Gönderen Konu: Türkiye, İran ve Pakistan Üzerine Oyun  (Okunma sayısı 2739 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı TÜRK-KAN

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2182
  • UÇMAĞA VARDI, TANRI DAĞLARINDA!
ABD'nin Ortadoğu stratejisinin dayanakları sağlam değil...

Türkiye, İran ve Pakistan üzerine oyun

Ortadoğu'da yeni emperyal hedeflerine ulaşmak için her yola başvuran Batılı mihver, bölgedeki kukla yönetimleri, etnik ve mezhepsel her türlü yapıyı lehine kullanmaya çalışıyor. Batılı mihverin finansmanı ise uluslararası sermaye tarafından karşılanıyor.

Son dönemde büyütülen hedefe Türkiye, İran ve Pakistan da sokuldu. Türkiye terör olaylarıyla çatışma ortamına çekilmek isteniyor. İran üzerindeki çalışmalar uzun süredir bilinirken, Pakistan'a da aynı yöntemlerin uygulanması gündemde...

Dr. Sıddık ARSLAN

Siyaset Bilimci

[email protected]

ABD, neoconsarvative (neo-con, yeni muhafazakâr) siyasal ideoloji ve neoliberal ekonomi anlayışı çerçevesinde şekillendirmeye çalıştığı postmodern küresel sistemin kendi hâkimiyetinde sevk ve idare edilebilmesi için, "radikal İslâm, küresel terör ve medeniyetler çatışması" faktörlerini ciddi bir propaganda aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Bu amaçla, ABD önderliğindeki koalisyon güçleri, 11 Eylül süreciyle birlikte, Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyası sınırlarının bütününü kapsayan hâkimiyet mücadelesi ya da neoemperyalizm hareketini Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) şemsiyesi altında gerçekleştirecek şekilde planlamışlardır.

Kuzey Afrika, klasik Ortadoğu, Türkiye, Kafkaslar, Orta Asya, Çin'den Rusya'nın iç kısımlarına kadar uzanan geniş coğrafyanın tamamını kapsayan Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyası içerisindeki 40 kadar devletin toprakları üzerinde yüzlerce "piyon" devletçik ya da kent devleti kurmayı amaçlayan BOP, değişik koalisyon üyesi devletlerin desteğine rağmen, temelde ABD-İsrail-Avrupa Birliği (AB) mihveri tarafından yürütülmektedir. Dolayısıyla, New York kentindeki İkiz Kulelerin saldırıya uğramasının arkasındaki destekçi güç olarak kabul edilen Afganistan'daki Taliban Yönetimi ve o ülkede yerleşik olduğu varsayılan El Kaide örgütü üzerinden başlatılan operasyonlar, Afganistan'ın işgalinden sonra Irak'ın teslimine ve arkasından da Lübnan, Suriye, İran, Sudan, Yemen ve hatta Türkiye'yi de içine alacak şekilde bütün bir bölgeyi tehdit eder bir noktaya gelmiştir.

BÖLGEDEKİ İŞBİRLİKÇİLER

Gerçi, Mihver ülkelerinin Irak ve Afganistan'da içine saplanmış oldukları bataklık ve bütün bölge halklarında oluşan "tepki ve kenetlenme odaklı" ciddi bilinçlenmeler dikkate alındığında, "Neo-Con" çetenin hegemonya arayışında başarı şanslarının sıfır denecek derecede olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Ancak ne yazık ki, bölgedeki değişik ülkelerdeki Kürt unsurların kullanılmasına yönelik projelerin Barzani, Talabani ve PKK unsurları tarafından içtenlikle kabullenilmesi, Mihver ülkelerine önemli bir fırsat kapısının açılmasına neden olmaktadır. Öte yandan, Afganistan ve Irak'taki işgalciler tarafından tayin edilen kukla yönetimlerin kontrolündeki güçlerin Mihver ülkelerinin menfaat ve yönlendirmeleri doğrultusunda kullanılabilir konuma getirilmeleri de işgalcilere ayrı bir destek ve moral kapısı olarak değerlendirilebilir. Pek tabii olarak, Mihver ülkelerinin sahip oldukları son model silahların ürkütücü yapısı ve Irak'ta karşılaşılan şok saldırıları korku psikolojisinin bölge halkları üzerinde oluşturduğu ürkeklik de işgalcilerin hanesine yazılabilecek başka bir üstünlük unsuru olarak kabul edilebilir.

