Giriş
Bugün iki milyarı aşan nüfusuyla dünyadaki en yaygın din olan Hıristiyanlık; Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliseleri[1] ve küçük çaptaki birçok grup veya tarikattan oluşan çeşitli cemaatlere ayrılmış durumdadır. Günümüzde dünyada tahmini olarak 21.000 Hıristiyan cemaat veya grup bulunmaktadır.[2]
Hıristiyanlığın kendi kaynakları göz önüne alınırsa bu dinin tamamen İsa Mesîh anlayışına dayanan bir inanca sahip olduğu görülür. Ancak, Hz. İsa ne yazılı bir mesaj, ne de otobiyografi bırakmıştır. Tarihi kaynaklardan onun söylediklerini ve yaptıklarını çıkarmak oldukça zordur. Hz. İsa?nın hayatını anlatan dört İncil de dahil tüm Hıristiyan kaynakları ondan sonra yazılmıştır.[3]
Hıristiyanlığa göre İsa Mesih; hem tanrının oğlu hem de insanlığın kurtarıcısıdır. Tanrı insanlığı ezeli günahtan kurtarmak üzere ?biricik oğlunu? yeryüzüne göndermiştir. İsa Mesih, ?ilahi planı? yürürlüğe koyacak şekilde insanlığı kurtarışının sembolü olarak önce çarmıha gerilmiş, sonra da ?ölülerden kıyam ederek? Babanın yanındaki yerini almıştır. Hıristiyan inancının merkezinde bulunan bu doktrin, Hıristiyan teolojisi içerisinde işlenerek değişik görüşlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bununla birlikte, Hz. İsa ve onun getirdiğine inanılan mesaj, bütün Hıristiyanları birbirine bağlayan ortak bir bağ olarak varlığını sürdürmektedir.[4]
Hıristiyanlığa göre ahirette kurtuluş ancak İsa Mesih?in aracılığı ile elde edilebilir. Onun ölümünden sonra onun yerine kilise kaim olmuştur ve onun izinden gitmektedir. İsa Mesih bizzat kendisi kiliseye ve onun cemaatine rehberlik ve liderlik etmeye devam etmektedir. O baş, kilise de bedendir ve hayatını ondan almaktadır. Kilise, İsa vasıtasıyla kurtuluşa çağırmaktadır.[5] Katolik Kilisesinin resmi öğretisine göre, ?kilise dışında kurtuluş mümkün değildir?. Latince ?Extra ecclesiam nulla salus? şeklinde formüle edilen bu inanç 1445 yılında yapılan Floransa Konsilinde kararlaştırılmıştır.[6] Bu inanca göre Katolik kilisesinin otoritesini kabul etmeyen Hıristiyan cemaatler de kurtarılmaya muhtaçtırlar. Her ne kadar II. Vatikan Konsilinde bu anlayış yumuşatılmışsa da tamamen vazgeçilmemiştir. Papalık tarafından 2000 yılında yayınlanan ve Kilisenin diğer din ve mezheplere yaklaşımını tenkit eden kendi iç dinamiklerine cevap verme mülahazasıyla hazırlandığı izlenimini veren Dominus Iesus adlı belge, Katoliklerin kurtuluş için mutlaka Katolik Kilisesine mensup olmak gerektiği inancında ısrar ettiklerini göstermektedir.[7]
Kilise insanlığın kurtuluşu için çalışma görevini İsa?dan almıştır. Yuhanna İncilinde bulunan iki ayet onun ve kilisenin misyonunu şöyle ifade etmektedir: ?Senin (Baba) beni dünyaya gönderdiğin gibi ben de onları dünyaya gönderdim?.[8] ?Ben size bir örnek gösterdim, benim sizin için yaptığım gibi siz de başkaları için yapınız.?[9] İsa?nın bu sözüne sadık kalma iddiasında olan kilise insanlığa gerçek hürriyetini kazandırmak, dünya ile Tanrı arasında aracılık yapmak, onun hakimiyetini temin etmek, kanunlarını uygulamak ve kendisi ile çocukları arsındaki ilişkileri düzenlemek için çalışmaktadır. Kilise, kurucusu ve liderinin yaptığı gibi insanları araştırmaktadır. İnsanın hayatı ve faaliyetlerinin hiçbiri gözardı edilmemiştir. Kurtuluşa vesile olabilmek için insanın maddi ve manevi ihtiyaçları, sanat, bilim, teknik, vatan sevgisi, fakirlik veya zenginlik ve benzeri durumların tamamı kullanılmıştır.[10]
Hıristiyanlık hakkında bu kısa bilgilerden sonra esas konumuza geçmek istiyoruz. Bu çalışmamızın temel amacı; Hıristiyanlığı yayma anlamına gelen misyonerlik anlayışını, bu anlayışın tarihi gelişimini, bu konuda geliştirilen metotları tespit ederek, yapılan misyonerlik faaliyetlerini gözönüne sermek ve misyonerliğin uluslararası ilişkiler boyutunu ortaya koymaya çalışmaktır. Tarihin çeşitli dönemlerinde ortaya çıkan misyon anlayışları tespit edilebilir, özellikle günümüzde misyonerlerin hangi metotlarla çalıştıkları gözönüne serilebilir ve dünden bugüne misyonerlerin elde ettikleri başarı gösterilebilirse, bu çalışma ile verilmesi amaçlanan mesaj verilmiş olacaktır.
2. Misyon ve Misyoner
Misyon ve misyoner kelimeleri genel olarak bütün evrensel dinler için geçerli olmakla birlikte, Hıristiyanlık söz konusu olduğunda, tarihi süreç bakımından ve organize bir Kilise faaliyeti olması bakımından daha özel bir anlama sahiptir.
Misyon, Latince ?missio? kelimesinden türemiş olup, İngilizce ve Fransızca?da ?mission? şeklinde kullanılmaktadır. Dilimize ?misyon? telaffuzuyla aynen alınmış olan bu kelime sözlükte; görev, yetki, vekalet, bir kimseye bir işi yapması için verilen özel vazife anlamlarına gelir. Terim anlamı ise; Hıristiyanlığı, Hıristiyan olmayanlar arasında yayma görevidir.[11] Dolayısıyla bir işi yapmakla görevli ve yetkili kimseye; özel olarak da Hıristiyanlığı yaymayı vazife edinmiş ve bu alanda kilise tarafından özel olarak yetiştirilmiş ve resmi olarak görevlendirilmiş kimseye ?misyoner? denir.[12] Bu kişilerin yapmış oldukları sistematik faaliyetlere de misyonerlik denilmektedir. Günümüz Batı literatüründe evangelizm terimi de misyonerliğin müteradifi olarak kullanılmaktadır.
