Çin’in Yabancı Sermaye Performansı Türkiye’ye Örnek Olabilir mi? - 24 Aralık 2007 - Prof. Dr. Cihan DURA
Başta AKP hükümetinin maliye bakanı olmak üzere birçok politikacı, bürokrat, iş adamı ve benzeri sorumlular, yabancı sermaye konusunda Türkiye’ye Çin’i örnek göstermeyi alışkanlık haline getirmiştir.
“Bakın, Çin bile dışa açıldı, muazzam boyutta yabancı sermaye çekiyor, Türkiye neden yapmasın” diyorlar. Yabancı sermayeye karşı çıkanları Çin’in bu başarısını örnek göstererek şiddetle eleştiriyorlar. Acaba neoliberal çevrelerin ileri sürdüğü bu kanıt ne derece geçerlidir? Kanı’mca böyle bir tezin sağlamlığı her şeyden önce Çin’le Türkiye’nin kıyaslanabilir olmasına, her iki ülkede global realitenin birbirine benzer olmasına bağlıdır. Bilindiği gibi karşılaştırma sosyal bilimlerin temel metodudur. Kurumlar, ülkeler arasındaki benzerlikler ve farklılıkların analizi, gerçeklerin bulunmasında en etkili bir araçtır. İki olgu kıyaslandığı zaman, bunların doğup geliştiği global realite hesaba katılmadığı takdirde, yapılan karşılaştırma gerçeği göstermeyecektir.
Yazımın konusu yukarda vurguladığım tezin, “Türkiye yabancı sermaye alanında Çin’i örnek almalıdır” tezinin geçerlilik derecesini araştırmaktır.
I) GENEL OLARAK ÇİN EKONOMİSİ
Literatürde, Çin’in ekonomik başarısı genellikle şu faktörlere bağlanıyor: İstikrarlı hükümetler, yüksek tasarruf ve yatırım oranları; devlet destekli dinamik ticaret, yatırım ve sanayi politikaları; sabırlı, stratejik planlama; aile bağlarına dayalı disiplinli iş ve ahlâk anlayışı; enflasyonun ve kamu açıklarının kontrolüne ağırlık veren makroekonomik politikalar.
Çin, nominal fiyatlarla 2004 verilerine göre Millî Hasılası 1,7 trilyon dolar olan bir ekonomidir (ABD’ninki 11,2 trilyon doların üzerinde). Satın alım gücü paritesine (SAGP) göre Çin’in bugünkü ekonomisi Amerika’nın yüzde 60’ı büyüklüğünde. SAGP temelinde dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olan bu ülke 2020’ye kadar dünyanın “yeni ekonomik süper gücü” olabilir. Büyüme hızı 1978’den bu yana ortalama %9’dur. Bir çalışmada, 2050’de 44 trilyon dolarlık Millî Hasıla büyüklüğüne ulaşarak, Çin’in ABD’yi geride bırakacağı öngörüsü yapılıyor.
Çin’in reel pazarları devâsa boyutlardadır. Dünya demir cevheri arzının yüzde 27’den fazlasını Çin alıyor. Bakır’da 1990’da dünya üretiminin yüzde 6’sını kullanırken, 2004’de yüzde 22’sini kullanıyordu. Alüminyum ve çimentoda da dünya birincisi. Çin’de 330 milyon sigara tiryakisi var, 250 milyon da cep telefonu kullanıcısı. Dünyanın en uzun ekspres otoyoluna sahip Çin’in yollarında 96,5 milyon araç dolaşıyor. Her yıl 2 milyon yeni araba üretiliyor. Çin dünyanın ikinci büyük petrol tüketicisi. En fazla karbondioksit emisyonu çıkaran ülkeler arasında ABD’nin ardından ikinci sırada.
Çin’in binlerce yıllık ticaret kıvraklığı sosyalist düzende kaybolmamıştır. ABD ve Almanya’dan sonra dünyanın üçüncü büyük tüccar ülkesi oldu Çin geçen yıl. Dış ticareti 1970’lerin sonunda 20 milyar dolar iken, 34 yıl içinde 54 kat artarak 2004’de 1,1 trilyon doları bulmuştur. Dış ticaretin GSYİH içindeki payı 1978’de %13’den 2000 yılında %442e yükselmiştir. Çin öyle sadece ucuz mal ve ürün ihracatı yapmıyor, yüksek teknoloji ürünleri de satıyor dış dünyaya[1].
