Almanlar tarafından kurulan lejyon birliklerinde Komünist Rusya’ya karşı savaşan bir çok Türk vardı. Bunlar da ya gönüllü olarak ya da 28 Mayıs 1945 tarihinde Güney Avusturya’da yer alan Spittal-Drau kasabasında bulunan 7000 Kuzey Kafkasya Türkü aile ve çocuklarıyla birlikte Amerikan ve İngiliz askerlerince Sovyet ordularına teslim edildiği örneğinde olduğu gibi zor kullanılarak SSCB’ye sevk olunmuştur (Hablemitoğlu 2004: 55-57).
Sovyet Komünistleri SSCB’nın geniş topraklarında yayılan ölüm kampları ağına yollanmak üzere Türk halkların içerisinde Kırım Tatarları, Karaçay, Balkar, Ahıska Türklerini topyekün bir biçimde sürgüne göndermiş, bu halklara karşı soykırım uygulamış, yurtlarından koparmış ve yurtlarına dönmelerini de yasaklamıştır. Bunlar Orta Asya, Sibirya ve Rusya’nın Uzak Doğusu bölgelerindeki mecburi çalışma kamplarına yerleştirilmiştir (Hablemitoğlu 2004: 64-65).
Hemen burada başka bir davranış örneğini vermekte yarar vardır. Yukarıda sözü geçen Ziya Yergök’ün, Dünya Savaşına 83. Alay Komutanı olarak katılıp ve Sarıkamış faciasından sonra Ruslarca esir alınıp Sibirya ve Orta Asya’daki savaş esirleri kamplarında hayatının altı yılını geçiren ve oralardan kaçıp 1920’de yurduna dönebildikten sonra bir yıl bile geçmeden Şubat 1921 tarihinde Kazım Karabekir Paşa tarafından askeri rütbesi albaylığa yükseltilmiş, askeri hizmet içerisinde ise Z. Yergök 1930’da tuğgeneralliğe kadar terfi etmiştir (Önal 2005: 5-10). Oysa, binlerce Sovyet askerinin Alman esaretinden bin bir güçlükle kurtulduktan sonra döndüğü yurdunda sevinç bile yaşayamadan doğrudan Sibirya ve Orta Asya’daki ölüm kamplarına sürülmüştür. Dolayısıyla, burada örneği verilen iki durum, iki farklı yaklaşımı ve insana verilen değeri de yansıtır niteliktedir.
Topyekün sürgün uygulaması Sovyetler tarihinde ilk kez Baltık ülkelerine (Letonya, Litvanya ve Estonya) karşı uygulanmıştır. Buralardan koparılan sayıları bir milyonu aşkın insan da Ural dağları, Orta Asya ve Uzak Doğu bölgelerine sürülmüştür (Hablemitoğlu 2004: 65-72).
Yukarıda değinilenlerin dışında mecburi çalışma sistemi savaşta Kızıl Ordu tarafından esir alınan yabancı askerlerle de büyük ölçüde takviye olunmaktaydı. Kimi tahminlere göre sayısı 3-4 milyonu bulan Alman savaş esirlerinin yanı sıra Romanya, İtalya, Finlandiya ve Yugoslavya asıllı savaş tutsaklar Sovyetlere getirilmiş ve bunların büyük kısmı da çalışma kamp zindanlarında ölmüştür (Hablemitoğlu 2004: 49-50).
Anadolu Türklerinden olup “sabıkalı komünist” olan ve hem Orta Asya hem de Sibirya mecburi çalışma kamplarına sürülen Yusuf Yıldırım’ın verdiği bilgiye göre Kızıl Ordu’nun Uzak Doğu’da Mançurya bölgesinde tutsak ettiği bir milyon civarındaki Japon askerlerinden Karaganda’daki kampa düşenlerin arasında açlıktan ölüm oranı yüksekti (Hablemitoğlu 2004: 49).
