TÜRKLÜK ve TÜRK DÜNYASI OTAĞI > TÜRKÇÜLÜK

TÜRKÇÜLÜK ÜZERİNE MAKALELER - NEJDET SANÇAR

<< < (3/7) > >>

Üçoklu Börü Kam:
GÖKALP VE TURANCILIK

Turancılık ülküsünün savunucuları ve yayıcıları arasında büyük ve şerefli bir yeri olan Gökalp’a, ikinci Dünya Savaşı yıllarından beri, sık sık tekrarlanan iki iddia ile karşı çıkmaya çalışıp durdular. İddialardan birincisi, Turancılığın bir hayal olduğudur. İkincisi ise, Gökalp’in hayatının sonlarında Turancılıktan vazgeçmiş bulunduğudur. Bu suretle, Turancılık ülküsünün bir yönden bir hayal olduğu, diğer taraftan da o ülkünün Türk cemiyetine mal edilmesinde büyük hizmeti geçen insanın, sonunda ondan vazgeçmesiyle, savunulacak bir dava olmayacağı sonucu çıkarılmak istenmektedir.

Bu iddiaları her fırsatta ortaya atanların büyük kısmının, başta kızıllar olmak üzere, Türk ve Türklük düşmanları bulundukları unutulmamalıdır. Türklük düşmanlarının, milletimize faydalı olan fikir ve hareketleri kötü, Zaralı olanları iyi göstermeye çalışacakları tabii bulunacağına göre, meseleyi sadece bu açıdan ele almak dahi, doğru neticeye ulaşabilmek için kafi gelebilir.

Dünya Türklüğünün tek devletin sınırları dahilinde toplanması fikri ve isteği olan Turancılık, her şeyden önce hayal değildir. Çünkü geçmişte bir çok kereler gerçekleştirilmiştir. Türkleri ilk defa bir bayrak altında toplamış olan, milattan önce 209 da Hun’ların başına geçen Mete’dir. Güçlü kağanların bulunmadığı zamanlarda dağılan Türkler, Çelik pençeli başbuğların başa geçmeleri üzerine yeniden birleşmişlerdir. Mesela Çengiz Kağan ve Aksak Temir  zamanlarında olduğu gibi… Öteki birleşme devirleri bir yana bırakılsa bile, sadece Çengiz Ve Temir devri birleşmeleri dahi, Turan ülküsünün tarihi bir gerçek olduğunu göstermeye yetmez mi?

Hayal, eski çağlarda hiç gerçekleşmemiş düşlünceler ve fikirler için kullanılabilir. Mesela, bütün milletleri tek devletin sınırları içinde toplamak ideali(!) gibi… Tarihte muhteşem bir gerçek olan “Türk Birliği” ni hayal diye kabul etmek ya hayalin ne olduğunu bilmemek, ya tarihten haberi olmamak, ya da bile bile yalan söylemek ile mümkündür.

Gökalp’in, Turan ülküsü hakkındaki fikir ve inancı, biraz kültür sahibi olanlarca dahi malumdur.  Yazıldığı günlerden zamanımıza kadar on binlerce Türk’ün hafızalarına nakşedilmiş olan şu mısralar, bunu küçük örnekleridir.

Düşmanın ülkesi viran olacak,
Türkiye büyüyüp Turan olacak!


Son arzumuz budur fani dünyada:
Türk’üz, varacağız Kızılelma’ya..


Demez taş, kaya,
Yürürüz yaya…
Türk’üz gideriz
Kızılelma’ya…


Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; Turan:

Bu mühim konu “Türkçülüğün Esasları” nda ise şu satırlar ile ifade edilmiştir.
“Türkçülüğün uzak mefkuresi, Turan namı altında Oğuzları, Tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutları lisanda, edebiyatta, harsta birleştirmektir. Bu mefkurenin bir şe’niyet haline geçmesi mümkün mü, yoksa değil mi? Yakın mefkureler için bu cihet aranırsa da, uzak mefkureler için aranmaz.”

“Yüz milyon Türk’ün bir millet halinde birleşmesi, Türkçüler için en kuvvetli bir vecd kaynağıdır. Turan mefkuresi olmasaydı, Türkçülük, bu kadar süratle intişar etmeyecekti. Mamafih kimbilir? Belki istikbalde Turan mefkuresinin husulü de mümkün olacaktır. Mefkure, istikbalin halikıdır. Dün Türkler için hayali bir mefkure halinde bulunan “milli devlet“ bugün, Türkiye’de bir şe’niyet halini almıştır.

 O halde, Türkçülüğü, mefkuresinin büyüklüğü noktasında üç dereceye ayırabiliriz:
1-Türkiyecilik
2- Oğuzculuk veya Türkmencilik
3-Turancılık
Bu gün şe’niyet sahasında yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat ruhların büyük bir bir iştiyakla aradığı “Kızılelma” şe’niyet sahasında değil, hayal sahasındadır. Türk köylüsü “Kızılelma’yı tahayyül ederken, gözünün önüne eski Türk İlhanlıkları gelir. Filhakika, Turan mefkuresi mazide bir hayal değil, bir şe’niyetti.
Milattan 210 sene evvel Hun Hükümdarı Mete Kun’lar (Hunlar) namı altında bütün Türkleri birleştirdiği zaman “Turan “ mefkuresi bir şe’niyet haline girmişti. Hunlardan sonra Avarlar, Avarlardan sonra Gök Türkler, Gök Türklerden sonra Oğuzlar, bunlardan sonra Kırgız Kazaklar, daha sonra Gür Han, Çengiz Han ve sonuncu olmak üzere Temurlenk, Turan mefkuresini şe’niyet haline getirmediler mi?”

