İmparatorluktan Milli Devlete Geçiş ve Karşı Tavırlar - Nihat Çetinkaya
18. yüzyılın sonlarında, ortaçağın siyasi yapısından silkinen Avrupa, ulusal devlet oluşturma sürecine girmiş ve kısa sürede bunu gerçekleştirmişlerdi. Basiretsiz yöneticilerin elinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu ise, bu gelişim ve değişimin farkına varamamış, bir Asır boyunca, Cumhuriyete kadar, Türk Milleti’ni büyük facialarla karşı karşıya bırakmışlardır.
Baskılara dayanamayan Türkmenler, yer yer ayaklanır ve o sırada ortaya çıkan, yine bir Türkmen olan Şah İsmail’e yönelerek, İran’a göçe başlarlar. Bu durumdan endişelenen Trabzon valisi Yavuz dahi isyan eder ve padişahlığı babasından alır. 1517’de, Yavuz’un Mısır seferiyle, Halifeliği Anadolu’ya taşıması, bugün dahi devam eden dinî tartışmaların başlangıcını teşkil eder. Halifeyle İstanbul’a 1300 civarında din adamı-ulema getirilmişti. Büyük çoğunluğu medreselerde görevlendirilen, Arap-Berberi İslâm anlayışının taşıyıcıları olan bu şahıslar, Türk toplumunun İslâm’ı kavrayış tarzından farklı olan, günümüzde “irtica”, siyasal İslâm, halk ağzıyla “türbancılar” olarak tanınan, ulusal devletimize, Cumhuriyet’e yönelmiş anlayışın ilk tohumlarını atmışlardır.
19. yüzyılın başlarından itibaren, değişen ve gelişen dünyanın yanında Osmanlı İmparatorluğu, devşirme yöneticilerin sorumsuz yönetiminde, parçalanma sürecine girer. 1826’da, devşirmelerden oluşan Yeniçerilik kaldırılır. 1839 Tanzimat Fermanı, 1856’da Islahat Fermanı ilan edilir. Ancak çözülme önlenemez. Yeni siyasi çözümler aranmaya başlanır. Avrupa’da devletler milliyet esaslarına göre şekillenirken, Osmanlı yöneticileri, Sultan Mahmut’tan başlayarak, zaten unuttukları Türk milletini hatırlamaksızın, devletin soy ve dini farklı, ayrılma temayülü içinde olan tebaasına, serbestlik, eşitlik ve emniyet vaad ederek, bir Osmanlı milleti oluşturma siyaset ve çabasına girdiler.
1876 anayasasında da bu siyaset kendini bulmuştu. Bu anayasada, devlet dilinin Türkçe olması dışında, devletin sahibi Türkler yine hatırlanmaz.
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra “Osmanlı Milliyeti” siyasetinin başarısızlığı anlaşılınca İslamcılık-Ümmetçilik siyaseti benimsendi. 1876 anayasasını gündemden kaldıran II. Abdulhamit, Halife unvanını, Sultan ve padişah unvanlarının önüne çıkararak, İslamcılık cereyanının baş mimarı oldu.
II. Abdulhamit’in pan-islamizm siyaseti, müslüman ahali ile gayri müslim ahali arasında zıtlaşmayı oldukça büyüttü ve önemli bir bölümünün imparatorluktan ayrılmasına sebep oldu. Rumeli’deki Müslüman ahali dahi muhafaza edilemezken, Hindistan’daki müslümanlarla irtibata kalkışıldı. Milyonlarca Türkün hayatına mal olacak Hicaz’ın müdafaasını, hor gördükleri, aşağıladıkları Anadolu’nun muhafaza ve müdafaasına tercih ettiler.
Tedrisatın esası dinileştirilmeye başlandı. Saray, sarıklı cahil hocalar, imamlar, seyidler, şıhlar, şeyhler ve şeriflerle doldu.