Sovyet Rusya’da toplam 30 yıl yaşayan ve bu sürenin 6 yılını (1949-1955) Orta Asya (Karaganda) ve Sibirya (Norilsk ve Vorkuta) mecburi çalışma kamplarında mahkum olarak geçiren Yusuf Yıldırım (1972: 230-231; Hablemitoğlu’nda 2004: 98-99) Sibirya’ya sürgün edilişini şöyle anlatmıştır:
“Vapurlar, hayvan nakli için kullanılan vapurlardı. Ahırdan farksızdı. Vapur yolculuğu da 3-4 gün sürdü. Vapurdan çıktığımız zaman müthiş bir soğukla karşılaştık. Kar tipisi vardı. Dişlerimiz birbirine vuruyordu soğuktan. Birkaç gün yaya olarak gündüzle gecenin farkını anlamadan yürüdük. Kar tipi hiç dinmiyordu. Bizi kutup dolayındaki Narilsk [Krasnoyark Eyaletinin kuzeyinde bulunan ve günümüzde Alüminyum başta olmak üzere demir dışı piyasasındaki dev işletmelerin ve ağır sanayinin merkezi olan Norilsk şehri - TBD]’e getirmişlerdi. Kampa yaklaştığımızda, tipi biraz dinmişti. Geçtiğimiz yolun sağında solunda uzaklardan kuleler görünüyordu. Ateş sesleri işitiliyordu. Yürümeyen mahkumları yolda kurşunluyorlardı. Ellibin kişi kadar vardık. Bir kampın önünde durdurulduk. Tahminen on kafileye ayrılmıştık. Bir kafile burada kaldı. Kafileleri her milletten karışık olarak teşkil etmişlerdi. Epey ilerledikten sonra yine bir kampın önünde durdurulduk. Burada beş kafile bırakıldı. Yine kafileler hareket etti. Kimsede yürümeye takat kalmamıştı. Canımızı dişimize takarak, yürüyorduk. Geride kalanların üzerinde köpekleri saldırtıyorlardı. Ben en son kafiledeydim. Kurşunlananların, takatsizlikten düşüp donanların, can çekişenlerin, yaralananların, sıradan ayrıldı diye öldürülme tehlikesi olduğunu bildiğimizden üzerlerine basarak yürüyorduk. Bunların sayısı herhalde iki yüzden fazlaydı”.
Bu kısa anlatımdan da anlaşılabileceği üzere en az 150 arama ve 500’den çok bekçilik için özel yetiştirilmiş köpeklerin bulundurulduğu ölüm kamplarına (Hablemitoğlu 2004: 112) mahkumların ulaşması bile ölümle sonuçlanabiliyor, bu yolda insanlar korkunç insanlık dışı zulme maruz kalıyordu.
Kampa ulaşabilen mahkumların ne gibi koşullarda yaşadıklarını yine Y. Yıldırım’ın (1972: 220; Hablemitoğlu’nda 2004: 126-127) hatıralarından öğrenmek mümkündür: “Sabahın beşinde kalkıp, akşamın sekizine kadar çalışıyorduk. Hergün gıdasızlık ve aşırı çalışmadan dolayı hastalanarak; en az yüz kişi ölüyordu. İş yerine gidiş gelişte yürüyemeyen, kafilenin gerisinde kalanları da ya kurşunluyor, ya da köpeklere parçalatıyorlardı. Sebebi gayet basitti, yürümekten aciz bu insanların kaçacakları ileri sürülüyordu”. Sibirya’da Norilsk mecburi çalışma kampındaki mahkumiyet hayatı Y. Yıldırım (1972: 231-232; Hablemitoğlu’nda 2004: 127) tarafından şu şekilde tasvir edilmiştir: “Taş kariyerinde çalışıyorduk. Vagonları doldurup, boşaltıyorduk. Hergün karyerde (maden ocağında - TBD), yalnız kazanlarda 50-60 kişi ölüyordu. Tipisiz gün yoktu. Kampa üstümüz buz bağlamış halde dönüyorduk”.
