Gönderen Konu: İhanetin asıl sebebi, Türk asıllı olmamak kompleksidir  (Okunma sayısı 2764 defa)

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Cebe Noyan

  • Her Şey Türk İçin, Türk'e Göre!
  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 319
  • Türk Irkı Sağ Olsun!
Prof. Dr. Banguoğlu, Anadolu Milleti iddiacılığına teşhis koyuyor:

“İhanetin asıl sebebi, Türk asıllı olmamak kompleksidir”

“Atatürk, delilsiz nazariyeler koymadı mı, tersini de biz koyarız” dediler. Bu arada “Biz Atatürk’ün fikirlerini destekliyoruz” demekten de utanmadılar. Ama “efendiler, Atatürk onu Türk adını ve Türk medeniyetini yüceltmek niyetiyle yapıyordu. Siz ise Türk medeniyetini inkâr etmek ve Türk adını dünya tarihinden silmek ihaneti içindesiniz”

Röportaj: Altan Deliorman

A. Deliorman: Efendim, son zamanlarda “Anadolu kültürü”, “Anadolu Milleti” gibi birtakım deyimlerle karşılaşmaya başladık. Böyle bir cereyan, adeta zorla meydana getirilmeye çalışılıyor. Hatta, sorumlu makamları işgal edenlerin de bu cereyana sarıldığı, en azından ondan yararlanmaya çalıştığı görülüyor. Bugünkü “Millî Devlet’imizin sınırları içinde yaşayanlara, Adalar Denizi kıyılarından yeni atalar icat ediliyor. Bir bakıma biz hepimiz, “Türkçe konuşan Yunanlılar” halinde telâkki ediliyoruz. Bu yeni moda Yunancılığın meydana çıkışı nasıl oldu? Siz, uzun politika ve fikir hayatınız itibariyle, bu cereyanın kaynaklarını en iyi bilenlerdensiniz. Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?

T. Bonguoğlu: Bu Halikarnasçılık, bu Anadolu Milleti safsatası nereden çıktı? Bunu anlamak istiyorsunuz. O yıllarda ben politikaya yakın ve fikir hayatının içindeydim. O şartların getirdiği hadiselerden biri. Sizi biraz o günlere götürmeliyim.

Atatürk büyük bir şöhret bırakmıştı. Ondan sonra onun yerine gelenler hep bu büyük şöhrete sarılarak hakim olmak yolunu tuttular. Onun koyduğu resmi ideolojiye onun bıraktığı rejime hatta onun nazariyelerine sıkı sıkıya bağlı göründüler. Günümüze kadar. Onun fikriyatına taban tabana zıt düşünceler taşıyanlar, o yolda faaliyetlere girişenler de hep onun adını kullandılar.

Zaten onun sadık ve kullanışlı bir başvekil olarak seçtiği İsmet Paşa da onun sağlığında kendi kafasına göre işler yapmaya başlamıştı. İnönü sonraları açığa vurduğu şekilde sosyalistti. Mustafa Kemal Paşa onu bu yönden frenlemek için zaman zaman karşısına serbestçi rakipler çıkarmıştır (Fethi Bey, Celal Bey). Ama 1930’lardan başlayarak İsmet Paşa’ya bu kanadından sosyalist aydınlar yanaşma y olunu bulmuşlardı (Kadrocular).

İnönü cumhurbaşkanı olunca hemen kavradı ki, bu tek parti rejimini yürütüp hâkim olma, ancak o büyük şöhrete yaslanmakla mümkün olacaktı. Yani para, pul, makam, meydan hep Atatürk’ün resimleriyle donatılacak, rejim, ideoloji onun adını taşıyacak, ekonomik, dış politika aynı sloganlarla yürütülecek (altı ok), ama o kendisi “Millî Şef, Değişmez Genel Başkan” olarak çok farklı fikriyatı ve bambaşka icraat yolunda olabilecekti. İşte “Atatürkçülük”, rahmetlinin ölümünden sonra böyle oldu. Aslında bizim şimdi dindarlığa ve milliyetçiliğe düşman, doktriner sosyalist bir millî şefimiz vardı.

A. Deliorman: İsmet Paşa’nın bu eğilimleri, Anadolu kültürcülerinin türemesi için elverişli bir ortam teşkil etmiştir diyebilir miyiz? Kimlerdi bunlar, maksatları neydi?