16. yüzyılda Hıristiyanlığı anlatmak ve ibadetleri yönetmek amacıyla çeşitli yerlere din adamları gönderilmesine misyon, gönderilen kişilere de misyoner deniyordu. Bu terim 17. yüzyıldan sonra ticari ve siyasi alanda da kullanılmıştır.[13] Günümüzde ise teknik bir terim olarak misyon, Uzakdoğu ve Afrika ülkelerinin Hıristiyanlaştırılması anlamını ifade etmektedir.[14] Adı geçen bölge ülkelerinden bir çok misyonerin, özellikle Batı ülkelerindeki çeşitli enstitü ve seminerlerde yetiştirilerek misyonerlik faaliyeti yapmak üzere kendi ülkelerine veya dünyanın diğer bölgelerine gönderilmiş olması misyonerlik faaliyetlerinin başarısını göstermektedir. Bir başka ifade ile, misyonerlik kelimesine teknik olarak anlam kazandıran ülkelerin insanlarının Hıristiyanlaştırılması işlemi tamamlanmış, söz konusu ülkelerden bazı kimseler dünyanın başka bölgelerine misyoner olarak gitmeye başlamışlardır.
Hıristiyan inancına göre misyonerlik, Hıristiyanlıkla birlikte ortaya çıkmıştır. Kilisenin kurucusu olan Hz. İsa aynı zamanda ilk misyonerdir. Onun hayatı tam bir misyoner hayatıdır.[15] Kilisenin kurucusu ve temeli kabul edilen İsa Mesih?in Havarilerine tevdi ettiği en önemli görev de İncil?i bütün milletlere yaymalarıdır. Bu temel görev, dört temel İncil?de ve Yeni Ahid?in ?Resullerin İşleri? bölümünde, aralarında bazı küçük farklılıklar olmakla birlikte açıkça ifade edilmiştir.[16] Matta İncil?inde geçen ifadeler kilisenin temel misyonunu şöyle açıklamaktadır: ?İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yeryüzünde bütün hakimiyet bana verildi. İmdi, siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adıyla vaftiz eyleyin, size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin, ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim?.[17]
Matta İncilinde yer alan bu ifadeler evrensel bir misyonerliği tarif etmektedir. Ancak yine aynı İncilde İsa?nın mesajını sadece İsrail oğulları arasında yaymaya çalıştığını ve havarilerine de bunu tavsiye ettiğini gösteren ayetler vardır. Mesela İsa, ?Ben yalnız İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim?[18] demekte, başka bir ayette de ?İsa on ikileri şu emirle halkın arasına gönderdi: Diğer uluslara ait yerlere gitmeyiniz. Samiriyelilere ait kentlerin hiç birisine uğramayınız. Bunun yerine İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gidiniz. Gittiğiniz her yerde göklerin egemenliğinin yaklaştığını duyurunuz.?[19] ifadeleri yer almaktadır. Buradaki hükümlerden de sadece bir ulusun hedef seçildiği görülmekte, bu durum tezat olarak dikkat çekmektedir. Hıristiyanlar bu tezadı çarmıh öncesi ve çarmıh sonrası İsa anlayışı ile izah etmeye çalışmaktadırlar. Onlara göre, tarihsel İsa hayatında sadece İsrailoğullarına mesajın ulaştırılmasına çalışmış ve bunu tavsiye etmiştir. Yine onların inancına göre, çarmıhta ölüp üç gün sonra dirilmesinin ardından ise mesajının tüm insanlara ulaştırılmasını istemiştir.
Çalışmamızın ileriki bölümlerinde görüleceği gibi Hıristiyanlığın Yahudi olmayanlara tebliği Havariler Konsilinde kararlaştırılmış olup, sıkı takipten bunalan Hıristiyanlara bir kurtuluş yolu bulmak amacıyla alınmış siyasi bir karara benzemektedir. Bu noktada çalışmamızı ilgilendiren önemli husus, yukarıda alıntı yapılan İncil ayetlerinin arasında bir anlayış ve metot farklılığının hemen göze çarpıyor olmasıdır. Misyonerliği evrensel hale getiren Matta, 28/18-20 ayetlerinde herhalukarda muhatapların Hıristiyanlaştırılması emredilirken, daha sonra alıntı yaptığımız ayetlerde, özellikle Matta, 10/5-7 ayetlerinde sadece mesajın iletilmesi ve inançların anlatımı söz konusudur. Yani ilkinde misyonerlik, ikincisinde tebliğ anlayışı vardır.
Yeryüzünde bulunan fikir, düşünce, din ve inanç sahiplerinin çoğu görüşlerinin yayılmasını, kendi fikirlerini kabul edenlerin çoğalmasını isterler. Dinleri bu bakımdan misyonerli ve misyonersiz dinler olarak iki sınıfa ayırmak mümkündür. Yahudilik misyonersiz din sınıfına örnek olup, milli bir kimliğe sahip olduğu ve soy esasına dayandığı için yayılmaya karşıdır. Yahudi olmak için o soya mensup olmak gerekmektedir. Hıristiyanlık ise yayılmaya en çok gayret eden ve bunu örgütlü olarak yapan bir dindir.[20] Ancak, Ermeni Ortodoks Kilisesi gibi bazı Hıristiyan gruplar da cemaatlerine katılım için milliyet şartı aradıkları için başka bir millete mensup kişileri kendi cemaatlerine üye olarak kabul etmemektedirler. Buradan hareketle, Hıristiyan olmalarına rağmen bazı milli kiliselerin uluslararası boyutta misyonerlik faaliyetinde bulunmadıkları söylenebilir.
Misyonerlik konusunun tartışıldığı zeminlerde bazılarının misyonerliği İslam?ın tebliğ anlayışıyla aynılaştırdıkları görülmekte, özellikle misyonerlerin kasıtlı olarak ikisini aynı göstermeye çalıştıkları bilinmektedir. Dolaysıyla burada İslam dininin tebliğ anlayışıyla misyonerliğin farkını çok kısa da olsa ortaya koymanın gerekli olduğu kanaatindeyiz.
