıyor, takdir ve teşvik göremiyor hatta sürekli tersleniyorsa kendi benliğini olumsuz olarak tasarlayacak ve olumsuz benlik kavramına ulaşacaktır.
 
Yukarıdaki açıklamada birey yerine ulus konulduğu zaman ulusal benlik kavramı açıklanmış olur. Ulus, güçlü ve zayıf yönlerini, yeterliklerini, yapabileceklerini ve geliştirmesi gereken yanlarını, geçmişte neleri başarıp neleri başaramadığını, diğer uluslar karşısındaki durumunu değerlendirerek kim olduğunu belirler. Bu belirleme olumlu, olumsuz ya da gerçekçi olabileceği gibi olumluluk veya olumsuzlukları abartılı biçimde de algılayabilir. Abartılı olumluluk ırkçılığa götürebileceği gibi abartılı olumsuzluk da ulusu edilgen, silik ve sömürge durumuna düşürebilir.
 
Ulusun kendini kavrayışı ne kadar gerçeğe yakın ise gelecek tasarımında o kadar isabetli kararlar verir. Türkiye’de gözlenen durum gerçekçi olmayan biçimde topluma olumsuz bir benlik tasarımı yüklenmesidir. Bunun sakıncası yukarıda aktarılan Kızılderili masalındaki kendini yaban tavuğu sanan kartalın durumuna düşmektir. Ulusun kendini olumlu olarak tanımlaması kendisiyle barışık olmasını sağlayacağı gibi özgüveni olan bir ulus olarak geleceği daha iyi kurmasına yol açacaktır.
 
İzlenen mankurtlaştırıcı eğitim ve kültür politikalarıyla Türk ulusu yakışıklı, çalışkan, onurlu ve başarılı olduğu halde sarhoş babası tarafından sürekli aşağılanan ve horlanan delikanlının durumuna düşürülmüştür. Bu delikanlı olumsuz bir benlik tasarlayacağı için özgüveni olmayacak ve girişim gücü bulamayacaktır. Mankurtlaştırma süreci buna hizmet etmektedir. Batıdan ithal edilen eğitim ve kültür politikaları ve mankurt okumuşlarla olumlu benliğe sahip insan imal etmek mümkün değildir.
 


Kaynak:
İkram ÇINAR / Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz? (İlaveler)

Türklüğünü vicdanının derinliklerinde duyan gerçek bir Türk aydınının, İkram ÇINAR'ın, tespitleri olan bu satırlar; Türk Milletinin çeşitli ateş suyu politikalarıyla nasıl dönüştürüldüğünün tarifini yapmaktadır.
Türk Milliyetçileri, altın öğüt niteliğindeki bu saptamaları; iyice kavrayıp, özümseyerek Türklük düşmanlarına karşı verdikleri uğraşta kendilerine; fikir ışığı ve düşünme kaynağı yapmalıdır.
Derin vicdan ve özğün milli düşünce adamı Kafkas Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim görevlisi Doç. Dr. İkram ÇINAR Bey'e katkılarından dolayı minnet ve şükranlarımızı sunarız.

Ne mutlu Türk doğup, Türk gibi yaşayana!
Saygılarımla...
Çağrıbey


Gerçek bir Türk aydını ve eğitimcisi olan Doç. Dr. İkram ÇINAR Bey'in birbirinden güzel makalelerini okumak için DOKUNUN (https://www.hunturk.net/forum/sistem.php?islem=yonlendir&url=aHR0cDovL3d3dy5lZ2l0aXNpbS5nZW4udHIvc2l0ZS9hcnNpdi82My1pa3JhbS81MTEtaWtyYW1jaW5hci15YXppbGFyLmh0bWw=)
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Üçoklu Börü Kam - 20 Ekim 2018
Yedinci Ateş Suyu:
Dincilik ve Sahte Din Anlayışı


Din, toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur. Toplumları etkileme ve özellikle bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir. Ancak, din siyasal bir amaç gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir. Kuşkusuz, bunu dinin kendisi değil, din adına hareket ettiğini iddia edenler yapmaktadır. Dindar ile dinciyi iyi ayırt etmek gerekir. Dindar ile kimsenin bir sorunu olamaz.

Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır.  

Din konusu, kendisi için farklı çıkarları olan başka ülkelerin de ilgi alanına girer. Örneğin, emperyalizmin sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması yeni bir uygulama değildir. Afganistan ve Arabistan’da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar. Bunu İslam’a iyilik için mi yapıyorlar? Bunlarla hem din anlayışı değişir, din saptırılır hem de yeni dinsel akımlarla bölücülüğe yol açılarak toplumsal çözülme sağlanır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir.