Uğrunda Milyonlarca Anadolu çocuğunun heba olduğu Hicaz’ın Mekke Emiri Şerif Hüseyin, II. Dünya Savaşında İngilizlerle birleşerek Müslüman Arapları, Halife ordularına karşı, silahlı saldırılara teşvik eder. Bu anlatılanlarla, ülkemizin iki yıl önceki durumunu hatırlamamak mümkün değildir. Sarayın yerinde konut, Şerif Hüseyin’in yerinde Kaddafi efendi. Evet tarih tekerrürden ibarettir.
İslâmcılık siyaseti de iflas etmişti. Meşrutiyetten hemen sonra, imparatorluğun merkezinde, İstanbul-Beyoğlu’nda, Rumlar’ın Etnikieterya, Ermeniler’in Adelfiya Taşnaksutyun teşkilatları gibi, birçok gayri müslim cemiyetler kurulmuştu. Bunların yanında, Divan yolunda, varlığı Anadolu’da bulunan, müslüman olup etnik talep içinde olan, birçok bölücü cemiyetler de kurulmuştu. Bu cemiyetlerin, Patrona Halil, Kabakçı Mustafa ve 31 mart hareketi gibi şeriat isteyen gerici hareketlerde de parmakları vardı. “Şeriyat isterük” diye ortaya çıkan bu hareketleri, Koca Sekbanbaşı: “Şeriat bağırtılarıyla İstanbul sokaklarını çınlatan bu baldırı çıplaklar, dinin şartını bilmezler, kelime-i Şahadet getirmekten aciz kimselerdir ki, ağızları Şarap kokar, savaştan kaçarlar ve İstanbul sokaklarında genç kadınlara ve oğlanlara tecavüz ederler.” diye anlatır.
Osmanlı İmparatorluğu içinde bütün gayri Türk unsurlar kimlik dayatmasıyla, emperyalist devletlerin de kışkırtmasıyla, bölücü bir taleple ayağa kalkmışken, asıl kurucu unsur olan Türk, sinmiş vaziyettedir. Dört asırlık bir baskı ve aşağılanmanın etkilerini henüz üzerinden atamamıştır.
19. asrın sonlarına doğru Rusya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde yapılan Türkiyat çalışmaları, Türk aydınlarını etkiler ve Türklük cereyanı da kıpırdamaya başlar. Gökalp, bu akımdan bahisle, ilk Türkçülerden, Yurt dışında, Mirza Fetih Ali Ahundof ve İsmail Gaspıralı’yı sayarken, Yurt içinde Hüseyinzade Ali Bey, Necip Asım, Ahmet Cevdet Bey, Emrullah Efendi ve Veled Çelebi’yi Türkçülüğün ilk mücahitleri olarak ifade eder. Türk Tarih bilincinin artması ve Türklük şuurunun uyanması konusundaki çalışmaları ve gayretleriyle Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa için de “Türkçülüğün ilk babaları” dır der.
Anılan şahsiyetlerin, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi düşünürlerin, gayret ve ilmi çalışmalarıyla, Türkçülük muhiti doğar, Türklük canlandırılmaya başlanır.
Türkçülük cereyanının temsilcileri 1911’de Türk Ocağı’nı kurarlar. Ne gariptir ki, İmparatorluğun asıl sahibi Yüce Türk Milleti adıyla kurulan bu cemiyet, İmparatorluğu parçalamak amacıyla kurulan, yukarıda andığımız, etnik ayrımcı cemiyetler ve taraftarları tarafından tepkiyle karşılanır nümayişle protesto edilir. Bu tepkilerin günümüzde de seslenmeğe başladığını söylersek, yanılmış olmayız.
Türk Ocağı’nın kuruluşu dolayısıyla, Yusuf Akçura başkanlığında bir heyet, Sultan Reşat’ı ziyaret ederler. Ülkenin ve devletin durumu kendisine uzun uzadıya izah edilir. Görüşmenin sonunda Sultan Reşat, heyete hitaben (sanki yalvarırcasına) “Sizden istirham ediyorum; Türk’ü tarif ediniz” diyor ve zamanın önemli bir meblağı olan 5000 Reşat altınını bağış olarak verir. Durum padişaha da malum olmuştur. Emperyalist devletlerin kışkırtmalarıyla, bütün gayri Türk unsurlar, devleti parçalayıp, vatan topraklarından bir parça kapmaya çalışırken, kurtuluş, tek çare olarak Türklüğe sarılmaktı.
