Gönderen Konu: BABAM ÇATLI-2  (Okunma sayısı 5481 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı EFE

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 206
BABAM ÇATLI-2
« : 29 Ağustos 2006 »
ÖLDÜKTEN SONRA VURDULAR BENİ



BiR İHBARIN "DERİN" ÖYKÜSÜ[/cente

Babamm telefonda belirttiği üzere, o gece ilk önce bir aile dostumuzun yanma gittik. Babam, ancak bir kaç gün sonra aramıza katılabilecekti. Bu nedenle O gelene dek, evimize giren şabıslar hakkında şimdilik hiç kimseye hiçbir şey anlatmamaya karar vermiştik.
Kırcı'nın durumu hakkında herkesin yorumu birbirinden ilginçti: "Yakalanması, on sekiz yıl önceki 7 TlP'li davasını tekrar gündeme getirecek, bu da babamın zorlu bir döneme daha girmesine sebep olacak" deniliyordu. Tartışma dönem dönem kızışıyordu. Çünkü bazılarına göre son dönemlerde babamın çevresinde odaklanan bir takım gruplar, O'na sıkıntı vermekten başka bir şey yapmıyorlardı. Keşke "herkes konuşa dursun babam ne yaptığını gayet iyi biliyor" diyebilseydim. Ama ak ile karanın, eğri ile doğrunun, güzel ile çirkinin yer değiştirdiği bu düzende bir ak, doğru yolu seçsede güzelliğini göremeyecek kadar cüce beyinli olanlar dört bir yanını sarmış, veba gibi O'nu yavaş yavaş yok etmeye baş koymuşlardı. Büyük liderlerin kaderleri böyleydi. Onların ölüm fermanları aniden kararlaştırılır, uzun vade de gerçekleştirilirdi. Bu erdemlere erişemeyenler için bin eğrinin yanında bir doğru eşitti binbir eğri. Çünkü bu kara düzen, ak rengine sevdalananın, doğru yoldan şaşmayanın ve güzele hakeden değeri biçenin dağ gibi yüreğini kum etmek istiyorlardı.
Görünüşe göre iki ayrı sıkıntımız vardı. Birincisi evimize giren ve tehdit unsuru oluşturan şahıslar; ikincisi de Haluk
Kırcı'nın ihbar edilip tutuklanmasıyla birlikte Çatlı'ya gözdağı vermeye çalışanların politikası. Anlatılanlara göre Haluk Kırcı, eşi ve kızıyla iftarını açtıktan sonra bir arkadaşının kahvehanesine okey oynamaya uğramıştı. Bir ihbar üzerine buraya baskın düzenleyen ekipler, herkesi kimlik kontrolünden geçirirken, Kırcı önce sahte kimliğini vermiş ancak üstü ısrarla aranıp gerçek kimliği ortaya çıkınca polisler onu şubeye götürmüş ve olan olmuştu. Yaklaşık bir yıldır firarda olan Kırcı, / TlP'li davasından dolayı 1980-1991 yılları arasında cezaevinde yatmış, 12.04.1988'de yedi kez ölüm cezasına çarptırılmış, mahkumiyetinin onuncu yılında da aftan yararlanıp şartlı tahliye edilmişti. Ancak Mehmet Ağar (bu tarihlerde kendisi Erzurum valisiydi) ve MHP Erzurum il başkanı Cezmi Polat'in şahitliğinde evlenen Kırcı'nın yeni hayatındaki düzen çok sürmeyecekti. 1978 yılında öldürülen 7 TlP'li gençleıııı ailelerinin açtıkları yeni bir davayla, Haluk Kırcı tekrar yargılanmaya alınmıştı, iddialara göre, aftan yararlandırılırken hesaplarda yalnışlık yapılmıştı. 