Cezayir’de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir’dir. O sırada Fransa tarafından Cezayir’e gönderilen ajan Monsieur Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş  görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına başvurmuş ve arkasından Mısır’ın ünlü El Ezher medresesinin ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği “İslami itikada halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun eğmek caiz midir” sorusuna karşı “elcevap: caizdir” yanıtını almıştır.
Hıristiyanlara geçici tutsaklık yüz yılı aşmıştır.
“ABD ile işbirliği yapmadan başka ülkelerde okullar açamayız” diyen yerli şeyhler de bu bağlamda değerlendirilebilir.

Dinciler aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman olmak ile Araplaşmak hâlâ birbirinden ayrılamadı. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar, adeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunlarımızın görünmesi engelleniyor.  

Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir. Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür. Din, manevi olduğu kadar stratejik de bir güçtür. Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Oysa, bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek, işi ileri götürüp laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Öncelikle laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara meydan vermemesi gerekir.

Böylesi kişiler, laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri dinci saflara itmektedirler.

Din ve dinsel alanda önemli kavram ya da simgeler alaya alınmakta, küçük düşürülmekte ve önemsizleştirilmektedir. Edebiyatta, sinema ve “bir kısım” medyada din adamlarımız küçük hesaplar peşinde koşan, çağdışı, yobaz ve aşağılık bir çok niteliği kendinde toplayan karakterler olarak sunulmaktadır. Anadolu’da taşlayarak öldürme (recm) hiç olmadığı halde “vurun kahpeye” sahnelerini sık sık izlemek zorunda kalınır.
Öte yandan engizisyon ve endüljans süreçlerinden geçen Batı toplumlarında din adamları medya ve sanatta adeta evliya olarak sunulmaktadır. İslam’daki dinsel simgeleri aşağılamak laiklikle açıklanamaz. Olsa olsa din düşmanlığı özellikle de İslam düşmanlığıdır.

Zira laikliğin karşı olduğu din değil, yobazlıktır.

Laikliği savunanların bu savunuya devam etmekle birlikte son tahlilde bu toplumun Müslüman bir toplum olduğunu unutmamaları gerekiyor.
Modernleşme adına Batılı davranışlar beklemek kimsenin hakkı değildir, doğru da değildir. 

Toplumu yönettiği/yönlendirdiği iddiasında olanların öncelikleri iyi belirlemesi gerekir.
Ülkeye yönelik “görünen ve açık bir emperyalist tehdit” hatta saldırı varken, tarafların incir çekirdeğini doldurmayacak konuları bir tarafa bırakmaları gerekir.
Bu durum evleri yanarken yorgan kavgasına tutuşan karı-kocanın durumuna benzemeye başladı.
Laiklik mücadelesinde kimilerinin geldiği nokta burasıdır.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)

Türk Milleti ve devleti aleyhine işletilen mankurtlaştırma proje ve programlarının ne denli başarılı olduklarını ve bir daha asla telafi edilemeyecek yıkımlar yaptıklarını ibretle ve çaresizlik içerisinde, kahrolarak, izliyor ve yaşıyoruz.

Türk Milleti SİYASAL İSLAMCI soysuzların yalan ve hilelerine kanarak geleceğini ipotek ettirmiştir.

TÜRK MİLLETİNİN, ARTIK, BİR BEKA SORUNU VARDIR!..

TTK.
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Üçoklu Börü Kam - 16 Nisan 2021
Gâzi Başbuğumuz ATATÜRK ta 1921 yılında, yani bundan tam yüz yıl önce neler diyor?

Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür kastediyorum...

Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.


İşte ufuk budur!
Şimdi hangi siyasetçide, toplumsal önderde ve hatta kaç tane bilim insanında bu ufuk var?

Türk Aydınlanmasının ruhu, Ulu Atamızın, bu sözlerinde gizli.

Aynı zamanda mankurtlaşmamanın formülü de buydu!
Ama 1950 li yıllardan itibaren sistematik olarak bu çizgiden saparak, pergelin sivri ucunu merkez-i aslisinden kaydırdık.

Pergelimiz yine daireler çizdi ama, çizilen daireler merkezinden kaçmış asimetrik şekillerden ibaretti.
Dönüştürülüşümüzün ve mankurtlaştırılarak emperyalistlere yem yapılışımızın fotoğrafı böyle!

Acı, ama maalesef, gerçeğimiz bu!

Kök Teñğri Türk'e Kut ve Utku Versin!
Başlık: Ynt: MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?
Gönderen: Yüzbaşı Sançar - 16 Nisan 2021
Şili'li yönetmen ve sanatçı Alejandro Jodorowsky;

Kafeste doğan kuşlar uçmayı hastalık sanırlar.

Diyor.
Doğru da söylüyor.

Öyleyse işe, yanlış algı ve kabulleri, ortadan kaldırarak başlamak lazım.

Tanrı Türkü ve Türk yurtlarını korusun!