Hun Kaanı Atilla
BOZKIR’DA BİR ATLI...
“Liderliğe hazırlık...”
Kolları gövdesine bağlıyken attan düşmeyi defalarca talim eden genç göçebe savaşçılar, bu talimi at dört nala giderken daha can yakıcı ve hatta öldürücü olduğunu bildikleri halde yapıyorlardı. Attila’nın en büyük kardeşi Bleda savaş alanlarında pek çok komutan ve kralın ölümüne neden olan bu tehlikeli ölüm oyununu Attila üzerinde denemişti.
Attila Bleda’nın bu tehlikeli oyunu sonucu attan düştü. Bozkırda esen sert rüzgarın, önüne katarak sürüklediği çalılar gibi dertop olmaya, altındaki toprağın üzerinde yuvarlanarak düşüşün şiddetinden kurtulmaya çalıştı. Bu yaptığı hataların en büyüğü oldu! Bu cesaret sınavında hata yapan savaşçıların başına ne geldiğini 14 senelik yaşantısında pek çok kez kendi gözleriyle görmüştü. Dört bacağı birbirine bağlanarak bir atın terkisinden aşağı atılan canlı bir koyun, bunun en güzel örneğiydi. Ne gariptir ki, yuvarlak bir kütle meydana getirecek şekilde bağlanmayan hayvanlar, taşlar ve çalılar üzerinde şiddetle sürüklenmelerine rağmen hayatta kalıyorlardı.
“Hemen sırt üstü uzan!” Genç Hun kulağının içinde büyülü bir ses işitti. “Diğer tüm düşünceleri aklından çıkar ve içindeki yanıltıcı duyguların öne çıkmalarına izin verme!” Bu, doğu boylarının en büyük şamanı olan Aybars’ın sesiydi. Tüm hastalıkları iyileştirebileceği ve hatta ölülerle konuşabildiği söylenen amcasının sesi...
“Hemen sırt üstü uzan ve kaskatı kesil! Kaç kemiğinin kırılacağı ve taşların üzerinde sürüklenen vücudunun nasıl parçalanacağı hiç önemli değil! Hayatta kalacaksın ve şu anda tek önemli olan bu. Asla unutma: Ne bir Romalı, ne de bir Cermen dörtnala giden bir atın üzerinden bizim gibi düşebilir...”
“Evet” dedi içinden Attila. Ama şimdi, herkes onun attan düştüğünü görmüştü.
* * *
Politik anlaşmalar, dünya üzerinde yaşayan ayrı ırkların ve toplumların birbirleriyle iletişiminde birer silah olarak gördükleri şeylerdendi. Bunun gereğinde rehine değişimi bir temenni ve güven sağlıyordu farklı imparatorluklar arasında. Romalılar ve Hunlar arasındaki anlaşmaların birinde, yine söz konusu olan bu rehine değişimi sırasında birtakım farklılıklar söz konusuydu. Attila’nın en büyük kardeşi Bleda, geleceğin Büyük Kağan’ı olarak görüldüğünden rehine olarak Romalılara verilemezdi. Böylece ortaya çıkan yeni seçeneğe göre az önceki tehlikeli oyun sonucunda yarı cansız halde, yerde toz toprak içinde yatan Attila Romalıların yeni rehinesiydi. Oysa, Hun Kağan’ı olmak isteyen Bleda’nın öğrenmesi gereken çok şey vardı. Çünkü zafer ve yenilgiye güçlüler değil, güçsüzler karar veriyordu! Bleda Attila’ya karşı yaptığı bu ihanet ve haksızlığın ne büyük bir hata olduğunun daha sonra farkına varacaktı.
