1. Yaşam Öyküleri ve Etkilendikleri Ortamlar
Ziya Gökalp 23 Mart 1876’da Diyarbakır şehrinde, Türkçe’nin dışında Arapça ve Farsça dillerine hakim olan, dolayısıyla bu bölgedeki edebiyatı yapıtlarını orijinal dilinde okuyabilen, edebiyatçı ve “özgür düşünceli halk adamı” olan Tevfik Efendi’nin ailesinde dünyaya gelmiştir (Kongar, 1982: 29-77).
Dedesi Sıtkı Efendi gibi Ziya Gökalp’ın babası Tevfik Efendi (Mehmet Tevfik – R. Muhammetdinov 1996:130) de iş hayatına memurluktan başlamış, ardından çeşitli “katiplik”, “mümeyizlik” (mümeyyizlik – denetçi), “gazete başyazarlık” gibi görevlerde bulunmuştur. Gerek açık düşünceli yapısı gerekse bilgili olması Tevfik Efendi’nin doğal olarak oğlu Ziya Gökalp’ın yetişmesi ve daha da önemlisi bu yetişmesinin yönlendirilmesi konusunda çok etkili olmuştur (Kongar, 1982: 29-77). Bu bakımdan Ziya Gökalp’ın ilk hocası öz babası olduğu söylenebilir.
Gerçek adı Mehmet Ziya (Muhammetdinov, 1996: 133) olan Ziya Gökalp aslında milliyetler bağlamında son derece karmaşık bir bölgede doğmuş ve bu ortam onun kimliğinin biçimlenmesi üzerinde kuşkusuz etkili olmuştur. Şöyle ki, Gökalp’ın doğduğu bölge, daha doğrusu eyalet yüzyıllarca farklı devletlerin yönetimine girmiş ve en sonunda XVI. yy’da Osmanlı İmparatorluğu topraklarına dahil edilmiştir. Aynı zamanda Gökalp’ın burada yaşadığı yıllarda bu eyalette faaliyet gösteren Ermeniler destekli gizli Kürt örgütü mevcuttu, dolayısıyla ilerideki yıllarda Türkçülüğün kuramcısı ve ideolog babası olacak Ziya Gökalp’ın kimliğinin ve bilincinin oluşması işte bu oldukça güncel ve canlı milliyetler arası ilişkilerin cereyan ettiği bölge ve ortamda gerçekleştiğini de göz önünde bulundurmakta yarar vardır (Muhammetdinov, 1996: 130).
Böylesi milliyetler açısından karmaşık bir bölgede ya da kültürlerin sınır veya girift olduğu bölgede yaşamak insanların kimliklerinin oluşmasında etkili olması doğaldır. Hatta Ziya Gökalp’ın kendisi de annesi tarafından atalarının arasında Kürt akrabalarının olabileceğini kabul ediyor, bununla birlikte kimi araştırmacılara göre ise annesi Pirinççizade soyadlı ünlü bir aileden geliyordu (Heyd, 1979: 26). Kürtçe’ye de hakim olan ve bu alanda araştırmaları bulunan Ziya Gökalp’ın öz dili Türkçe idi. Bununla birlikte o, kendi anılarında kendini gerçek bir Türk olarak 1896’da İstanbul’a ilk geldiğinde hissettiğini de yazmaktaydı (Heyd, 1979: 26). Ancak yine de tüm bunlara rağmen ona yönelik yapılan sözlü saldırılara, ırksal ve etniksel temele dayalı milliyet kavramını reddeden ve onun yerine milliyet bilincinin ediniminde yetiştirilmeye öncelik tanıyan Gökalp atalarının Kürt veya Arap bölgelerinden gelmiş olduklarını keşfettiği takdirde bile Türk olmasıyla övüneceğini söyler ve hatta kendisinin Türk olmadığını söyleyenlere (örneğin, Ali Kemal’e) yönelik olarak bir şiirle yanıt verir (Gökalp, 1959: 44; Berkes 1959: 314-22)**.
Genel olarak ise yukarıda bahsedilenlerden yola çıkarak diğer milliyetlerle karışık ya da onlarla sınır bölgelerde yaşayan insanlardan “iyi milliyetçiler (yurtseverler)”in çıktığını da söylemek olanaklıdır (Muhammetdinov, 1996: 130).
Ziya Gökalp’ın Müslüman kimliğini kaybetmeden Batı tarzı eğitim almasını isteyen babası bu konuda aşağı yukarı şu düşüncelere sahipti; ona göre oğlu Avrupa’ya gittiği takdirde “gavur” olabilirdi, ancak arkadaşlarından birinin oğlunun hiçbir yere çıkmayacağı durumda ne olacağı konusunda da babası o zaman oğlunun “eşek” olarak yetişme olasılığından duyduğu kaygıyı dile getirir (Heyd, 1979: 27).