Dünyanın en büyük nüfusuna ve en yüksek tasarruf oranına sahip ülkesidir Çin. Bir kaynakta[2] verilen oranlar insanın aklını durduruyor: 1979’da GSYİH’nın %35’i, 2005’te ise %50’si!
Çin kendine özgü bir kalkınma modeli geliştirmiş, “Washington Konsensüsü”nün boyunduruğuna girmek istemeyen gelişme yolundaki ülkelere alternatif bir kalkınma modeli sunarak esin kaynağı olmuştur[3]. Çin merkezî planlamadan vazgeçmemiştir ve tek parti rejimiyle idare edilmektedir. Çin Komünist Partisi ekonomik reform sürecinde birçok yetkiyi, ekonominin kontrolünü elinde tutmuştur. Hükümetler reform kararlarını kendileri almış, en ince ayrıntıyı bile kendileri belirlemiştir. Bununla birlikte arz-talep dengeleri, fiyat belirlemesi, yatırım ortamının iyileştirilmesi, artan ölçüde Batı terminolojisine uygun şekilde gerçekleştiriliyor. Hatta özel mülkiyetin korunması hükmü Çin Anayasası’na güçlü şekilde dahil edilmiştir. Ancak Çin bütün bunlara rağmen, "fanatik" piyasa ekonomisinden çok uzaktır. Yaratılan yeni düzen “sosyalist piyasa ekonomisi” olarak adlandırılmaktadır.
Ancak bütün başarılarına rağmen Çin halkının önemli bir bölümü, hâlâ yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Dünya Bankası 350 milyon Çinlinin yoksulluk çizgisi (günde 1 dolar) altında yaşadığını tahmin ediyor. Bu durum, yaşam standartlarındaki uçurumun giderek daha da genişleyeceği, bunun da tehlikeli toplumsal gelişmelere yol açabileceği korkusunu arttırıyor. Nitekim yeni yetme zenginler, 40 yıllık sosyalist eşitlikçi anlayıştan sonra görgüsüz bir tüketim çılgınlığına kaptırmıştır kendilerini. 300 milyon nüfus kentlerde, kalan 1 milyar nüfus kırsal bölgelerde yaşıyor. Buralarda protesto ve kıpırdanmaların arttığı, ancak merkezî yönetimin sert önlemlere başvurduğu, olup biteni hasıraltı etmeye çalıştığı belirtiliyor[4].
II) ÇİN’DE YABANCI SERMAYE
1978’de Çin’de neredeyse hiç doğrudan yabancı sermaye yoktu; buna karşılık bu tarihten itibaren her yıl artarak 2004 yılında 60 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye eşiğini aşmış bulunuyor. Toplam yabancı sermaye stoğu 600 milyar dolar civarında. Halen 450.000’in üzerinde yabancı şirket faaliyet gösteriyor ülkede. Bunlar Çin’in toplam ihracatının yarıdan fazlasını gerçekleştiriyor. Faal yabancı banka sayısı 150’nin üzerinde.Döviz rezervleri 500 milyar dolardan fazladır. Bunun çoğu ya başta ABD olmak üzere yabancı ülkelerin hazine bonolarına yatırılmış durumda, ya da dış yatırım dönüşmüştür.
Çin'in Millî Hasılasında yabancı yatırımların payı 1980'de sadece yüzde 3,1 idi. 2000'de yüzde 32,3’e çıktı. Sabit sermaye oluşumunda yabancı yatırımın payı yüzde 10,5 civarında. Çin’in uluslararası yatırımlardan aldığı pay günümüzde yüzde 7 civarında (Türkiye: %1). 1995’te bu rakam yüzde 13 idi. Ancak kişi başına düşen yabancı sermaye sanıldığı kadar yüksek değil (30 Dolar civarında). Çin’e giren yabancı sermayede Batı kaynaklı ulus ötesi şirketlerin payı oldukça düşük. Günümüzde ağırlığı, Güneydoğu Asya’dan, Tayvan ve Hongkong’dan gelen, pek kaliteli olarak nitelendirilemeyecek yabancı yatırımcılar oluşturuyor.