Müslümanlara göre İslam, en son hak dindir ve hükmü kıyamete kadar bakidir. Bütün insanları İslam?ı kabul etmeye davet eder. Ancak, her ne pahasına olursa olsun insanları kendi dinine kazanma gibi bir anlayışı yoktur. Hıristiyan misyonerliği ile İslam?ın tebliğ anlayışının en bariz farkı burada görülebilir. İslam dini ve Müslümanlar art niyetli usulleri hoş görmemişlerdir. Ayrıca Müslümanlar İslam?ın tebliğinden dünyevi hiç bir menfaat gütmemiş, onu bir sömürü aracı olarak kullanmamış, dünya siyaseti ve hakimiyetinin bir aracı olarak görmemiş, sadece Allah?ın kelamını yüceltmek (i?lay-ı Kelimetullah) için bu görevi yerine getirmişlerdir. İslam dininde zorlama ve kandırma yoktur. ?Dinde zorlama yoktur?[21], ?Ey Muhammed! İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel sözlerle davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et?[22] ve ?Peygamberlere düşen sadece tebliğdir?[23] ayetleri İslam dininin tebliğ metodunu ortaya koymaktadır.
Bugün dünya coğrafyasına bakıldığında Hıristiyan misyonerlerin ciddi bir başarı elde ettikleri söylenebilir. Zira Hıristiyanlığın ulaştırılmadığı ve yayılmadığı bir bölge bulmak hemen hemen mümkün değildir. Girişte de değinildiği gibi, dünya dinleri arasında mensubu en fazla olan din Hıristiyanlıktır. 20. yüzyılın başında 558 milyon olan dünya Hıristiyan nüfusu 21. yüzyılın başında 2 milyarı aşmış bulunmaktadır. Son asırda, özellikle asrın son çeyreğinde Hıristiyanlığın asıl vatanı olan Batı dünyasında nüfus kontrollerinin olumlu sonuç vermesi ve toplumun sekülerleşmesi nedeniyle buralarda Hıristiyan nüfusun azalmasına rağmen Afrika ve Asya kıtalarında ciddi bir artış göstermesi misyonerlik faaliyetlerinin elde ettiği başarının en açık göstergesidir.[24] 20. yüzyıla genel olarak baktığımızda, 1900 yılından günümüze dünya nüfusunun 3.7 kat arttığını görüyoruz. Yüzyıl boyunca Avrupa kıtasında yaşayan Hıristiyan nüfus 1.5, Kuzey Amerika?da 3.6 kat artarken Asya?da 14.6, Afrika?da ise 38.3 kat artmıştır. 1900 de Afrika?da 9 milyon Hıristiyan yaşamaktayken bu gün bu rakam 330 milyona ulaşmış bulunmaktadır. Afrika kıtasının Hıristiyan nüfusu, Avrupa kıtasındaki Hıristiyan nüfusu hemen hemen yakalamıştır. Misyologların tahminlerine göre 30 yıl içerisinde de ikiye katlayacaktır.[25]
İstatistiki verilere göre 1900 yılında 558 milyon olan dünya Hıristiyan nüfusunun yaklaşık %50?si Avrupa kıtasında bulunuyordu. Bugün ise bu kıtada dünya toplam Hıristiyan nüfusunun sadece %20?si yaşamaktadır. Bunun sebebi kıta nüfusunun çok fazla artmamasının yanında diğer kıtalardaki Hıristiyan nüfusunda ciddi bir artış olmasıdır. Hıristiyanlığın 20. yüzyılda en fazla artış gösterdiği kıtalar Asya ve Afrika kıtalarıdır. Günümüzde toplam Hıristiyan nüfusunun %35?i bu iki kıtada yaşamaktadır. Oysa yüzyılın başında adı geçen iki kıtada yaşayan Hıristiyanlar toplam Hıristiyan nüfusun sadece %5?ini oluşturuyordu. Başka bir ifade ile; 20. yüzyılın başında Asya ve Afrika kıtalarında toplam 25-30 milyon civarında Hıristiyan mevcutken bugün bu rakam 700 milyona ulaşmış bulunmaktadır.[26] İstatistikî bilgiler geçtiğimiz yüzyılda misyonerlerin elde ettikleri başarıyı hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır.
3. Misyonerlerin Gayesi
Tarih boyunca, insanların sahip oldukları fikir, inanç, din veya mezhebi yayma veya hakim kılmaya gayret ettikleri ve bu amaç için çeşitli savaşlar bile yaptıkları bilinen bir husustur. Din savaşları olarak bilinen bu çatışmaların hemen tamamı da Hıristiyanlık dünyasında meydana gelmiştir. Hıristiyan alemi hem diğer dinlerin mensuplarıyla hem de kendi mezhebinden olmayan Hıristiyan gruplarla çatışıp savaşmışlardır.
