GENEL KONULAR OTAĞI > GÜNCEL

Türk Oğlu, Türk Kızı Bunları Unutma, Unutturma! Dostunu ve Düşmanını İyi Belle!

<< < (2/5) > >>

Çağrı Bey:
TÜRKLER'İ ÖLDÜRÜP ETİNİ BİLE YEMİŞLER!..

Fransızların 900 yıldır gizlediği tüyler ürperten sırlar ortaya çıktı.
Aç kalan Fransız askerlerinin Türkler'i öldürdükten sonra etlerini yedikleri belgelendi.

İşte dehşete düşüren ayrıntılar:

‘’21 Ekim 1097’de Suriye’nin en büyük şehri olan Antakya Kalesi’nin tepesinden haykırışlar yükselir: “
-Geliyorlar!

“Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden Fransızlara, Hıristiyan din adamı Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: “Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesetlerini toplayın! Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur!’’

‘’Türklerin derileri yüzüldü, bağırsakları çıkarıldı,
Etlerinden haşlama ve kebap yapıldı.
Doyasıya yediler, ama ekmeksiz olarak.
Bu olayları gören zincire vurulmuş Türkler ise çok korktular,
Et kokusundan hep duvarlara dayandılar.
...

Çayırlarda artık Türk ölüsü bulunmayınca:
Mezarlıklara vardılar, ölüleri çıkardılar
...

Ağlamadık Türk kalmadı!”.
(Fransızların milli destanı olarak kabul ettikleri Chanson d’Antioche’nin

(Antakya Destanı) 5. Bölümünden)

“Bohémond, birkaç Türk getirilmesini emretti. Bunları hemen öldürttü. Büyük bir ateş yaktırarak, cesetlerini şişlere geçirtip pişirdikten sonra, akraba ve yakınlarını bu Türk etlerini yemeleri için kurulacak sofralara getirilmelerini emretti.’’

(Suriye’nin Sur Şehri Katolik Metropoliti Guillauma (Giyyom)

Çağrı Bey:
Kız mı, oğlan mı?

Tarih 26 Şubat 1992
Yer Azerbaycan / Dağlık Karabağ / Hocalı,

Elleri ağaca arkadan bağlanmış, elbiseleri yırtık, ayakları çıplak, karnı burnunda Azerbaycan Türkü bir kadının önünde iki ermeni askeri bahse tutuşuyor.

Askerlerden birisi elindeki madeni parayı havaya atarken soruyor:

-Akçik, manç? (Kız mı, oğlan mı?)

Elindeki Rus yapımı tüfeğin ucuna takılı kasaturayı çıkartan diğer ermeni asker:

-Akçik (Kız)

cevabıyla bahse giriyor.
Diğer ermeni asker de:

-Manç (oğlan)

diyerek bahse katılıyor.
Şimdi sıra, ancak vahşi hayvanların yapabileceği bir işlemle, bahsi kimin kazandığını öğrenmektedir.

Elinde kasatura bulunan ermeni asker bir hamlede Azerbaycan Türk'ü kadının karnını deşerek çocuğu çıkartır.

Her iki ermenide de, canavarca bir hissin tetiklediği heyecanla,bahsi kimin kazandığı merakı var.
Kan bürümüş gözlerini bebeğin kasıklarına dikiyorlar.

Bebek kızdır.

Oğlan diyerek bahsi kaybeden ermeni asker, üzgün bir sesle:

-Tun şahetsar, ınger... (Sen kazandın, yoldaş)

diye, mırıldanmaktadır.

Kız diyerek, bahsi kazanmanın sevincini yaşayan diğer ermeni asker:

-Yes şahetsapayts ays bubrikı inç bes bidigişdana... (Ben kazandım ama bu bebek nasıl beslenecek?)

diye seslenir.

Bahsi kaybeden ermeni:

-Mayrigı bedge gişdatsine.(Annesi besleyecek elbette)

cevabını verir.

Bu cevap üzerine biraz önce annenin karnını kasaturayla yararak bebeği çıkartan ermeni kasaturasını ikinci defa kullanarak bir hamlede bebeğin gögsüne saplar.