T. Banguoğlu: Ben, 1936 dan beri Ankara’da yeni açılan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde doçenttim. Bu fakülteye Hitler’le bağdaşamayan değerli bir çok Alman hocalar da getirilmişti. Yeni bir kadro yetiştirmek için çoğu Batı memleketlerinde tahsil görmüş gençler de buraya veriliyordu. Şimdi on beş yıldan beri tartışılmamış bir resmi ideoloji yerine bazı fikir hareketleri olması mukadderdi. Ama bunlar ancak Millî Şef’in bilinen eğilimleri çerçevesinde ve onun tutumuna göre ekini belli etmeksizin başarılmalıydı. Bu çok başlı fikir hareketinin bir kaynağı da bizim Dil Fakültesi oluyordu. Öyle ya, bu Avrupa, Amerika görmüş(!) gençlerin de bu çorbada tuzları olmalıydı. Meraklıları da az değildi.

Bunlardan bir takımı Kari Marx’ı okumuşlardı, hızlı bir çıkış yapıyorlardı. Derslerinde biraz kapalı, odalarında açık onun propagandasını yapıyorlardı. Yeni hiç bir şey getirmemişlerdi, ama çocuklar için bunlar çok yeniydi. Benim de bazı iyi talebelerimi çelmişlerdi. Remzi Oğuz’la başbaşa dertleşiyorduk. Behice Boran, Pertev Boratav, Muzaffer Şerif, Niyazi Berkes, hanımı. Sonraları açığa vurdular dergiler çıkardılar. Yeterince korunuyorlardı. Bu fikirler Konservatuar’a falan, Siyasal Bilgilere buradan sıçradı ve orada daha ilmileştirildi(!) Şimdi daha eskileri Şevket Süreyya, Vedat Nedim, İsmail Hüsrev v.b.) bunların ağabeyleri oldular. Ama onlar artık devletin itibarlı mevkilerindeydiler.

Yine bizim fakültede daha çok tarihçiler ve arkeologlar, (Enver Ziya, Ekrem Akurgal v.b.) daha mülâyim ve zararsız görünen bir isim altında (hümanizm) çok iddialı ve yepyeni bir nazariye(!) ortaya atıyorlardı. İlk bakışta insana Türk tarihinin, Türk medteniyetinin gerçekleriyle düşmanca bir şaka gibi gelen bu iddia “Maksatları nedir?” diye düşünülünce ağır bir mâna kazanıyordu. Düşünüyorsunuz “Bu adamlar profesör, bu bahsi de biliyorlar ve okutuyorlar. Bizim son bin yıllık tarihimiz ise güneşler gibi aydınlık. Böyle bir safsatayı ne cür’etle ve nasıl maksatla ortaya atıyorlar?” Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle:

“Efendim, XI. Yüzyılda Ortaasya’dan bu Anadolu’ya bir takım Türkler gelmiş. Bunlar göçebe (barbar). Medeniyet denecek bir şeyleri de yok. Anadolu ise eski, büyük medeniyetlerin beşiği. Yüksek medeniyet ve kültür sahibi bir halk ile meskûn. Zaten bir avuç göçebeden ibaret olan Türkler, bu yoğun medeni yerli halk içinde erimişler, onlarla kaynaşmışlar ve bu yerli medeniyeti benimsemişler, yani burada medenileşmişler. Burada yerlisi galip yeni bir millet oluşmuş. Biz artık Türk kanından değil, bu yeni milletin kanındanmışız. Bu milletin adı da Türk milleti değil, Anadolu milleti olmalıymış. İnsanı da Türk değil, Anadolu insanı. Türk medeniyeti diye adlandırılacak yeni bir şey de yokmuş. Olanlar hep o büyük Anadolu medeniyetinin devamı imiş.”