Hıristiyan inancına göre misyonun asıl amacı İncil?in anlatılması ve muhataplarda imanı uyandırmaktır. Başka bir ifade ile imanın temel konusu olan İsa Mesih?in kurtarıcı fonksiyonunu, henüz bilmeyen kimselere tanıtmaktır. İmanın konusu olan kurtuluşun şartlarından birisi kiliseye girince gerçekleşmektedir. Dolayısıyla misyonun önemli amaçlarından birisi de yeni bir ülkede kiliseyi kurmak, yani orada kilise hiyerarşisini yerleştirmektir. Tabi ki bir ülkede kilisenin kurulmuş olması Hıristiyanlığın yerleşmesi için yeterli değildir. Hıristiyanlığın orada benimsenebilmesi için misyonun kültürü de kapsaması gerekmektedir. Hıristiyanlık o ülkenin kültür ve gelenekleriyle bütünleşmeli, bunu yapabilecek Hıristiyan ilhamlı yerli aydınlar ve onların kaleme aldıkları eserler ortaya çıkarılmalı ve böylece, Hıristiyanlık o ülkede yabancı bir olgu olarak görülmemelidir.[27]
Katolik Kilisesi, varlığının yegane gayesi olarak gördüğü yer yüzünde bulunan bütün insanları ve ulusları Hıristiyanlaştırmak için Halkları Hıristiyanlaştırma Konseyini kurmuştur. Bu Kurul çok sayıda dini kuruluş, kolej ve üniversite ile işbirliği içerisinde görev yapmaktadır. Adından da anlaşılacağı gibi görevi Hıristiyanlık propagandası olan Kurul?un II. Vatikan Konsilinden sonra işlerliği ve önemi daha da artmıştır. Kurul?un çok sayıda yayın organı bulunmaktadır.[28]
Halkları Hıristiyanlaştırma Konseyince 8 Mayıs 2000 tarihinde organize edilen ?Papalık Misyonerlik Cemiyetleri Ulusal Başkanları Yıllık Toplantısı?nda açılış konuşması yapan adı geçen Konseyin Başkanı Kardinal Josef Tomko?nun konuşmasından misyonerliğin amacını, hedefini ve bugünkü durumunu anlamak mümkündür. Tomko, tüm kıtalardan 115 ülkeden temsilcilerin katıldığı toplantıda misyonerliğin Hıristiyanlıktaki dini temellerini anlattıktan sonra; ?İsa?dan 2000 yıl sonra misyon hala tamamlanamamıştır. 6 milyar insanın sadece 1/3?ü Hıristiyan, 2 Milyar Hıristiyan?ın da sadece 1 milyar kadarı Katolik?tir. Katoliklerin çoğalma hızı Hıristiyan olmayanların çoğalma hızından biraz azdır?[29] demektedir. Bu ifadeler Kilisenin tüm dünya insanlarını Katolik yapma niyetinde olduğunu ve bu amaç için gayret edildiğini göstermektedir.
Kardinal Josef Tomko söz konusu konuşmasında çeşitli kıtalarda yürütülen hizmetlerden bahsetmekte ve yapılan bazı faaliyetleri şöyle özetlemektedir: İstatistiklere göre 20. yüzyılın en başarılı misyonerlik faaliyeti Afrika kıtasında yaşanmıştır. 1900 yılında 2 milyon olan kıta Katolik nüfusu bu gün 116 milyona ulaşmış bulunmaktadır. Bu Toplam nüfusun %15?ine tekabül etmektedir. Afrikada misyonerler Kuzey Afrikadaki Müslüman devletlerde sıkıntılarla karşılaşmaktadırlar. Dünya nüfusunun %60?ının yaşadığı Asya kıtası göreceli olarak misyonerliğin sonradan hızlandığı kıtadır. Kıta nüfusunun %85?i Hıristiyan değildir. Kıtadaki Katolik nüfus 105 milyon civarındadır. Ortaasya?da Kazakistan?da misyon başlatılmış olup Çin ile ilgili olarak da fırsatlar değerlendirilmektedir. Papalık Dünya Misyonerlik Günü vesilesiyle elde edilen bağışların da katkısıyla özellikle fakir bölgelerde bulunan kurumlara yaptığı yardımları artırmıştır. Yardım edilen kilise sayısı kısa sürede 877?den 1045?e, büyük seminer sayısı 99?dan 374?e, seminerlerde yardım edilen öğrenci sayısı 50 000?e, yardım yapılan görevli sayısı 400 000?e ulaşmıştır. Ayrıca bir çok küçük kilise, dispanser, ilk yardım merkezleri ve eğitim projelerine katkıda bulunulmuştur.[30]
Kardinalin verdiği bilgiler, misyonerlik alanlarını göstermenin yanında, misyonerlik faaliyetlerini yürütecek kişilere ve onların eğitimine yapılan yatırımın büyüklüğünü de ortaya koymaktadır. Elbette yapılan bu yatırımların karşılığı da beklenmektedir.
Merkezi Roma?da bulunan Papalık Aziz Peter Cemiyeti?nin 2000 yılında tek başına yaptığı faaliyetler dünya genelinde yürütülen misyonerlik faaliyetleri hakkında ipucu verecek mahiyettedir. Adı geçen cemiyetin bazı faaliyetleri şöyle sıralanmaktadır:
Finanse edilen seminer sayısı: 904
Burs verilen seminer öğrencisi sayısı: 81 343
Kaydedilen yeni üye sayısı: 8276
Yetiştirilerek ataması yapılan papaz sayısı: 1877
Yetiştirilen papaz yardımcısı sayısı: 9693 [31]
Ayrıca, gerek Roma gerekse Afrika?nın çeşitli ülkelerinde düzenlenen uzmanlık kurslarına devam eden 595 öğrenciye burs imkanı, yine Roma?da çeşitli üniversitelere devam etmekte olan 57 farklı ülkeden 343 papaz ve 21 farklı ülkeden 81 rahibenin iaşe ve ibate giderleri karşılanmıştır.[32] Yapılan bu kadar masraf ve emeğin amacı yetiştirilen insanların kendi bölgelerinde misyonerliği devam ettirmeleri, o bölgelerde çalışma yapan Batılı misyonerlerin yerlerini almaları düşüncesidir. Böylece bölgelerde aynı kültürden insanların gayretleriyle çalışmalar devam edecektir. Bu amaçlar Halkları Hıristiyanlaştırma Konseyi Başkanı Kardinal Josef Tomko tarafından da açıklıkla ifade edilmektedir.[33]
Yukarıda aktarılan hizmetler sadece bir misyonerlik cemiyetinin faaliyetlerini göstermektedir. Bu alanda yapılan çalışmaların kapsamını ortaya koyabilmek için bir örnek daha vermek istiyoruz. 1985 yılı verilerine göre sadece Katolik Kilisesince yürütülen bazı hizmet müesseseleri ve hizmet verilenlerin sayıları şöyledir:
75.000 ilkokulda 21.000.000 öğrenci,
30.000 ortaokulda 11.000.000 öğrenci,
Katolik kolej ve üniversitelerinde 2.100.000 öğrenci,
6.500 Hastane,
12.000 Dispanser,
10.000 Yaşlı ve özürlü evi,
6.200 Yetimhane,
5.800 Anaokulu.[34]
Kilisenin hizmetleri elbette bunlarla sınırlı değildir. Bunlara ek olarak; okuma yazma programları, tarım geliştirme programları ve yayınevleri de sayılabilir. Bahsedilen hizmetlerin tamamının misyonerlik amaçlı olmayabileceği şeklindeki bir istifhama, bilgilerin alındığı kaynağın adı cevap teşkil etmektedir. Ayrıca, Kilisenin seçmiş olduğu hizmet alanlarına bakıldığında, misyonun en kolay şekilde yerine getirilebileceği alanların seçilmiş olduğu görülmektedir.
