Gönderen Konu: Körlerin Karşısında Bir Türk Gençliği  (Okunma sayısı 2627 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Abbas Karakaya Bozkurt

  • Türkçü-Turancı
  • ***
  • İleti: 102
  • Memleket Millet Haini Olanlarla Aram Serin Bilinir

KÖRLERİN KARŞISINDA BİR TÜRK GENÇLİĞİ
     

 “Gencim, ne fark eder?” deyip geçmemek gerek!

Bir Yunan efsanesine göre Yunanlar bir gün yeni bir yurt bulmak amacıyla keşfe çıkmışlar. Keşif sırasında mabetteki kâhine “Biz yeni yurt arıyoruz. En uygun yer neresidir?” diye sormuşlar. Kahin de bunlara bir yer tavsiye etmiş fakat açıkça işaret etmeyerek manidar ve üstü kapalı biçimde “körlerin karşısında” demiş. Gerisi gidip o yurdu alacakların yorumlamasına kalmış.[1]

Efsane tek başına okunduğunda okuyucunun zihninde “Kültür ve Türk gençliğinin kendini geliştirmesi ile ne alakası var?” şeklinde bir soru oluşabilir lakin yazı bütün olarak incelendiğinde hak verilecektir. Esasen gayemiz gerçek olup olmadığını bilmediğimiz efsanelerde dahi cehalete nasıl bakıldığını ispatlamaktır.

Peki körlerin karşısında bir Türk gençliği yetiştirmek ne ile mümkündür? Kuvvetle muhtemel ki bu sorunun cevabı ‘kültür’ dür. Kültür kelimesinin bir anlamı da ‘ekin’ dir. Biz ne ekersek onu biçeceğiz. Her birimiz, alanımıza ait bilgilere en üst seviyede sahip olduğumuz zaman milletimiz asıl ulaşmak istediği medeniyetler seviyesine ulaşabilir. Bu kültür eğitimini de ikinci yuvamız olan okullarda sürdüreceğiz.

Okullar devlet müesseseleridir. Yetişen nesiller; içinde yaşadıkları toplumun resmî dilini, kültürünü, kıymet hükümlerini okullarda öğrenirler. “Vicdanın görevi; toplumsal çekiciliği bulunan kıymetleri değerlendirmek, aklın görevi ise varlıklarla ilgili objektif gerçekleri iyice incelemektir. Vicdan bizim,  ‘Niçin yaşamak?’ sorumuza: ‘Mefkure için.’ cevabını verir. Akıl, ‘Nasıl yaşamalı?’ sorumuza: ‘Akla uygun bir şekilde.’ cevabını verir.”[2]  Bu sebeple Türk eğitimcileri, aydınları çağa uygun eğitimler ve yorumlar yapmak zorundadırlar.

Peki körlerin karşısında bir Türk gençliği yetiştirmek için gerekli olan ‘kültür’, ne kültürüdür?

Mehmet Kaplan, ‘Kültür ve Dil’ adlı eserinde Türk milletinin bütün fertlerini; kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren yurttaşlar olarak yetiştirmek için açıklamak, öğretmek ve öğrenmek ile yükümlü oldukları alanları; Türk dili, Türk edebiyatı, Türk tarihi, Türk musikisi, Türk plastik sanatları, Türk şehirleri, Türkiye’nin tabii güzellikleri ve servet hazineleri, Türklük ve İslamiyet, çağdaş Türk kültür ve medeniyeti risaleleriyle sıralar.(ss. 35-78) Yazımızı bu risalelerden yola çıkaracak şekillendireceğiz.

Öncelikle  kültürel değerlerimizin omurgasını oluşturan Türk dilini ele almak gerek. Dil, insan topluluklarının millet hâline gelmesini ve başka milletlerle ilişkiler kurmasını sağlayan sosyal bir varlıktır. Bu sebeple dile verilmesi gereken dikkat ve ehemmiyet büyüktür. Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un dediği gibi “Dil bir milletin bütün bir tarihi, kültürü ve edebiyatıdır. Daha somut söyleyeyim. Türkçe, Yahya Kemal’dir; Türkçe, Yakup Kadri’dir; Türkçe Sait Faik’tir; Türkçe annemizin ağzındaki ninnidir; Türkçe dedelerimizin dillerinden dökülen öğütlerdir, atasözleridir. İşte dili bütün bu görünüşleriyle bilirsek o zaman hiç korkmayalım, dile hiçbir şey olmaz. Eksik olan insanlarımızda bu bilgi, birikim ve kültürün olmayışıdır. Bu da eğitim işidir. Türk millî eğitimi belki 50-60 yıldan beri adeta “hiçbir şey öğretmeme” ilkesine dayanır. Demek ki işe eğitimden başlamak gerekiyor. Bunun için de yöneticilerin, eğitimin öneminin farkına varması ve eğitim sistemini “bir şeyler öğretir” hâle getirmesi gerekiyor.”