Bu hareketin hedefi de, 1911 yılında Türkçülüğün, Türk ulusçuluğunun büyük mütefekkiri Ziya Gökalp ve arkadaşlarının Selanik’te çıkardıkları “Genç Kalemler” ve “Yeni Felsefe” adlı dergilerde ortaya koydukları fikirlerle belirlenmişti. Yeni Hayat. Bu, taklitçi eski hayatı reddeden, ulusal, bağımsız, çağdaş, hayatın her sahasında yeniliğe, yaratıcılığa yönelmiş, ileri bir “Türk Medeniyeti”ni hedefleyen, ulusal ve toplumsal bir programdı.
Bu hareket, yeni bir nesil yetiştirme yoluna girmişken, ilk kadroları Çanakkale savaşına koşmuş, emperyalistlere karşı, Çanakkale destanını yaratarak şehid olmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu, Balkan ve I. Dünya harbiyle, Anadolu dışındaki topraklarını kaybetmiş, Mondros Mütarekesi ile de atıl bir vaziyete düşürülmüştü. Türk ulusu ve onun eseri olan devlet, merkezi coğrafyaya bir nevi hapsedilmişti. Emperyalist devletlerin, halife efendinin himmetiyle, tek taraflı dayattığı Sevr talanıyla da, ata yurt Anadolu paylaşılmıştı.
Mustafa Kemal, bu ortamda daha Samsuna çıktığının üçüncü günü, İstanbul hükümetine gönderdiği rapordaki, “Millet birlik olup hakimiyet esasını ve Türk duygusunu hedef tutmuştur” ifadesiyle, hedef ve içeriğini belirlediği Ulusal Kurtuluş Hareketine başlamıştı.
Kendi şartları içinde, benzeri olmayan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni doğuracak olan Türk Devriminin önünde, iki düşman güç bulunuyordu. Birisi emperyalist devletler ittifakı, diğeri, onların işbirlikçisi, devşirme Damat Ferit hükümeti ve halifeliğin gerici uzantılarıydı.
Atatürk’ün: “Türk’ün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evlâdır! Binaenaleyh, ya İstiklâl ya ölüm! İşte tam kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı.” Sözleriyle, kati kararlılığını ifade ettiği, Kuvayi Milliye ve onun geniş cephesi olan Müdafa-i Hukuk mücadelesi, Türk ulusal devriminin en önemli ilk aşaması olan, Türk’ün, çağdaş Yeni hayatının başlangıcı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ve milletimizin, ideolojik ve siyasal mürşidi Atatürk’ü doğurdu.
Türk ulusçuluğunun büyük mütefekkiri Ziya Gökalp, Türkçülük düşüncesinin gelişimini anlatırken Mustafa Kemal Atatürk’ten şöyle bahseder:
“Maamafih, Türkçülüğe dair bütün bu hareketler akim kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük mefkûresi etrafında birleştirecek büyük bir inkıraz tehlikesinden kurtarmaya muvaffak olan büyük bir dâhi zuhur etmesiydi! Bu büyük dâhinin ismini söylemeğe hacet yok, bütün cihan bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek her an hürmetle anmaktadır. Evvelce Türkiye’de, Türk Milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türkündür. Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir, siyasette, harsta, iktisadda hep Türk halkı hâkimdir. Bu kadar kat’i ve büyük inkılabı yapan zat Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü; düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle neticelendirmek çok güçtür.”
Bu kutsal mücadele sırasında, İslam ittihadı peşinde koşan gerici işbirlikçiler, halifelerinin mubarek elleriyle imzaladığı Sevr’i gerçekleştirmek için, işgalci emperyalist devletlerle işbirliği ve ihanet içinde olmuşlardı. Ülkemizin her yerinde işgalci kuvvetlerin yanında olmuşlar, Milli Kurtuluş Hareketi’ni ortadan kaldırmak için halkı, halife adına savaşa teşvik etmişlerdir. Halkın işgalcilere karşı direnişlerini, yobaz hocalar vasıtasıyla: “bunlar halife efendimiz hazretlerinin davet ettiği misafirlerimizdir” propagandasıyla önlemeye çalışmışlardır.