1985 yılından günümüze kadar geçen yaklaşık 20 yılda bu hizmetlerin katlandığını, Ortodoks Kilisesi ve özellikle misyonerlik faaliyetlerinde Hıristiyan cemaatlerin en aktifi olan Protestan cemaatlerinin faaliyetlerini de yukarıdaki rakamlara ilave ederek düşünürsek modern dünyada yapılan misyonerlik faaliyetlerinin boyutunu kavramış oluruz. Öz olarak ifade etmek gerekirse, yukarıda bahsedilen tüm dünya insanlarının Hıristiyanlaştırılması amacıyla dünyanın her tarafı karış karış dolaşılarak büyük mesailer sarfedilmektedir. Misyonerlik faaliyetlerinin kesin olarak yasaklandığı ülkelere bile misyonerlerin gidiyor olmaları, oralarda başlarına gelebilecek her türlü tehlikeyi göze alabilmeleri, inançlarına göre oralarda şehit olmayı arzulamaları onların söz konusu gayelerini gerçekleştirme hususundaki azim ve kararlılıklarını göstermektedir.
4. Başlangıçtan Günümüze Misyonerlik ve Misyonerlerin Çalışma Metotları
Matta İncil?inde geçen ?İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yeryüzünde bütün hakimiyet bana verildi. İmdi, siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adıyla vaftiz eyleyin, size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin, ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim?.[35] ayetinden anlaşılabileceği gibi misyonerliğin tarihi Hıristiyanlığın tarihi ile birlikte başlar. Kilise yeryüzünde varoluşunun gereği olarak Hıristiyan olmayanlara yönelik misyonunu başlangıçtan beri icra etmiştir. M. 50 yılında Kudüs?te yapılan Havariler Konsili?nde alınan kararla İncil?in Yahudi olmayanlara da ulaştırılmaya başlanması ve Pavlus?un seyahatleriyle evrensel bir mahiyet kazanmıştır.[36] Adı geçen Konsil aslında Yahudi olmayanlar arasında misyon icra eden Pavlus ve Barnaba?nın tecrübelerini aktardıkları bir toplantıdır. İlk Hıristiyan Konsili veya Havariler Konsili olarak sonradan adlandırılmıştır. Gerçekte Pavlus ve Barnaba, burada alınan karardan önce Filistin, Anadolu ve Roma İmparatorluğunun diğer bazı bölgelerinde misyonerlik yapmışlardır.[37]
Hıristiyanlık esas olarak Filistin?de ortaya çıkmış, dini yayma gayretleri başlayınca bütün faaliyetleri yasaklanmış, yeni dine girenler sıkı bir takibe alınmışlardır. İnançlarında sadık olanlardan bir kısmı bu bölgeleri terk ederek, Roma İmparatorluğunun hakimiyetinde olmayan bölgelere göç etmişlerdir. Göç edilen yerlerden birisi de Antakya bölgesidir. Başka bir ifade ile Kudüs ve çevresinde ümitlerini kaybeden Hıristiyanlar, başka bölgelere iltica etmek ve oralarda kendilerine yeni müntesipler bulmak zorunda kalmışlardır.[38]
Pavlus misyonerlik konusunda ilk dönemden itibaren Hıristiyanlar için tartışmasız en önde gelen örnek olmuştur. Dolayısıyla onun faaliyetleri hakkında kısa da olsa malumat vermek uygun olacaktır.
Pavlus?un Hıristiyanlığı anlatmak üzere en az üç yolculuk yaptığı bilinmektedir. O, 47-48 yıllarındaki ilk seyahatine Kıbrıs?tan başlamış, Anadolu?da çeşitli yerleri dolaşarak Kudüs?e gelmiştir. İkinci misyon faaliyetinde Suriye?deki kiliselerden başlayarak yine Anadolu?yu merkez seçmiş, Makedonya ve Yunanistan?daki kiliseleri içine alacak şekilde devam etmiş ve sonra Antakya?ya dönmüştür. Bu seyahat yaklaşık 49-52 yılları arasında yapılmış olmalıdır. Üçüncü seyahat özellikle Efes?e ve burası merkez alınarak Balkan kiliselerine yapılmıştır. Yaklaşık 52?de başlayan bu seyahat 57?de sona ermiştir.[39] Pavlus gittiği her yerde yeni dini anlatmış, dinin inanç ve öğretilerini yorumlamış, yeni cemaatler oluşturmuş ve irtibat kurduğu, tanıştığı topluluklara daha sonra da mektuplar göndererek onları yetiştirmeye çalışmıştır. Pavlus?un misyonerlik faaliyetlerindeki metodolojisini gösteren mektupları Yeni Ahit?in bir bölümü olarak Kitab-ı Mukaddeste yer almaktadır.
Pavlus?un Hıristiyanlık için ifade ettiği mana şüphesiz çok büyüktür. Kimi modern kristoloğa göre o, bugün bilinen Hıristiyanlığın kurucusu, kimine göre de Hıristiyanlığı sistemleştiren kişidir. Misyonerliğin mucidi olduğu hususunda ise ittifak vardır. Hz. İsa?nın metodu daha çok İslam tebliğ metoduyla benzerlik gösteren kendini tanıtma şeklindedir. Pavlus ise bugün misyonerlik denilince anlaşılan metodu ilk uygulayan kişidir. Pavlus Korintlilere yazdığı birinci mektubunda metodunu şöyle anlatmaktadır: ?Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ancak daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kutsal Yasanın (Musa Şeriatı) altında olmadığım halde Yasa altındakileri kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım. Mesih?in yasası altında olan birisi olarak , Yasaya sahip olmayanları kazanmak için Yasaya sahip değilmişim gibi davrandım. Güçsüzleri kazanmak için güçsüzlerle güçsüz oldum. Ne yapıp ne edip bazılarını kurtarmak için herkesle bir şey oldum.?[40] Bu ifadeler, Pavlus?un insanları kendi dinine döndürmek için her yolu caiz gördüğü şeklinde yorumlanabilir. Günümüzde bir çok Batılı yazar misyonerliği İslam?ın tebliğ anlayışı ile aynı göstermeye gayret etmektedir. Ancak daha önceki satırlarımızda da işaret ettiğimiz gibi Pavlus tarafından tanımladığı şekilde devam etmekte olan misyonerlikle İslam?ın tebliğ anlayışı arasında çok ciddi farklar vardır.