O nedenle, bölge ülkelerindeki bağımsızlık yanlısı onlarca farklı ırk mensubu potansiyel "piyon" grupların varlığı, işgalci ülkelerin imha gücü yüksek silahları bölge halklarına karşı kullanma eğilimi ve bölgede Afganistan-Irak kukla yönetimleri benzeri yapıların oluşturulma ihtimali bağlamında baktığımızda; orta ve uzun vadede şansları sıfır olsa da, kısa vadede Mihver ülkelerinin ciddi potansiyele sahip oldukları gerçeği bölgemiz için çok ciddi tehdit oluşturmaktadır. Aşağıda belirtmekte olduğumuz diğer koşulların "haksız bir şekilde" Mihver ülkelerinin lehine işlemesi ise, soruna daha karmaşık ve vahşi bir görüntü kazandırmaktadır.

GÜÇ DENGESİZLİĞİ

Osmanlı coğrafyası ve etki alanının "Büyük Ortadoğu Coğrafyası" ismiyle yeniden dizayn edilmeye çalışıldığı 21. yüzyıl koşullarının tek "küresel aktörü" ABD, doğrudan saldırı tehdidine maruz kalma endişesi taşımamasının verdiği güvenle, "bilişim çağının son teknoloji ürünü silahlar marifetiyle" İslâm dünyasını "şok operasyonlar" vasıtasıyla terbiye(!) etmeye çalışıyor. Batılı ülkeler ile İslam ülkeleri arasındaki bu dengesizlik o derece yüksek boyutlara varmıştır ki, normal koşullar altında aradaki açıklığın giderilmesi neredeyse hiçbir zaman mümkün olamayacaktır. Bu bariz dengesizliğe rağmen, Irak'ın işgali "kitle imha silahlarının varlığı"na dayandırıldığı gibi, İran'ı işgal etme planları da olmayan "nükleer silahlar"a dayandırılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla, Batı Bloğu'nun "hayali, zoraki, afaki, sunî ve abartılı rakibi" konumundaki İslâm dünyasının zayıflığı, Mihver ülkelerinin taarruza geçmelerinin "perde arkasındaki en büyük tehdit algılama gerekçesi" olarak ileri sürülmektedir.

Öte yandan İslam dünyasının başsız, başarısız, karmaşık, karışık, kavgalı, korkak ve geri kalmış ülkelerinin çaresizlik edasıyla hareket etmelerinin yaydığı çaresizlik görüntüleri ise, ABD önderliğindeki mihver ülkelerini daha da kontrolsüz, acımasız, hesapsız, denetimsiz ve sınırsız yıkım hareketlerine girişmeye teşvik etmektedir. Öyle ki, "insan hakları, hukukun üstünlüğü, özgürlükler, hakkaniyet ilkeleri ve sınırların ihlal edilemezliği" ilkelerinin neredeyse kutsanmakta olduğu modern ötesi bir çağda (günümüzde), "savunduğu erdemli değerlerin ve uluslararası kuralların aksine davranışları kutsallaştırarak" işgalci bir anlayışla dünyayı sevk ve idare eden ABD'nin insanlık dışı davranışları karşısında insaf sahibi tek bir ciddi direnç oluşturulamamaktadır. Dolayısıyla korkaklık, çaresizlik ve başarısızlığı "imha, işgal ve işkence politikası" için fırsat addeden bir küresel diktatörlük karşısında "tek bir direnç noktasının oluşturulamaması" asimetrik ilişkilerin yeni tiksindirici yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Diğer yandan; ne yazık ki Birleşmiş Milletler, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ve Uluslararası Adalet Divanı gibi uluslararası kurum ve kuruluşların tavırları da, üçlü mihverin neo-emperyal politikalarına çanak tutacak şekilde belirginleştirildiği için, haksızlığa uğramakta olan "masum ve mağdur" ülkeler söz konusu evrensel resmi kurumların kapısını çalmaktan kaçınırlarken; işgalci politikalarında ısrarcı davranmayı marifet zanneden "mağrur ve gaddar" mihver ülkeleri ise, ilgili uluslararası resmi kurumları kullanabilme yeteneklerini "demoklesin kılıcı gibi" gelişmemiş toplumların üzerinde sallandırarak "kendi istismar ve keyfiliklerine" meşruiyet zemini oluşturmaya çalışmaktadırlar. Mesela, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ni (BMGK) her türlü keyfiliklerde kullanma hakkına sahip olan Batılı ülkeler, işgal etmeyi arzu ettikleri ülkeleri bile BMGK vasıtasıyla rahatlıkla "uluslar arası toplum denen ucubenin ambargosu"na maruz bırakarak işgale hazır hale getirebilmektedirler. Açıkçası, dünya sistemini "zalimin, mazluma eziyetine hizmet eder noktaya taşıyan" bir Batı Bloğu karşısında, tamamen bağımlı bir yapıya sahip olan "gelişmemiş yapıya sahip olan İslam dünyasının karşılaştığı tehdidin boyutları"nı net bir şekilde ortaya koymak neredeyse imkânsızdır.