Çarlık zamanında da esir kampında Rusların tutsaklara karşı davranışlarına konu açısından ve bütüncül algılama bakımından yararlı olabilir. O nedenle burada Ocak 1915’te Krasnoyarsk civarında bulunan bir esir kampına düşen Osmanlı Türk askerlerinden Ziya Yergök’ün (2005: 156-157) hatıratlarına başvuracağız: Ruslar “sabahları eksi 40 derece soğukta dışarıda ayakta tutar, yoklama yapar, kimlik yazarlardı. İnce bir kaput ve bize uygun giyimlerimiz şiddetli soğukta titrememize sebep olur, burnumuzu üşütmemek için onları ellerimizle kapatmak zorunda kalırdık. Soğuk ciğerlerimize işlediği için hastalanıp ölenler çok oldu. Birçoğumuzun basuru depreşti… Rus subay ve erlerine birazcık itiraz büyük bir hakaretle karşılık görür, dipçik ve kırbaç dayağı zerrece itiraz etmemize, soğukta çektirilen azaplara katlanmamıza sebep olurdu..”.
Kamplardaki beslenme koşularına da bakmakta yarar vardır. Mecburi çalışma kampında mahkumlar günlük ortalama (tamamlaması gereken normu yüzde yüze yakın bir oranda yaptığı durumda) olarak 400-600 gram arası ekmek ve 22 gram et yiyebilme imkanına sahipti. Bir kıyaslama yapmak için, söz konusu kampta bekçilik ya da arama görevlerinde kullanılan köpeklere günde 250-400 gram arası et ve 20 gram hayvani yağ verilmekteydi (Hablemitoğlu 2004: 132-133). Bu kıyaslama bizlere dehşet verici bir tabloyu sunmaktadır. Bu tablonun ressamı ise bütün dünya işçilerine özgür, eşit ve kardeş bir dünya vaat eden Sovyet Komünist devletiydi. Bu arada, normları tamamlayamayan mahkumların her geçen gün beslenme normlarında kısıtlamaya gidildiğini ve bu duruma düşen insanların sonunda büyük çoğunlukla açlıktan öldüğünü de burada eklememiz gerek.
Ölüm kamplarında yaşam koşullarının ne denli ağır ve hatta ölümcül olduğunu belki de bir Polonyalı esirin sözleri en açık bir biçimde açıklamaktaydı: Ona göre bu ortamda “işten ölmeyenler hastalıktan, hastalıktan ölmeyenler, keder ve üzüntüden dolayı intihar ederek ölürler” (Hablemitoğlu 2004: 147).
Mecburi çalışma kamplarında bulunan mahkumların üzerinde Sovyet Komünist sistemi dayattığı bu insanlık dışı koşullarda bile propaganda faaliyetlerini aksatmadan tüm gücüyle sürdürdüğünü unutmamak lazım. Nitekim, bu tür kurumların her uygun yerinde; “Hürriyetine kavuşman elinde!”, “Namuslu çalış!”, “Leke ancak alın teriyle silinir!”, “Zaferi Komünist Partisine borçluyuz!”, “Komünistler yolunu şaşıranların elinden tutar!”, “Komünistlere inan ve güven!”, “Seni düşünen kampın idarecilerine yardım et!”, “Komünizmin baş düşmanı milliyetçiliktir!” gibi sloganlar yazılıydı. Ancak bu tür çabalar mahkumlar üzerinde ne denli etkiliydi? Etkisi mutlaka vardı, ancak o koşullarda bu tür propagandanın mahkumlar açısından nasıl algılanabileceğini tahmin etmek hiç de güç değildir, aslında. Yusuf Yıldırım (1972: 216; Hablemitoğlu’nda 2004: 155) da anılarında bu tür sloganları okuyan herkesin bunların karşısında güldüğünü anlatmaktadır.
Eşit, kardeş ve enternasyonal anlamda proleter kitlesini birleştirici olmanın aksine her ferdin kendi milliyeti etrafında kenetlenmesine ve etnik mensubiyete göre dayanışmanın gelişmesine uygun bir zemin sağlayan ölüm kampları düzeninin aslında “anti-Sovyet eğitimi veren ve hür, demokratik fikirli bir okul (!) haline gelmiş” (Hablemitoğlu 2004: 158) bir mekan olduğunu bile söylemek mümkündür.
