TÜRKLÜK ve TÜRK DÜNYASI OTAĞI > TÜRKÇÜLÜK

MANKURTLUK NEDİR ? TOPLUMLAR NASIL MANKURTLAŞTIRILIR ?

(1/8) > >>

İgdirhan:


Bu yazılar Akademik bir çalışmanın ürünüdür.
Bu yazılardan öğreneceğimiz ,çok şeyin olduğuna inanıyorum
Herkesin dikkatle ve üşenmeden okumalarını ,salık veririm.

TTK


Mankurtluk Nedir? Mankurtlaşmak Ne Demektir? Toplumlar Nasıl Mankurtlaştırılır ?

Dilimizde “mankafa” sözcüğü argo da olsa yaygın biçimde kullanılmakla beraber, “mankurt” sözcüğünün aynı yaygınlıkta olmadığını biliriz.
Mankurt sözcüğünü Cengiz Aytmatov gündemimize yeniden soktu.
Mankurtlaşmak, ulusal kimlikten uzaklaşma, topluma ve kültüre yabancılaşma, zihnin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleşme, egemen güçlere ve süper devletlere yaranmayı içeren sosyo - kültürel bir kavramdır.

Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir.

Okumuşlar kolay mankurtlaştırılabilirken halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda mankurtlaştırılamaz.
Kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, aydın ya da yöneticiler gerek arayış içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları onları mankurtlaştırma sürecine sokar ya da bu süreci hızlandırır.
 
Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında anlattığı bir efsane vardır:
Mankurt Efsanesi.
Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş.
Bunu şöyle yaparlarmış:
Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış.
Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış.
Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş.
Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış.
Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş.

Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış.
Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş.
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş.
İnsan olduğunun bile farkında değilmiş.
Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış.
Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle.
Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.
 
İşte, toplumumuzda olup bitenleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Bugün Türk toplumu mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru dejenere ediliyor, aşağılanıyor.
Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor.
Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yüngülleştirerek mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların kurucusu olmuş bu milletin insanları mankurtlaştırılıyor!
Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor.
Başta artık bizim olmaktan çıkmış ulusal (?) kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor.
Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz yeniden inşa ediliyor!
Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor.
Görünüşe bakıldığında epey yol aldıkları anlaşılıyor.

TTK.

( Bu yazı daha öncede Otağımızın ; http://www.hunturk.net/forum/index.php/topic,2234.msg13641.html#msg13641 köprüsünde konu açıklaması olarak yer almıştır)

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)

İgdirhan:


Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?
(ATEŞ SUYU POLİTİKASI)

Batılılar Amerika’yı işgal ettiklerinde (keşif değil, işgal!) onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi aç gözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi. Kimi kılıçtan geçirerek, kimini yerlilerin bağışıklığı bulunmayan hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme ortamlarını ortadan kaldırarak yok ettiler. Örneğin Kızılderililerin temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek onları aç bıraktılar. Kısırlaştırdılar.Amerika’da sadece katliamlarda doksan milyon insan soykırıma uğramış ve katledilmiştir.
 
Batı (Avrupa, Amerika) Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedirler.
 
Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile pasifize etmiştir. “Ateş suyu" Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Bu ilk ateş suyudur.
 
Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur.
 
Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!

Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitmek daha ucuzdur.
 
Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Bunun için bizim mankurtlaştırılmamız gerek!
 
Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediğini Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Oradaki ateş suyunun adı da votkaydı.
 
Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir. Aşağıda bunların bir kısmı açıklanmıştır.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)

İgdirhan:


Birinci Ateş Suyu:
Alkol ve Uyuşturucu Bağımlılığı
 

Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız. Böylece tehdit olmaktan çıkar, sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız.

Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelijansiyasını izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorlanan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan yurttaşlarımızın uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır!

Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulursa, düşünmekten uzaklaştırılırsa sömürgeleştirme politikası o kadar başarılı olur. Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, “anını yaşayan” gelecek kaygısı taşımayan insanlar emperyalizmin kendisine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar.
İstenen de budur çünkü sömürü ancak böyle devam eder.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)

İgdirhan:


İkinci Ateş Suyu:
Kültürsüzleştirmek, Ödlek Tavşanlar Yetiştirmek
 

Bir dönem boyunca “çocuk kitapları nasıl olmalı ki, hem çocuklara okuma yazmayı sevdirebilelim, hem de okuyanlar üretken iyi birer insan/yurttaş olarak yetişsin” sorusuna yanıt arıyoruz. Öğrencilerim öğrendiklerini dönem sonunda birer çocuk kitabı yazarak ortaya koyuyorlar. Biçim yönünden harika şeyler ortaya çıkıyor. Ama en çok yazılan tema benim “minik tavşan tema”sı dediğim biçimde oluyor.

Hikâye şöyle: Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana dedi ki “bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.”

Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? (Çocuk öykülerinin kötü sonla bitmemesi gerekiyor) Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına... yemin billah eder.

Minik tavşan yerine minik kuş, minik ayı, minik Ayşe de olabiliyor. Öğrencilerin yüzde sekseni buna benzer öyküler yazıyorsa bunda bir tuhaflık vardır. Neden bu tema anlatılır? Çünkü yıllardır okuma parçalarında, hikâye kitaplarında hep bu temayı okumuşlardır. O kadar tanıdık, aşina olunmuşluk vardır ki bunda! 

Peki, bunun ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap denilirse yap!

Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, yani “ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz.

Oysa sıradan bir Keloğlan masalını alıp incelediğimizde Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür: Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer; genellikle anasının öğüdünün tersini yapar üstelik. İddialıdır, araştırır, karıştırır, büyük oynar ve büyük ödülü kazanır. Bu masallarla çocuklara Keloğlanın o kel-kötürüm haliyle neleri nasıl başarmış olduğu anlatılır ve dinleyen çocuğa adeta “hadi, sen ne duruyorsun” denir.

Hele Köroğlu! Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir müzisyendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir. Köroğlu kötü yöneticilere, haksızlığa karşı direnme hakkını kullanan “birey”dir. Unutturuldu. Üniversiteli gençlere soruyorum, “Köroğlu kimdir, nedir?” diye, çok cılız yanıtlar alabiliyorum. Yanıt verenler de Cüneyt Arkın’ın filminden kazara öğrenmişler. Ama Köroğlu’nun kötü kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hud herkes tarafından biliniyor! İnsanımız okumuyor ama televizyon izliyor. Televizyonda ise Köroğlu’na yer yok.

Dünyada onlarca ülke, kültür ve sineması varken, televizyon kanallarımızın sadece ve sadece Holivud’un, dolayısıyla Amerikan kültürünün acenteliğini/pazarlamasını yaptığı dikkat çekmektedir. Sineması çok gelişmiş Batı dışı ülkeler de var ve bunların bir kısmı, kültürel olarak benzer kültür kodları taşıdıkları için, Türk kültürünün beslenme kaynakları arasında da yer alır. Örneğin Azerbaycan, İran, Hindistan hatta Rus sineması bunlar arasındadır. Bunları geçelim, televizyon kanallarımız Fransız, Alman, Bulgar, Yunan, Arap, İskandinav filmlerine bile neredeyse ambargo koymuşlardır.

Türk sineması aşağılanarak etkisizleştirilmiştir. Alay edilen ve defalarca izlendiği için milletin aptallığı üzerine yorum yapılan Kemal Sunal filmlerinde, halk Keloğlanı görmekteydi. Deli Yürek dizisinde Köroğlu’nu görür gibiydi. Bu yapımların izleyici rekorları kırmasının nedeni izleyicinin kendi kültüründen parçalar bulmasıydı. Bu durum yapımcılara bir fikir vermez mi de, Holivud taklidi diziler, sinema filmleri yapılır ve insanlar izlemek zorunda bırakılırlar? Bu durumu en iyimser biçimde mankurtlaştırılmış okumuşlarımızın ne yapacağını bilememeleri olarak yorumlamak isabetli olacaktır. Kültürümüzü biçimlendiren temel kültür kodlarımızdan kopuyor, mankurtlaşıyoruz.