Ayrıca Mihver ülkeleri ile İslâm ülkeleri arasında yaşanmakta olan bu "asimetrik, apolitik ve sistem dışı" hesaplaşma sürecinde, "uluslararası toplum" denen, ABD-İsrail-AB mihverin güdümündeki yapmacık mekanizma da "mihver ülkelerinin, işgal politikalarına meşruiyet arayışlarında" önemli bir araç olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Gerçekten, ABD liderliğindeki tek kutuplu küresel sistemin arkasındaki asıl güç konumundaki Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) ile Uluslararası Fon Yönetimleri (UFY) tarafından mihver ülkelere sağlanan destek ve İslâm ülkelerini hareketsiz hale getiren kıskaç, mihver ülkeleri ile İslâm ülkeleri arasındaki söz konusu dengesiz mücadelenin daha da dengesiz hale getirilmesi sürecinin cabası olagelmektedir. Dolayısıyla, sürece hangi yönden bakarsak bakalım; maalesef, karşılaşılan durumun rengine bakılmaksızın "sürekli olarak Mihver ülkelerini haklı ve güçlü kılan bir haksız düzen" dünya sisteminin işleyişine egemen kılınmıştır. İşte, bu çivisi çıkmış durum ve koşullardan istifade eden ABD önderliğindeki koalisyon güçleri, Ortadoğu coğrafyasından başlayarak, dünyanın geri kalanına "kendi menfaatlerine uygun olacak şekilde" yeni bir düzen vermeye çalışıyorlar.