1991 infaz kararina binaen serbest bırakılan Kırcı, 1991 DYP-SHP koalisyon hükümetinden SHP'li bir Bakanın yazılı emriyle aranmaya başlanmıştı. Kukana göre, yedi idam için infazın 70 yıl üzerinden hesap edilmesi gerekiyordu. Bu yüzden 24 Kasım 1995 tarihinde Kııcı hakkında tutuklama kararı çıkarılmış fakat kendisi kacakak yaşamayı tercih etmiş ve teslim olmamıştı. Yargı önünde belli bir karara bağlanan bu davanın, onca yıl sonra yeniden ele alınması bana tuhaf geliyordu. Asıl amaç, bazılarının işine gelmeyen Abdullah Çatlı'nın yolunu kesmekti. Altı yıldır Türkiye'de bulunan Çatlı'ya yeşil pasaport verilmiş, teşkilatını yenideıı kurması için imkan sunulmuştu ama O bazılarına adeta ters duruyordu. Çatlı öyle bir güç elde etmişti ki, devletin en üst makamlarında bulunanları bir sözüyle yerlerinden aldırtabilecek yetkiye sahipti. O, kimilerinin kirli işlerini ortaya çikarmiş, kimilerine çıkarmakla soğuk ter döktürmüş, kimilerinin ensesinde dikilir olmuştu. Erdemlerden taviz verenlere hak ettikleri muameleyi ödetecek kadar da gözü karaydı. Çatlı için kişinin bulunduğu mevki önemli değildi. O sevdiği kişileri ve benimsediği düşünceleri hainlerden sakmırdı. Tıpkı vatan gibi.
Kısacası Çatlı teşkilatı, vatanperverliğinden asla taviz vermeyecekti. Çatlı, bunu devletine karşı bir zorunluluğu olduğundan değil, yirmi yıldır "derinlerde" verilen mücadele adına sürdürecekti. Çünkü; Çatlı vatanperverdi. Sistemperver değil! Ancak bu durumdan hoşnut olmayanlar, yani Çatlı'nın yükselişini kendilerine tehdit unsuru görenler, O'nun için iniş planları hazırlıyorlardı. Bu sebepten geçmişin hala meçhul dosyalarından biri olan 7 TlP'li hadisesi gündeme getirilmişti. Aslında bunlar, 7 TlP'linin Çatlı'ya karşı getirdiği çıkmazı sadece iki yıl daha kullanabileceklerdi. Bunlar kendilerini garantiye almaya mecburdular. Çünkü Çatlı bembeyaz pirinçlerin içindeki sadece siyah taşları değil herkesin göremeyeceği beyaz taşların karanlık yönlerini de belgelemişti. Beyaz taşların kara belgeleri Çatlı'nın elinin altındaydı. Bu onlar için kırmızı alarm demekti. Çatlı'nın sonu sessiz, anonim, sinsi ve peşpeşe olmalıydı. Soluk almasına imkan tanınmadan. Çünkü bu davanın "aranmayan kaçağı" üstelik yasalar önünde 1998 yılı itibariyle yani iki yıl sonra gıyabi tutuklamayla aranmaktan kurtulacaktı. Aranmayan olmakla kalmayacak büyük oluşumlar için büyük adımlar atacaktı. Bu durum, sistemperverlerin işine yaramazdı. Çatlı bunlar hakkında her türlü bilgiye sahip olduğundan ya O'nunla bir noktada buluşmalı ya da karşı koymalıydılar. Benim bildiğim kadarıyla aynı noktada buluşmak istemişler fakat Çatlı'nın desteğine muhtaç olan ve 'hatta daha açık olmak gerekirse, menfaat güden bir başka grup araya girerek ortalığı kızıştırmıştı. Birinci grup, ikinci gruba çıkışmca da Çatlı'nın ismi bir kalkan gibi ortalığa atılmış ve er meydanındaki bütün erler fos olduklarını bu hareketleriyle ortaya çıkarmışlardı. Bunu söylemeden edemeyeceğim: Çatlı dev yürekliydi. Çevresindeki devler gibi ahkam kesen cüce yüreklileri de çok iyi tanırdı. Aslında