Gönderen Konu: “Millî”siz Eğitime Doğru  (Okunma sayısı 2465 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Temir Yalıg

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 184
  • TÜRK'ÜM BAŞKA ÜNVAN İSTEMEM
“Millî”siz Eğitime Doğru
« : 26 Aralık 2007 »
Toplumların ve medeniyetlerin gelişmesinin birinci şartının eğitimden geçtiği tartışmasız gözler önündedir. Bugün dünya üzerinde bulunan ileri ülkelerin hepsinde eğitim, öncelikli politikalar arasında yer almaktadır. Çünkü eğitim meselesini hâlledemeyen hiçbir ülkenin huzurlu ve gelişmiş olması mümkün değildir. İnsanlığın bütün problemlerinin temelinde eğitime olumlu veya olumsuz verdiği önem yatar. Yani bugün bizim ülkemizin de içerisinde bulunduğu birtakım ekonomik, siyasî ve kültürel meselelerin çözülebilmesi eğitim sorununa çare bulunmasıyla bağıntılıdır. Eğer bir ülkede eğitime ve eğitimciye önem verilmiyorsa, o devletn çağdaş medeniyetler arasına girmesini beklemek doğru olmaz; hattâ bu gibi söylemlerle ortaya çıkmak da çok gülünç olur. Bugün sayın büyüklerimiz pek çok şeyin farkında olmalarına rağmen, maalesef kıllarını kıpırdatmıyorlar. Eğitimin ve eğitim camiasının iflâs ettiğini herkes biliyor. Artık vatandaş ilk ve orta eğitim bir yana, üniversitelerde de özelleri tercih ediyor. Sömestrenin yarısı bitmiş, devletin okullarında % 90’ında hâlâ öğretmen açıkları var. Üstüne-üstlük “depo görev” adıyla binlerce öğretmen hiç görev yapmadan maaş almaktadır. Bunlara hiçbir şey yaptırmadan oturtacaklarına, Millî Eğitim teşkilâtının arşivlerini düzenlettirsinler.
Parası olan çocuklarına iyi bir eğitim veriyor, ya parası olmayanlar ne yapacak? Türkiye sosyal ve hukuk devleti değil mi? elbette ki, bu şartlarda eğitim de iflâs eder, herşey de rayından çıkar. Sen öğretmenine, öğretim üyesine gerekli saygıyı göstermezsen, onun toplumda onurlu bir şekilde yaşaması imkânlarını sağlamazsan olacağı budur.
Üniversitede görev yapan bir asistanın cebinde para olmaz mı, ama ne yazık ki ay sonunu getiremiyor ve 15.000.000 lira borcunu ödeyemiyor. Sonra sen tutuyorsun bu kişiden araştırma yapmasını, kitap yazmasını, dil öğrenmesini şart koşuyorsun. Efendiler, adam karnını doyurmanın peşine düşmüş, ilim yapmayı düşünmüyor. Talebe iyi yetişecekmiş, vatana ve milleti hayırlı olacakmış, o gibi şeyleri bu durumdaki bir adamdan bekleyebilir misiniz? Sonra tutuyorsunuz Türkiye neden geri kalıyor, geri kalmışlığın sebepleri ne diye kendi kendinize soruyorsunuz. Bir ülkede eğitime önem verilmiyorsa, eğer ilim adamının değeri bir topçu, bir popçu veya televizyonlarda gevezelik yapan bir talk-showcu kadar yok ise, o ülkede gelişmekten, çağdaşlaşmaktan söz edemezsiniz. Devleti idare edenler bir an önce bu problemi çözmek zorundalar.
Günümüzde Türkiye’de maalesef ciddî boyutlarda eğitim problemi yaşanmaktadır. Bunun da temelinde büyük Atatürk’ün ölümünden sonra ülkeyi idare edenlerin gerçek mânâda eğitim ve eğitimciyle ilgilenmemesi yatmaktadır.
Cumhuriyetimizi kuranlar Osmanlı Devleti’nin neden yıkıldığını, niçin Batı devletleri karşısında mağlup olup, başarısızlıkla yüz-yüze geldiklerini çok iyi bildiklerinden ülkenin kuruluşuyla beraber eğitim meselesine eğildiler. Türkiye Cumhuriyeti tesis edildiğinde yeterli eğitim kurumlarının olmadığı hakikattir. 1920’den itibaren Millî Eğitim teşkilâtının içerisinde Hars Dairesi’nin kurulması, 1926’da Talim ve Terbiye Dariesi’nin işe başlaması ve daha mühimi 3 Mart 1924’teki Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yürürlüğe girmesi, bu ilk dönemin eğitim ile alâkalı güzel çalışmaları içerisinde yer almaktadır.