TAARRUZ STRATEJİSİ

Soğuk savaş sonrası dönemde, ABD önderliğindeki Mihver Ülkelerinin yeni "günah keçisi" konumuna sürüklenen İslâm dünyası, mihver ülkelerinin güdümündeki değişik çok uluslu evrensel güç odaklarının dışlayıcı tutum ve davranışlarının yaydığı negatif atmosferin de etkisiyle, mihver ülkelerinin "şok taarruzları" karşısında tamamen şaşkına dönmüş gibi bir izlenim vermektedirler. 11 Eylül 2001 yılında New York'taki "İkiz Kuleler" saldırısının tezgâhlanmasının arkasına saklanarak, Afganistan ve arkasından da Irak işgalleriyle zirve yapan İslâm Dünyasını tahakküm altına alma hayaline kapılan mihver ülkeleri, özellikle Arap ülkelerinin çoğunun başına getirmiş oldukları "korkak ve asimile" yöneticileri de kullanarak, "21. yüzyıl paylaşım ve parçalama planlarını" rahatlıkla gerçekleştirebileceklerini zannetmektedirler. Bu yolda rahat hareket edebilmeleri için, özellikle Osmanlı hâkimiyet ve etki alanı içerisinde bulunmuş olan Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyası üzerindeki işgal, parçalama, güdümlü hale getirme, "mezhep ve etnik" temelde cepheleştirme ve "Büyük İsrail" idealini hedefleyen Siyonizm Projesini gerçekleştirme hesaplarının önündeki en önemli engel konumundaki İran-Türkiye-Pakistan Mihverini tamamen ortadan kaldırmaya kilitlenmiş bulunuyorlar. Söz konusu üç ülkenin saf dışı edilmesi amacıyla çok sayıda yöntem kullanılıyor. Bu amaçla, son aylarda sürekli olarak dozajı artırılan terör olayları aracılığıyla ayağa kaldırılan Türk kamuoyunun yoğun baskılarına maruz bırakılan Türk hükümetinin, ABD-İsrail-AB mihverinin son teknoloji ürünü silahlarla donatmış oldukları orduların kamufle edildiği "Peşmerge kuvvetleri"ne karşı savaşa sokulmasına çalışılıyor. Teröre karşı Türkiye'nin yanında oldukları izlenimi vermelerine rağmen, ABD güdümündeki Irak Hükümeti ile Bölgesel Kürt Yönetimini Türkiye'ye karşı anlaşılmaz noktaya çekip, Türkiye'nin sabrını taşırarak Irak topraklarını işgale teşvik eden üçlü mihver, bu yıpratma savaşında Türkiye ile İran'ı tamamen güçten düşürerek her türlü pazarlığa rıza gösterir konuma getirme hesabı içerisindedirler. Söz konusu iki ülkenin güçten düşürülmesinden sonra bölgede, İsrail Devleti'nin arzu ettiği doğrultuda, yüzlerce devletçik (kent devleti) ortaya çıkarılma hesapları güdülmektedir. O nedenle, ABD-İsrail-AB mihveri tarafından devreye sokulan taarruz stratejisi çerçevesinde, Pakistan, Türkiye ve İran gibi ülkelere yöneltilmiş olan şantaj, tehdit ve tehlikelere karşı oldukça dikkatli davranılması gerekmektedir. Bu süreçte, Mihver ülkelerinin neoemperyal planlarının önündeki diğer engel konumundaki Pakistan'ın durumu ise oldukça farklı bir yapı arz etmektedir. Zira, hem Pakistan'dan özel beklentileri var ve hem de zamanı geldiğinde bu ülkeyi parçalara ayırmaya yarayacak dinamikler "söz konusu bu ülkenin kendi içerisinde" bulunmaktadır. O halde, Mihver ülkelerinin şok saldırıları ve sürpriz oyunları devreye sokulmadan önce, İran-Türkiye-Pakistan-Suriye-Mısır gibi ülkelerin derhal bir araya gelerek mihver ülkeleriyle yapıcı müzakerelere girişmeleri her iki tarafın da menfaatine olacaktır. Kaldı ki, İran ve Türkiye'nin güçten düşürülmesini hedef alan bir oyunun devreye sokulması halinde, İsrail'in geleceği de gerçek anlamda tartışma konusu olacaktır. Pek tabii olarak, Ortadoğu halkları arasındaki kargaşayı kullanma hesapları güden mihver ülkeleri kısa vadede başarılı sonuçlar elde etseler de, orta ve uzun vadede gerçek anlamda bir yenilgi alacakları için, Çin-Rusya-Hindistan-Japonya-Kazakistan gibi yeni aktörlerin sivrilmesinin yolu açılmış olacaktır.

SONUN BAŞLANGICI

Pax Americana'nın (Amerikan Barışı) zirve noktaya ulaştığı 2001 yılı, her ne kadar ABD'nin alternatifsiz tek "küresel aktör" olduğu zirve noktayı işaret ediyorsa da; bu yıl, aynı zamanda ABD'nin yükselişinin en son noktasına ve dolayısıyla duraklama ya da gerileme sürecinin başladığı noktaya da bir başlangıç oluşturmaktadır. Açıkçası, ABD'nin duraklama dönemine mi yoksa gerileme dönemine mi girdiği hususu ile 11 Eylül 2001 tarihinde başlatılmış olan yeni sürecin nasıl işletileceği hususu çok yakından ilişkilidir. Örneğin; nasıl ki Osmanlı Devleti, 1683 yılında gerçekleştirdiği İkinci Viyana Kuşatması'nı kötü yönettiği için, kesintisiz süren savaşlar silsilesinin neticesinde kabul ettiği 1699 tarihli Karloftça Antlaşması'yla kesin bir şekilde gerileme sürecine girmişse; benzer biçimde, ABD de, 2001 yılında gerçekleştirdiği Afganistan işgaliyle başlayan kesintisiz savaşlar silsilesini nasıl idare edeceğine bağlı olarak kendi geleceği hakkında belli bir kanaatin oluşmasına kapı aralayacaktır.