bu sadece derinlerde görünen bir gerçek değil, memleketimizin her türlü ortamında kendini hissettiren sosyal kaderdi. Tıpkı şunun gibi: "sen benim kim olduğumu biliyor musun?" Diyelim ki biliniyor, ee sonra! Çatlı ve Kontr-Çatlı taraftarlarını zorlu bir mücadele bekliyordu, ilişkiler 1995'ten hareketle, özellikle de 1996 yılı itibariyle iyice gerginleşti. Ak olanlar ne Çatlı tarafindaydı ne de karşısında. Her iki oluşumun da durumu ortadaydı. Çatlı ise adeta zorla oluşturulan bu tabloya karşı sessiz kalmayı tercih ediyordu. Ancak zaman zaman tepki de vermiyor değildi. Özellikle istenilen de O'nun tepki vermesi ve hareket halinde hata yapmasıydı. Her şeye rağmen Çatlı, istenilen ve beklenilen hatayı yapmıyordu. Bu yüzden çevresi her ne kadar kalabalık görünsede, Çatlı genelde yalnız bir liderdi. Sadece ve sadece uzun yıllardır birlikte hareket ettiği "çekirdek ekibine" güveniyordu. Fakat çevresindekileri asla güvensizlik ortamına itmeden faaliyetlerini yürütüyordu. Ak olsun, kara olsun ve hatta kızıl olsun "derinlerde" devletin tek olmalı gerektiğine inanıyordu. Devlet, derinlerde kendi için faaliyet gösterenleri asla karşı karşıya getirmemeliydi.
Bazı Devlet yetkilileri, babamın da isminin geçtiği 7 TlP'li olayında gıyabi tutuklama kararı ile 18 yıldır kasti olarak arandığına hem fikir olduklarından, bundan aklanacağı çalışmalarının sözünü vermelerine rağmen, birileri buna sürekli engel oluyordu. Özal hükümeti devrinde başlayan bu çatışma hala devam etmekteydi. Yanlış yapılanmalar, doğru insanları sistemin girdabına mı alıyordu? Babamdan öğrendiğim kadarıyla, bazı partilerin lider ve mensupları yılan hikayesine dönen bu davanın sonuçlanması için gerekli olan desteği sağlayacaklarını, sağlayamadıkları taktirde ise devletin diğer kurum ve kuruluşları gibi her hangi bir tatsızlıkta önlem alınacağı sözünü veriyorlardı Ya da söz vermelerinden ziyade, Çatlı bunu talep ediyor, gerçeğin ama sadece gerçeğin ortaya çıkmasını istiyordu.
"Derin devlet" diye tabir edilen oluşumu bir çatı altında toplamak, alman kararlarda hem fikir olmayı şart kılıyor ve aynı hedefe kilitlenen fertlerin desteğini gerektiriyordu. Ancak Çatlı'ya bağlı olanların yanında, O'ndan rahatsız olanlar da mevcudiyetini sürdürüyordu. Bu grup "derinlerdeki hayalet dost ya da düşmanlar" diye tabir edilebilecek, sessizce kuyu kazanlardı. Söz konusu grupla 1996'nın başlarından itibaren zıtlaşmanın boyutları genişlemişti. Bu grup O'na karşıydı, çünkü 7 TlP'ten arınan Çatlı'nın tamamiyle şeffaf bir lider olması, menfaat avcılarının işine yaramayacaktı. Çatlı yürütülen oluşumlar için öncelikle disiplin isterken, kişisel perverlikten ziyade vatanperverdi. Bir liderde olmassa olmaz vasıfların üstünde hem operasyonel kabiliyeti, hem de başında bulunduğu teşkilatı idare etmekteki yetkinliğe sahipti. Çatlı'nın özelliklerinden tedirginlik duyan zihniyete göre, O'nun şeffaflaşmaması en uygun olanıydı.
