Gönderen Konu: Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura 'Milliyetçilik Bağlamında'-III  (Okunma sayısı 3655 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Kök-Börü

  • Ziyaretçi
1. Metodolojileri

1.1. Ziya Gökalp’ın Metodolojisi
Ziya Gökalp Türkiye’de ilk toplum bilimcisi olduğu gibi aynı zamanda da toplum bilimin gelişmesine hem kürsü kurarak kurumsal anlamda katkıda bulunmuş hem de bu alanda düşüncelerin üretimi için öncülük yapmıştır (Kongar, 1982: 29-77).

Gökalp’ın başlıca kaygısı, sosyolojik araştırmalar için nesnelliğin ve önyargısızlığın başat olduğu bir ortamı sağlamaktı, Emre Kongar’a göre. Yani Gökalp, hem bilimde, hem de sanatta peşin hükümlü bir tarzda araştırmalarda bulunmaktan kaygı duyduğundan dolayı toplumun adına en uygun ve yararlı olabileceğine inandığı nesnel bilimin önemini çok iyi kavramakta ve düşünce ile sanat adamlarını da bu yönde ilerlemeye, yani nesnel ve önyargısız bir yol içinde çalışmalarını yürütmeleri için çağrıda bulunmaktaydı (Kongar, 1982: 29-77).

Oysa bu aslında o kadar da kolay değildir, çünkü ülke olarak toplum o dönemde derin bir dönüşüm içerisinde ve üstelik de Gökalp İttihat ve Terakki Partisi ile de yakın temas halindedir. İşte bu koşullar içerisinde Gökalp etkinliği yakalayabilmek adına bilimdeki nesnelliğe uymaya çalışmaktadır. Ancak bana göre burada yalnızca bilimsel nesnellik kaygısı eksik kalır, çünkü bu konudaki tutumunda bilimsel ahlakın de önemi son derece büyüktür. Ayrıca Gökalp siyasetle oldukça yakın olduğu halde hep eylem ve etkinliklerden (örneğin parti içinde somut görev ve hatta devlet kademelerinde yer almaması) mümkün olduğu kadar uzak durmak için çaba sarf etmekteydi. Bunun nedeni ise Gökalp’ın aynı zamanda hem siyaset ve hem de bilimle uğraşmanın olanaksız olduğuna inandığı ve daha çok teorisyenlik çalışmaya merak duyduğundandır (Muhammetdinov, 1996: 137).

Bu bağlamda, yani kuramsal çalışma çerçevesinde Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün gelişmesi tarihinde bir kilometre taşı sayılan “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı yapıtının metodoloji bakımından kuramsal-ideolojik bir nitelik taşıması örnek olarak gösterilebilir. Bu çalışması daha çok yeni ulus devletin kurulması ile ilgili siyasi ve ideolojik sorunların çözüme kavuşturulmasına ilişkindir ki bu çalışmasında Gökalp, büyük bir bölümü Türkçülük ve Modernizasyona ayırmıştır (Muhammetdinov, 1996: 139).

Nesnellik konusuna dönecek olursak Gökalp bu tutumu aynı zamanda oldukça pratik nedenlerle de uygulama taraftarıdır. Şöyle ki birisi kendi halkına duygular besleyebilir, ancak kendi halkını çok iyi tanıması ve üstelik de araştırabilmesi için nesnel ve önyargısız olabilmesi gerektiği tartışılmazdır. Bu çaba, eğer halkın içinde tespit edilmesi ve ortadan kaldırılması gereken bir noksanlık ya da hastalık varsa çok daha önemli bir hale gelmektedir Gökalp’a göre (Gökalp, 1977: 4).

Yine nesnellik ve önyargısızlık bağlamında Gökalp toplumbilimindeki araştırmalarda tümdengelimin (deduction) yerine tümevarım (induction) yöntemini önermekte ve ampirik yaklaşıma öncelik tanımaktaydı. Çünkü böylece birisi bilimsel araştırmalara giriştiğinde önyargı ve öznellikten kaçınabilir Z. Gökalp’a göre. Aynı zamanda tümevarım yöntemi özelden genele doğru varımı öngördüğünden Gökalp’ın bir anlamda nesnellik adına soyutlamayı ya da spekülatifliği de savunduğu ileri sürülebilir (Kongar, 1982: 29-77).