Kasaturaya saplı bebeği havaya kaldırıp, hala ağaçta bağlı bulunan ve ölmek üzere olan, annenin gögüslerine yapıştırarak bağırır:

-Mayrig yerahayin zizdur! (Çocuğa meme ver!)

Türk Oğlu, Türk Kızı Bunları Unutma, Unutturma! Dostunu ve Düşmanını İyi Belle!

Börü Kam

Çağrı Bey:
İSKLİPLİ ATIF HOCA GERÇEĞİ

84 yıl geçmesine rağmen hâlâ laiklik, Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı mürteci yobazlar tarafından idam edilişi Cumhuriyete ve Atatürk’e saldırma vesilesi yapılarak, “şapka giymediği için asıldı” yalanıyla istismar edilen İskilipli Atıf Hoca kimdir ve neler yapmıştır.

Önce bunlara bir bakalım.

Atıf Hoca Osmanlı’nın son dönem din adamlarından birisidir.
Köy hocalığıyla başladığı görevini Fatih Camii müderrisliği ve Kabataş Lisesinde Arapça öğretmenliğiyle sürdürmüştür.

Dört bir yanı düşman işgaline maruz kalmış Türk yurdunda, bir avuç vatansever; Atatürk’ün önderliğinde, bin türlü yokluk ve güçlükler içerisinde, milli mücadele direnişini gerçekleştirirken; sırf taht ve tacını kaybetmek istemeyen padişah ve padişahla birlikte devletin nimetlerini har vurup harman savuran yandaşları, ellerindekini kaybetmemek ve korkaklıkları nedeniyle, düşmanın vatanı işgal etmelerine rıza göstermekte ve hatta bununla kalmayıp karşı koyanları da akla gelebilecek her yöntemi kullanarak susturmak, etkisiz kılmak istemektedirler.

Bu amaç doğrultusunda kurulmuş sayısız cemiyet aracılığıyla milli mücadele karalanmakta, işgalciler ise yüceltilmektedir. Gerekçe ise: padişah efendileri öyle irade buyurmuşlar ve aynı zamanda halife olan padişaha itaat etmek vacipmiş!???

Başta son şeyh’ül İslam Mustafa Sabri olmak üzere birçok din adamı “Kuvva-yı Milliyecileri” kâfir, isyancı, haydut ve asi ilan etmekte; işledikleri suç(!) nedeniyle idam edilmeleri yönünde fetvalar vermekteydi.

Kurulan teslimiyetçi cemiyetlerden birisi olan Teali İslam Cemiyeti; hem dini sahadaki etkinliği, hem padişaha yakınlı ve hem de İngilizler tarafından yönlendirilip desteklenmeleri nedeniyle, Milli Mücadeleyi baltalayıp, karalamada başrol oynamıştır.

Hatta bu muzır cemiyetin milli mücadeleyi sükûna erdirip, Anadolu direnişini bitirmek maksadıyla hazırladıkları bildiriler Yunan uçaklarıyla köy köy, şehir şehir bütün Anadolu’ya dağıtılmıştı.

Teali İslam Cemiyeti tarafından çıkartılan İkdam gazetesinde de sürekli olarak milli mücadele baltalanıyor, işgalciler övülüyordu.

Hatta bu gazete Yunan işgaline karşı koyanları kâfir ilan ediyor, Yunan ordularını halifenin(dolayısıyla da İslam’ın) ordusu olarak niteliyordu.

İskilipli Atıf Hoca işte bu işbirlikçi Teali İslam Cemiyetinin başkanıydı.

Teali İslam Cemiyeti ve mensuplarının bu suçları(ihanetleri), idam dâhil, her türlü cezayı hak etmektedir.

İskilipli Atıf Hoca üzerinden Atatürk ve Cumhuriyete saldıran hain ve alçaklar; yukarıda anlattığım gerçeklerin tümünü görmezden gelip, İskilipli Atıf Hoca’nın şapka kanunundan önce yazdığı “Frenk Mukallitliği” adlı kitabı nedeniyle “Şapka Kanununa Muhalefet” ettiği gerekçesiyle asıldığı yalanını ve hatta haysiyetsizliğini ve hatta iftirasını atmaktadır.