Yanlış anlaşılıp bazı kesimleri incitmemek için bir açıklama yapmak zorunda hissediyorum kendimi: devletimizin varlığı için gerekli olan ve son derece başarılı icraatlarda bulunan ekiplerin tümünün, Çatlı karşıtı olarak algılanmasının büyük bir hata olacağı kanısındayım. Aksine, asıl vurgulamak istediğim mevzu, kurumlardan ziyade içerisinde bulunan bazı kişilerin Çatlı ile anlaşmazlığıdır. Çünkü bilindiği üzere beş parmağın beşi bir değildir ve kurumlar içerisinde, bir kaç parazitin türemesi olağan bir gerçektir. Ayrıca babamdan örnek alarak oluşturduğum karakterim der ki: "Devlet toplumu millet yapar. Millette onu devlet. Birinin varlığı diğerinin varlığı için şart iken, devletin manevi kutsallığı üzerine yıpratıcı ithaflarda bulunmak var olan sistem aksaklığını daha da çok kaosa sokacaktır. Kurumlar nice fedakarlıklarla kurulmuştur. Bu nedenle eleştiri okları, belli bir çatı altında devlet adına ülkeye hizmet verenlerden ziyade, bu oluşum içerisinde yanlış yapılanmalar oluşturup, sistem ve dolarperver olanlara çevrilmeli dir. Bu nedenle manevi değer taşıyan ve ülkemiz adına kahra manca hizmetlerini esirgemeyen şahsiyetlerle diğerleri ayın kefeye konulmamalıdırlar." Kırcı, bizim evden uzak durmamız gerektiği, 25 Ocak 1996 tarihinde istanbul Asayiş Şube infaz Masası Ekiplerince goz altına alınıp, Gayrettepe'deki şubeye götürülmüştü. Belli ki babam, yine bir yerlerin kirli işlerin belgelemiş ve restini çekmişti. O gece evimize giren şahıs ve bir başka koldan babamı tutuklamaya cesaret edemeyen ancak O'na gözdağı vermek için Kırcı'yı bir ihbarla alıkoyanlar, ortalığı germek işlemişlerdi. Bu gibi durumlarla dönem dönem karşılaşıyorduk. Neticede bir şey olmuyor ve kısa bir müddet sonra tekrar normal hayatımıza dönüyorduk. Tabi ki bir sonraki gerginliğe kadar. Yani Çatlı'nın restini çektiği ana kadar!
Asayiş Şubesi, Haluk Kırcı'yı tutukladıklarını istanbul Küçükçekmece Cumhuriyet Savcılığına bildirmiş, aynı gün savcılık Kırcı'nın ilamını Ankara'dan istemiş ve buna ek olarak yanit gelene dek onun nezarethanede tutulmasını öngörmüşlerdi. Tutulup tutulmadığını bilmiyorum fakat Ankara'dan beklenen bilgi yirmi beş gün sonra Küçükçekmece Savcılığına ulaşmıştı. Savcılık emniyetten Kırcı'nın iadesini istiyordu. Beklenmedik bir durum söz konusuydu: Asayiş Şube Müdürlüğü Kırcı'nın l Şubat 1996 tarihinde saat 17:15 sularında ellerinden kaçtığını bildirdi. Bunun üzerine savcılık, polis müdürü Sedat Demir ve üç polis hakkında görev ihmali sebebiyle dava açti. Süregelen davanın neticesinde polis müdürüne takipsizlik, diğer şahıslara da beraat kararı verildi.