Kısaca Gökalp bilimsel araştırmaların öznel değil, nesnel olmalarını istemekteydi (Gökalp, 1977: 6).
Bunun dışında Ziya Gökalp’ın toplumsal olaylara ve toplumsal evrim konusuna yönelik yaklaşımı son derece belirlenimci olduğunu söylemek olanaklıdır, çünkü ona göre toplumsal olayların arasında son derece sabit şematik ve determinist ilişkiler (ya da zamanın tabiriyle “içtimai muayyeniyet”*) mevcut olduğu sürece toplumbilim bir bilim dalı olarak varlığını sürdürebilir ve aynı biçimde toplumların “cemia, camia, cemiyet” aşamalarını zorunlu olarak geçmesi gerekir (Gökalp, 1977a: 56).

Esas olarak Ziya Gökalp’ın toplumbilimsel kuramı örf, hars ve mefkureden oluşan bir sistemden oluşmaktadır. Bu sistem şemasının içerisinde örf bir temeldir, hars ise bu sistemin orta kısmını veya “gövdesini” oluşturmakta iken, mefkure de bu şemanın tepesinde, yani üstünde yer almaktadır (Nirun, 1999: 1).

Gökalp’ın Durkheim’den etkilenmiş olan bu evrimci anlayışı aynı zamanda katı bir belirlenimciliğe sahiptir (Kongar, 1982: 29-77).

Ziya Gökalp’te hars (kültür) ve medeniyet (uygarlık) arasında kesin ayırım da çok önemlidir. Hars, onun kuramına göre ulusal bir birikim iken medeniyet ise uluslar arası ve hatta kozmopolitti. Kültür ağırlıklı halklarda duygular ön-plandayken uygarlık yoğunluklu halklarda ise akıl ve mantık merkezli bir toplumsal yaşam vardır. Ancak kimi bilim adamlarına (örneğin, İngiliz bilim adamı Uriel Heyd) göre Gökalp’ın bu kesin ayırıma dayanan hars-medeniyet kavramları kendine özgün olmayıp, yani ilk ortaya çıkarılışları Gökalp’a ait olmayıp kaynağını, Alman bilim adamı Ferdinand Tönnies’in 1887’de yayımlanan “Toplum ve Toplum” adlı yapıtından almaktadır (Heyd, 1979: 79). Bununla birlikte Gökalp’a göre harsı güçlü bir millet her zaman medeniyeti güçlü bir millete üstün gelecektir savaşa giriştikleri durumda. Bu görüşünü desteklemek için de Gökalp hatta zayıf medeniyetli, ancak güçlü harslı Farslarla yüksek medeniyet sahibi Mısırlıların savaşını ve sondakilerin yenilmesini, daha sonra ise yüksek medeniyete erişmiş İranlıların düşük medeniyetli ancak güçlü harslı Yunanlara yenik düşmesini ve bunların ikisinin de “medeniyetsiz” Makedonyalılara mağlup olmasını örnek olarak kullanmaktadır (Gökalp, 1990: 37-8). Ancak Yunanlılar tarafından zaten mağlubiyete uğratılmış İranlılar acaba düşük medeniyet durumundayken niye yine de Makedonyalılara (Gökalp, 1990: 38) yenilmektedir? Veya harsı güçlü Türkler bir zamanlar Çin’e karşı çok iyi savaşlar verirken yine de yüksek medeniyete sahip Çin’e karşı neden zayıf kaldılar? Veya Amerika bugün neden medeniyet olarak çok daha aşağıda duran Irak’ı yenebildi? Ya da Osmanlı güçlü medeniyete sahipken çok daha zayıf medeniyetli halkları yenebilmekteydi ancak medeniyetçe daha üstün Batılı devletlerin karşısında zayıf medeniyetli duruma doğru geçiş aşamasındayken de örneğin yine Gökalp’ın misaline göre, Türkler İngilizleri 1915’te Çanakkale’den kovabilmiştir? Veya medeniyeti daha güçlü olan ile medeniyeti daha zayıf olanların arasında çatışma olduğunda daha farklı süreçler mi devreye girmektedir? Gibi daha nice soru gelebilir akla aslında. Hem Gökalp “Türkçülük Esasları” adlı çalışmasında Felsefi Türkçülük bölümünde Türklerin şimdilik Batı ülkelerinden maddi medeniyet ve maddi silahlar bakımından geride olduklarını, ancak medeniyet bakımından onlara eşitlendiği gün Türklerin yeniden “cihan hegemonyası”nı eline geçireceklerini (Gökalp, 1990: 181) söylemiyor mu? O zaman medeniyet de en az hars kadar önemli mi oluyor? Sorusu yeniden gelebilir akla. Ancak bununla birlikte Gökalp’ın daha önceki tespitleri ile bu az önceki tespiti veya ifadesi bir tezatlık oluşturmaz mı?