Böyle bir ortamda Türkçülük akımının da cereyan ettiğine ilişkin bilgiler mevcuttur. Bu konuda hatıralarını paylaşan Kırım Türklerinden Osman Karabiber (1954: 84; Hablemitoğlu’nda 2004: 170) Türkistan, Kırım, İdil-Ural ve Azerbaycan bölgelerinden sürülen ve mahkumiyet yerlerinde Sovyet karşıtı ve Türkçü propaganda çalışmalarını sürdüren Türk aydınların arasında; meşhur Solovki Kampında esir tutulmuş bulunan Kırım Türklerinden Ethem Feyzi Gözaydın ile Osman Derenayırlı ve Kazan Türklerinden Hadi Atlasi’nin adını vermektedir.
Her türlü insanlık duygusunun köreltilmesine ve yok edilmesine yönelik uygun bir ortamın yaratılmasına çalışılan ölüm kampları ortamında Türklerin arasında bir çeşit dayanışma varken Rusların arasında da bu sosyal olgudan söz etmek mümkündür. Kamptaki görevlilerin çoğu etnik olarak Rus olduğu için bunların Rus mahkümlere çok daha müsamahalı bir biçimde davrandıkları da bilinmektedir. Norilsk kampında bu bağlamdaki durum şöyle aktarılmaktadır: “... yerli [yani, Sovyetler’deki - TBD] Ruslar, Mançuryalı [yani, Çin’in kuzey doğusu - TBD] Rusların kendi kanından olduklarını, Baltıklılar tarafından öldürülen arkadaşlarının intikamını almaya teşvik ediyorlardı. Bu amaçla grup başkanları yeni listeler yaptılar. Mançuryalı Rusları sekiz on grup halinde bir araya topladılar. Ruslara hafif işler veriliyor, durmadan yedirip içiriyorlardı. İşin ağırlığı Doğu Avrupalıların, diğer yabancı milletlerin, Baltıklıların ve Müslümanların omuzlarında yükleniyordu. Biz Türk Müslümanlar, çok iyi örgütlenmiştik. Milletlerin münasebetlerine göre tutumumuzu ayarlıyorduk. Aklımız sıra siyaset yapıyorduk. Bunun için bize, pek o kadar diş geçiremiyorlardı. Burası bir dağbaşı idi... Herkes kendi canının derdinde idi. Bileği kuvvetli olanlar yaşıyor, zayıf olanlar yaşama hakkı bulamıyorlardı”(Yıldırım 1972: 217-234; Hablemitoğlu’nda 2004: 176-177).
II. Dünya Savaşından çok önce I. Dünya Savaşı yıllarında Ruslar tarafından tutsak düşürülüp Sibirya’ya sürülen Osmanlı Türk askerleri örneğinde de grup dayanışması davranışlarını gözlemlemek mümkündür. Nitekim, Ziya Yergök (2005: 160) hatıratlarında Türklerin Krasnoyarsk civarındaki esir kampına ulaştırıldığında, orada bulunan esir Macar askerlerinin kendilerine ilk günlerden itibaren “soydaş diye” sahip çıktığını ve birçok konuda yardımcı olduğunu ve kolaylık sağlamaya çalıştığını anlatmıştır. Osmanlı Türk askerlerinin esarette kaldıkları Sibirya’da kendilerine Rusya Türklerinden Sibirya Tatarlarının çok büyük yardımının dokunduğunu yine Z. Yergök’ün (2005: 167, 175-177) anılarından öğrenebilmekteyiz.