Öyleyse dilimizi ilk hâlinden itibaren öğrenmeli, çağa uygun biçimde tatbik etmeli, dilimize yerleşmiş olan kavramlara karşı gereksiz tavırlar sergilemeden öğretmeliyiz ki dokunmak istediğimiz kitlelere ulaşabilelim.

Nitekim Türk dilindeki her yabancı kelimeye bir karşılık uydurmaya kalkacak değiliz. Bu kadar ileri vardırılan bir pürizmin karşısına dikilen gerçek şudur: Aydın ve halk dilinde ifade enerjilerini kaybetmemiş canlı kelimeler yabancı olsalar da atılamazlar. “Kitap” ve “Lamba” gibi. Bunlara karşı savaş açmak dil Donkişot’luğudur.[3]

Dil, sosyal bir varlıktır, dedik. Dilin işlenmesi ise edebiyatla mümkündür. Malzemesi dil olan edebiyat da insan hayatının bütün safhalarını içine alır. O zaman esas olan edebiyatın da bir bütün olarak incelenmesidir. Türk edebiyatını bir bütün olarak ele almamak, bir dönemini biz yaratmamışçasına kadim edebiyatı yok saymak körlüktür. “Kendi dilinin  eserlerini bilmeyen, onların hiç olmazsa bir kısmını okuyup sindirmeyen, zevkine varmayan bir insanda dil hassasiyeti bekleyemezsiniz.”[4] Edebiyat milli olmanın yanında moderniteden de uzak kalmamalıdır. Modern usuller esas alınarak yapılan edebiyat da görmezden gelinmemelidir. Zira bu, çağdaş Türk ruhunun hummalı yaratma faaliyetine yabancı kalmaktır.

Dil ve edebiyatımız hakkında bilgi sahibi olmamıza asıl yarar sağlayan kaynak tarihtir. Tarih geçmişi ele aldığı gibi milletlerin geleceğine de yön verir. Fakat yazılan tarih; yaşanılan tarihin önüne geçmemelidir, gerisinde de kalmamalıdır. “Tehlike ve harp anlarında daima Türk milletinin mucizeler göstermesini bekleyebiliriz. Ve Türklerin hiçbir millette görülmeyen fedakarlıkları yapacağından emin olabiliriz. Türk milletinin daima güvenebileceğimiz en esaslı kuvveti budur.”[5] Lakin bu noktada yapılması gereken soyu ve tarihi hamasi olarak yüceltmek değil -“Milliyetçiliğin bir bakıma tarihin milletler mücadelesi olduğu, üstünlüğün verilen mücadeleyle, dünyaya sunulan katkı ile ölçüldüğü, yani dönemlere bağlı olarak milletlerarası üstünlüğün değişebileceği anlatılmalıdır.”- tarih şuurunu aşılamak ve Türk tarihine bakış tarzımızı geliştirmektir. 21. yüzyılda ifade vasıtalarının değiştiği gerçeğini göz önünde bulunduracak olursak belki de mevzuya entelektüel Türk milliyetçisi bir gözle bakmak gereklidir. Bu da felsefe, sosyoloji, psikoloji ve tarih kültürü gibi aydınlatıcı vesikalarla mümkündür. Bu metotlar uygulanmadığı takdirde “Türk’ün üstün ırk olduğu gibi kabullerle yetişen kişi günün birinde tarihte okuduklarıyla bugün gördükleri arasındaki uçurumu fark ettiğinde ya hisleri sönecektir ya da kendini tatmin edebilecek yalancı cevaplar bulup hayatını devam ettirecektir.”[6]

Musiki de dil, edebiyat ve tarih gibi kültür değerlerindendir. Musiki kültürümüz; kaybedilenler üzerine kopuz eşliğinde söylenen sagular, uzaklardan gelenler için çalınan davullar, düğünlerde söylenen Türküler, âşıkların yanık havaları, cenge giderken çalınan mehterler, ruh sağlığı için icra edilmiş tasavvufi ezgilerle doludur ve üzerinden çağlar geçmesine rağmen Türk musikisi hâlâ birleştirici gücünü korumaktadır.