Her ülkenin yapısı birbirinden farklı olduğu için hiçbir ülkenin eğitim sistemi bir başkasına benzemez. Eğitim aynı zamanda toplum için gerekli bir ihtiyaçtır. Bütün bunlar göz önünde bulundurulunca eğitimin de millî olması kaçınılmaz bir olaydır. İşte bunları bilen, gören ve a layan Atatürk’e göre; eğitimin millî olması yanında lâik, akılcı ve tecrübelere dayanan bir muhtevasının da bulunması gerekiyordu. Bu bakından yukarıda belirttiğimiz Tevhid-i Tedrisat Kanunu eğitim ve öğretime millî ve lâik bir karakter de kazandırdı. Cumhuriyetin eğitim politikasının esasında milliyetçi, devletçi, demokratik, lâik ve tek bir sisteme dayalı eğitim ve öğretimin ilkeleri gözetilmiştir. Bu bakımdan Atatürk’ün eğitimci özelliği, günümüz eğitimcilerinin ayrıca incelemesi gereken bir konudur. Mustafa Kemal Atatürk sadece bir asker ve siyaset adamı değildir. Bizzat kafasında düşündüğünü, toplumun yaşamasını istediği amaçları, kendisi millete anlatmış ve yol göstermiştir. Anafartalardan, Afyon Kocatepe’den taktik veren bir asker, Türkiye Lâtin alfabesine geçtiğinde, şahsen kara tahtanın önünde yer alarak harfleri yazıyor ve okuyordu. Bir toplumun % 89-90’ının okuma-yazma bilmemesi O’na göre bir ayıptı ve bundan kurtulmak için derhal birşeyler yapılması gerekiyordu.
Cumhuriyetle beraber millî yapımıza ve millî eğitimimize uygun olarak öğretilmesi gereken tarih anlayışımızda değişti. Çünkü Atatürk’e göre tarih, bir insanın öğrenmesi gereken en mühim ilimlerden biriydi. “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyen Atatürk, bizzat Türk Tarih Kurumu’na geliyor ve burada ilim adamlarıyla çalışıyor, yeni şeylerin ortaya çıkmasına gayret ediyordu. Son zamanlarda bir sözdür gidiyor, “resmî tarih, gayri-resmî tarih” diye. Elbette ki, her milletin ve devletin kendi resmî tarihi olacaktır. Millî ülkülerle donanmış tarih vasıtasıyla genç nesil geçmişine bağlı, atalarıyla gurur duyan ve geleceğine güvenen birer fert olarak yetişecektir. Zaman zaman bazı kendini bilmez kişiler sanki iş yapıyorlarmış gibi, Türk tarihine ve Türk milletine mâl olmuş kişilerin ve olayların perde arkasını aralamak bahanesiyle âdeta tarihimize küfrediyorlar. Tabiî ki bunları yapanların kim ve neye hizmet ettiklerini biz çok iyi biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar dilimizin de yozlaşmadan ve fakirleşmeden kurtulması için harekete geçtiler. Bu husus için açılan Türk Dil Kurumu (1932), arasıra, yine gerçek amacına uygun olarak faaliyet içerisinde bulunmadıysa da çok faydalı işler yapmıştır.
Maalesef hâlâ Mustafa Kemal’in seviyesine ulaşabilen bir eğitimci yetiştiremedik. O’na göre, bir milletin hayat mücadelesinde maddî ve mânevî güçlerin artırılabilmesi millî eğitimde yüksek bir düzeye erişmekle gerçekleşebilirdi. Eğitimin gayesi de, sadece hükümete memur yetiştirmek değil; daha çok ülkeye milliyetçi, cumhuriyetçi, ahlâklı, karakterli, yenilikçi ve dürüst gençler hazırlamaktır. Bir ülkede kalkınmak ancak insana, dolayısıyla genç nesile verilen önemle mümkün olabilir. Binbir güçlükle eğitip, yetiştirdiğimiz insanları da ülkemizde tutamıyoruz. Dışarıda daha iyi şartlar kendilerine sunulanlar hemen kaçıyorlar.
Atatürk döneminde kültür hayatımız, eğitim ve öğretim işlerimiz hep daha sonraki yıllar göz önünde bulundurularak organize edilmişti. Açılan eğitim müesseseleri ve üniversiteler çağdaş bilim metodlarına göre çalışıyor ve ululsararası kalitede ilim adamları yetişmesine aracılık ediyordu. Yüce Türk milleti, tarihteki başarılarının hepsini bilek gücüyle kazanmadı. Asya ve Avrupa’yı yüksek ilim ve fen ile alt ettik. Dünyaya mâl olmuş ilim adamları ve yöntemler geliştirdiğimiz için ön sıralarda yer aldık. Hem şurasını da belirtmek isteriz ki: Bilge Kaganları, Alp-Arslanları, Fatihleri, Yavuzları büyük yapan unsurlardan birisi de yanlarındaki ilim adamları, akıllı danışmanlarıdır.