Attila’nın rehine olarak Roma’da geçirdiği yaşamı bir sene kadar sürdü. Üstelik Roma’da geçen zamanlar içinde dışa karşı daha da sakinleşiyordu. Fakat aynı anda içindeki tüm duyular yay gibi gerilmişti. Romalıların kültür ve eğitiminden payına düşenleri almış, onların yaşantıları ve sosyo-ekonomik durumları ile ilgili bilgileri zihninde en değerli yerlerden birine koymuştu, ileride kullanmak üzere...Yine de rehinelik yaşantısında nefes alamadığını hissediyor ve eskiyi çok özlüyordu. Zamanla Romalılar arasında neredeyse unuttuğu şeyleri algılamaya başlamıştı. Dağların ve yarların, ormanların ve suyun, havanın ve ateşin, yaşamın ve ölümün iyi veya kötü cinleri onun önünden geçiyor, ona sesleniyor, onu çağırıyor, onu uyarıyor, sonra da yok oluyorlardı. Işığın ve gölgenin, sıcağın ve soğuğun, göğün ve yerin gizli mesajlarını ne kadar zamandır almıyordu? İçindeki güvensizlik giderek artıyordu.
Bir gece; “Muncuk Han’ın oğlu! Subura’ya git.” demişti kendisine karanlıklar içinde fısıldayan güzel bir kız sesi “orada henüz açlıktan ölmemiş olan tek Notarius’u bul.”
“Sen kimsin ve seni kim gönderdi?”
Ses onun sorusunu duymamışçasına devam etmişti “Sana yeraltı mezarlarının arasından geçen yolun planını çizmesini söyle...ve talep ettiği her ücreti öde. Dışarıda bekleneceksin...”
* * *
“Bütün yollar Roma’ya çıkar” diye iç geçirdi çok şey bilen ve ücretini ödeyenler için her şeyi yapan Notarius. Yeraltı mezarlarının üçüncü planını Attila ’ya uzatarak ekledi “Bu ise Roma’dan dışarı çıkar!”
Attila bir türlü güvenemediği yazıcının uzattığı plana bakarak bir şeylerin yolunda gitmediğini sezdi. Sanki, devamlı büyüyen tehlikeyi burnuyla koklayabiliyor, diliyle tadabiliyordu. Ancak tehlikenin niteliğini anlayabilmesi için biraz daha zamana ihtiyacı vardı...
Sabura’daki dar sokaktaki yazıcı, artık kendisine saygı göstermeyen insanların bir gün daha fazla yaşayabilmelerini sağlayabilmek için, o gün ölümün katibi olmuştu. Attila bir tuzağın tam içine düşmüştü. Birden, nereden çıktıkları belli olmayan çevresindeki aç, yaşayan ölülere benzer öfkeli köleler üzerine gelmeye başlamıştı. Attila bir yandan buna inanamıyor, bir yandan da bunun olacağından emin bir şekilde beklediğini biliyordu. Kölelerin gözlerindeki ifadede, yabancı düşmanlığı ile kendisine dayak atma arzusu yerine, av peşinde olan avcıların bulunması onu dehşete düşürmüştü. Bilinçli olarak öldürülecekti. Açlıktan ölenler et istiyordu... Kızartılabilen, pişirilebilen, hatta çiğ çiğ yenebilen taze et; nefret edilesi, lanetli yabancıların eti...
Attila etrafını çeviren korku ve nefretle buruşmuş suratlara baktı. Her tuzakta, her kuşatmada ve her sınırda tüm taraflar tarafından göz yumulan bir kaçış deliği olduğunu çok iyi biliyordu.
* * *
Gözlerini açtığında soğuk ve karanlık bir yerdeydi. Çevresini elleriyle yoklarken burasının bir yeraltı mezarı olduğunu anladı. Diri diri mezara konulmuştu! Ancak buraya ne şekilde getirildiğinden bihaberdi.Umutsuzluğa düşmemeye çalışarak, bir yandan da bedenindeki tüm acılara savaş açmış bir durumda düşünmeye başladı. Zihninde binlerce düşünce hızla yer değiştiriyor, geçmişteki anıları zihninde yeniden canlanıyordu.
Birden amcasının zihnindeki görüntüsü onca görüntü arasında netleşti...Amcasının neşeyle gülümseyen yüzü şimdi gözlerinin önündeydi sanki. Eskiden yaptıkları bir konuşma geldi aklına:
“İmanlı Hıristiyanlar bile beni görünce haç çıkartıp tabanları yağlıyorlar. Bazıları beni görünce öylesine korkup şaşırıyor ki, sanki dönüşünü bekledikleri kral benmişim gibi kendilerini önümde yere atıyorlar. Oysa başımın üzerinde beyaz güvercinlerin uçuştuğu falan yok ve Alplerdeki o katliamdan sonra, ancak Aquileia ile Ravenna arasındaki bataklıklarda suyun üzerinden yürüdüğüm söylenebilir..”