Öte yandan geleneksel olarak ucuz girdi ve emek faktörleri eksenli, ihracata dayalı üretim yapan ulus ötesi şirketler; artık iş stratejilerini, Çin iç piyasası ve teknoloji üretimini de hesaba katacak şekilde değiştiriyorlar. Çin de, küme atlayarak, ucuz üretim merkezi olmaktan çıkmak, artan ölçüde kaliteli yabancı sermaye çeken bir ülke konumuna geçmek arzusunda. Kaliteli yabancı sermayeyi, yani uzun vadeli, ulusal ekonomi ile bütünleşen, çevre ve sosyal standartları yükselten, ileri teknoloji getiren, araştırma-geliştirmeye yatırım yapan sermayeyi istiyor. Bunun için ne yapılması gerektiğinin de bilincinde.
Hemen tüm yatırımcılar Çin’de iş yapma koşullarından şikâyetçi ama çalışmaya da devam ediyorlar. Kâr marjı, getirisi mâkul, önünü görebildiği, yasal koruma altında olduğu alanlara akıyor sermaye. Üstelik Çin'de eyaletler ve belli kentler Pekin'den büyük ölçüde özerk olarak kendi başlarına yatırım politikası izliyor, teşvikler sağlıyorlar. En etkileyici çabaları, ne pahasına olursa olsun yeni ve ileri teknolojiyi ülkeye çekme arayışları. Fikrî mülkiyet haklarının korunması alanında ciddî ilerlemeler kaydettikçe daha fazla teknoloji ağırlıklı sermaye çekmeyi başaracaklar. Yabancı sermaye, ulusal sermayenin eksiklerini tamamlayıcı alanlarda teşvik görüyor[5].
Nihayet çok önemli bir faktör de şudur: Çin’e gelen yabancı sermayenin büyük bölümü yurtdışında yaşayan Çinlilerin, Çin diasporasının yaptıkları yatırımlardır. Günümüzde, Güneydoğu Asya ülkelerinde 35 milyon, Tayvan'da 23 milyon, Hong Kong'da 6. 5 milyon ve dünyanın öteki yörelerinde 4. 5 milyon olmak üzere, anavatanı dışında yaklaşık 69 milyon Çinli yaşamaktadır. Buna göre sayısal olarak yeryüzündeki en kalabalık diasporayı oluşturur. Dünyanın hemen her yerinde kendi mahallelerini (Chinatown) kurmuş olan Çinliler, önemli bir baskı grubu oluşturur. Yaşadıkları ülkeyle tam anlamıyla asla bütünleşmiyorlar. Bir yandan kendi ülkelerine ve onun değerlerine bağlı kalırken, bir yandan da ciddî bir ekonomik gücü temsil ediyorlar. Örneğin, Endonezya'da toplam nüfusun sadece yüzde 3'ünü oluştururken, ülke sermayesinin yüzde 70'ini kontrol ediyorlar. Filipinlerde ise, toplam nüfus içindeki oranları yüzde 1'i geçmiyor, ama ülke ticaretinin yüzde 60'ı onların elindedir.
Diasporada yaşayan Çinlilerin gösterdikleri başarı, çalışkanlıklarına, girişimci ruhlarına ve aralarında mevcut olağanüstü dayanışmaya bağlanıyor. Bütün bunların arkasında çok sıkı aile bağlarıyla birbirine kenetlenmiş, polisin bile içine girmeyi başaramadığı Çin mafyası da söz konusu.