Gökalp amcası Hasip beyin sayesinde oldukça iyi Doğu tarzı eğitim almış olduğu da bilinmektedir. Amcası onu Al-Gazali, İbni Sina, Al-Farabi, Celalettin Rumi, vb. birçok Müslüman düşünürün çalışmalarıyla tanıştırmaktadır (Muhammetdinov, 1996: 132).
Diyarbakır’daki Harp Lisesinde okuyan Gökalp 14-15 yaşlarındayken, babasının ölümü üzerine düz okula geçmek durumunda kalıyor ve burada “Batı uygarlığına giden anahtar” olduğunu düşündüğü Fransızca’yı öğrenmeye başlıyor (Muhammetdinov, 1996: 132).
Bu dönemde okuyan gençlik ortamında Fransız devrimi düşünceleri yaygınlaşmakta ve bunlar genç Osmanlıları derinden etkilemekteydi. Ziya Gökalp de bu akımdan etkilenerek yasak literatürü okumaya koyulmaktadır bu yıllarda. Hatta Gökalp o kadar etkileniyor ki bu devrimcilikten okulunda düzenlenen ve valinin de bulunduğu bir etkinlikte o, herkes gibi “yaşasın sultanım!”değil bunun yerine “yaşasın halk!” diye bağırır (Muhammetdinov, 1996: 132).
Ziya Gökalp’ın yaşamındaki, özellikle oluşum aşaması devresi içerisinde düşüncelerinin yönlendirilmesinde bir Yunan asıllı ve inanç bakımından bir Hıristiyan olan tarih öğretmeni de önemli rol oynamıştır. Hatta bu hocasının ona açıkladığı son derece çıplak gerçekliğe dayalı dünya görüşü Gökalp’ın daha önce içinde biriktirmiş olduğu tüm düşünce sistematiğini altüst etmekte ve içinde bu bağlamda bir boşluğun çıkmasına yol açmakta. Bununla birlikte daha sonraki yıllarda bu Hıristiyan hocasıyla yeniden İstanbul’da karşılaştığında Gökalp ondan yeniden derin bir biçimde etkilenmekte ve onun nasihati doğrultusunda ileriki zamanda Türkçülük adını vereceği Türk milliyetçiliği kapsamındaki düşünce akımı için bir tür bilimsel altyapı kurmaya girişmektedir (Heyd, 1979: 33).
Öte yandan çevresi de Gökalp’ı tanrıtanımazlıkla suçlamakta ve üstelik de amcası kendi kızıyla evlenmesi ve İstanbul’a gitmemesi yönünde baskı yapmaktaydı. Tüm bunlar bir araya gelince genç Mehmet Ziya 1894-1895 yılları arasında derin bir bunalıma sürüklenmekte ve bundan Müslüman felsefe ve Sofi öğretisine gömülmeye çalışsa da bu onu intihara kalkışmasına giden yoldan alı koyamamaktadır. Sonuçta Gökalp başına kurşun sıkmakta, ancak onu, daha önce tanıştığı Kürt asıllı devrimci doktor Abdullah Cevdet ile bir Rus hekim yeniden yaşama döndürmektedir, kurşun ise kafatasında yaşamının sonuna kadar kalmaktadır (Muhammetdinov, 1996: 132-3).
Gökalp, İstanbul’da o zamanlar gizli bir örgüt olan “Birlik ve İlerleme” (İttihat ve Terakki - Union and Progress)’ye üye olduğu yıllarda devrimciliği polis tarafından tespit edildiğinden dolayı okuduğu Veteriner okulundan uzaklaştırıldıktan sonra mahkum ettirildiği hapishanede, babası ve Hıristiyan hocasından sonra üçüncü hocası olarak benimsediği eski bir devrimci Naim (ancak Gökalp onu kendi anılarında Piri olarak anmakta) ile tanışmaktadır. İşte bu devrimci ona ileri zamana dair söylevde bulunur ve bunar zaman içerisinde çoğunlukla gerçekleşir. Söyledikleri ise sulatan rejiminin bir gün yıkılacağı, 1876 Anayasasının yeniden geçerliliğe kavuşacağı ve hatta yeni kurulacak rejimin de kısa bir zaman sonra dış saldırıya uğrayacağı ve ülkede demokrasinin oluşması için devrimin gerçekleşmesinin gerekli olduğudur (Muhammetdinov, 1996: 135). Gerçekten de bu devrimcinin neredeyse bir kehanetçi kadar söylemiş olduğunu tarih tarafından kanıtlandığını da bilmekteyiz. Ama bundan da öte bu detayların Ziya Gökalp’ın düşünce düzleminde oluşması üzerinde etkili olan ortamın resmini ortaya çıkarılması açısından son derece önemlidir.