Bu iftirayı Necip Fazıl denen Arap devşirmesi bunak mürteci “Son Devrin Din Mazlumları” adlı iftiralar yığını kitabıyla yaygınlaştırmış ve Atatürk’e saldırmak için bahane arayan mürteciler de, senfoni orkestrası uyumuyla hep bir ağızdan, bu iftirayı yıllardır devam ettirmiştir.

İskilipli Atıf Hoca hakkında İstiklal Mahkemesince verilen idam hükmünün gerekçesi: “İstiklal Savaşına ihanet etmesi, işgalcilerin (İngiliz ve Yunan) safında bulunarak Milli Mücadeleyi engellemeye çalışması” dır.

İskilipli Atıf Hoca’nın “Frenk Mukallitliği” adlı kitabının tesirleriyle “din elden gidiyor” denilerek Anadolu’nun birçok yerinde isyanlar çıkartılmış olmasına rağmen “kanun geriye yürütülmez evrensel prensibi gereğince” şapka kanunundan önce çıkarttığı “Frenk Mukallitliği” adlı kitabından beraat etmiştir.

Oysaki şapka kanunun da herkesin şapka giymek zorunluluğu bulunmamakta; fes, sarık, takke, kavuk, kalpak vb. şeyler yasaklanıp, sadece devlet memurlarına ve milletvekillerine şapka giymek zorunluluğu getirilmektedir.

İskilipli Atıf Hoca’nın “şapka giymediği için idam edildi” yalanı 84 yıldır sistematik olarak devam ettirilmektedir.
Bunun nedeni milletin nezdinde; sırf şapka giymedi diye değerli bir din adamını idam ettirdi, çünkü o din karşıtı ve hatta dinsiz, imasız, kâfirin biriydi imajını yerleştirerek Atatürk’ü yok etmektir.

Atatürk’ü kimin, ne amaç için, yok etmeye çalıştığını, ayrıca, yazmaya gerek bile duymuyorum.

Bunu artık herkes, çok iyi biliyor….

Öte yandan geçtiğimiz yıllarda çıkan yeni bir belge İskilipli Atıf Hoca’nın şapka kanununa karşı çıkartılan isyanlarda, isyancılara, el altından:

“Ey ahali! Ankara ihtilal içindedir.
Mustafa Kemal Paşa üç yerinden yaralanmış biçimde doktorlar elindedir.
İsmet Paşa ortadan kaldırılmıştır.
Dindar paşalarımız hükümeti ellerine geçirmişler, şeriatı kurmak üzeredirler.
Korkacak bir şey kalmamıştır.”

şeklinde mesajlar göndererek isyancıları yüreklendirdiği ve isyanın bütün memleket sathına yayılarak, cumhuriyetin yıkılmasının amaçladığını ortaya koymuştur.
Yani İskilipli Atıf Hoca beraat ettiği “şapka kanununa muhalefet” suçundan da gerçekte suçludur.
Lakin o zamanlar, bu suçu işlediği anlaşılmadığından, bu davadan beraat etmiştir.

İşte tarih, yazılı belgeler ve mahkeme kayıtlarıyla İskilipli Atıf Hoca gerçeği bundan ibarettir.

Ne yazık ki, gerçeklerin üzeri örtülüp, yalan ve kasıtlı propagandaların ömrü uzatılarak Cumhuriyet kalesi yıkılmaya, en azından, gedikler açılmaya çalışılıyor.

Mürtecilerin bu amacını, arap devşirmesi, bunak Necip Fazıl, yıllar önce:

Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe rüzgâr! Artık ne yandan esersen es!

mısralarıyla dile getirmişti.

Biz de diyoruz ki:
Bu kale gedik açılacak, bir kale değildir.

Hele yıkılması, hayal ötesi, bir ütopyadır.

Çünkü bu kale, Türk’ün kanı, canı, irfanı, imanı ve inancıyla kurulmuştur.

Bu kale: Şehitlerden elli milyon bekçisi olan, aşılmaz bir kaledir! (*)

Türk Oğlu, Türk Kızı Bunları Unutma, Unutturma! Dostunu ve Düşmanını İyi Belle!