“Turan, bütün Türklerin mazide ve belki de istikbalde bir şe’niyet olan büyük vatanıdır.”

Gökalp’in hayatının sonlarında bu davadan vazgeçtiği iddiası ise, son yıllarında yazdığı yazılarda, Turan mefkuresinden bahsetmemiş olmasına dayandırılmaktadır.

Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgimizle bitmesinden sonra, Ziya Gökalp’in, tevkif olunan diğer kimselerle birlikte Malta’ya sürüldüğü malumdur. Malta’dan kurtulup Türkiye’ye dönmesiden sonraki yıllar ile ölümü arasında ki zamanın kısalığı da bilinmeyen bir şey değildir. Yani ne Malta yılları, ne de Türkiye’deki son seneleri, “Büyük Türklük Ülküsü” üzerine yazılar yazılacak, yazılabilecek zamanlar olamazdı. Zaten, daha önceki yıllarda, bu konuda yazılması gerekli olanları da, lüzumu kadar yazmış değil mi idi?

Ve sonra, Turancılık mefkuresi, Gökalp’in şahsına ait bir mesele mi idi ki, ondan sonrakiler, bu ülkü yolundaki tutum ve davranışlarını Gökalp’in tutum ve davranışları ile ayarlamak mecburiyetinde görülsünler? Değil bir Gökalp, daha bilmem ne kadar fikir adamı dahi vaz etmiş olsalar, Turancılık ülküsü, Türk soyunun ülküsü olmakta yine de devam edecektir.

İddianın, hangi yönden ele alınırsa alınsın, ne kadar manasız, ne derece akıl ve mantık dışı olduğu görülmektedir.

Turancılık ülküsü, Türk soyunun ülküsüdür. Onu beğenmeyenler, lüzumsuz veya tehlikeli bulanlar hatta karşısına dikilip baltalamaya çalışanlar bulunabilir. Fakat bunlar, Turancılığın Türk soyunun ülküsü olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu sebeptendir ki, bütün yıkıcı propagandalara, hileli oyunlara ve hatta baskılara rağmen, genç nesillerin ruhlarını ilahi bir ateş gibi sarmaya devam etmektedir. Ve günü gelince, Türk’ün içinden çıkacak demir bilekli ve çelik iradeli bir oğlunun buyruğunda bu büyük ülkü mutlaka gerçekleşecektir.


Kaynak: TÜRKÇÜLÜK ÜZERİNE MAKALELER - NEJDET SANÇAR, DEVLET-TÖRE YAYINEVİ 1976

Üçoklu Börü Kam:
ATATÜRKÇÜLÜK MESELESİ-I

Bir fikir veya inanç buhranı içine girmiş bulunan Türkiye’de, cemiyetimizin bir çok temel fikir meseleleri ile birlikte, yakın çağlar tarihimizin, fikir, sanat ve siyaset alanlarında büyük rol oynamış insanları da, ciddi şekilde ele alıp değerlendirme imkanlarını günden güne daha çok kaybeder hale gelmeye başlamışlardır. Bu yüzden yetişmekte olan nesiller, bir yandan Türklüğün ana davalarını, çok kere, ters yönlerden değerlendirmeye mecbur kalmak gibi yanlışlara düşmekte; diğer taraftan da, tarihlerinin insanları hakkında yanlış veya eksik bilgilere sahip olmaktadırlar.

Soyumuzun temel meselelerinden olan Türk ırkçılığı ve Turancılık, yeni nesillerin büyük çoğunluğunun, asıl mahiyetlerinden pek farklı bildikleri büyük davalardır. Namık kemal ve Ziya Gökalp, birbirlerinden çok farklı hükümlerle gözler önüne serilmekte olan büyük kalemlerdir. Sultan Abdulhamid, kuzey ve güney kutupları arasında dolaştırılan bir hakandır.Yakın yıllarda kendisinden en çok söz edilen bir insan olmasına rağmen, Atatürk de, şahsiyeti kesin sınırlar içinde toplanabilmiş bir kimse olmaktan hayli uzaktır.

Bütün bunların sebebi, sadece ilimle fikrin konuşması gereken yerlerde hususi maksatların ve niyetlerin dile getirilmekte olmasıdır. Ve bu böyle devam ettiği müddetçe de, çocuklarımıza, ne milletimizin büyük davalarının gerçek manasını, ne de meziyetlerini ve kusurlarını tam bir tarafsızlıkla ortaya koymak suretiyle, şöhretlerimizin gerçek değerlerini öğretmek mümkündür.

Burada, yakın tarihimizin şöhretlerinden birisini ele alarak, bazı maksatlar için, fikirlerin ve insanların nasıl sömürülmeye çalışıldığını ve yine bazı gerçeklerin nasıl tersine çevrilmek istendiğini göstermeye çalışacağız. Bu şöhret, Gazi Mustafa Kemal’dir.

Mustafa Kemal’i ağızlarından ve kalemlerinden hiç eksik etmeyenlerin bu konuda en çok kullandıkları söz “Atatürkçülük” tür. Onun için, önce şu sorunun cevabını aramak gerekmektedir:

Atatürkçülük Nedir?