Burada özellikle belirtmek gerekir ki, şayet ABD de "Afganistan ve Irak'ın işgaliyle yaygınlaştırmaya çalıştığı işgal politikasında" Osmanlı Devleti gibi yaparak başarısızlığa uğrayacak olursa; nasıl ki 17. yüzyılın tarım toplumunun hızı ile 21. yüzyılın sanayi ötesi toplumlarının hızları arasında aklın ve hayalin alamayacağı derecede bir fark varsa, Osmanlı Devleti'nin yıkılış hızı ile ABD'nin yıkılış hızı arasında da aynı derecede büyük fark olacaktır. Hakikaten, soğuk savaş döneminin (1946-1991) iki süper gücünden birisi konumundaki Sovyetler Birliği'nin 1985-1991 yılları arsındaki yedi (7) yıl gibi kısa sürede dağıldığı göz önünde bulundurulacak olursa; hâlihazırdaki hatalarını sürdürmekte ve Türkiye gibi stratejik konumdaki müttefiklerini karşısına almakta ısrar edecek olursa, şu anda Ortadoğu coğrafyasına kan kusturmakla övünen ABD'nin de "benzer bir biçimde" yakın bir gelecekte tam bir yenilgi, iflas ve yıkılma tehdidiyle yüzleşmesi fazlaca bir sürpriz olmayacaktır. Bizden uyarması.


http://www.hakimiyetimilliye.org/index.php?news=1819

23 EKİM 2023'DE, ELİM BİR TRAFİK KAZASI SONUCU, UÇMAĞA VARDI.
ŞİMDİ; TANRI DAĞINDA, ATALAR YURDUNDA, ATSIZ ATA MAKAMINDA, BAŞBUĞLAR OTAĞINDA, ERİNÇ İÇERİSİNDE!

Çevrimdışı motun yabgu

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 1566
Ynt: Türkiye, İran ve Pakistan Üzerine Oyun
« Yanıtla #1 : 21 Kasım 2007 »
Sizi taş devrine döndüreceğiz!..

İbrahim Karagül
11 Eylül sonrası Orta/Güney Asya’ya yerleşmeye başlayan ABD, Pakistan’a daha doğrusu Pervez Müşerref yönetimine “ya yüzde yüz bizimlesiniz ya da yüzde yüz bize karşı” demiş, karşı olmaları halinde “Pakistan’ı taş devrine dönecek şekilde vuracakları” tehdidinde bulunmuştu.

O zamandan bu yana Afganistan ve bölgeye ilişkin ABD politikalarına destek veren, terörle mücadelede birlikte hareket eden, kendi ülkesinde bile operasyonlara göz yuman Müşerref, 3 Kasım’da yeni bir darbe yaptı. Dünya Müşerref’in iktidar tutkusu ve ülkedeki demokrasi mücadelesiyle Benazir Butto’nun tek alternatif haline getirilmesi sürecini ve ülkeyi parçalanmaya doğru sürükleyen gerilimi endişeyle izlemeye başladı. Sekiz yıl önceki darbe nedeniyle dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in Hindistan’a gidip Pakistan’ı ziyaret etmeden dönmesi iki ülke arasında kırgınlığa neden olmuştu. Bu “darbe”den sonra da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Beyaz Saray’da ABD Başkanı George Bush ile görüşmesinde, öncelikli konulardan biri yine Pakistan ve “müdahale” oldu. Ancak tartışma, belki de “müdahale”nin tek sebebi olan asıl konuya hiçbir zaman gelmedi.

Sorulması gereken sorular şunlardı: Pakistan’da darbe mi yapıldı yoksa bir darbe mi önlendi! Ve bu darbeler yarışı nükleer silahları kontrol etme yarışı mıydı? Nükleer gücü eline geçiren ABD karşıtı çevreler, hem ABD hem de İsrail için nasıl bir tehdit oluşturacaktı? Salı günkü yazımda bu gerçeğe dikkat çekmeye çalıştım:

Müşerref 3 Kasım’da olağanüstü hal ilan etti. 2 Kasım’da ABD’li bir istihbarat şirketi, “nükleer silahların İslamcıların ya da ordu içindeki şahin grubun eline geçmeyeceğini” açıkladı. Yani olağanüstü hal ilanından bir gün önce. İstihbarat şirketinin Ortadoğu uzmanının The Washington Post gazetesinde “müdahale”nin gerçek sebebini açıklamış oldu. Açıklama, ABD yönetimini rahatlatmayı, Pakistan’ın nükleer silahlarının kontrolüne ilişkin kaygılarını gidermeyi amaçlıyordu. 12 Kasım’da aynı gazetede AFP kaynaklı bir haber yayınlandı. ABD’nin, Pakistan nükleer silahlarını korumak için gizli bir planı olduğuna ilişkin rapordan söz ediliyordu. Washington’ın silahların kontrolünü ele almayı planladığı, iyimser senaryoya göre Pakistan ordusunun ABD’ye destek vereceği bildirildi.