(*) Uluğ Bilge Atsız Ata

Börü Kam

Çağrı Bey:
MEHMET AKİF ÜZERİNDEN YAPILAN İFTİRA ve İSTİSMARLAR

Bilindiği gibi İstiklal Marşımızın yazarı ve Türk toplumunca kendisine “Milli Şair” unvanı verilen Mehmet Akif şapka kanununu takip eden süreçte Mısır’a gitmiş ve Mısır’da bir müddet kalmıştır.

Her vesileyle Başbuğ Atatürk’e ve Cumhuriyete saldıran mürteci ve yobaz zihniyetin temsilcileri, Mehmet Akif’in Mısır’a gidişini de bu amaç ve gayretlerine malzeme yapmaya çalışmışlardır.

Bu mürteci ve yobaz takımına göre; Mehmet Akif Mısır’a, sırf şapka giymemek için, gitmiş!?

Yine bu mürteci yobaz takımının iddiasına göre; Mehmet Akif Mısır’da bulunduğu zamanlarda üzerinde çalıştığı Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ve tefsirini Türkiye’ye dönerken, sırf Atatürk’ün Türkçe dini tedrisat işine alet(!) olmamak için yakmış.

Şimdi bu mürteci yobaz takımının haysiyetsizce ileri sürdükleri; yalan, iftira ve istismarın gerçek yüzünü ortaya koyalım.

Evet, Mehmet Akif şapka kanununu takip eden günlerde Mısır’a gitmiştir.
Ama bu gidişin altındaki neden “şapka giymemek” değildir.

Mehmet Akif, kızı ve damadıyla ilgili, çok mahrem, ailevi sorunları nedeniyle Mısır’a gitmek, daha doğrusu başını alıp, derin ailevi sorunlardan, kaçmak istemiştir.

Anlaşılacağı üzere Mehmet Akif; Atatürk’ten, cumhuriyetten, şapkadan değil; "ailevi sorunlarından" dolayı, Mısır’a gitmiştir.

Herkesin bildiği gibi Mehmet Akif; dindar, iyi bir eğitim almış terbiyeli ve dürüst bir insandır.

Mehmet Akif dindardır ama asla, dincilik yapmamıştır.

Milli Mücadele etkin olarak bulunana Mehmet Akif, yazdığı şiir ve yazılarıyla, Türk milletinin moralini yüksek tutmaya çalışarak, halkı milli mücadeleye destek vermeleri yönünde teşvik etmiştir.

Şimdi Kur’an tercüme ve tefsirinin yakılması konusuna gelirsek.
Evet Mehmet Akif Mısır’da bulunduğu zamanlarda Kur’an’ın Türkçe çevirisi ve tefsiri (geniş açıklama) üzerinde epeyce bir çalışma yapmıştır.
Ancak bu çalışmalar esnasında, başta Arapça olmak üzere, tercüme ve tefsir için, onlarca ilimin, ileri derecede (eskiden allame denilmektedir) bilinmesi, gerektiğini fark etmiştir.

Yani, kendi Arapçasının ve ilmi seviyesinin bu işe yetmeyeceğini fark ederek; yine insaflı, vicdanlı ve haysiyetli bir kişiliğin gereği olarak bu işten vazgeçmiş ve yaptığı bir miktar çeviri ve tefsiri de, yakarak, imha etmiştir.

Evet, Mehmet Akif üzerinden yürütülen bu iki büyük yalan, iftira ve istismarın gerçek yüzü bundan ibarettir.

Mehmet Akif Mısır’da geçirdiği, daha doğrusu kendi kendisini sürgün ettiği, sıkıntılı günlerinin ardından tekrar Türkiye’ye dönmüştür.

Mısır dönüşü gerçek İslami yaşayışın Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetinde olduğunu ifade edip:

“Allah, kalan ömrümü O’na (Atatürk’e) versin!”

diyerek Başbuğ Atatürk’ün Türk Milleti ve bütün İslam âlemi için ne kadar önemli işler yaptığı gerçeğini dile getirmiştir.

Türk Oğlu, Türk Kızı Bunları Unutma, Unutturma! Dostunu ve Düşmanını İyi Belle!