Bunun dışında Gökalp’te, Durkheim’in “toplumsal bilinç” ile “toplumsal vicdan” gibi kavramlarından gelen “ulusal bilinç” kavramı çok önemlidir (Ülken, 1939: 29).

Milliyetçilik bağlamında Gökalp’te ulusal vicdan öğesi de son derece önemlidir, çünkü ancak “milli vicdan”a sahip olan halklar sömürgeleşme tehlikesinden bir anlamda korunmuş sayılırlar. Hatta bu konuda şu örneği vermektedir; Arabistan’da milli vicdanın uyanmadığından ve oradaki toplum da henüz “cemia” yaşamından “cemiyet” yaşantısına ulaşamadığından dolayı dış güçler onu aralarında rahatlıkla paylaşmışlardır, oysa Anadolu’da işte bu milli vicdanın uyanmasını farkına vardıklarından ötürü dış güçler Türkiye’ye yönelik emellerinden vazgeçmeye başlamışlardır (Ülken, 1939: 58).

Gökalp’ın milliyetçiliğinde milli şuur öğesi son derece önemlidir. Milli bilinç ise bir milletin açık olarak mefkuresine sahip olunduktan sonra ancak ortaya çıkar Gökalp’e göre (Gökalp, 1917: 57-8). Bununla birlikte Gökalp’ın sistematiğinde duygu, düşünce ve bilinç çok önemli yeri işgal etmektedir (Nirun, 1999: 126).

Gökalp’ın sisteminde en üstte yer alan mefkure kavramı çok önemlidir. Milli kültür (hars) ondan meydana gelir. Daha somut örnekler vermek suretiyle Gökalp mefkure kavramına açıklık getirmek istemektedir. Örneğin Türkçülerin millet mefkuresi Türklüktür Gökalp’ın sistemine göre (Gökalp, 1976: 53).

Gökalp kendi toplumbilimsel kuramını insan toplumlarının en ilkel biçimlerinden modern devlet ve millet aşamasına kadar getirmektedir. Bu süreçte iş bölümü, şehirleşme gibi etkenlerin önemi büyüktür. Zaten işbölümünün şehirleşmeyle başladığını söyler Gökalp. Millet ise en gelişmiş cemiyet yapısıdır, dolayısıyla, modern işbölümün toplumun içerisinde yaygınlaşmasıyla birlikte millete doğru ilerleme kaydedilmeye başlamaktadır. Buradan da Gökalp, milliyet duygusuna doğru geliştirir kuramını. Ancak ondan önce, milli duygunun içinden çıktığı milli vicdan var ve ancak bu aşamadan sonra bir toplumda milliyet duygusu ortaya çıkabilecektir Gökalp’e göre (Nirun, 1999: 140-1). Oysa ki milliyet ruhunun girdiği her yerde ilerleme ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla toplumların cemiyet aşamasından yola çıkarsak ilk önce sosyal vicdan, ardından ulusal vicdan, ardından ulusal duygu ve ancak ondan sonra ortaya milliyet duygusu çıkmaktadır o da milli devlete tekabül etmektedir (Nirun, 1999: 142-3). Bu arada Gökalp milliyeti kültürde, oysa uluslar arasıcılığı da uygarlıkta bulmak mümkün olduğunu söyler (Gökalp, 1917: 155)