Hablemitoğlu (2004: 205-217) kendi araştırmasına 1945-1947 yıllarına ait veriler ışığında Rusya’daki toplam 125 mecburi çalıştırılma kampının adını, ana görevini, bulunduğu bölgeyi ve özellikleriyle kamp yaşantısının karakterini vermektedir. Rusya’nın Batısından Ural dağlarına kadarki toprakları kapsayan Avrupa ve Urallardan Uzak Doğusuna kadar uzanan Asya bölgesinde yer alan bu 125 ölüm kampı Kuzey Batı Rusya, Kuzey Doğu Rusya, Doğu Avrupa Rusyası, Ural Bölgesi (bu kümedeki kamplar aslında Sibirya kamplarına dahil edilebilir), Batı Sibirya, Orta Asya, Kuzey Orta Sibirya (Krasnoyarsk bölgesi), Doğu Sibirya ve Uzak Doğu bölgesi gibi ana bölge taksimatına göre ayrılmaktaydı. 125 kampın içerisinde neredeyse 60’i Sibirya’da bulunmaktaydı.
Burada Sibirya’da yer alan kamp adlarının bazılarının verilmesinin yararlı olacağı düşüncesindeyim. Bunlar; Omsk Bölgesinde bulunan Omsk, Asir, Tobloysk kampları, Kemerova Bölgesindeki Kemerova kampı, Novosibirsk Bölgesindeki Narım, Novosibirsk, Siblag kampları, merkezi Tomsk’ta bulunan Tomsk-Asino kampları, Altay Eyaletindeki Barnaul kampı, Krasnoyarsk Eyaletindeki Norilsk, İgarka, Yenisey nehri ağzında bulunan Yenisey kampları, İngaş, Absagaçev, merkezi Kansk’ta bulunan Karslag kampları, Turuhansk, BAM (Baykal-Amur Demiryolu İnşaatı) kampları, Tayşet kampı, İrkutsk Bölgesindeki Yukarı Lena kampları, Saha Cumhuriyeti’ndeki Aşağı Lena, Olekminsk, Verkoyansk ve Aldan kampları, Çita Bölgesindeki Zado, Gubarevo, Dermidonovka, Magdagaçi, Zagamensk, Yerofey Pavloviç kamplarıdır. İnsanlık dışı koşullarıyla dünya çapında nam salan Kolıma kampları da yine Sibirya bölgesinin kuzeyinde bulunmaktaydı (Hablemitoğlu 2004: 210-214).
Ölüm kamplarıyla hapishanelerin çokluğu ve bunlarda mahkumların maruz bırakıldığı yaşam ve çalışma koşullarının korkunçluğu aslında Sovyet Komünist sistemin iç yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Bu sistemin iç yüzü ise Sovyet yurttaşı olan on milyonlarca kişi için ölüm anlamını taşımaktaydı.
Nitekim, 1917-1947 yılları arasında, yani 30 yıl içerisinde Sovyet Komünist devletinde ölüm kampları olarak tanınan mecburi çalışma kamplar sisteminde yaklaşık 21 milyon kişi hayatını yitirmiş, yine aynı dönemde baskılar döneminde öldürülenlerin sayısı 42 milyon olarak belirtilmektedir (Hablemitoğlu 2004: 223). Bu ise, Rusya Komünistlerinin aslında aydın ve mutlu hayatın yaşanacağı Komünizmin kurulmasına ilişkin vaatlerinin tam aksine nehirler dolusu insan kanını akıtarak bu dönemde 60 milyon kişiyi hayattan kopardığı anlamına gelmektedir. 60 milyon kişinin hayatının, Rus Komünist sisteminin işlemesi için yakıt olarak kullanılmış olduğunu bilmeli, o geçmiş günlere özlem duyanlarla o korkunç tarihi bilmeyip konuşanlara bunlar anlatılmalıdır. Ayrıca, bu insanlık ayıbı ve cehennemin içinden çok sayıda Türkün geçtiği unutulmamalı, Rusya Komünist düzeninin gizli tutulmaya çalışılan bu korkunç karanlık iç yüzünü genç Türk kuşaklarına aktarılmalıdır. Kendi atalarından şu ya da bu biçimde Sovyet Sosyalist Rusya’daki ölüm kampları ya da esir kamplarına düşüp oralarda ölen ya da o cehennemden canlı çıkabilen yakınları olanların da bu yazıda dile getirilmeye çalışılan gerçekleri çok iyi bildiği, bilmedikleri takdirde de insanlık tarihinin bu karanlık sayfalarından haberdar olabilmeleri için bu yazıyı küçük bir ışık olarak değerlendirebilecekleri umudundayım.