Börü Kam

Çağrı Bey:
MUSTAFA MUĞLALI PAŞA

Kıymeti bilinmeyen, sırf görevini yaptığı için cezalandırılan insanların başında Mustafa Muğlalı Paşa gelir.

Vefatının üzerinden 59 yıl geçmesine rağmen Mustafa Muğlalı Paşa Türk Milleti ile sorunu olan mâlum çevrelerin halâ bir numaralı boy hedeflerinden birisidir.

Mustafa Muğla'lı ne yapmıştır da, yarım asırdır Türkiye’nin ve Türklüğün düşmanlarının hedefi olmaya devam etmektedir?

1882 yılında Muğla’da dünyaya gelen Mustafa Muğlalı, 1901 yılında Harp Okulunu, 1904 yılında Harp Akademisini bitirdi. Balkan savaşına katıldı.
1. dünya savaşı sırasında Adana Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanlığı yaptı.
Bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı’nın nüvesi olan Teşkilatı Mahsusa’da çalıştı,
Onun devamı niteliğindeki Zabitan Grubu’nun kurucuları arasında yeraldı.
Zabitan Grubu’nun bir müddet sonra adını değiştirdiği ve yine Muğlalı Mustafa Bey başkanlığında Yavuz Grubu olarak faaliyetini devam ettirdiği anlaşılmaktadır.

Kurtuluş savaşına Tümen komutanı olarak katılan Muğlalı Mustafa, 1922′de Albay, 1927′de Tümgeneral oldu. Soyadı Kanunu çıkınca, Muğlalı soyadını aldı.

23..Aralık.1930′ da Menemen’de Devlete Karşı ayaklanıp Genç Asteğmen Kubilay’ı şehit eden yobazları yargılayan Harp Divanının başkanlığını yaptı.

Bir kısım Medyanın Mustafa Muğlalı düşmanlığının temelinde, bu mahkemenin reisliğini yapması yatmaktadır.

1931-1939 yıllarında 1. ordu komutanlığı, iki kez yüksek askeri Şura üyeliği ve 1943-1945 yılları arasında da 3. Ordu Komutanlığı yaptı.

Mustafa Muğlalı’nın haksızlığa uğramasına, 20 yıl hapse mahkûm edilmesine yol açan olaylar bu görevi sırasında cereyan etmişti.

1940′lı yıllar…
İkinci Dünya Savaşı yılları, ülkede yokluk yaşanıyor.
İngiliz, Fransız, Alman, Rus ve İran casusları ülkede cirit atıyor.
Doğu Anadolu ülkenin diğer kesimlerine nazaran daha karışıktır.
Yabancı ülkeler lehine casusluk iddiaları her gün ilgili makamlara ulaşıyor.
Devlet bölgede sıkıyönetim uyguladığı halde hırsızlık, kaçakçılık, eşkıyalık, soygunculuk, ırza tecavüz eylemleri engellenemiyor.
Casus mu, hain mi, eşkıya mı olduğu belli olmayan bazı gruplar, bölgede güvenlik sağlamak için canla başla çalışan askerleri de pusuya düşürerek şehit ediyorlar ve kendilerine kucak açan Irak ile İran’a kaçıp bir süre saklandıktan sonra tekrar bölgeye dönüp eylemlerine devam ediyorlardı.
Bu çeteler, Türkiye’den büyük ve küçükbaş hayvanları çalıyor, o sıralarda fiilen Rusların kontrolünde olan İran’a götürüp satıyorlardı.
Bu eşkıyalar Rus ve İran makamlarınca da korunuyordu. Bu eşkıya genelde iki nüfus kağıdı taşıyordu.
İran’da İran, Türkiye’de Türk vatandaşı gözüküyorlardı.
Bölge halkı bu eylemlerden dolayı canlarından bezmişlerdi.
İnsanlar kendilerini nasıl koruyacaklarını bilemedikleri için orduya ve askere sığınıyorlardı…