Pavlus?tan sonra Hıristiyanlık, onun ve diğer arkadaşlarının ziyaret ettikleri yerler başta olmak üzere çeşitli bölgelerde hızla yayılmaya başlamıştır. Daha ilk yüzyılda putperest Arap kabilelerinden bazılarının Hıristiyan olduklarını görmekteyiz. Suriye?de yaşamakta olan Kudaa kabilesi Hıristiyan olan ilk Arap kabilesidir. Daha sonra da Salih ve Gassan kabileleri onları takip etmiştir. Mezopotamya ve Cezirede yaşayan Bekr, Tağlib, Lahm, Cüzam, Rebia, İyad ve Kelb kabileleri de zamanla Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Arap Yarımadasının güneyinde yer alan Yemende de ilk asırdan itibaren Hıristiyanlık var olagelmiştir. Hz. İsa?nın elçileri arasında yer alan Bartelomeos bu bölgede misyonerlik yapmıştır.[41]
Ayrıca Yarımadanın güneyinde bulunan Necran, bölgenin en güçlü Hıristiyanlık merkezi haline gelmiştir. İslamiyet?in doğum yeri olan Mekke?de Hıristiyanlık çok yayılamamıştır. Mekke?de Hz. Muhammed?e eşi Hatice tarafından akraba olan Varaka b. Nevfel?in dışında birkaç köle bu dini benimsemişti.[42] Onların nasıl Hıristiyan oldukları hakkında bilgi bulunmamakla birlikte misyonerlerin oralarda yaptıkları çalışmalar neticesi Hıristiyan olduklarını tahmin edebiliriz. Ayrıca, tüccar olan Mekke halkının ticaret kervanlarıyla Suriye ve Yemen taraflarına her yıl seyahatler düzenledikleri bilinmektedir. Dolayısıyla Mekkeliler, İslamiyet?in gelişinden önce bu bölgelerde yayılmış olan Hıristiyanlıktan kesinlikle haberdardılar. Hz. Muhammed?in de çocukluk döneminde amcasıyla birlikte bir kervanda yer aldığı ve Busra denilen beldede bir papazla görüştüğü rivayet edilmektedir.[43] Bu görüşme Müslümanlar ve Hıristiyanlarca değişik yorumlanmıştır. Müslümanlar Rahip Bahira?nın Hz. Muhammed?in gelecekte bir peygamber olacağını bildiğini söyleyerek görüşmeyi onun peygamberliğine delil olarak gösterirler. Hıristiyanlar ise Hz. Peygamberin adı geçen rahipten etkilendiği ve bu yüzden peygamberlik iddiasında bulunduğu şeklinde yorumlamaktadırlar. Ancak olayın bir de misyonerlik boyutu vardır. Tarihi hadise esas olarak, bu bölgelerde bulunan Hıristiyan din adamlarının ticaret kervanlarını ağırlayarak dinlerini onlara anlattıklarını ve o dönemde böyle bir misyon metodu olduğunu göstermektedir.
400-700 yılları arsında Hıristiyanların misyonerlik faaliyetleri çok büyük bir artış göstermiştir. Bu dönemde kilise fakirlerin neredeyse tek sığınağı olmuştur. Kilise okulları ve manastırlar eğitimin yegane merkezidir. Kurumlaşmış kilisenin önemi artmış, kilisenin gücü oranında papanın rolü de artmıştır. İslam fütuhatı sebebiyle Kuzey Afrika ve Ortadoğu?da yaşanan kayıplara rağmen kilisenin arazi ve mal varlığında çok büyük bir artış görülmüştür.[44]
Bu dönemde Batı?da rahiplerin çalışmaları netice vermiş, büyük gruplar liderleriyle birlikte Hıristiyan olmuşlardır. Hıristiyanlık artık Batı?da çoğunluğun dinidir. Hıristiyanlığın doğduğu topraklara Avrupa?nın en uzak noktalarından birisi İngiltere?dir. Adaya misyonerler, bu asırlarda yaşanan Alman ve Danimarkalıların istilalarından sonra gelmiştir. 597 yılında Papa Gregory 40 kadar misyoner papazı buraya göndermiş ve İngiltere?nin Hıristiyanlaştırılması temin edilmiştir.[45]
800?lü yıllardan itibaren dünya yeni bir sürece giriyor, derebeylik dönemi başlıyordu. Bu dönemde lokal kiliseler daha çok bulundukları yerlerin mahalli otoritelerine bağlanıyorlardı. Bu yüzyılın sonlarında hem doğuda hem de batıda idareciler kiliseyi kendi hükümetlerinin bir uzvu olarak görmeye başladılar. Bizans İmparatorları kiliseyi kontrolleri altına aldılar ve dinin öğretimine kadar her hususa müdahale ettiler. İstanbul Patriği Ignatus devletin bir uzvu olmayı reddedince İmparator tarafından görevinden alındı ve yerine din adamı olmayan Photius atandı. İmparator atadığı Photius?un meşruiyetini temin için bir konsil topladı ve Papanın kilise üzerindeki etkisini reddetti. Daha sonra gelen İmparator, Patrik Ignatus?u görevine iade etti ve doğu ile batı arasındaki problem çözüldü.[46] Ancak, bir ilke imza atılmış, Papanın otoritesine karşı çıkılmıştı. Bu hareketin başka bölgelerdeki Hıristiyan krallarca da daha sonra örnek olarak görüldüğü bilinen bir husustur.