Gazi Mustafa Kemal, ne içtimai ve felsefi bir çığır açmış insandı, ne de- mesela Gökalp gibi- büyük bir fikir adamı idi. İnandığı ve gerçekleştirmeye çalıştığı fikirleri bir kitapta toplamış bir kimse de değildi. O halde, son yıllarda her fırsatta öne sürülen Atatürkçülük, acaba, , Gazi Mustafa Kemal’e ait hangi temel fikirlerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkmış veya çıkarılmış bir fikir sistemi olmaktadır?

Bu sorunun cevabını aramadan önce, Atatürkçü olduklarını her zaman tekrarlayan siyasi ve siyaset dışı teşekküllerle, farklı fikir ve inançlara sahip kimselerden bir kısmını şöyle bir ele almak yerinde olur:

Türkiye’de bir çok siyasi parti var. Bu partilere mensup kişilerin pek çoğu, her fırsatta, hem partilerinin, hem de kendilerinin Atatürkçü olduklarını ileri sürerler. Mesela en büyük siyasi teşekkül sayılan A.P. Atatürkçüdür. En büyük muhalefet partisi unvanını kimseye kaptırmayan C.H.P. Atatürkçüdür. Emekçilerin partisi olduğunu iddia eden T.İ.P. Atatürkçüdür.

Halbuki bu partilerin belli başlı bir çok ana meselelerinde birbirlerine tamamen karşı fikir ve düşüncelere sahip bulundukları malumdur. Bu karşı oluşun, bazı hallerde, adeta düşmanlık derecesine ulaştığı da bilinmeyen bir şey değildir. Hatta, partilerin birbirleri hakkındaki görüşleri bile, bazen aşırı iddialara veya çok sert hükümlere kadar uzayıp gitmektedir. Kendisini demokrasiye saygılı, kanuncu, hürriyetçi ve halkçı olarak ilan eden A.P., ötekilerine göre kapitalist, kanun çiğneyici, halkı sömüren bir çıkarcılar ve zenginler partisidir. C.H.P., kendi ifadesine göre, kesin sınırı asla çizilememiş bir yerde olan ortanın solunda, karşı iddialara göre ise Moskova yolundadır. A.P. nin de, C.H.P. nin de tam siper karşısında olan M.P., uzak yakın hiçbir ilgisi gösterilemeyecek bir partidir. T.İ.P., kendisine inanmak gerekirse sosyalist, berikilerin görüşüne göre ise Marksist-komünist bir teşekküldür.

Sözün kısası, bu partilerin hepsi fikir, inanç, sistem, görüş gibi bir çok yönlerden birbirlerine taban tabana karşı durmaktadırlar. Buna göre, şu soru kendiliğinden ortaya çıkmaktadır: Birbirlerine, hepsi ötekilerin mezarını kazacak kadar karşı olan bu siyasi teşekküller, nasıl oluyor da, Atatürkçülük denen ve elbette bir takım temel fikirlerden meydana gelmesi gereken fikri sistemde birleşebilmektedirler?

Siyasi olmayan teşekküllere ve derneklere gelince; sayıları pek çok olan bu teşekküllerin, belki bir kaçı bir taraf bırakılırsa, onların geri kalanlarının da hepsi Atatürkçüdür.

Halbuki onlar da, birbirlerine yakın veya uzak gruplara ayrılmışlardır. Bu sebepten, ehemmiyetli bir iç veya dış hadisede, birbirlerini destekleyen veya birbirlerine karşı gruplara ayrılırlar.

Mesela, bir yabancı gemileri bir limanımıza iki gün demirleseler, bu hareket, derneklerin bir kısmına göre bir nezaket ziyareti, bir kısmına göre ise istiklalimize indirilmiş bir darbedir. Bir yabancı memlekette, bir gençlik topluluğunun hayatı felce uğratan aşırı hareketleri, bu derneklerden bir kısmı için dışardan idare edilen ihanet davranışlarıdır. Aynı hadiselerin, birbirine bu derece aykırı yorumlanışı, şüphesiz, derneklerin belli başlı meselelerdeki görüşlerinin ve hareket noktalarının başka başka oluşudur. Ama şu fikirde veya bu inançta birbirlerine ne kadar olurlarsa olsunlar, bu, Atatürkçülükte, hepsini hemen birleşmesine bir engel teşkil etmemektedir.

Şahıslarda da aynı şey görülmekte değil midir? A.P. genel başkanı Demirel Atatürkçüdür! Mustafa Kemal’i on iki yıllık milli şeflik(!) adı verilen keyfi idaresi zamanında asıl kabrine koydurtmayan; üstelik paralardan ve pullardan resmini kaldırtan İsmet İnönü de Atatürkçüdür! Mesela Osman Bölükbaşı Atatürkçüdür. Dr. Azizoğlu Atatürkçüdür. Yeminli Aydın Yalçın Atatürkçüdür. Gazete başyazarları ve fıkracılar da  öyledir: Mustafa Kemal’in yazı yazmasını yasakladığı Ahmet Emin yalman Atatürkçüdür. Ahmet Emin’le kıyasıya mücadelesi malum olan Falih Rıfkı Atay Atatürkçüdür. Atatürk devrinde çıkan kanun gereğince, babası Yunus Nadi’nin aldığı Abalıoğlu soyadını kullanmamakta yıllardan beri inat eden Nadir Nadi Atatürkçüdür. İlmi rafa koyup, günlük dünya işleriyle uğraşan gazete makalecisi profesörler Atatürkçüdür. Sözün kısası, Türkiye’de dağ taş Atatürkçüdür. O kadar ki, şimdiye kadar bir biçimine getirip duyurmamış olmalarına rağmen başta Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş gibi büyükler olmak üzere, üçüncü kümeye varıncaya kadar, spor klüplerimizin başkanlarının ve idarecilerinin ve hatta futbolcuların da Atatürkçü olduklarından şüphe edilemez.