Çin’in yabancı yatırımları çekmedeki başarısında denizaşırı Çinli firmaların varlığı başlıca faktör olarak niteleniyor. Çin metropollerindeki dev yatırımların çok büyük bir bölümü Çin diasporasının yatırımıdır. 1979-1993 yıllarında “denizaşırı Çinli”ler doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının başlıca sahipleri olmuşlardır. Çin’deki toplam 142,9 milyar ABD Doları tutarındaki doğrudan yabancı sermaye yatırımının 103,9 milyarını, (%73’ünü) Hong Kong yapmıştır. Tayvan’ın payı 13,2 milyar Dolardır (%9,3). Hong Kong kökenli yatırımların bir kısmı (politik zorluklardan kaçınmak için) gizlenmiş Tayvan yatırımları iken, diğer bir kısmı da, Çin hükümetinin yabancı yatırımcılara sunduğu tercihli antlaşmaların avantajlarından yararlanmak üzere, Çin’in ana topraklarındaki fonların, Hong Kong üzerinden geri getirilmesinden oluşmaktadır. Çin’deki doğrudan yabancı sermaye yatırmalarının önemli bir miktarını arz edenler Macau, Singapur ve Tayvan gibi yerlere dağılmış olan Çinlilerle diğer Doğu Asya ekonomileri yatırımcılarıdır. Kültürel ve dille ilgili eğilimler Çin’de yatırım yapmanın “işlem maliyeti”nin azaltılmasında önemli bir etkendir. Yatırımlarda emperyalist ülkelerin payı son derecede düşüktür: ABD 8,2 milyar Dolar (%5,7), Japonya 5,2 milyar Dolar (%3,6). Kültür ve dil ortaklığı ticaret işlemlerinin iletişim maliyetlerini azaltmaktadır. Bununla birlikte tek sebep yalnızca bu değildir. Denizaşırı Çinli’ler, Çin’deki ekonomik kurumlara benzer bir ortamda çok uzun süredir işlerini yürüttükleri için, bu yatırımcıları çekmede Çin başarılı olabilmiştir[6].
III) TÜRKİYE’NİN ÇİN’LE KARŞILAŞTIRILMASI
Çin’in genel olarak ve yabancı sermayeyi belirleyici faktörler açısından kendine has özelliklerini yukarda gördük. Global realiteyi yansıtan Bu unsurlar arasında Türkiye’de olmayanlar var mı? Eğer varsa ve bunlar önemli ise, o zaman yabancı sermaye açısından Çin’in Türkiye’ye örnek gösterilmesi yanlış ve bilimsel olmayan bir tutum olacaktır. Şimdi Çin’in söz konusu farklılıklarını tespit etmeye çalışalım.
i) Çin’de tek parti rejimi vardır. Bu sebeple hükümetler istikrarlı olmuştur. Türkiye’de ABD’den ithal sözde demokrasi rejimi istikrar sağlayamıyor. Nadiren sağlamışsa, o da halk aleyhine, teslimiyetçi, hükümetlere yol açmıştır.
ii) Çin’de ticaret, yatırım ve sanayi politikaları devlet destekli, onun kontrolündedir. Merkezî ve stratejik planlama vardır. Disiplinli bir iş ve ahlâk anlayışı egemendir. Bu faktörler Türkiye’de ya hiç yoktur ya da Çin’dekine nispetle muhtemelen düşük düzeydedir.
iii) Çin “Washington Konsensüsü”nü reddetmiş, kendi şartlarını ve çıkarlarını esas alarak geliştirdiği, ülkeye özgü alternatif bir kalkınma modeli geliştirip uygulamıştır. Hükümetler reformlar konusunda kararlarını kendileri almış, en ince ayrıntıyı bile kendileri belirlemiştir. Kurulan yeni düzen “piyasa ekonomisi” değildir, “sosyalist piyasa ekonomisi”dir. Türkiye ise emperyalist ülkelerin şart, ihtiyaç ve çıkarlarına dayanan, kendisine IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği tarafından dışardan dayatılan politikalar uygulamaktadır.
iv) Çin büyük boyutlu bir ülkedir. Dünyanın en kalabalık nüfusuna sahiptir. Dolayısıyla reel piyasaları olduğu kadar finansal piyasaları da büyüktür. Türkiye ise orta büyüklükte bir ekonomidir, reel ve finansal piyasaları da öyledir. Çekeceği sermaye de elbette Çin’in çektiğinden daha az olacaktır. Çin’in yüksek, Türkiye’nin düşük düzeyde sermaye çekmesi son derecede doğaldır.
v) Çin ulusu tarihî olarak -Yahudiler gibi- tüccar bir ulustur, Çinliler binlerce yıllık bir ticaret deneyim ve kültürüne sahiptir. Bizde bu yetenek zayıftır. Varsa bile yenidir, ancak Cumhuriyet’le birlikte serpilip gelişme olanağı bulmuştur.
vi) Çin dünyanın en yüksek tasarruf oranına sahip ülkesidir. Türkiye tarihi boyunca onun ulaştığı oranı hayal bile edememiştir. Bugün de öyledir, %20 civarındadır. Çin yabancı sermaye ne kadar girerse girsin, ondan çok daha büyük bir hızla milli yatırımını artırmaktadır. Bu da yabancı yatırımcıların ülkede hâkim konuma geçmesini engellemektedir. Türkiye’de ise durum bunun tam tersidir. Tüketim teşvik edildiğinden, tasarruf oranı düşüktür. Millî yatırımlar zayıftır. Dolayısıyla yabancıların ülke ekonomisini ele geçirmeleri tehlikesi vardır. Çin’de böyle bir tehlike söz konusu bile değildir.