8?11. yüzyıllarda misyonerliğin önündeki en büyük engelin dil problemi olduğu anlaşılmıştır. Bizans İmparatoru tarafından Slavlar arsında misyonerlik yapmak üzere görevlendirilen Cyril ve Methodius bu zorluğa bir çözüm bulmuşlar, Cyril alfabesi denilen bir alfabe icat ederek İncil?i Slav diline tercüme etmişler ve ayinleri bu dille yaptırmışlardır. Bu faaliyetin çok büyük bir başarı elde etmesi üzerine Alman papazlar Papadan İncil?i Almanca?ya tercüme etmek için izin istemişler ancak Papa izin vermemiştir. Katolik Kilisesi son dönemlere kadar ibadet dili olarak Latince ve Rumca?dan başka bir dilin kullanılmasına müsaade etmemiştir.[47] Dil konusu Hıristiyanlığın çeşitli mezheplere ayrılmalarının da ana sebeplerinden birisi olmuştur. Ancak, bugün gösterilen hedef, İncil?in tüm dünya dillerine çevrilmesine gayret edilmesidir. Neredeyse küçük kabilelerin dilleri de hesaba katılarak yapılan sayıma göre dünyada var olan 2200 dilin tamamına İncil tercüme edilmeye çalışılmaktadır. Büyük bir kısmına da tercüme edilmiş bulunmaktadır. İbadet dili olarak da her dil kullanılabilmektedir.
Misyonerlik çalışmaları ve dil konusu ele alındığında işaret edilmesi gereken bir husus da, son iki asırdır İngilizce?nin dünya dili olarak kabul edilmesinin misyonerlik çalışmalarına yaptığı katkıdır. 19. yüzyılda sömürgecilik, 20. yüzyılda da daha çok ABD?nin dünyadaki ağırlığı dolayısıyla İngilizce dünya dili olarak kabul görmüştür. Bu durum misyonerlere iki şekilde yardımcı olmuştur. Bunlar, gittikleri bölgelerde anlaşabilecekleri, aynı dili konuşabilecekleri birilerinin var olması ve dil kursları görüntüsü altında misyonerlik yapılmasıdır. İngilizce öğretilirken Hıristiyanlık da aktarılmıştır. Misyonerlerin geçen yüzyılda en başarılı olduğu bölgeler (Afrika ve Uzakdoğu) İngilizce?nin ikinci dil olarak en yaygın olduğu kıtalardır. Afrika?da misyonerlik yapacak bazı Alman, Fransız ve İsviçreli papazların İngiltere?de dil eğitimi aldıkları, İngilizce vasıtasıyla gidilen ülkenin dilinin oralarda öğrenileceği tarafımızdan müşahade olunan bir husustur.
11. yüzyıldan itibaren Doğu ve Batı kiliseleri arasında çeşitli ve derin problemler ortaya çıktı. Dil, adet, gelenek ve dini uygulamalarda farklılıklar vardı. 1054?te İstanbul Patriği Michael Cerularius bu farklılıklardan dolayı iki kilisenin kesinlikle birleşemeyeceğini açıkça ifade etti. Esas konu yine Papanın otoritesiydi. Papanın temsilcisi olarak bir kardinal İstanbul?a geldi. Birliği müzakere etmek için yapılan toplantılarda karşılıklı suçlamalardan vazgeçilemedi ve bir netice alınamadı. Kardinal İstanbul Patriği Michael?i aforoz ederek İstanbul?dan ayrıldı. Böylece kilise fiilen ikiye bölünmüş oldu.[48]
Ayrılık, misyonerlik faaliyetleri açısından da son derece önemlidir. Zira iki kilise de karşılıklı olarak birbirlerinin mensuplarını kazanmak için misyon başlatmıştır. Aradaki nefret son derece büyümüş, sözde doğu kilisesine yardım amacıyla düzenlenen Haçlı Seferlerinde İstanbul?un yağmalanması onarılmaz yaralar açmıştır. Batı kilisesine karşı doğu kilisesinin nefretinin boyutunu, İstanbul?un Osmanlılar tarafından fethi esnasında bazı din adamlarınca söylenmiş ?Türk sarığını Latin kavuğuna tercih ederiz?[49] sözünden anlamak mümkündür.
Misyonerlerin gayelerinin Hıristiyan olmayanları Hıristiyanlaştırmak olduğunu daha önce belirtmiştik. Ancak Hıristiyan cemaatlerin birbirlerinin mensuplarını kazanmak için de misyonerlik yapmalarının ancak misyonerliğin gerçek amacından uzaklaştığı şeklinde açıklanabileceği kanaatindeyiz. Hıristiyan olmayanları kazanmak yerine başka mezhep veya grup mensuplarını kendi mezhebine veya grubuna geçirebilmek için misyonerlik yapılması söz konusu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu gün de durum bundan farklı değildir. Hıristiyan Batı devletlerinde, kendi cemaatine üye kazanmak için birbirlerine karşı yoğun bir misyonerlik faaliyeti icra eden yüzlerce Hıristiyan grup bulunmaktadır. Bugün misyonerlerin en yoğun olarak faaliyet gösterdikleri bölgeler gelişmiş batılı devletler olsa gerektir. Buna rağmen batıda çok ciddi oranda kiliseden uzaklaşma söz konusudur. İngiltere?de yapılan bir araştırmaya göre, Anglikan Kilisesi halkın %25?ini kilise üyesi olarak gösterirken ayinlere katılma oranı %0.5?tir. Ayrıca, yetişkinlerin %44?ü, 18-24 yaşları arsındaki gençlerin ise %70?i kendisini inançsız olarak tanımlamaktadır.[50] Başka bir ifade ile, misyonerler dışarıda ciddi başarılar elde ederlerken kendi evlerinde kaybetmişlerdir. Hıristiyanlıktan uzaklaşan batı toplumu daha çok ateistleşmektedir.
Orta Çağda iki yeni cemaat ve etkisi günümüzde de devam eden iki farklı misyon anlayışı doğmuştur. Bu cemaatler Fransiskenler ve Dominikenlerdir. Kardeşler olarak da adlandırılan Fransiskenler, basit ve fakirlik içerisinde bir hayat yaşamayı ve insanlar arasında dolaşarak misyonerlik yapmayı önermişlerdir. İnsanların verdikleriyle yaşadıkları için dilenciler diye de bilinegelmişlerdir. Bu cemaatin kurucusu Assisi?li Aziz Francis?tir. 1182 yılında zengin bir tüccar babanın oğlu olarak doğan Francis genç yaşında babasının servet ve zenginliğini terk etmiş, fakir olarak yaşamaya başlamış ve Hıristiyanları fakir, sakat, yetim ve bakıma muhtaç insanlara yardım etmeye çağırmıştır. Ona göre misyonerliğin en uygun yolu budur. Zira bu Mesih İsa?nın yoludur.