Kaynakça:
1. Altaş, Hanefi (2004) “On Dokuz Yaşında Bir İdealist ve Onun Bir Eseri Üzerine: Necip Hablemitoğlu ve Sovyet Rusya’da Ölüm Kampları” Sovyet Rusya’da Devlet Terörü. (Necip Hablemitoğlu), 2. baskı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Ankara, ss.: 7-11;
2. Hablemitoğlu, Necip (2004) Sovyet Rusya’da Devlet Terörü, 2. baskı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Ankara;
3. Hablemitoğlu, Necip (1973) Giriş. (Varlık dergisi. 07.11.1973), Sovyet Rusya’da Devlet Terörü. (Necip Hablemitoğlu, 2004), 2. baskı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Ankara, ss.: 11-14;
4. İstoriya Oteçestva [Atayurt Tarihi], 1994, Pskov;
5. Karabiber, Osman (1954) Kırımlı Bir Türkün Rusya’daki Maceraları. Ankara;
6. Lenin, Vladimir. Polnoye Sobraniye Soçineniy (PSS) [Çalışmalarının Tam Külliyatı], 30. cilt;
7. Morozov, Nikolay (2006) К вопросу о национальном составе сталинских лагерей. [Stalin Kamplarının Etnik Oluşumu Sorunu Üzerine] Karta, Rusya Bağımsız Tarih ve Hukuk Savunma Dergisi, Sayı: 22-23, [http://www.hro.org/editions/karta/nr22-23/moroz.htm];
8. Önal, Sami (2005) Tuğgeneral Ziya (Yergök) ve Anıları Üzerine. Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları. Sarıkamış’tan Esarete (1915-1920). (Yayına Hazırlayan: Sami Önal). 3. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, ss.: 5-10;
9. Soljenitsın, Aleksandr (1991) Архипелаг ГУЛАГ [GULAG Takımadası], 2. cilt, Moskova;
10. Svanidze, Nikolay (2006) İstoriçeskiye hroniki [Tarihi vakayinameler], 25.10.2006 tarihinde Türkiye saati itibariyle 22.05’te Rusya Radyo Televizyon kanalı RTR’de N. Svanidze yapımcılığı ve sunuculuğunda yayınlanan program.
11. Yergök, Ziya (2005) Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları. Sarıkamış’tan Esarete (1915-1920). (Yayına Hazırlayan: Önal, Sami) 3. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul;
12. Yıldırım, Yusuf (1972) İnanmıştım! Ankara;
13. Zemskov, V.N. (1997). Заключенные в 1930-е годы: социально-демографические проблемы [1930’lu Yıllarda Mahkumlar: Sosyal-Demografik Sorunlar], Oteçestvennaya İstoriya dergisi, Sayı: 4, s.: 54
* Glavnoye upravleniye ispravitelno-trudovıh lagerey i koloniy (Islah Etme ve Çalışma Kamp ve Koloniler Genel İdaresi) - TBD.
* bu arada Lenin’in annesi Maria’nın babasının adı Aleksandr, ancak gerçek adı Moşe idi. Babası İlya’nın kanında da Moğolların Kuzey Kafkasya’ya bitişik bölgede yerleşik bir boyu olan Kalmukların (Kalmık) kanı vardı - TBD.
[1] Solovetskaya Türma Osobogo Naznaçeniya (Solovetskiy Özel Amaçlı Cezaevi) - TBD.
[2] Solovetskiy Lager Osobogo Naznaçeniya (Solovetskiy Özel Amaçlı Kampı) - TBD.
[3] Vsesoyuznıy Tsentralnıy İspolnitelnıy Komitet (Tüm Sovyetler Birliği Merkezi Yürütme Komitesi) - TBD.