Bölgedeki karışıklıklar artınca Orgeneral Mustafa Muğlalı, çok deneyimli ve disiplinli bir asker olduğu için Üçüncü Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’na getirilir.
Hayatı savaşlarda geçmiş olan Muğlalı Paşa işi çok sıkı tutar, canilere karşı amansız bir mücadele başlatır ve birtakım tedbirler alır.
Bu tedbirler arasında; Siirt’teki gezici Jandarma Taburu’nun bu bölgeye kaydırılması, çobanların silahlandırılması, gezici ekipler kurulması da vardı.
Ayrıca, Paşa, eşkıyanın sınır ötesine kaçmasını önlemek için de emrindeki birliklere Irak ve İran’a kaçan eşkıyayı takip ve “gerekirse vur” emri verir.
1943 yılında Van’ın Özalp İlçesi’nin sınır bölgesinde İran’a kaçmaya çalışan bir grup, güvenlik güçleri tarafından sıkıştırılır.
Çatışma çıkar ve dur emrine uymayan kürt eşkıyalardan 33 tanesi öldürülür..Bu olaydan sonra bölgede az da olsa sükun sağlanır.
Bölge halkı Paşa’ya minnettardır.
Bölge huzur ve sükûn içindedir.
İçişleri Bakanlığınca, bölgede sükûn sağlandığı için, Valiliğe ve Jandarma komutanlığına teşekkür yazıları bile yazılır.
20 Aralık.1943 tarihinde Van Cezaevinde yatan İsmail Özay isimli bir mahkûm, TBMM’ne yazdığı dilekçesinde; bu 33 kişinin kaçmalarının söz konusu olmadığını, bilerek katledildiklerini iddia eder,olaydan yaralı olarak kurtulup İran’da yaşayan kardeşinin affedilmesini ve olayın tahkikini talep eder.
Adalet Bakanlığının Genelkurmay Başkanlığından kanunun adli takibinin yapılmasını ilişkin talebine karşı, Mareşal Fevzi Çakmak’ın verdiği yanıt yiğitçedir, Türk’çedir:
“Ordu komutanı o günkü şartların gereğini yapmıştır. Memleketin yüksek menfaati için gerekli tedbirleri almıştır. Görevini yerine getiren bir komutanı mahkemeye veremem. Böyle Şey olamaz.”
Fevzi Çakmak’tan sonra Genel Kurmay Başkanı olan Kazım Orbay’da aynı tavrı sürdürür.
1945 yılında 2. dünya savaşı sona erer.
Her şey normale dönüşür.
1946 seçimleri sırasında bu olayı kendi lehlerine oya tahvil etmek isteyen siyasetçiler bu olayı saptırırlar.

Bir taşla birkaç kuş vurulacaktır.

İkinci dünya savaşı sırasında yabancı ajanların kaşıdıkları kürtçülük çıbanı yeniden kaşınarak olay oya tahvil edilecek, Atatürk’ün yakın bir silah arkadaşını zor durumda bırakılarak, şuur altlarındaki Atatürk düşmanlığına dayanan aşağılık duygusu tatmin edilecek,
Menemen olaylarında yargılamayı yapan kahraman bir asker yargılanarak gerici çevrelere menemenin rövanşının alındığının mesajı verilecektir.

1946 seçimlerinden sonra Meclis’e giren Demokrat Parti milletvekilleri bu olayı yeniden Meclis gündemine getirirler.
Öne sürülen iddia şudur: “Çatışma sırasında öldüğü iddia edilen 33 insan masumdu ve kurşuna dizildiler.”

Kıyamet kopar…

Muhalefet milletvekilleri bu olaydan Cumhurbaşkanı İnönü ile Milli Savunma Bakanı Ali Rıza Artunkal, İçişleri Bakanı Hilmi Uran’ı sorumlu tutarlar.

İktidar ise Demokrat Parti’nin derdinin 33 masum(!) vatandaşın öldürülmesi değil, İnönü iktidarını yıpratmak ve oy toplamak olduğunu söyler.