Milli Mücadele sırasında, birçok iç isyan ayaklanmalar ve ihanetler meydana gelmiş, ki bunların hepsi, irticai-ümmetçi hareketler olup, arkalarında, hain Damat Ferit hükûmeti vardı.
İkinci dünya savaşı sonrası, dünyada olduğu gibi, ülkemizde de yeni değişim şartları oluşur. İsmet Paşa dönemi, savaş şartlarından dolayı halkta bıkkınlık başlamıştır. Şartları kavrayamayan ahali, İsmet Paşa yönetimine tepki de gösteriyordu.
Bu ortamda çok partili sisteme geçilir. Şartları iyi değerlendiren Demokrat Parti, 1950’de büyük bir çoğunlukla iktidara gelir. Bu seçimlerde, yasaklanmış olup, gizli faaliyet içinde olan tarikat ve benzeri ümmetçi oluşumların büyük desteği alınır.
İkinci dünya savaşından galip çıkan Sovyetler Birliği yayılma temayülü gösterir. Batı devletleri Amerika’nın teşebbüsü ile Nato’yu oluştururlar. Sovyetler’in ülkemizden de toprak talebi, bizim de Nato’ya girmemizi gerektirir. Amerika kontrolünde, Sovyetler’e karşı dünya çapında karşı propaganda başlatılır.
Ülkemizde oluşturulan tepki, din duygularıyla takviye edilir. Ulusçu düşünceyi seslendiren “Milliyetçiler Derneği” de kapatılır (1953). Cumhuriyet döneminde sinmiş olan Cumhuriyet karşıtı ümmetçi-irticai düşünceler de, devrin iktidarının gayretiyle canlanır. Cumhuriyet öncesinin Osmanlılık yahut Osmanlıcılık düşüncesi “Anadoluculuk”, panislamizim yani ümmetçilik de, “Mukaddesatçılık” olarak geri gelir. Ortak yönleri Cumhuriyet’e karşı, şeriat motifli Osmanlı özlemidir. Bu, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı oluşum, devlet içinde de tırmanışa geçer ve kökleşmeye başlar. Tarihi ve kültürel eserler, Cumhuriyete tepki oluşturacak şekilde hazırlanır. Tarihi büyük zaferlerimiz ve Tarihimizin büyük şahsiyetleri, dini motiflerle, tarihimizi öğrenmek, tarih şuuru vermek gayesi öne sürülerek, yaygın şekilde öne çıkarılır. Asıl amaç Kurtuluş Savaşını ve ulu önder Atatürk’ü dolayısıyla de çağdaş ulus devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esaslarını gölgelemek ve unutturmaktır.
1960 ihtilaliyle durdurulan bu hareket, birkaç sene sonra, yine siyasi korumalarla gelişim sürecine girer. 1970’lerde artık ulus devletin alternatifi olma yolundadır. Bu dönemde açık bir dini kimliktedir. Siyasi güç takviyeli bu hareket, milliyetçi düşünceyi de muhasara eder ve etki altına alır.
12 Eylül 1980 müdahalesinde duraklar.
1983’den sonra uluslararası bağlantılarla, devlet müesseselerinde ve sivil kuruluşlarda siyasi güç olmak yolunda, birkaç koldan ciddi oluşumlarla güçlenir. Özal ve iktidarının takviyesi ile de Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine ve kuruluş esaslarına yönelir ve Sevr’i çağrıştıran taleplerini seslendirmeğe başlar.
Bugün gelinen nokta, Cumhuriyet güçlerinin, Kuvayi Milliye ruhuyla Müdafa-i Hukuk ilkesini yeniden düşünmeğe başladığı bir noktadır. Bu nokta, belki de ulus devletimizin emperyalizmle mücadelesinin son raundu, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesiyle, milletiyle bölünmez bir bütün olduğunun ve asla parçalanamayacağının son hatırlatılması olacaktır.