Spekülasyonları seven ya da her olaya kılıf uydurup, şüpehici yaklaşımlara açık olduğumuzdan, bu konu üzerine çok sey yazıldi, kişiler ve kurumlar töhmet altına sokuldu. Benim bildiğim ve Haluk Kırcı'dan duyduğum kadarıyla polislerin bir anki dalgınlığından faydalanan Kırcı firar etmişti. Yani ortada ne bir kaçış senaryosu ne de polislerin yardımı söz konsuydu zaten bu olayın yankı toplamasının esas sebebi, Kırçi'nin üzerinden Mehmet Ağar imzalı kişiye özel bir kartvizitin çıkmasıydı: "Şahsın Emniyet camiasına yardımcı olduğu ve her hangi bir olayda kendisine yardımcı olunması" isteniyordu. Ancak Kırcı, böyle bir yazının kendisine verilmediğini söylüyordu. Kırcı: "Böyle birşey yok. Eğer olsaydı neden tutuklandım!" diyordu. Çatlı'mn arkadaşı olduğu için, üzerinden böyle bir yazının çıkması doğal karşılanırken, Kırcı buna karşı gelerek: "Çatlı, ben gibi birçok kişiyi kendi özel işleri ve ilişkileri dışında tutmuştur." Bu konu bana sorulacak olursa şayet, vereceğim yanıt kesin ve katidir. Kişiye özel olarak tanzim edilmiş bir yazı çıkmış olabilir. Ancak bundan ötesi yoktur ve söylendiği gibi Çatlı hassas işlerinden sadece teşkilatını haberdar etmiştir. Arkadaş düzeyindeki diğer kişilere "derinlerde" yürüttüğü faaliyetler konusunda asla bilgi vermemiştir.
Aslında bu ihbar her ne kadar Kırcı ailesini etkilese de, babamı da bundan bir kaç yıl önce ihbar eden olmuştu. 9 Nisan 1993 tarihinde istanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir'e el yazısıyla ve amatörce yazılmış bir ihbar mektubu gönderilmişti: "Sayın Necdet Bey, mektubumda istanbul'daki başarılı çalışmalarınızdan dolayı sizi kutlamak isterim..." diye başlayan ihbarcının mektubu bir hayli ilginçti. Çatlı'nın deşifre olmasına rağmen, O'na göz yumulduğunu belirtiyordu. Bu mektup, istanbul Şube Müdürlüğü'ne gönderilmiş, 12 Nisan 1993'de istihbarat Dairesi'nde 3949 sayı numarasıyla kayda geçirilmişti. Ardından ihbar konusu mektubun içeriğindeki yere (babamın bulunduğu iddia edilen adrese) istanbul polisi otuz sekiz gün sonra baskın düzenleyip, büroda bulunan iki kişinin ifadesine başvurmuştu. Elbette ki bu şahıslar babamı tanımıyorlardı ve kendisi orada değildi.
Babamın, söz konusu ihbar mektubunu düzenleyen kişiyi deşifre etmesi zor olmadı. Bu kişi yakın çevremizdendi. Şah sın ismi Nevzat mıydı, yoksa Naci mi tam olarak hatırlayanıyorum.Kırcı'nın kaçak hayatı başladıktan sonra eşi, istanbul Emniyet Müdürlüğünden gelen polisleri günlerce Avcılar'daki evinde ağırlamak zorunda kalmıştı. Polislere göre firarda olan Kırcı er ya da geç evine, eşini görmeye gelecek, onlarda onu tutuklayacaklardı. Haluk Kırcı bunu yapmayacak, Ege bölgesine gidecek ve uygun bir zamanda ailesini yanına alacaktı. Bizde onları bir ara izmir'e ziyarete gittik. Kırcı'nın henüz üç yaşlarındaki kızı ile oynarken, Seken ile benim küçüklüğüm aklıma gelmişti. Bizim durumumuz ve babamın konumu daha farklı olsa da bizde çocukluğumuzu seyyar yaşamıştık. Büyüklerin dünyasındaki bu masum çocuğu sıkıca kucakladım ve "daha görerek çok acın olacak küçük kız" diye içimden geçirdim. Salona m'çtiğimde babamla Haluk Kırcı tavla oynuyorlardı. Annemde Vesile Kırcı'yı bir kenara çekmiş "metanetini kaybetmeyecek, kocana destek olacaksın. Öyle bir an gelecektir ki etrafınızda bir tek dost göremeyeceksiniz" diye ikaz ediyordu.






“TÜRK'ler  Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. TÜRK'ler ne Amerikanlaşacak ne batılılaşacak nede araplaşacaktır. O sadece özleşecektir.