Bunun dışında Ziya Gökalp İstanbul’a geldiğinde burada aydınlar ve düşünürlerin arasında Osmanlı’nın olası kurtuluş ve ilerleme yolları üzerinde ta on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısından itibaren Batının sürekli yükselişi gerçeğinin etkisiyle başlayan devletin askeri, hukuki ve idari yapısında ıslah edilmesine yönelik yoğun tartışma ortamı mevcuttu. Zaten bu yöndeki kilometre taşları olarak 1839, 1856 Tanzimat reform girişimleri ve 1876 ve 1908 Meşrutiyetleri gösterilebilir. Bu dönemin, yani XIX. yy’ın düşünce düzleminde en etkili ismi de, aynı zamanda Ziya Gökalp’ın şiirlerini de derinden etkilemiş olan ve görüş olarak Berkes’e göre ütopist İslamcı olan Namık Kemal (1840-1888) idi (Berkes, 1959: 13-31).
Gökalp’ın İstanbul’a geldiği dönemde burada kabaca İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük düşünce akımları mevcuttu. Ancak ne var ki tüm bu akımlar yine de Osmancılık paradigması altında cereyan etmekteydi. Dolayısıyla bu üç akımın hepsi de Osmancılık idi ana nitelik bakımından, ki buraya özellikle yurt dışında etkili olan Jön Türkleri de katmak olanaklıdır (Berkes, 1959: 13-31). Ancak bu Osmancılık çerçevesindeki akımların içinde yer alan düşünürlerin, öteki gayri-Türk ve gayri-Müslim toplulukların ulusalcılarının görüşleriyle yüzleşmeleri “soğuk duş” etkisine maruz kalmalarına yol açmıştır çünkü bunlar ne kendileri ne de başka etnik grupların milliyetçiliğine onay verecek aşamada değildi. İşte böyle bir ortamda siyasal düzlemde o zamanlar için yeni milliyetçi Türkçü görüşü Pan-Turancı bir hareket olarak savunan tek düşünür, Kafkasya Türklerden olan Bakü doğumlu 1864-1940 arasında yaşamış Hüseyinzade Ali Bey (Turan)’den etkilenmiş bulunan (kimisine göre ise bunun tam tersi, yani Hüseyinzade’nin Akçura’nın izinden gitmesi durumu*) Yusuf Akçura (1876-1935**) vardı. İşte Akçura’nın, diğer İslamcı ve Osmanlıcı düşünce akımlardan farkı, onun Türkler için çok daha uygun ve çağdaş bir görüş açısını ortaya koymuş olmasındadır (Berkes, 1959: 13-31). Ancak Yusuf Akçura’nın düşüncesine girmeden önce onun da kısaca yaşam öyküsüne değinmekte yarar vardır.
Akçura’nın köken olarak Kırım Tatar Türklerinden olan ataları Kırım’dan Kazan’a taşınmışlar ve burada işlerini geliştirerek bu bölgede ve hatta Rusya İmparatorluğu çapında en önde gelen ailelerden ve tekstilcilerden biri durumuna erişmişlerdir. Örneğin Çarlık ordusu için üretilen kumaşın “aslan payı” Akçurinlerin fabrikalarından çıkmaktaydı (Muhammetdinov, 1996: 51). Dedesi Süleyman Efendi ölünce babası Hasan Efendi’ye miras olara birkaç fabrika geçmektedir. Yusuf Akçura’nın annesi de yine çok güçlü ailelerden biri olan ve hatta Çarlık hanedanıyla yakın ilişkileri olan Abduraşid Yunusov ailesinin kızı Bibi Kamer Banu idi. Bu aile o kadar meşhurdu ki Çar I. Nikolay bile Kazan’a geldiğinde hep Yunusovların konağında kalmaktaymış (Muhammetdinov, 1996: 51). İşte böyle bir ailenin içerisinde Yusuf Akçura 1876’da Simbirsk* şehrinde dünyaya gelmektedir. Akçura ailesinin 1883’te Stavropol’a, ardından da İstanbul’a gelişi ise babasının 1878’de ani ölümü üzerine annesinin hastalanması ve bir zamanlar pek güçlü olan işletmelerindeki ekonomik sorunlar olmuştur. İstanbul’da annesi Bibi Kamer ise Kafkasya halklarının özgürlük mücadelesindeki efsane önder Şeyh Şamil’in kayınvalidesinin aracılığıyla Dağıstan Türklerinden Osman Bey ile evlenmektedir. Üvey babası Yusuf Akçura’nın eğitimine büyük önem vermiş ve onu orta okula ardından da askeri liseye yerleştirmiştir (Muhammetdinov, 1996: 52-3).