Bu durum karşısında, şu sorunun cevabını aramak, artık, bir an önce yerine getirilmesi gerekli bir vazife halini almaktadır: Fikir, düşünce, inanç, meyil, siyasi veya iktisadi görüş ve daha bir çok yönlerden aralarında en küçük bir yakınlık bulunmayan; aksine pek çoğu ülkü, dava, veya menfaat ayrılığı gibi çeşitli ehemmiyetli cihetlerden birbirlerinin karşısında ve hatta bazıları birbirlerinin can düşmanı durumunda görülen o kadar teşekkül, o  kadar insan, nasıl oluyor da, Atatürkçülük denen fikirde hemen can kardeşi ve hatta daha da ileri, adeta yapışık kardeşler haline gelebiliyorlar?

Böyle bir netice insan düşüncesine, insan mantığına aykırıdır. Yüz bin kere, milyon kere aykırıdır. Bu imkansız bir neticeyi mümkün kılabilecek ise, olsa olsa bir tek şart düşünülebilir. O da, her cinsten insanı, manevi çatısı altında toplayabilen Atatürkçülüğün, bu günün dünyasında mevcut bütün fikir, inanç ve sistemlerin birbirine karışması veya karıştırılması ile meydana gelmiş bir “çıfıt çorbası” olmasıdır. Böyle bir şeyin kabulü ise, şüphesiz , Gazi Mustafa Kemal’e yapılabilecek hakaretlerin en bayağısı olur.

Buna göre, yıllardan beri gürültüsü yapılmakta olan Atatürkçülük hakkında verilecek hüküm, kendiliğinden ortaya çıkmaktadır: Atatürkçülük diye ileri sürülen şey ciddi bir fikir değildir, sadece bir edebiyattır!

Evet… Bu günkü Atatürkçülük gürültüsü sadece bir edebiyattır., hem de, Mustafa Kemal ile hiçbir ilgisi bulunmayan bir edebiyat…

Atatürk’ü gerçekten seven; sevmese de, sahip bulunduğu meziyetler dolayısı ile kendisini takdir eden,; yahut, Türk’ün son kalesinin kurtarıcısı o büyük ordunun başkumandanı bulunduğu için, evet sadece bunun için O’na karşı içinde bir saygı taşıyan bir Türk, bu manasıyla, asla Atatürkçü olamaz. Çünkü Atatürkçülük, sadece , Gazi Mustafa Kemal ile ilgisiz bir fikir değil, aynı zamanda onu, bir takım sinsi ve maksatlı düşünce ve fikirler için bir paravan olarak kullanmaktadır da…

Evet, Atatürkçülük, Gazi Mustafa Kemal’in heybetli varlığını siper yaparak, o siperin arkasından kendi adi çıkarlarını, siyasi ihtiraslarını veya Türklük aleyhindeki melun fikirlerini kolayca, rahatça ve hatta şirretçe söylemenin, yazmanın adından başka bir şey değildir. Öyle olmasaydı, hürriyetçisinden diktacısına, sosyalistinden kapitalistine, solcusundan komünistine, renksizinden Türklük düşmanına kadar o yıllardan beri o kadar kişi Atatürkçülük taslayıp durabilirler miydi?


İşte Atatürkçülük edebiyatında tek gerçek budur.

Acaba adına Atatürkçülük denilebilecek ciddi bir fikir de olamaz mı? İkinci yazıda bu sorunun cevabını vermeye çalışacağım.


Kaynak: TÜRKÇÜLÜK ÜZERİNE MAKALELER - NEJDET SANÇAR, DEVLET-TÖRE YAYINEVİ 1976

(Bu yazının devamı ve tamamlayıcısı niteliğinde olan; ATATÜRKÇÜLÜK EDEBİYATI –II adlı makale, ilk fırsatta, bu makalenin altına eklenecektir)

gurturk:
Anda teşekkürler, bu güzel sunumun dağarcıklarımıza eklediği bilgi dolayısıyla taşekkürler.

Üçoklu Börü Kam:
(Bu makale, bir üst iletide yayımlanan, ATATÜRKÇÜLÜK MESELESİ-I, adlı makalenin devamı ve tamamlayıcısıdır.)

ATATÜRKÇÜLÜK EDEBİYATI-II

Gerçekten “Atatürkçülük” diye bir fikir olabilir mi?

Elbette olabilir. Gazi Mustafa Kemal’in; üzerlerinde ısrarla durduğu, devlet ve millet hayatında tatbik etmek istediği belli başlı fikirler, prensipler, sistemler ciddi bir şekilde tespit edilip bir araya getirilirse, böyle bir fikirler ve sistemler topluluğuna “Atatürkçülük” adı verilebilir. Bir fikri kangren haline gelen bugünkü “Atatürkçülük” edebiyatına kesin olarak son vermek ve Gazi Mustafa Kemal’i çıkarcı siyasilerin, şarlatanların ve Türk düşmanlarının elinden kurtarmak için tek yol da, işte budur.