Kötümser senaryoya göre ise, Müşerref’in kontrolü kaybedeceği, siyasi krizin derinleşeceği, ABD karşıtı güçlerin nükleer silahların kontrolünü ele geçireceği ve bunun bir ya da iki yıl içinde olabileceği belirtiliyordu. Bu hesaba göre Pakistan ikinci İran olacak, nükleer güç İsrail’i tehdit edecekti. Tehlikeyi önlemek için önümüzdeki yıldan itibaren Pakistan’a ABD askeri gönderilecek, ülke içinde operasyonlar yapılacak ve yedi yıl orada bulunulacaktı.

Dünya, gizli plana kilitlendi ve Müşerref “darbe”sine ilişkin tartışmanın niteliği değişti. Bir gün sonra, yani 13 Kasım’da Pakistan Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaptı. ABD’nin planına karşı çıktı ve nükleer silahları koruyacak güçte olduklarını duyurdu. Nükleer kriz konusunda sadece İran’la ilgili gelişmeleri izlemek yetmiyor. Bir korkunç senaryo var: Pakistan’ın nükleer silahları bir gün İsrail’e yönelirse korkusu bu. Mayıs ayında Türkiye’de yaşanan bir olayı küçük örnek olarak hatırlatmak istiyorum:

Eski Doğu bloku ülkelerinden birinden kalkan, (Warşova ya da Prag olabileceği iddia ediliyor) Atina’ya uğrayan, Ankara’ya gelen, burada iki gün kalan sonra Trabzon’a giden, oradan İran’ın Tebriz kentine havalanan Sky Arrow T600 tipi iki kişilik bir uçak Trabzon’dan havalandıktan bir süre sonra bilinmeyen bir nedenle “düşürüldü.” İngiliz pilot ve Pakistanlı “general” öldü.

Bilmece burada başlıyordu. Uçağın, general olan yolcusunun izlendiği, Trabzon’da kaldıkları süre içinde yaptıkları 90 telefon konuşmasının dinlendiği ortaya çıktı. Uçaktaki çok kıymetli yolcunun Pervez Müşerref’in emir subayı ve eski pilotu olması kafaları daha da karıştırdı? Doğu Avrupa’dan yakın başkentlere uğrayarak gelen ve İran’a gidecek olan Müşerref’in emir subayı izlendi ve uçağı düşürüldü.

İddialar şöyleydi: Uçak nükleer kaçakçılık için kullanılıyordu. Pakistanlı general İran’a nükleer sırlar taşıyordu. İran nükleer santrallerinin çalışması için gereken “chip”leri götürüyordu. Pakistan’dan İran’a nükleer teknoloji transferi yapılıyordu. Uçağın ABD ve İsrail istihbaratı tarafından düşürüldüğü iddia edildi ve olay kapatıldı.

Darbe yaklaşan bir askeri darbeyi önlemek için mi yapıldı? Müşerref’i devirmeyi planlayanlar ABD’nin deyimiyle “İslamcı milliyetçiler” miydi? Erken davranılmasaydı ve ABD karşıtı güçler iktidarı ele geçirseydi ABD’nin Orta Asya macerasının sonuna mı gelinmiş olacaktı? Olağanüstü hal ilanının ilk saatlerinde “Müşerref’in ev hapsinde olduğu”na ilişkin spekülasyonlar, kamuoyunda ABD karşıtı bir darbe beklentisinin işareti miydi?

Çılgınca şeyler düşünmemek lazım. Ancak bölgede gerçekten çılgınlıklara doğru bir gidiş var. Aklıma, 7 Eylül 2004′te aktardığım İsrail’i vuran Pakistan atom silahlarını konu alan “Dört Gün Savaşı” başlıklı kabus senaryosu geliyor. Çünkü, bugün Pakistan’a müdahale edenlerin kafalarında böyle bir senaryo olduğu kesin!             

                                     Herhangi bir siteden alintidir TTK
ÜZE TENGRI TEMÜR CIDA OKLAR BIRLE BIR BULUT

  BASBUGUMUZ TANRIKUTTUR TANRIKUTTUR

                       TANRIKUT.