EGEMENLİK VE ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
Selahattin Erol
82 yıllık Cumhuriyet?in varoluş felsefesi ile ilgili bazı temel kavramları, ne yazık ki, hâlâ yerli yerine oturtabilmiş değiliz. Resmi söylemde ?Atatürk İlkeleri? olarak adlandırılan prensiplerin, farklı siyasal inanç sahipleri ve örgütlenmeler tarafından politik tutum ve yönelimlerini meşrulaştırmak amacıyla çarpıtıldığını, kendi siyasal ereklerinin kılıfı olarak kullanıldığını görüyoruz. Hemen hemen bütün siyasal partilerin, programları ya da diğer resmi belgelerinde şu veya bu şekilde Atatürk İlkeleri?ne gönderme yapsalar bile, siyasal pratiklerinde bu ilkelerin gereklerini yerine getirdikleri söylenemez.
TBMM?de temsil edilen partilerin milletvekilleri, göreve başlarken ?namus ve şerefleri? üzerine ettikleri yeminde ?Atatürk İlke ve İnkılaplarına bağlı kalacaklarını? taahhüt ederler. Oysa bu partilerin hiçbiri o ilkelerden biri olan ?devletçiliği? benimsemez. Aksine liberal ekonomi politikalarının ve bu çerçevede IMF reçetelerinin savunucusu ve takipçisidirler.
Laiklik de, kimilerince ?din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması? şeklinde, kavram devlet katı ve siyasal ilişkiler düzlemiyle sınırlanarak ele alınır. Kimileri de kavramı büyük bir kurnazlıkla ?din ve vicdan özgürlüğü, dini duygu ve düşünceler üzerinde baskı olmaması? vb. şekilde tanımlayarak, kutsal din duygularının siyasete alet edilmesinin meşru bir aracı haline getirir. Oysa her iki anlayışın da dini, bir vicdan meselesi, kişi ile inandığı arasındaki ilişkiler bütünü olarak ele alan ve sadece devlet işlerinde değil ?millet işlerinde? de ?din ve dünyayı tamamen birbirinden ayırmayı? amaçlayan Kemalist laiklik anlayışı ile ilgisi yoktur. Ama yukarıda bahsettiğimiz her iki kesim de Atatürkçü olduklarını, Atatürk ilkelerine bağlı olduklarını iddia ederler !..
Benzer bir durum halkçılık ilkesi için de geçerlidir. Birçoğu için halkçılık, ?...siyasal meşruiyetin temelini halkla bulabilmektedir... ekonomik ve siyasal imtiyazların kaldırılmasıdır... çözümleri halk için, halkla beraber bulmaktır.? Oysa kimi doğruları içerse bile, bu anlayış Mustafa Kemal?in yaptığı halkçılık tanımından çok farklıdır ve eksiktir. Mustafa Kemal, halkçılık konusunu ele alırken emeğe ve çalışmaya vurgu yapar, Türk halkını ?kurtulmak, yaşamak için çalışmak ve çalışmaya mecbur olan bir halk? olarak tanımlar. Daha önemlisi yurttaşların sahip olduğu hakların temeli olarak çalışmayı gösterir ve ?her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışma sayesinde bu hakkı kazanırız.? der. Bu çerçevede halkçılık, Mustafa Kemal tarafından, ??sosyal düzenini çalışmasına, hukukuna dayandırmak isteyen bir mesleki içtimai (doktrin)? şeklinde tanımlanır.
Ama çok daha önemli olan, Mustafa Kemal?in bu tür bir halkçılığın ancak ve ancak anti emperyalist ve anti kapitalist bir tutumla mümkün olacağının bilincinde olmasıdır. İşte bu nedenle Mustafa Kemal, ?bağımsızlığımızı emin bulundurabilmek için heyeti umumiyemizce (genel kurulumuzca) heyeti milliyemizce (mili bütünlüğümüzce) bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece savaşmayı caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız? anlayışındandır. Diğer bir ifade ile devrimci Kemalist halkçılık anti emperyalist ve anti kapitalist bir tutum almaktır.
Son zamanlarda bu kafa karışıklığına milliyetçilik ve milli egemenlik konusu da eklendi. Atatürk milliyetçiliği anlayışı, bir Türk-İslam sentezi yorumuna indirgenmeye çalışılırken, kimi uyanıklar da egemenliğin millete değil Allah?a ait olduğunu, ?bu topraklarda? Tanrı?nın hakim? olduğunu utangaç bir şekilde savunmaya başladılar. Dile getirilen 4-5 doğrunun arasına yerleştirilerek, alıştıra alıştıra benimsetilmeye çalışılan bu egemenlik anlayışı, milleti ve milliyetçiliği, din ve inanç eksenli ele alan bir bakış açısının ürünüdür.