Yani, görüldüğü gibi Gökalp’ın çoğu çözümlemeleri toplum bazında doğrudan Türk ulusunun varlığına dayanmaktadır (Kongar, 1982: 29-77). Modern anlamda belki de buna grand teori değil de mikro teori denilebilir belki, çünkü esas itibariyle Gökalp’ın tüm çözümlemeleri yeni bir ulus-devletin ve ulusun ortaya çıkmasına ve bu yeni varlıklarda ulusal bilincin oluşmasına yöneliktir. Bunun anlaşılması da kolay, çünkü Gökalp’ın yaşadığı dönemde birisinin kalkıp da yeni ulusun inşaatına sosyolojik ve ideolojik bakımdan altyapıyı sağlaması gerekirdi. Bu inşaatın nihai amacı ise onun değimiyle “harsi millet”in (kültür ulusu) kurulmasıdır, daha doğrusu bu bir ülküdür, oysa ondan önce bir de “teşrii milletler”(yasama ulusları) aşaması vardır ki bu aşamada bulunan gelişmiş Batı ülkeleri ancak bir sonraki aşamaya geçiş durumundadırlar (Kongar, 1982: 29-77). Kültürel ulus projesinde Gökalp aynı zamanda birçok toplumsal öğenin kökleşmiş varlığının yanı sıra toplumsal bilince dayanarak faaliyette bulunacak özel bir tür “uzmanlık” konseylerin oluşturulmasını da öngörmekte ve böylece Gökalp, E. Kongar’ın (1982: 29-77) deyimiyle “toplumsal mühendislik” yaparak “toplumbilimci kimliğinden” “siyasal bilimci kimliğine doğru” geçiş yapmaktadır. Aslında bu bana Sovyetlerin uygulamalarını hatırlatmaktadır, belki de Sovyet sisteminin de önemli ölçüde determinist ve toplum üstünlüğüne dayalı bir devlet anlayışı taraftarı olmasından ötürü. Ancak Sovyetler de kuruluşunun ilk yıllarında benzeri bir toplumsal mühendislik uygulamaları ve projelerine geniş ölçüde ağırlık vermekte ve yeni kurulan Sovyet ulusal bilincinin oluşmasına yönelik olarak yoğun çaba harcamaktaydı. Belki de bu iki örneğin arasındaki benzerlik her yeni kurulan ulusun zorunlu olarak kendi önceliklerinden oluşan ilerleme yolunu kendine göre çizmek zorunda olduğundan kaynaklanmaktadır, yani toplumsal mühendislik zorunlu bir aşama olarak karşımıza çıkmaktadır.

Genel olarak bu dönemde (E. Kongar’ın sınıflamasına göre Türk toplumbiliminin gelişim sürecinin 1923-1938 arası dönemi) yaşamış ve bilimsel alanda çalışmış bilim adamlarının, dönemin koşulları ve en önemlisi de bu dönemin içerisinde “yeni bir toplum” yaratma ülküsüne yönelik gayretlerin yoğun olarak yaşanmakta olması, düşünce adamlarını zamanın gereksinimlerini karşılayabilecek “toplum modellerini” geliştirmekle uğraşmaya sevk etmekteydi. Bunun altında yatan nedenler ise yukarıdakilere ilaveten, bilim adamlarının ve özellikle toplumbilimcilerin bir toplumbilimi oluşturmak ve toplumun inşaatı bağlamında yüklendikleri bir tür misyon gibi nedenler de mevcuttu (Kongar, 1982: 13-28).