İslam aleminde misyonerlik tarihi açısından en önemli şahıslardan birisi şüphesiz Assisi?li Aziz Francis?tir. O, 1219 yılında Mısır?a yapılan beşinci Haçlı Seferlerine katılmış, Eyyubi Sultanı Melik Kamil ile görüşmüştür. Savaşta din anlatmanın mümkün olmayacağını, Hıristiyanlığı anlatmanın yolunun barıştan geçtiğini ifade etmiştir. Aziz Francis, Müslümanlar arasında misyonerlik yapmak isteyenlerin bağlı bulundukları bölgenin din otoritesinden izin almaları gerektiğini, otoritelerin de ancak yeterli bilgi ve misyon anlayışında olanlara izin vermelerini tembih etmiştir. O bu tavsiyesiyle, bilgi düzeyi yüksek misyonerlerin İslam alemine gönderilmelerini temin etmeye çalışmış olmalıdır. Aziz Francis?in misyonerlik metodu onun şu cümlesinden anlaşılmaktadır: ?Kardeşlerim, Mesih?i tanıtmak için gittikleri yerlerde tartışmaktan kaçınmalı, sözlü mücadelelere girmemeli, karşı tarafı yargılamamalıdır. Son derece nazik, barışsever, mütevazı ve olabildiğince affedici olmalıdırlar.?[51]
Dominikenler ise vaaza verdikleri önem sebebiyle vaizler olarak bilinmişlerdir. Bunlar toplumun içerisinde yaşamışlar, toplumun hayat standardına uymuşlar, ilme önem vermişler, İncil?in ancak ilim yoluyla anlatılabileceğine inanmışlardır. Orta Çağ üniversitelerinde görev yapan öğretim görevlilerinin büyük çoğunluğu Dominikenlerdendir. Bu grubun esas amacı sapıklıklara karşı Hıristiyanlığı muhafaza etmektir. Misyonerlik anlayışlarındaki temel yaklaşımları ise Hıristiyan yapılmak istenen grubun dilini öğrenerek onlarla etraflıca tartışabilmektir. 13. asırda çok sayıda misyonerlerini Kuzey Afrika?ya göndermişlerdir. Dominikenlerin en önde gelenlerinden birisi Farabi ve İbn Rüşd?ün eserlerini inceleyerek onların Batı?da tanınmalarını sağlayan Thomas Aquinas?tır.[52] Bugün dünyada 7000?in üzerinde Dominiken vaiz ve yüzlerce rahibe grubu vardır. Fransisken papaz sayısı ise 30.000?in üzerindedir. Sadece ABD?de yüzlerce Fransisken cemiyet ve grup vardır. Bunlar geleneklerine uygun olarak okullar, hastaneler, yetimhaneler ve benzeri yerlerde çalışmalar yapmaktadırlar.[53]
Hıristiyanlık ikinci büyük bölünmeyi 16. yüzyılda Protestanlığın ortaya çıkmasıyla yaşamıştır. Reform hareketinin başlatıcıları yahut ilk Protestanlar olarak genellikle Martin Luther, Ulrich Zwingli ve Jean Calvin gösterilir. Her ne kadar kopmanın geri planında birtakım sosyal ve politik sebepler yatıyorsa da meselenin gerçek sebebi sosyal değil teolojiktir. Onlara göre kilise organizasyonu modern Avrupa insanını kucaklayamadığı için çökmüş, teolojik açıklamalar yetersiz kalmış ve Hıristiyanlık asıl mesajından uzaklaştırılmıştır. Dolayısıyla reformcuların asıl amacı da kilisenin asıl mesajına geri dönmesini sağlamaktır. Bu dönüşün iki temel yolu vardır: Kutsal kitabın herkes tarafından anlaşılmasını sağlamak ve Papanın otoritesini ve bu otoritenin biçimlendirdiği geleneği reddetmek. Böylece ruhban sınıfının rehberliği dışlanıp merkezi otoriteden uzak kalan pastoral kilise anlayışına yönelinilmiştir. Otorite, kilisenin ve rehber din adamlarının elinden alınarak Kutsal Kitabın aracısız anlaşılmasına ve imana devredilmiştir. Protestanlara göre Kutsal Kitabın anlaşılması için geleneğe ihtiyaç yoktur, herkes onu anlayabilecek kapasiteye sahiptir. Reformcular, insan ile Tanrı arasındaki ilişkide ibadet etmek, hayır işlemek, iyilik veya kötülük yapmaktan ziyade imanlı olmayı ön plana çıkardılar. Evharistiya ve vaftiz dışındaki tüm sakramentleri Kutsal Kitapta olmadığı gerekçesiyle reddettiler.[54]
Protestanlık hareketi özellikle Kuzey ve Orta Avrupa ülkelerinde hızla yayıldı. Katolik Kilisesince tehlikeli görülen bu durum, 1618-1648 yılları arasında yapılan Otuz yıl savaşlarının patlak vermesine yol açtı. 1648?de Vestfalya?da imzalanan anlaşma ile sona eren bu savaşların ardından bugünkü Avrupa coğrafyasının da temeli atılmış oldu. 16-17. yüzyıldan itibaren çok sayıda alt gruplara ayrılan Protestan kiliseleri Ortodoks dünyası da dahil olmak üzere hemen her yerde yoğun bir misyonerlik faaliyeti başlattı. Lutherciler İstanbul Patriği Il. Jeremiah ile ilişki kurdular. İstanbul Patriği Cyril Lucaris Kalvinci görüşlerden etkilendi ve Protestanlarla temasa geçti.[55]
Katolik kilisesi, Protestanlık tehlikesinin bütün Avrupa?yı sarmasından endişelenerek kilise içerisinde ıslahat hareketi yapmaya girişti. Bu amaçla toplanan Trent Konsili reformcularla benzer görüşler geliştirmek suretiyle uzlaşma yanlısı bir tutum ortaya koydu. Bununla birlikte Katolikler Papanın bütün Hıristiyanlığın lideri olduğu fikrinden vazgeçmediler. Karşı reform hareketi Protestanlığı asimile etme hususunda başarısız kaldı ve iki mezhebin birbirinden daha çok ayrılmasına sebep oldu. Fakat bu gelişme misyonerlik faaliyetlerinde çok aktif olan Cizvitler gibi birtakım teşkilatların örgütlenmesine imkan vererek Katolik Hıristiyanlığın Asya ve Amerika?da güçlenmesine katkı yapmıştır