Atatürk’ün belli başlı fikirlerini, prensiplerini ve inançlarını böyle bir ciddi maksatla derleyip toplamak pek güç bir şey de olmaz. Çünkü bu iş için gerekli ciddi kaynakların çoğu kitap ve müessese olarak ortadadır. Mesela hayatı boyunca yaptığı konuşmaların belki de hepsi denebilecek kadar büyük kısmı basılmıştır. Hayatının son altı yılını kaplayan tarih ve dil kurultaylarının zabıtları ile bu kurultayların ve diğerlerinin ana hedefleri olan kitaplar elimizdedir. Üniversite ve yüksek okullarda okutulan inkılap tarihi derslerinin notları kitap haline getirilmiştir. Kurduğu veya kurdurduğu Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Antropoloji Enstitüsü, Tarih Kurumu ve  Dil Kurumu gibi teşekküllerin kuruluş gayeleri ve Atatürk zamanındaki çalışmaları da bilinmeyen şeyler değildir. Bunlara, bu derece bilinmeyen meseleler ve konulardaki fikir ve düşüncelerini eklemek de  o kadar zor olmaz. Çünkü, Türkiye’de, hakkında en çok kitap ve yazı yazılan insan Mustafa Kemal’dir. Bu kitapların büyük kısmı şöyle böyle şeyler olsa bile, içlerinde değerli olanlar da vardır. Ciddi bir araştırıcı bunların değerlisiyle şöyle böylesini ayırt edebileceği gibi; bütün ön hükümlerden ve nezaket ve zaruret neticesi olarak söylenmiş siyasi sözlerden uzak kalmayı da bilebilir. İşte, Atatürkçülük denilebilecek fikir ancak bu şekilde ortaya çıkmış olur.

Atatürkçülük denilebilecek fikirler topluluğunda yer alacak temel unsurlardan bir kısmı, Mustafa Kemal’in hayatının son yıllarındaki, birbirini tamamlayan davranışlara yön veren harekelerdedir. Üniversite ve yüksek okullarda okutulan inkılap tarihi dersleriyle, liseler için hususi olarak yazdırılan meşhur dört ciltlik tarihten ve Birinci Tarih Kurultayı zabıtlarından vereceğim bazı örneklerle, burada, bunlardan bir kısmına temas etmek istiyorum.

Liseler için hazırlanmış tarih kitaplarının birinci cildinin <IRK> başlıklı bölümünde, Türk Irkından bahseden parçada şu satırlar yer alıyor:

“Tarihin en büyük cereyanlarını yaratmış olan Türk Irkı, benliğini en çok muhafaza etmiş bir ırktır.
…..Görülüyor ki, tarihte en çok göze çarpar bir birlik arz eden Türk Irkı  daima hakim olan bariz uzvi vasıflarıyla, dimağın en kuvvetli mahsulü olan harslarıyla, tarihi müşterek hatıralarıyla, aynı zamanda bu günkü millet tarifine de en uygun büyük bir cemiyettir.
Bütün tarihte böyle büyük bir ırkı, millet halinde görmek bilhassa zamanımızdaki insan heyetlerinin pek çoğuna nasip olmayan büyük bir kuvvet ve büyük bir şereftir.” (Tarih:I, İstanbul 1931, Devlet Matbaası, 20. sh.)

Aynı kitabın “Büyük Türk Tarih ve Medeniyetine Umumi Bir Nazar” başlıklı bölümünde, “Türk’ün anayurdu” nun sınırları şöyle çizilmektedir:
“Büyük Kadırgan (Kingan) dağlarından Baykal Havzasına, oradan Altay dağları boyunca İtil havzasına vararak, Hazar Denizi havzası, Hindikuş, Pamir, Karakurum, Karanlık Dağlar yolu ile ve Sarı Irmak ile tekrar Kingan Dağlarına ulaşan çizgi içinde kalan mıntıka Türk’ün anayurdudur.” (Aynı eser,25-26. sh.)

İç kapağında Maarif Vekaleti Milli talim ve Terbiye Dairesi’nin emriyle 30.000 adet basıldığı belirtilen bu kitap liselerin birinci sınıfına aittir. Atatürk’ün sağlığında, hatta ölümümden sonraki bir iki yıl liselerimizde tek kitap olarak okunmuştur.

Bu satırlarla, Türk Irkı ve bu ırkın anayurdu hakkında, körpe dimağlarda uyandırılmak istenen fikrin mahiyeti ve esası, yine Atatürk zamanında üniversitelerimizde ve yüksek okullarımızda devamlı olarak okutulan inkılap tarihi derslerinde bütün açıklığı ile ortaya konmuştur. Bu esas, Türkçülük ülküsünün Türk Birliği (Turancılık) ve Türk ırkçılığı prensiplerinden pek farklı bir şey değildir.

Rahmetli Mahmut Esat Bozkurt’un, inkılap tarihi dersleri notlarından meydana gelen ve İstanbul Üniversitesi İnkılap Enstitüsü’nün 160 sayılı kitabı olarak çıkan “Atatürk İhtilali adlı eserinde bunun reddi imkansız bir çok delili vardır. İşte onlardan birkaç örnek:

Türk Birliği üzerine:

“Atatürk, Divan Edebiyatı ve onun muakkipleri elinde kaybolmak tehlikesine maruz kalan Türk Diline, bir muazzam hamle ile, giderek eski vahdetini ilan edebilecek bir kuvvet aşıladı ki, yalnız bu günkü Türkiye için değil, yarınki Türk dünyası, Türk birliği için de en radikal bir teminattır." (Mahmur Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, İstanbul 1940, 310-311. sh.)

“Türk Milletine gelince; Sibirya’lardan, Baykal gölü kıyılarından tutunuz da; İran, Rusya Azerbaycanlarından, bütün doğu Türklüğünden ta Akdeniz kıyılarına kadar yayılan Batı Türkleri birbirlerini anlamakta zorluk çekmezler.” (Aynı eser, 311. sh.)

“Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına imanım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım.” (Aynı eser, 191. sh.)

“Ben de Türk Birliği’ne bundan fazla inanıyorum. Onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliği ile açacaktır. Dünya sükununu, bu fasıllar içinde bulacaktır.” (Aynı eser, 191. sh.)

Türk Irkçılığı üzerine:

“Bir ihtilal hangi millet hesabına yapılırsa, mutlaka o milletin öz evlatları eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır. Mesela Türk İhtilali Öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız şartsız” (Aynı eser, 228. sh.)

“Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun  bahtsızlığı, ekseriya mukadderatını Türklerden başkasının idare etmiş olmasıdır.” (Aynı eser, 228. sh.)

“…….. Türk devleti işlerinde Türk’ten başkasına inanmayalım. Türk devleti işlerinin başına öz Türk’ten başkası geçmemelidir. " (Aynı eser, 266. sh.)

“Tarih diyor ki:
Devlet işlerinin başına, devletin kurucusu olan kavimden başkaları geçince o devlet inkıraz bulur. Yani millet istiklalini kaybeder.
Misal mi  istersiniz? İşte Abbasiler, işte Endülüs, işte Osmanlılar!
Yeni Türk Cumhuriyetinin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır. Türk’ten başkasına inanmayacağız” (Aynı eser, 446-447. sh.)

Bu sözler, yıllarca, yüksek öğrenim gençlerine Atatürk ihtilalinin felsefesi, esası, ruhu diye söylenmiştir. Esasen Mustafa Kemal devrinde, O’nun benimsemediği ve istemediği fikirlerin, kendisinsin vazifelendirdiği yakınları tarafından gençliğe telkin edilmesine elbette imkan yoktu.

Tarih kurultaylarındaki fikri havanın da bundan, bunlardan farklı olmadığını, kitap halinde yayınlanmış zabıtlar ve hareketlerden anlamak mümkündür. 1932 de Ankara toplanan Birinci Tarih Kongresinden bazı şeyleri bilmek bunu ortaya koyacaktır.

1932 de Ankara Türk Ocağı’nda toplanan bu kurultayda dikkati bilhassa çeken bir husus, “millet” kelimesinin adeta kaldırılıp yerine ısrarla “ırk” sözünün kullanılması ve hemen her konuşanın Türk ırkının büyüklüğünü ve üstünlüğünü ileri sürmesidir. Kurultaya katılanlardan Afet İnan ve Dr. Reşit Galip’in konuşmalarından vereceğim küçük misaller bunu gösterecektir.

Afet İnan’dan parçalar:
“Burada bir meseleyi açıkça ortaya  koymak isterim. Orta Asya’dan ve oradan yetişen ve çoğalan ve başlı başına bir kültür yaratan insan kütlesinden bahsederken tek bir ırk düşünüyorum. Ve onun adına Türk diyorum.
…… Orta Asya yaylalarının otokton ahalisi, tek bir ırk manzumesi halinde teşekkül etmiştir. Çünkü başka kandan ve tipten hiçbir halkın gelip barınmasına, yurtlarının hudutlarındaki tabii manialar yüzünden, on binlerce yıl imkansız olmuştur.” (Birinci Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1932, 31. sh.)

“Türk Irkı anayurtlarında yüksek kültür mertebesine varırken, Avrupa halkı vahşi ve tamamen cahil bir hayat yaşıyordu.” (Aynı eser, 41. sh.)

Mustafa Kemal devri maarif vekillerinden Dr. Reşit Galip’in “Türk Irk ve Medeniyet Tarihine Umumi Bir Bakış” başlıklı konuşmasından:

“….. Yani kudret ve kabiliyet kaynağı harikalı soyun evlatlarıyız." (Aynı eser, 110. sh.)

“Her asıl manada cevheri tükenmez Türklük kanı taşıyanlar, bundan şüphe edemezler.” (Aynı eser, 161. sh.)

Türk Birliği, yani Turancılık meselesine gelince:

Kurultayda geçen bir hadiseyi ve bu münasebetle Şemsettin Günaltay’ın yaptığı konuşmayı bilmek, bu konuda hükme varmak için kafi gelecektir.

Birinci Tarih Kongresinde, tarihi gerçeğe uymayan bir teze karşı çıkan Prof. Zeki Veli bir di Togan’ın fikirleri Atatürk’ün isteklerine karşı sayılarak tartışma konusu olmuş ve sonunda Şemsettin Günaltay, Zeki Velidi’yi “Türk Birliği” ne engel olmaya  çalışmakla suçlamak suretiyle susturma yoluna sapmıştı. Prof. Zeki Veldi’yi, vaktiyle Rusya’da yapılan bir kongrede Türklerin birleşmesine engel olmak iddiasıyla suçlama yoluna sapan Şemsettin Günaltan’ın şu sözleri, bu konudaki gerçeği ortaya koymaktadır:

“…… Acaba Zeki Velidi Bey aynı rolü bu kongrede de mi oynamak istiyorlar? Fakat emin olsunlar ki bu kongrenin etrafında toplananların dimağlarında milliyet ateşi fışkırıyor. Bu ateşin karşısında her gayret, her teşebbüs erimeye mahkumdur.” (Aynı eser, 600. sh.)

Atatürk’ün, fikri vasıflarından birisi de kızılların “kafatasçılık”la  gülünçleştirmeye çalıştıkları antropolojik ırkçılıktır.