Bugün ilim yapmanın ölçüsü âdeta yabancı dil ile sınırlandırılmış, YÖK ve üniversiteler Türkçe yayın yapmayı yasaklamış gibidirler. Ben bir Türk tarihçisiyim. Türk tarihini ve kültürünü öğretiyorum. Hitap ettiğim insanlar Türklerden oluşuyor. Elbette onlarla daha rahat iletişim kurabileceğim Türkçe ile yazacağım. Zaten millî olmaktan uzaklaşmış bir eğitimin dili de yabancılaşırsa gerisini düşünmek bile korkunç. Bu ne anlayıştır ki, daha ana okulundan itibaren yabancı dile başlanıyor. Türk milletinin varlık sebeplerinden biri dildir. Türk dilinin oynadığı rolü de, belki diğer dillerin hiçbirisi oynamamıştır. Şurası unutulmamalıdır ki, bir toplum değişik kültür ve medeniyet çevrelerine girebilir; din de değiştirebilir, ama dilini unuttuğu zaman artık herşey biter. Böyle bir milletin tarihte kendi millî benliği ile yaşaması mümkün değildir. Türkiye’den Türk adı ve Türkçe yok edilerek mi ilim yükselecek? Bağımsız olduğunu iddia eden hangi ülkede böyle bir sistem var? Türkiye’nin birtakım kurumlarının başında bulunan insanların kompleksleri veya kendini beğenmişlikleri yüzünden dilime ihanet edemem!
Maalesef Atatürk’ün ardından Türkiye siyasî bir buhrana sürüklendiği gibi ilim hayatımız da kargaşa içine girdi. Millî eğitim de millî olmaktan uzaklaşmış, art niyetli ve gayri-samimî insanların elinde oyuncak hâline gelmiştir. Dünyanın bütün devletlerinde muayyen bir eğitim politikası vardır ve bunun ana çizgileri bellidir. Bunda öyle büyük değişiklikler yapamazsınız. Neredeyse, son altmış yıldır Türkiye Cumhuriyeti’nin bir eğitim politikası ve programı yoktur. Her işimizde olduğu üzere eğitim konusu da günü-birlik düşünülmektedir. Dünyanın hiçbir yerinde görülmez, her eğitim bakanına ve hükûmete göre eğitim programlarının ve sisteminin değiştiği! Ayrıca her okulun okuttuğu ders kitabı farklı, her sene yeni bir formül deneniyor. Bir sene kredili sistem, öbür yıl değişik bir usul. Orta eğitimde sınıfta kalma yok. Nasıl olsa kalmayacağım diye, öğrenciler vurdum-duymazcasına hareket ediyorlar. Son zamanlarda öyle şeyler oluyor ki, akıl ve mantığımız almıyor. Ders kitaplarından millî kültürümüz, örf ve âdetlerimiz, tarihimizle gurur duyduğumuz pekçok şey çıkarılmaktadır. Bu işe kimse de dur diyemiyor. Meselâ, Malazgirt Savaşı, Selçuklular ile Bizans arasında yapılan sıradan bir savaş gibi gösteriliyor.Savaşın sebepleri ve sonuçları teferruat olarak sayılıyor. Alp-arslan’ın Cuma hutbesine çıkması, kefen niyetine beyaz elbesi giymesi, atının kuyruğunu bağlayarak şehitliğe hazırlanması, askerlerine seslenişi gereksiz bulunuyor. Neymiş efendim, bu insanlarda milliyetçilik hislerini kabartır. ilkokul çocuklarına yönelik kitaplarda Nasreddin Hoca ile alâkalı resimlemeler yaparken, ona kavuk ya da sarık giydirmeyeceksiniz, diye Talim ve Terbiyeden ikazlar alınıyor. Türk dünyasının neresine giderseniz gidin Nasreddin Hoca sarıklı, kavuklu, fesli, kalpaklı veya telpeklidir. Bu yapılanların çağdaş eğitimle ne ilgisi vardır, sormak lâzım. Çağdaşlık Nasreddin Hoca’nın başından kavuğunu çıkarmak mı? Bu ülkenin yarın sahibi olacak gençler, kendi tarihlerinden ve kültürlerinden uzaklaştırılarak ne yapılmak isteniyor? Zaten sabahtan akşama kadar radyo, televizyon ve gazetelerde Amerikan veya Avrupa kültürüyle insanlara yeterince bombardıman yapılmıyor mu? Bir zamanlar düşmanlarımızın bizi manda yapmak için boşa çıkarttığımız gayretlerini, şimdi gönüllü olarak onların dümen suyuna girerek kabul etmiyor muyuz?