“Suyun üzerinde mi yürüdün?” diye sormuştu Attila şaşkınlıkla.
Gülümseyen amcasının yüzündeki gülümseme daha da artmıştı “Eh, bazen uzaktan bakınca öyle görünüyor...”
Şimdi, Attila’nın bu daracık yerde zor nefes alır halde aklına gelen bu düşünceler biraz olsun ona güç vermişti ama bu yeterli değildi. Çok zor duyulan bir fısıldamayla dudaklarından çıkan sözcüklere engel olamadı...
“Aybars...bana yardım et...”
Her şey başladığından bu yana ilk defa ağlıyordu. Ağlıyordu; çünkü, hayatında ilk kez kendisini yapayalnız, satılmış, her şeyden ve her yerden uzak, terk edilmiş ve diri diri gömülmüş hissediyordu.
Buraya düşmesinin nedeni olan ahlaksız yazıcı Notarius, yine buradan kurtulmasını sağlayacak tek anahtarı da aynı zamanda ona vermişti, tabii ki bir bedel karşılığında. Elini kemerindeki parşömene kaydırdı, oradaydı...çıkış planları elindeydi. Birden, bu planları ne amaçla istediklerini hatırladı. Aradığı dışarıya çıkan bir kaçış yolu değildi. Tam aksine! Dışarıya çıkmak değil, dışarıdakileri içeri sokmak istiyorlardı. Dışarı açılan yol, aynı zamanda içeri de açılan bir yoldu! Ne demişti kulağına fısıldayan o güzel ses...”Yeraltı mezarlarını kullan dışarıya çıkmak için, dışarıda bekleneceksin...”
* * *
“Hunların en iyilerine önderlik edeceksin!” dedi Aybars. “Sadece birkaç kişiye. Karanlık basınca onları yeraltı mezarlarına sokacak, sonra da şehirden dışarı çıkartacaksın. Orada güneş kartal noktasına ulaşana kadar bekleyeceksin. Sonra da kararlaştırdığımız şekilde hareket edeceksin...”
“Bu...bu mümkün değil” diye kekeledi Attila. “Bugüne kadar yarışmalarda sadece tahta yüzükler kazandım. Metal bir yüzüğe sahip olmadığım sürece, hiçbir savaşçı bana itaat etmez.”
“Yanılıyorsun. İlk demir yüzüğü, Romalıların önünde attan düştüğün zaman kazandın. Rehinemiz Aetius, gösterdiğin cesaret yüzünden seni öylesine takdir etti ki, Karaton Kağan seni demir yüzükle ödüllendirdi.”
Attila ansızın kıpkırmızı kesildi. “Bu gerçek mi?” diye sordu heyecandan kesik kesik konuşarak.
Aybars kahkahalarla gülerek 15 yaşındaki delikanlının omuzlarına sert şaplaklar indirdi.
Böylelikle Attila bu genç yaşta ilk liderlik tecrübesini yaşayacaktı, bu bir başlangıçtı.. ufak ve çevik atının üzerinde başı dik bir şekilde arkasında onu takip edenlerin gölgelerini görerek kendinden emin bir şekilde görevini yerine getirme zamanıydı şimdi. Buna kendisi bile şaşırsa dahi, gerçek olan buydu.
Roma’da planlanan tüm görevleri yerine getirmişlerdi. 3 gün 3 gece boyunca kent yağmalanmıştı. Politik bir dolu oyun oynandığını görmüşler ve sefil halkın daha da sefilleşmeden ölümü tercih ettiklerine şahit olmuşlardı.
Attila çevresindekilerin dikkatle ona baktıklarını hissediyordu. Tüm gözlerin kendisi üzerinde olduğunu ve attığı her adımın dikkatle izlendiğini anladı.
“Burada neler oluyor?” diye sordu amcasına.
“Bazılarının başarıya taşınması gerek” diye homurdandı şaman.
“Ne demek istiyorsun?”