Siz düşündünüz ki, “Bunlar baştan kendi kendilerine “Nazariye değil mi, biz de koyarız. Atatürk delilsiz nazariyeler koymadı mı? Tersini de biz koyarız.” Gerçi arada “Biz Atatürk’ün fikirlerini destekliyoruz” demekten de utanmadılar. Ama “Efendiler, Atatürk onu Türk adını ve Türk medeniyetini yüceltmek niyetiyle yapıyordu. Siz ise Türk medeniyetini inkâr etmek ve Türk adını dünya tarihinden silmek ihaneti içindesiniz.”
Öteden beri Batı hayranlığı yoluyla hümanist geçinen bazı aydınlar da bunlara katıldılar (Sabahattin, Rahmi, Nurullah Ataç ve çevreleri.) Birlikte kazılar yaptıkları yabancılardan da teşvik gördükleri söylendi. Bunların da onlara yeni buluntulardan değerli hediyeler(?) verdikleri yayıldı. Ama mühim olan Millî Şef’in de bu nazarıyeden hoşlanmış olduğu haberiydi. Hasan Ali Bey onun zaaflarını iyi biliyor ve bütün bu türlü münasebetleri ustaca idare ediyordu. Ayrıldıktan sonra 7 yıl, 7 ay, 7 gün Eğitim Bakanlığı yapmış olmakla öğünmesi yerindeydi. İşte bu sıra Tercüme Bürosu açıldı. Burası bütün bu türlü ileri fikirlerin(!) dağıtım merkezi oldu.

Sanırım bunlar Halikarnas Balıkçısı’nı daha sonra keşfettiler. Böyle bir nazariye için tam bir prototip. Bir baba katili, Yunan ahlakına göre bir kahraman. Bundan sonra nazariye işlendi. Dergiler çıkardılar (Hep Bu Topraktan), kitaplar yazdılar. Sizi daha az bilinen tarihi devirlere sürüklediler mi yutturmacılık kolaylaşır. Biraz da eski denemelerden faydalanarak bizi, bizi değil ya, bu Anadolu milletini iyonyalılara, Lidyalılara, Karyalılara, öbür yandan Frigyalılara, Hititlere, Sümerlere bağladılar. Eh madem ki artık Yunanlılara dayandık, Anadolu’muza bir de öyle mitoloji, bir de ilâhe (Tanrıça) lâzımdı. Onu da bulduk. Kibele, Halikarnas da (hâlâ) Kâbeleri oldu.

Canım, ben size bu hezeyanın başlangıcını anlatmış oldum. Derginizde sizin bir yazınızı okudum, sonralarını siz benden daha iyi biliyorsunuz.

A. Deliorman: Peki, siz o zaman bunu nasıl izah ettiniz?

T. Banguoğlu: Bir vazife almış gibi çalışıyorlardı. Biz doluya koyduk almadı, boşa koyduk dolmadı. Atatürk, çevresindeki aydınları iyi tanımıştı. Bunun için “Ne mutlu Türk’üm diyene!” demişti. Ama çok nadir de olsa bunu deyemeyen, demek istemeyen bazı aydınlar vardı. Belki başka bir soydan gelmiş olmanın uzak hâtırasını taşıyorlardı. Gerçi bu memlekette onlara “Nerelisin, soyun sopun nedir?” diye soran bir tek kimse yoktu. Biz Osmanlı Türklerinin geleneği buydu. Ama “Türk asıllı olmamak” kompleksi bu insanı “Türk düşmanı” olmak ihanetine sürüklemişse bunu yapabilir” diye düşünmek istedik.

A. Deliorman: Ama Hocam, bu safsata yayılıyor.

T.Banguoğlu: Fikir olarak değil, moda olarak. Bu türlü bazı hezeyanlar çevre müsait olursa modalanır. Bunu solcular modalandırdılar. Gerçi onların mezhebinde soy sop gibi kavramlar yoktur. Ama milliyet kavramını çürütmek için her fırsattan, her vasıtadan faydalanmaya çalışırlar. Oysa milliyetçilik bir nazariye değil, bir cemiyet için tabiî, organik bir kurumdur. Türk milliyetçiliği... Yüce dağlar gibi muazzam bir iman yapısı. Kazma kürekle yıkılacak bir şey değil.

Kaynak:
Orkun dergisi. www.orkun.com.tr
Ümmetinizin bittiği yerde, Türk'ün Kudreti başlar.


"Niye kaçıyoruz? Çok diye niye korkuyoruz? Azız diye niye kendimizi hor görelim? 'Hücum edelim' dedim. Hücum ettik...Savaştık. Bizdeni iki ucu,
yarısı kadar fazla idi. Tanrı lûtfettiği için, çok diye korkmadık, savaştık. Tarduş şadına kadar kovalayıp dağıttık."
(Bilge Tonyukuk - 2. Taş, Batı Yüzü - 3-4-5-6)