Bilindiği gibi bizdeki Antropoloji Enstitüsünü kurduran Mustafa Kemal’dir. Çeşitli yerlerde yapılan kafatası kazıları, Türkiye’nin bir çok okullarında yapılan kafatası ve kafaya ait uzuvlar arası ölçmeler, bu enstitünün kuruluşundan sonraki hareketlerdir. Yine milletler arası antropoloji toplantılarına Türkiye adına katılanların orada okudukları raporları da bu yoldaki çalışmaların neticelerinden başka bir şey değildir.

Atatürk, bu işe kendisi de merak salmış ve meşhur gece sofralarında bulunanların kafalarını ölçmek suretiyle antropolojik çalışmalara (yani kafatasçılık hareketlerine) bizzat kendisi de katılmıştır. Bir gece İsmet İnönü’nün de kafasını ölçtüğü, ancak İnönü’nün kafa ölçüleri Türk kafa ölçülerine pek uymadığı için kendisine takıldığı yolundaki rivayetler, antropolojik çalışmalara verdiği ehemmiyetin delilerinden biri olarak gösterilebilir. (Atatürk’ün, çok kişinin kafasını ölçtüğü bu alet, bugün, Anıtkabir’deki Atatürk Müzesi’nde, diğer malzemeleriyle birlikte, çalışma masası üzerindedir)

Mustafa Kemal’in, komünizm karşısındaki tutum ve davranışı da, bu arada, unutulmamalıdır.

Komünizmin, Rusya’da iktidara gelişinden bir süre sonra bu melun fikrin mahiyetini kavrayan Atatürk, ondan sonra hayatının sonuna kadar bir komünist düşmanı olarak yaşamıştır. Bu bakımdan, bu cephesi de, Atatürkçülüğü meydana getirecek unsurlar arasında yer alacak çaptadır. Aşağıda ki sözler, Mustafa Kemal’in bu cephesini ortaya koyan vesikalardan bir kaçıdır:

“…..Bolşevizme gelince, onun bize nüfuz etmesini önleyen dinimiz, ananelerimiz ve sosyal bünyemiz göz önüne alınırsa, bu doktrinin memleketimizde hiçbir şansı olmadığı anlaşılır.
….... İçtimai nokta-i nazardan dini kaidelerimiz bizi bolşevikliği kabul etmekten alıkoymaktadır. Hatta Türk Milleti, lüzumu halinde ona karşı savaşmaya hazırdır.”

“Biz ne bolşevikizi , ne de komünist; ne biri, ne diğeri olmayız. Çünkü biz milliyetperver ve dinimize hürmetkarız.”

Bu sözler, komünizmin nasıl bir insanlık düşmanı korkunç ve melun bir fikir olduğunun henüz tamamen anlaşılmış yıllara aittir. Mustafa kemal, komünizmin Türklük için nasıl korkunç bir tehlike olduğunu anladıktan sonra, ona karşı daha sert cephe almıştır. 1928 yılı Ağustosunda Eskişehir istasyonunda yaptığı tarihi konuşma bunun en açık delilidir.

Bu konuşmadaki:

“Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her göründüğü yerde ezilmelidir.”

Sözü ise Atatürk’ün komünizm düşmanlığını pek açık şekilde ortaya koymaktadır.

İşte “ ATATÜRKÇÜLÜK” denilebilecek şey, ancak, Mustafa Kemal’in benimsediği ve tatbik etmeye çalıştığı bu gibi fikirlerin, tamamen tarafsız bir şekilde tespit edilmesiyle ortaya çıkabilir. Bu yapılmadıkça, Atatürkçülük, şimdiki gibi, adi bir şekilde bir “Atatürk’ü Sömürme Oyunu” olmaktan ileri gidemeyecektir.

Kaynak: TÜRKÇÜLÜK ÜZERİNE MAKALELER - NEJDET SANÇAR, DEVLET-TÖRE YAYINEVİ 1976

Üçoklu Börü Kam:
VATAN BEKÇİLİĞİ YAPAN GENÇ TÜRKÇÜLERE

Türk olup, vicdan ve kalp sahibi olup da; büyük, kahraman, asil, fakat talihsiz Türk soyunun siz bu günkü delikanlılarıyla övünmemek mümkün mü?

Çoğunuz bu sahipsiz, bu bakımsız ata armağanı yurdun bir köşesinden, öğrenim emeliyle büyük denilen şehirlere gelmiş Türk çocuklarısınız. Çoğunuz, en tabii bir hak olan bu emelinizi, bin bir türlü maddi ve manevi sıkıntıları göğüslemeye çalışarak gerçekleştirmek için çalışıyorsunuz. Bu yolda emek harcarken de, bulunduğunuz büyük denilen şehirlerde, devletimizi temelinden dinamitlemek gayesiyle girişilip yürütülmekte olan haince, alçakça, düşmanca hareketlere karşı çıkmayı en tabii bir millet vazifesi sayıyorsunuz. Ve büyük vazife için kendinizi yetiştirme emelini bir tarafa itip, şuurunuzun ve vicdanınızın sizleri sevk ettiği yolda Bozkurtlar gibi mücadele ediyorsunuz.

Giriştiğiniz mücadele, bu topraklar üstünde yaşayan bir çok okur-yazar işlemez kafaların sandığı gibi, elbette ki, bir basit “komando!!”luk hikayesi değil.