Fakat  tüm bunların yanında Türk musikisinin okul dışı bırakılışı ve kovuluşu da görülmektedir. Yetişen nesillere kendi dil, edebiyat, tarih ve musikisi öğretilmez; bunlarla uğraşanlar teşvik edilmez ve korunmazsa onlar nasıl gelişirler?

Bu noktada “Biz eskiye bakmayız.” diyenler ne kadar haksız ise “Biz yeni bir sanat ve musiki istemeyiz, eskiden kalma eserler bize yeter.” diyenler de bir o kadar haksızlardır.

Türk musikisini; Türk dili gibi bir bütün olarak ele alan, inceleyen ve değerlendiren bir müesseseye ihtiyaç vardır. Bu müessese bütün Türk dünyası musiki eserlerini toplamalı ve onları en güzel şekilde icra edecek sanatçılar yetiştirmelidir.

Son olarak Türk mimarisine de değinmek istediğimizde karşımıza bir soru çıkıyor: Okullar, devlet daireleri, müzeler hatta evler inşa olunurken neden taşranın ruhuna minnetsizlik edilerek kente yönelme çabasına giriliyor ve medeniyetin ölçütü gökdelenlermişçesine kadim Türk sanat eserlerinden istifade edilmiyor?

Bunun sebebi mimarinin bilinmemesi, yapacak ustaların bulunmaması, inşaatların müteahhitlerin tekelinde olması, liyakat sahibi kişilerin bu Türk mimari modelleri üzerine çalışması için istihdam oluşturulmaması ve gereken ehemmiyetin verilmemesidir. Ne yazık ki “Servet gibi liyakat da burjuva sınıfının inhisarındadır.”[7]

Öğrencilere ilkokuldan itibaren  Türk sanat ve mimari eserleri öğretilmiş olsaydı; onlar bunun zevkine varırlar, hayatta da onları ararlar, korurlar, değerlendirip çağa tatbik etmeye çalışırlardı.

Türk milletinin bir ferdi olan genç arkadaşımız bu alanlarda bilinçlendirildiğinde gerek ailevi gerek psikolojik gerekse sosyal nedenlerle yöneldiği ya da yönelmek zorunda bırakıldığı dış veya iç unsurlara -terör örgütleri, anarşist gençlik hareketleri, kuruluş amacından sapan ve vazifesini yerine getiremeyip ilkel eğitim yöntemleriyle zaman aşımına uğramış yıpratıcı kuruluşlar ve ayrıştırıcı ideolojilere- bağımlılıktan kurtulup kendi özüne dönecektir.

Aksi takdirde bugüne has modern, kuvvetli  bir skolastikten bahsolunabilir. Bu kuvvetli itimatla insanlar daha yaman surette aldatılabilirler. Başkasının tecrübelerine inanmanın sadece söze itimat olduğunu kabul edelim ve Descartes’in şüpheci tavrını elden bırakmayalım.  Ziya Gökalp’in deyimiyle “Türklerde tebessümü getirecek şey mefkûreli hürriyettir(…) İnsanın en kudretli silahı olan tebessümü dudaklarımızdan çalan hangi kuvvettir?”

Bu tavrı takınmakta ciddiyetimizi korursak “Yel kayadan ne aparır?”

Tanpınar’ın “Bir zafer müjdesi burda her isim” dediği isimlerden olmak ve ‘yeni vatanda görüşmek’ dileğiyle…

Merve VURAL

Kaynakça

Derin Tarih Dergisi, İstanbul Özel Sayısı. (2016).

Gökalp, Z. (2016).  Çınaraltı yazıları. Ötüken: İstanbul

Gökalp, Z. (2018).  Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak. İstanbul: Bilge Oğuz

Kaplan, M. (1999). Kültür ve dil. İstanbul: Dergah

Safa, P. (1976). Kızıl çocuğa mektuplar. Milli Ülkü: Konya

Türk Dili dergisi. (1951).  C.1. sayı 12
TAMGA