Bu görüş, ?egemenlik kayıtsız şartsız milletindir? demesine rağmen, hemen arkasından ?ama inanç da bireyindir. Bireyler bir araya gelir, birlik ve beraberliği sağlayarak milleti oluştururlar? diyerek inanç kavramını milletin ve egemenliğin önkoşulu, yapıcı unsuru olarak ele almaktadır. Bu anlayış, her ne kadar ?inançsızlık da bir inançtır? ifadesiyle din dışı görünmeye çalışsa da, ?bu topraklarda hükümran ya da hakim olan Tanrı?dır? tespitinde görüldüğü gibi, aslında inancı belli bir din ve Allah anlayışı çerçevesinde tanımlamaktadır.
Oysa inanç, siyasi-hukuki değil, vicdani bir meseledir, kavramdır. Egemen olduğu bir yer varsa, o da inananların vicdanıdır, bu ülkenin yönetimi değil !.. Çünkü bu topraklarda inananlar olduğu gibi, inanmayanlar da vardır. Dahası, değişik inançlara sahip olanlar da bulunmaktadır.
Bir Allah?a, dine ya da başka bir düşünceye veya görüşe isteyen inanır, isteyen inanmaz. Bu çeşitlilik nedeniyle, egemenlik tek bir inancın tekeline ya da belirleyiciliğine bırakılamaz. Onun için egemenlik, yani hükümranlık (ya da hakim olma durumu) Tanrı?ya değil, millete (ulusa) aittir. Egemenliğin kaynağı öte dünyada ya da gökyüzünde değil, bu dünyadadır. Uhrevi değil, dünyevidir. Ulusun yetkili kıldığı organlar eliyle kullanılır. Kimseye, şu veya bu nedenle, devredilemez.
Üstelik din, Türk milletini oluşturan unsurlardan biri de değildir. Bu milletin önemli bir oranı müslüman olsa bile, islamiyetin farklı yorum ve uygulanış biçimlerini benimsemiştir. Üstelik belli bir dini, milleti oluşturan unsurlardan sayan anlayış, farklı dini inanç sahiplerini dışlayıcı bir bakış açısını yansıtır. Zira Türkiye?de islami inanca sahip olanlar kadar, Hıristiyan ve Musevi inancına sahip, hatta herhangi bir dini inancı olmayan vatandaşlarımız da bulunmaktadır ve onlar da Türk milletinin ayrılmaz parçasıdırlar.
Din milleti oluşturan unsurlar arasında sayılamayacağı gibi, birleştirici bir unsur olarak da değerlendirilemez. Eğer öyle olsaydı, islam dinine inanan tüm Arapların tek bir millet ve ulus-devlet çatısı altında birleşmeleri ya da ağırlıkla Katolik olan Güney Amerika halklarının tek bir millet olarak kabul edilmeleri gerekirdi.
Kısacası, milleti belli bir dinin belirleyiciliğinde tanımlamak ya da belli bir dini milleti oluşturan ya da birleştiren unsurlardan saymak, felaketler doğuracak sonuçlara gebedir. Aynı dine mensup olan Irak halkının, Şiiler ve Sünniler şeklinde din ekseninde bölünerek Irak?ı işgal eden emperyalistlere karşı nasıl bir acizlik sergiledikleri ve tek bir milli duruş gösterememeleri bu konuda ders alınması gereken bir örnek olarak durmaktadır.
Atatürk, Türk-İslam sentezini Türk milliyetçiliği diye benimsetmeye çalışan görüşten farklı olarak, Türk milletini ?Türkiye Cumhuriyeti?ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir? şeklinde tanımlar. Bu anlayış, din/inanç temelli milliyetçilik bakışından farklı olarak, Cumhuriyet?e ve onun kurulmasına katkı yapma ve bu tarihi - siyasal mirasa sahip çıkma, onu geleceğe taşıma ülküsü ve kararlılığı temelinde yükselir. Egemenlik, hiç bir ırkçı, şoven ve dini dışlayıcılık olmadan, ortak tarih temelinde ve ortak bir geleceğe yürütme ideali ekseninde tanımlanan Türk milletinindir.
Bu bağlamda şu da belirtilmelidir ki, egemenliğin millete ait olduğunu kabul etmek, inançsız olmak demek değildir. Egemenlik sorununu ilahi bir mesele değil, siyasi-toplumsal bir konu olarak ele almak ve milletin iradesini, her şeyin üstünde tutmak, egemenliğin kaynağı olarak en üst otorite kabul etmek demektir.
Aksini savunan bir milliyetçilik, ?ya Allah Bismillah, Allahu Ekber? diye tekbir getirmeyi kutsayan, bu tavrı ulusal hassasiyetlerin önüne çıkaran, Allah iradesini millet iradesinin üstüne koyan bir anlayıştır. Bu Atatürk milliyetçiliği değil, Türk-İslam sentezi anlayışı, 12 Eylül felsefesidir.
Türkiye?yi son 35 yılda bugünkü çıkmaza ve toplumsal çatışmalar aşamasına getiren ve Soğuk Savaş ürünü olan milliyetçilik anlayışı budur. Soğuk Savaş?ın son bulmasıyla iflas eden ve tükenen bu anlayışın günümüzdeki tüm çabası da Atatürk adı ve mirasını kullanarak kendini yeniden üretebilmektir.
Türkiye Türklerindir ve gerçek Türkler tarafından yönetilmelidir; devşirmeler tarafından değil!