Siz bugünkü kahpeleşmiş dünyanın, insan ve millet hürriyetlerini kan selinde boğmak isteyen dünya çapındaki vahşet kampanyasında, kendi yurdunuzdaki ihanet şebekesine karşı, vatan müdafaası yapan yiğitlersiniz.

Karşı koymaya çalıştığınız kuvvet, tarihin, iki büyük Türk düşmanı olarak kaydettiği Çinli, ile Moskof’un ordularına öncülük yapan birliklerinden farksız.
Ve o kuvvet, böyle bir mücadele için gerekli bütün imkanlara sahip; Silahları var, paraları var, propaganda imkanları var.

Sizin tek silahınız ise, damarlarınızda dolaşan Türk kanı ile iman dolu kalplerinizdeki o ilahi büyük aşk ateşi!
Irkınızı ve vatanınızı korumak için büyük bir fedakarlıkla mücadele ediyorsunuz.. Küçük görünüşlü maddi varlıklarınızı, vatanınızı hançerlemek isteyen namert ellere karşı çelikten bir duvar gibi dikiyorsunuz. Ona sıkılan kurşunlar için göğüslerinizi kalkan gibi kullanıyorsunuz. Ve kızıl kurşunlar kalbinizi delip de Tanrı’nıza kavuştuğunuz zaman, midenizin bilmem ne kadar zamandan beri boş olduğunu (*) görenler, bu örnek fedakarlık karşısında hayretlerini ve hayranlıklarını gizleyemiyorlar.

Siz, ey Tarihi kahramanlık destanlar ile dolu büyük soyun bu günkü yiğit oğulları!
Siz, ey Türk milleti için gündüz oturmadan, gece uyumadan, ölesiye, bitesiye çalışan Gök Türklerin onlara layık kahraman torunları!
Siz, ey XX. Yüzyıl Türk tarihinin gazi ve şehit yeni Kül Tekin’leri, yeni Kür Şad’ları: Türk olup, vicdan ve kalp sahibi olup da sizlerle övünmemek mümkün mü?

Sizin, büyük fakat talihsiz bu vatana siper yaptığınız o küçük görünüşlü maddi varlıklarınızı yıkmak için sade hainler değil; gafil kelimesi kendileri için bir şeref madalyası sayılabilecek bir takım âdi yaratıklar da uğraşıyorlar. Bırakın uğraşsınlar, çırpınsınlar, boş kafalı kalıplara yaranmak için yılanlar gibi kıvrılsınlar, bükülsünler. Bir koca tarih boyunca, bütün bir düşman dünyasının yıkamadığı Türk kalesini üç buçuk hainle bir avuç alçak mı çökertebilecek?

Genç Türk! Genç Türkçü! Tarihin şu tehlikeli dönemecinde, kara bulutlar ile örtülü Türk göklerinin altında, senin, ırkını dize getirebilmek, vatanını kirli ayaklara çiğnetmemek için giriştiğin mücadeleyi, o vatanı yaratmak ve ayakta tutmak için kanlarını akıtan milyonlarca şehidin ruhu, muhakkak ki, gurur ve gıpta ile takip etmektedirler. Akif’in:

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Diye seslendiği o efsanevi Çanakkale kahramanlarından farksızsın. Bir bakıma senin mücadelen onunkinden de güç. Çünkü Çanakkale’de göğüslerini vatan için siper yapan genç kahramanlar, sadece, karşılarındaki düşmanla boğuşmuştular. Sen ise, karşındaki hainlerden gayrı, seni arkandan hançerlemek isteyen alçaklar ile de mücadele etmek zorundasın.

Seni, Moskof’un ve Çinli’nin silahlarıyla vuranların ağızlarından düşürmedikleri bir “ikinci kurtuluş savaşı” tekerlemeleri var. Aslında, henüz gerçek savaş meydanlarından uzaklarda, böyle bir ikinci kurtuluş savaşını yapmaya çalışan ve hatta yapan, sensin. Çünkü, Türkiye adlı kutsal kaleyi düşürmek isteyenlere karşı, maddi bakımdan küçük, fakat mana olarak gıpta edilecek kadar büyük olan varlığını büyük bir cömertlikle ortaya koymuş olan sensin, sevgili genç Türkçü!

Tarihin her tehlikeli anında, içinde yol gösterici Bozkurtunu çıkararak selamet kıyılarına erişmesini bilmiş Türk soyu, bu günkü tehlikeli dönemeci de elbette ki aşacaktır. Ve onun içindir ki, tehlike büyüdükçe, kurtuluş günü de yaklaşıyor demektir. Türk dünyası, sadece hainleri değil, alçakların da kaçacak delik arayacakları o mutlu güne muhakkak kavuşacaktır.

Vatanımızın bu günkü serdengeçti bekçileri genç Türkçüler!
Hayatlarının en renkli ve ateşli yıllarında, aşk oyunları ile dolması hak sayılan temiz kalplerini, vatana sıkılan kurşunlara siper yapan asil yiğitler:

Selâm size! Üstünüzde bütün bakışlar!
Bir gün olur tarih sizi elbet alkışlar!

(*) Türkçü şehit Yusuf İmamoğlu'nun şehit edilmesinden sonra yapılan otopsiyle üç gündür hiçbir şey yemediği anlaşılmış olup, cebinden de 35 kuruş para çıkmıştır.


Kaynak: TÜRKÇÜLÜK ÜZERİNE MAKALELER - NEJDET SANÇAR, DEVLET-TÖRE YAYINEVİ 1976



Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

[*] Önceki Sayfa

Tam sürüme git