vii) Ulus ötesi şirketler iş stratejilerini, Çin’in iç piyasasını ve teknoloji üretimini hesaba katacak şekilde değiştiriyorlar. Bu kuşkusuz Çin ekonomisinin büyüklüğünden ve yöneticilerinin bağımsız ve özgün politikalarından kaynaklanıyor. Bizde ulus ötesi şirketleri bu şekilde etkileyecek faktörler nispeten zayıftır. Çin kaliteli yabancı sermayeyi, ulusal ekonomi ile bütünleşen, çevre ve sosyal standartları yükselten, ileri teknoloji getiren, araştırma-geliştirmeye yatırım yapan sermayeyi çekme kararlığında. Daha da önemlisi yabancı sermaye, ulusal sermayenin eksiklerini tamamlayıcı alanlarda teşvik görüyor. Çin yönetimi “önce ulusal sermaye, sonra yabancı sermaye” diyor. Türkiye’de ise hükümetler burada belirttiğim türden bilinç ve planlama anlayışından yoksun. Kamu tesislerini yabancıya satmayı başarı sayıyorlar, ulusal sermayeden umutlarını kesmişler, her şeyi yabancıdan bekliyorlar; ilkel ve kaba bir yabancı sermaye anlayışına sahipler.
viii) Nihayet yabancı sermaye bakımından son derecede önemli gördüğüm bir farka geliyoruz. Bu fark her iki ülkeye giren yabancı sermayenin yapıları karşılaştırılınca kendini belli ediyor: Çin’e giren yabancı sermayede emperyalist ülkelerin ulus ötesi şirketlerinin payı çok düşüktür. Yabancı sermayenin büyük bölümü yurtdışında yaşayan Çinlilerin, Çin diasporasının yaptığı yatırımlardır. Bunlar da ana vatanına bağlı, milletinin kalkınmasını isteyen, ekonomik güce, iş ve yatırım deneyimine sahip, aralarında olağanüstü dayanışmacı Çin kökenli insanlardır, yabancı bile sayılmazlar. Demek ki Çin yabancı sermayeye sınırlarını açınca, ülkesine yabancı girişimciyi değil, yine kendi insanını, kendi girişimcisini sokmuş oluyor. Türkiye’de ise durum bunun tam tersidir. Yabancı sermayenin tamamına yakını emperyalist ülkelerin şirketlerine ve adamlarına aittir. Bunlar öncelikle kendi halkına bağlı, kendi ülkelerinin çıkarlarını gözeten kurum ve şahıslardır. Türkiye’nin, Çin’inkine benzer bir diasporası yoktur. Bizim yurt dışında yaşayan insanlarımız, söz konusu yetenekler bakımından Çin diasporası üyeleriyle ne ölçüde kıyaslanabilir? Üzerinde düşünmek gerekir. Bunlardan da biraz parası olanlar da paralarını dinci sahtekârlara kaptırıyor.
SONUÇ
Çin ekonomisi büyüktür. Çin emperyalist Batı karşısında her alanda olduğu gibi ekonomik alanda da onurlu bir kişiliğe ve bağımsızlık ruhuna sahiptir; tıpkı bir zamanların, Atatürk döneminin Türkiye’si gibi. Çin uygulayacağı ekonomi politikaları hakkında tamamıyla kendisi karar vermektedir. Dahası yabancı yatırımların çok büyük bir kısmı ana vatanına candan bağlı Çin diasporası tarafından yapılıyor. Yabancı sermaye bu şartlarda Çin ekonomisi için bir tehlike oluşturmaz. Oysa Türkiye için durum farklıdır. Aşırı yabancı sermaye girişi Türkiye için, mevcut koşullarda büyük bir tehlikedir. Çünkü Türkiye, Çin’in yukarda saydığım avantajlarının hiçbirine sahip değildir. Dolayısıyla Çin’in yabancı sermaye konusundaki başarısı, Türkiye’ye örnek olarak gösterilemez.
http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=1333&kat1=3