Bunların sonucunda terörist elebaşısını yıllarca saklayan ülkeye haddini bildiremedik. Yunanistan’ın elinde yakaladık, pasaportu Rum (Güney Kıbrıs) çıktı. Birçok ülkenin savaş sebebi sayacağı durumu sineye çektik! 30 bin evladı yok edilmiş, 100 milyar doları bu uğurda harcadığımız için ekonomik krizlerle uğraşmış, ülkemizin bir kısmında devlet ve toplum hizmetleri felce uğramış, toplumsal doku zedelenmiştir. Yataklık edenlere meydanları dar edeceğimize, dönemin Dışişleri Bakanı (İsmail Cem’in) Yunan meslektaşıyla uzo içip sirtaki oynamasını alkışlamışız. Bugün bile bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış, yapay ekonomik krizlerle sanayimize el konmuş, özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma ortadayken, kimsede en doğal demokratik tepkiyi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslararası ilişkilerde AB ya da ABD’nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğmeyi normal sayar hale gelmişiz. Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz!

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)

İgdirhan:


Üçüncü Ateş Suyu:
Yabancı Dilde Eğitim

Türk’ün iti şehre inince Farsça ürür.(Atasözü)

Sömürge olmayan hiçbir ülke çocuklarını başka bir ulusun dili ile eğitmez. Başka kültürlere dönükleştirmez. Biz gerek imam hatip liselerinde gerekse yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz. Üstelik bunu savunanlarımız var. Yüksek öğretim sisteminin en üst kademelerinde görev yapan ve Kemalist bir çizgi izleyen Kemal Gürüz, “Türkçe bilim dili değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” diyerek[7] nasıl bir Kemalizm kavrayışı içinde olduğunu göstermişti. 

Atatürk, “Öğretimin Birleştirilmesi Yasası” ile sadece medreseleri değil, yabancı dilde eğitim veren okulları da kapattı. Ama şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi dilinde kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”. Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil!

En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu.

Devlet bürokrasisi, bilim ve sanatta üst kademelere yükselmek için sanki Robert Kolej ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmek temel koşuldur. Politikacı, sanatçı, gazeteci ve bürokratlar arasında bu okulların mezunlarının sayı ve oranı o kadar çoktur ki, sanki ülkede başka okul yoktur ya da bu okullar dahileri alıp, akıllarına akıl, zekâlarına zekâ katmaktadır! Elbette bu okul mezunlarının ezici çoğunluğu Batıcı. Osmanlıdaki Enderun mektebinin yerini almışlardır. Fark şuradadır; Osmanlı Türk ve Müslüman olmayanların zeki çocuklarını devşirip Osmanlılaştırarak onlardan yararlanıyordu. Biz ise kendi çocuklarımızı Batıcı yaparak yabancılara devşirme yetiştiriyoruz.

Yabancı dil (İngilizce) takıntısı üniversitelerdeki yükselmelerde de kendini göstermektedir. Yabancı dil baraj haline getirilmiştir. Lisansüstü çalışmalar için bilim aşkı, düşünebilme, yaratıcılık değil, yabancı dil hatta İngiliz kültürüne hâkimiyet ölçülmektedir. KPDS ya da ÜDS gibi sınavlar sanki yabancı dil becerisini ölçmekten çok, kolej eğitimi almamış (Batı’ya dönükleşmemiş) olanların sisteme girmesini ve yükselmesini önlemeye yönelik!

Sömürgelerde yabancı dil, sosyal tabakalaşmanın bir mekanizması haline gelir. Bir Avrupa dilini kullanabilenler, mesleki sektöre ve modern iş dünyasına girebilir; bundan yoksun olanlar ise daha üst mevkilerden mahrum edilirler.[8] Böylece yabancı dil egemenin iktidar üzerindeki tekelini korumasına yardımcı olur.

(Bu yazının ve devamındaki yazıların hazırlanmasında ;Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR 'ın "mankurtlaşma süreci" adlı eserinden faydalanılmıştır.)

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Tam sürüme git