“Senin sadece yol boyunca liderimiz değil, tüm yürüyüş boyunca, savaşta ve barışta bize han olmana karar verdik” diye cevap verdi grubun en iyi binicisi olan Doğan.
“Bu konuda benim ne düşündüğümü kim sordu?” Attila oldukça şaşkındı.
“Hiç kimse!” diye cevap verdi cesur binici Doğan. “Bir topluluk sana bir sorumluluk layık gördüğü zaman onu ya kabul edip üstlenmeli...ya da topluluğu terk etmelisin!”
Attila kendisi dışında geliştiğini sandığı bu olayların hepsini kabul etmişe benziyordu. Üstelik amcası da onun gözünün içine bakarak gülümsüyordu. Olması gereken buydu galiba. “Hunların kağanı da daima bizim ailemizin arasından seçilir” diye cıvıldadı şaman neşeyle.
* * *
Roma’daki tüm kahramanlık günlerine rağmen, hala dünyada ona hitap etmeyen pek çok şey vardı.. öğrenmesi gereken pek çok şey vardı. 12 yaşında yetişkinlerin arasına kabul edilmişti ama yine de ağabeylerinin sahip olduğu; ve kendisini bunlar yüzünden eksik hissettiği birtakım özelliklere sahip değildi. Henüz sahip değildi...
Artık bir lider, bir han olarak en önde at sürerken ve batıya doğru ilerlerken amcasının da tam yanında at sürdüğünü gördü gözünün ucuyla. Şaman kendince bir şarkı mırıldanıyor ve atının üzerinde sallanıyordu keyifle. Birden şarkısına ara vererek Attila’ya baktı...
“Bizler makam ve rütbe sahibi kanın ne kadar sıcak ve kırmızı olduğunu, terin ne kadar acı olabileceğini, kılıç salladıktan sonra kolların nasıl sızladığını, gözyaşı ve ceset dağlarıyla dolu bir savaştan sonra uykunun ne kadar derin olduğunu biliriz Attila” dedi şaman. “Öğrenmen gereken çok şey var kardeşim Muncuk Han’ın oğlu!” diye ekledi.
Attila, amcası onun yanında olduğu için kendisini çok şanslı gördü. Aybars’ın çok deneyimli bir şaman olduğunu biliyordu, onun da ötesinde, liderliğinin başlangıcında ona yol gösterecek bir öğretmen olacağı için çok gururlanıyordu. Şaman’ın bilgeliğinden çok şey öğrenmeye başlamıştı.
Aybars gözlerini uzaklara dikerek devam etti konuşmasına “Bizler tarlaların bize vereceği nimetleri bir köle gibi beklemek yerine, ruhlar izin verdiği anda savaşa çıkmayı ve bir gün bile vakit kaybetmemeyi istiyoruz. Ölümü ve geçici nesneleri korumak için kesme taşları üst üste yerleştirmeyi boşa harcanan kuvvet olarak görüyoruz, çünkü kalplerimizde bulunanların her şeyden daha değerli olduğunu biliyoruz. Bu nedenle göçebe yaşamı seçmiş bir toplumuz. Ne bir parça toprağımız ne de tarlamız var; çünkü bu sayede yıldızlarla dolu gökyüzü, bulutlar ve akarsular kadar hareketli kalacağımızı biliyoruz.”
Attila Aybars’ın bu sözlerindeki kudreti fark etti. Roma’da geçirdiği zaman içinde kendisi ile zıtlık teşkil eden çevresini; duygularıyla yaşadıkları arasındaki çelişkiyi görmüştü. “Vatan” kelimesinin anlamını bilmeden büyümüştü. Doğduğu yeri asla görmemişti, annesini bile doğumundan sonra bir daha görmemişti.
Birden eyerinin üzerinde doğruldu. Gözlerinden etrafa gurur ve öfke kıvılcımları saçılıyordu. Sanki tam bu anda, Hunlar ve Romalılar arasında asla gerçek bir barışın tesis edilemeyeceğini anlamıştı. Aynı güneşin ve aynı yıldızların altında, fakat birbirlerinden tümüyle farklı iki ayrı dünyada yaşıyorlardı...
Kaynak:
Thomas R. P. MIELKE – Tanrının Kırbacı ATTİLA (1. ve 2. cilt)