Aylarca süren tartışmalardan sonra bu olay hakkında Mecliste araştırma komisyonu kurulur.
Araştırma komisyonu o yılların olağanüstü şartlarını, o olay sayesinde sağlanan huzur ortamını, 33 eşkıyanın ülkeye zararlarını, Mustafa Muğlalı’nın ülke sevgisini, hiç dikkate almaz.
Meclis araştırma komisyonuna ifade verenlerden birisi de Muğlalı Paşa tarafından; eşi ermeni olduğu için albaylığa yükseltilmeyip, yarbaylıktan emekli edilmiş bir emekli yarbaydır.

Kin ve intikam duyguları içerisinde hareket edilir.
Araştırma komisyonu hiçbir siyasiye, hiçbir bürokrata suç yüklemez.
Tek suçlu Orgeneral Mustafa Muğlalı ile Necdet Bilgez ve Bilal Bali isimli yedek subaylardır.

Meclis Araştırma komisyonu kararından sonra dava açılır ve 1947 yılında emekli olan kahraman Mustafa Muğlalı Paşa yargı önüne çıkarılır.

Mahkeme, 1943 yılının şartlarına, o tarihte bölgede cereyan eden olayların vahametine, o ortamın düşünce ve gereklerine göre değil 1948 yılının normal şartlarının havasına göre yürür.

Muğlalı Paşa, yargılama boyunca bir Türk komutanına yaraşır şekilde bütün sorumluluğu üzerine alır ve zamanın hükümetini hiçbir şekilde suçlamaz.
“Bu subaylara emri ben verdim, onların suçu yoktur.Yaptıklarım suç ise tek suçlu benim” der.
Hâkimin “Ya emrinizi yerine getirmeseydiler” sorusuna “O zaman şakileri kendim vururdum.” yanıtını verir.

33 şakinin yok edilmesi sırasında oh diyenler, Muğlalı Paşa’yı takdir edenler, alkışlayanlar, başka bir havanın, başka hesapların insanı olmuşlardır.

Oy kaygısı her şeyin önüne geçmiştir.

Mustafa Muğlalı Paşa Atatürk’ün silah arkadaşı olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bu olay karşısında parmağını bile kıpırdatmaz.

Ve mahkeme sonucu gerçekten çok hazindir: Hayatını Türk Ordusuna ve Türkiye Cumhuriyetine adamış olan Mustafa Muğlalı Paşa “33 masum(!) insanı öldürmek suçundan” idam cezasına çarptırılır….

Daha sonra cezası 20 yıl hapse çevrilir. 33 tane eşkıyaya hak ettiği cezayı verdiği için ödüllendirmesi gereken Mustafa Muğlalı Paşa, politik yalakalığın, siyaset oyunlarının kurbanı olur.

Türk yargısının siyasi kararlarından birisi olan bu yargılama sonucunda, tek mahkûmiyet Mustafa Muğlalı içindir.
Başka hiçbir kimse ceza almaz…

Mahkeme, eşkıya artıklarının ifadelerini Türk Askerinin ifadesine tercih etmiştir.

Mahkeme sonrası Askeri Yargıtay bu kararı bozar. İkinci bir mahkeme dönemi başlar ama bu sırada kahraman Türk Ordusu’nun bir neferi olan, bütün ömrünü Türk Yurdu’nun bağımsızlığına adayan Mustafa Muğlalı Paşa bu durumu hazmedemez; bulunduğu cezaevinde kahrından 11 Aralık 1951 tarihinde, 70 yaşında vefat eder.

Türk gibi düşünen tek kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri, Mustafa Muğlalı Paşa’nın naaşını Devlet Mezarlığına naklettirdi ve kahraman Türk komutanlarının heykellerinin yer aldığı Genelkurmay bahçesindeki Ölmezler Yolu’na O’nun heykelini diktirdi.

59 yıldan sonra “garp cephesinde yeni bir şey yok”.Şimdi de “pkk artıkları”nın, “çakma haham”ların iftiraları şerefli komutanlarımızın sözlerinden daha değerli bulunuyor.

Ülkesi için kendilerini feda eden Türk subaylarının kaderi de, Muğlalı Paşanın kaderiyle aynı çizgide buluştu.

Türk Oğlu, Türk Kızı Bunları Unutma, Unutturma! Dostunu ve Düşmanını İyi Belle!

Börü Kam

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

[*] Önceki Sayfa

Tam sürüme git