Ortaya koymuş olduğu toplumbilimsel kuramın çerçevesinde kullandığı kavramlarda Gökalp son derece sistematikti, çok sayıda yeni kavram veya yeni özgün anlamlar yüklemek suretiyle eski kavramların kalabalığına rağmen. Bazen de bir olaya kendi terimini koyarak Gökalp o olayı artık verdiği terim adıyla tartışmaya devam etmekteydi. Bunu yaparken de Gökalp, kendisinden önce mevcut kavramlara pek az dikkat gösterirdi. İşte bu durum aslında daha sonraki araştırmacılar tarafından Gökalp’ın kullanmış olduğu simge-kavramların anlaşılmasında zorluk oluşturmaktaydı. Ancak onun bunu yapmasında yatan neden ise herhalde o dönemdeki Türkiye’deki sosyolojik ve siyasal dilde kendisinden öncekilerden farklı olarak devrimci değişimlere yol açmak istemesiydi (Berkes, 1959: 13-31).

Son olarak şunun belirtilmesinde yarar vardır. Ziya Gökalp kendi araştırmalarında geniş ölçüde tarihsel yaklaşım, karşılaştırma ve çözümleme yöntemlerinden yararlanmaktadır. Bu yolla o, Türklerin çok geniş tarih sürecini ele alabilmekte ve diğer, özellikle Batı uluslarıyla karşılaştırmalar gerçekleştirebilmektedir kendi izahatlarını ortaya koyduğu zaman.

Bu süreci Gökalp, Türklerin tarihinde İslam öncesi dönemden başlatmakta ve, çok ilginçtir ki, yeni toplum inşaatında örnek alınabilecek diyebileceğimiz bir çok esas bulabilmektedir. Bunlardan örneğin, Şaman Türklerin hem demokrat hem de feminist olmasıdır örneğin (Z. Gökalp 1990:158). Buradaki örneği Gökalp aile ahlakı çerçevesinde vermektedir. Bunun dışında medeni ahlak konusunda Ziya Gökalp yine Şaman Türklerin yaşamından örnekler vermekle sürdürmekte ve sonuçta Türkçülüğün gayelerinden birinin de medeni ahlakı yükseltmek olduğunu ortaya koymaktadır (Gökalp, 1990: 166).

Bununla birlikte Gökalp yaşadığı dönemi ve toplumu çok iyi ve derin çözümlemeler yürütebilecek düzeyde tanımaktaydı. Buna örnek olarak Gökalp’ın “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı çalışmasındaki, konumuz Milliyetçilik bağlamında Türklerin Osmanlı zamanında aslında çok da prestijli bir etnik kimlikten öte hor görülen ve hatta aşağılamak için kullanılan bir sıfat olarak mevcut olduğunun tespiti gösterilebilir (Muhammetdinov, 1996: 147-8). Ziya Gökalp’ın keskin tespitlerine dayanan bu örneğin önemi, o dönemdeki Türklerde milliyet bilincinin gösterilmesi bakımından ileri gelmektedir.

Başlangıçta Osmanlıcı ve İslamcı olan ve daha sonra çıkış yolunun Turancılıkta olduğunu keşfeden Ziya Gökalp’ın çalışmalarının genel önemi, onun ilk kez bilimsel milliyetçilik çerçevesini ortaya çıkarmış olmasından kaynaklanmaktadır. Yani Gökalp mevcut devletin bir gün ümmetle değil milliyetçilik esasına göre yönetilecek yeni bir devletin kurulacağını önceden sezinleyebilmiştir (Kushner, 1979: 235).

Ancak İstiklal savaşı yıllarında Gökalp Turancılık’tan uzaklaşmış olduğu bilinen Gökalp düşüncelerini halka doğru daha kolay yayabilmek için şiir ve halk edebiyatından yararlanmıştır. Özellikle şiirlerinde ideolojiyi, Türklük, İslamcılık ve Batıcılık gibi kavramları işleyerek dışa vurmaktaydı (Kushner, 1979: 235). Ancak Gökalp’ın düşüncelerini yaymada etkin bir biçimde kullandığını düşündüğü şiirler aslında tam da onun düşüncelerinin tam olarak anlaşılmamasına ve kısmen olarak anlaşılmasına da yol açmaktaydı (Berkes, 1959: 7-10).