Bugün Türk milletinin ülküsü çağdaş medeniyetler seviyesine çıkmak değil, onları geçmek olmalıdır. Bu ince noktayı da gözardı etmemek lâzımdır. Millî eğitimin öncelikli problemi bize göre; boş işlele uğraşmak yerine, bir an evvel bilime ve bilim adamına gereken önemi vermektir. Günümüzde üniversiteler ve bunlara bağlı kuruluşlar en yüksek ilmî otoritedir. Ve hepimiz şahitiz ki, üniversitenin durumu son yıllarda içler acısıdır. Herşeye rağmen, ülkemizde özel ve tüzel pek çok kurumun çivisi çıkmışsa da, üniversiteler hâlâ görevini yapmaya devam ediyor. Fakat şurası da bir gerçek, üniversiteler çoğaldıkça ilmî araştırmalar da bir dağınıklık baş göstermiştir. YÖK de ne yazık ki, bunun organizasyonnunda yetersiz kalmaktadır.
Bu kadar çok üniversite kurulması ve dahası bunlara özellerinin dahil edilmesi, içi boş kurumların mantar gibi bitmesine yol açmıştır. Bunun ilk örnekleri ilk ve orta eğitim kurumlarıyla başladı. Bu kurumlar gelir getiren ticarethanelere dönüştü. Hususiyetle bu okullarda yabancı dille eğitime dayalı bir öğretim sisteminin yer alması ve bizzat devleti idare edenler tarafından ana dilin horlanarak, yabancı bir lisanın, özellikle de İngilizcenin ön plâna çıkarılmasıyla, parası olanlar çocuklarını bu eğitim yuvalarına göndermeye başladı. Bu arada bazıları da çeşitli burslar vererek, kendilerine yakın olarak gördükleri insanların evlâtlarına veya ileride kullanabilecekleri yapıdaki çocuklara kucaklarını açtılar. Şu an pek çok kişi bunların sayılarını ve nerelerde faaliyet gösterdiklerini bile bilmiyor. Biraz parası olan, Türkiye’nin şartlarını ve içerisinde bulunduğu durumu hiç hesaba katmadan özel üniversiteler açmaya başladı. Üniversiteler kurulurken programlarının çok iyi düşünülerek yapılması lâzımdır. Programlarda çok farklılık olmamasına dikkat edilmelidir. Üniversitelerimizin eğitim programları millî ülkülerimize uygun plânlanmalı ve onlara yönelik konular uygulanmalıdır. Oxford’un veyahut Harvard’ın eğitim-öğretim sistemi benim ülkeme monte edilmemelidir.
Eğitim-öğretim problemlerine çare bulunması için her şeyden evvel eğitim kurumlarına ve eğitimcilere gereken itibar verilmeli; bu insanlar her bakımdan toplumdaki gerçek saygın yerlerine kavuşmalıdırlar. Üniversitelerin özellikle Fen-Edebiyat ve eğitim fakültelerinin Türk dili ve tarih bölümlerine çok fazla önem verilmeli, buraya alınacak öğrenciler de özenle seçilmelidir. Bununla beraber fakültelerdeki Türk dili ve inkılâp tarihi dersleri yasak savmak amacıyla yapılmaktadır. Türkiye’nin hiçbir üniversitesinde ve fakültesinde bu derslerin de lâyıkıyla işlendiğini sanmıyorum. Bunlara ilâve olarak bütün fakültelerde Türk kültürü okutulması şarttır ve bunlar baraj dersi olup, geçilemediği takdirde talebeler mezun edilmemelidir. Okul kitapları yazılırken, bilhassa Türk dili, tarih, ahlâk, din, sosyoloji, felsefe, sosyal bilgiler vs. üniversitelerle işbirliği yapılmalı; Talim ve Terbiye ile beraber üniversitelerin de onayına sunulmalıdır. Yani, bu iş sadece Millî Eğitim Bakanlığına bırakılmamalıdır. Millî eğitim teşkilâtında görev alacakların bilgili olmaları yanında, kültürlü ve milliyetçi olmaları şarttır. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” diyen büyük Atatürk’ün sözlerine kulak verip, millî kültürümüze sahip çıkılıp, okullarımızda çocuklarımıza Türk kültürünün incelikleri öğretilmelidir. Bütün bunlar yapılırken mutlaka plânlı ve programlı olunmalıdır. Türkiye’nin problemlerini çözecek ve düzlüğe çıkaracaklar, gerçekten ülkesini ve devletini seven kişiler olacaktır.
Yazıma Mustafa Kemal Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” vecizesiyle son vermek istiyorum. Bunun üzerine ilâve edilecek bir şey de olduğunu sanmıyorum. 

Profesör Doktor Saadettin Gömeç

*ALINTIDIR.
TÜRK IRKI SAĞOLSUN!