Artık çok sıkılmıştım bu kelimeleri duymaktan. Bir kadın, elindeki mikrofona olanca gücüyle hükmediyor ve çıkan yankının sesi mikrofonu dahi bezdiriyordu. “Ben Türkiyeliyim, ben Müslümanım, ben Atatürkçüyüm, ben laiğim, ben Ermeniyim.” diye giden ben-cillerle dolu bir nutuğun ardından başıma ağrılar girmişti. O an mikrofona baktım, bu sesleri binlerce kez alınan ve dışarı duyurmak zorunda kalan o küçük alet bile bezmişti ve bezginliğini cızırtılı tonlarla belli ediyordu! Evet, yorulmuştum artık; bu sözlerin sakız etkisi yaparak anlık tatlar vermesinden. Önce sustum, sonra yine sustum ve en sonunda kalabalığın arasında buldum kendimi. Suçu olan bir çocuk gibi yalnız ve ıssız hissettim kendimi. Midemden yüreğime doğru bir güvercin kalktı, ateşim yükseldi, bacaklarım titredi, beynim zonklamaya başladı. Olanca gücümle binlerin içinden sesimi duyurmayı başardım ve “Neysen nesin. Ben Türk’üm, anlıyor musun, ben Türk’üm.” diye bağırdım. Müthiş bir gürültü koptu; futbol maçlarında oyuncunun golü kaçırdıktan sonraki seyircinin binler tepkisi gibi, başıma balyoz gibi indi. “Bu değildi benim istediğim, ben iyi bir şey demiştim; vallahi ya, ne dedim şimdi ben.” gibi anlamsız sözler çıktı ağzımdan.
Kalabalık tek bir vücut değil, tek bir göz oldu sanki. Üzerime gelen bakışlardan kendimi korumak için bir an düşündüm ve sözler tatlı bir yağmur etkisi ile çıktı ağzımdan: “Bana öyle bakmayın.Beraber gelmedik mi Orta Asya bozkırından? Unuttunuz mu Bilge Kağan’ı, ya Uygurları? Onlar getirmedi mi dünyaya medeniyeti? Ya o sevdalı “Türk”ülerimiz, hiç mi kulağınızda çınlamıyor? Kendinize gelin, utanmayın ırkınızdan. Bize hakaret edenlerin ekmeğine yağ sürmeyin. Çanakkale’yi düşünün, “daha deniz görmemiş çoban çocukları” denizi görünce öldüler, bir hilal uğruna nice canlar bile bile ateşe attılar kendilerini. Allah aşkına, siz atanızı da mı unuttunuz? Ne olur susmayın! Bakışlarınızla kan kusmayın! Kan uykusundakileri düşünün, bir şeyler söyleyin...”
Ve binler milyonlara, milyonlar yetmiş iki milyona dönüştü ve “ırkçılar dışarı, ırkçılar dışarı..” diye bağırdı. “Türk’üm” demenin ırkçılık olduğunu sananlar Kubilay’ı vurdukları gibi beni de zihinlerinde idam ettiler. Bütün bu iyi niyetlerimin, bütün ideallerimin üzerine basarak gittiler.
Anladım ki beyinlerimiz birinin elleri arasında, bizim bugün “Ermeni” olma günümüz! Acıyı, sevinci yaşamanın sınırsızlığını çok iyi bilen biz, vurulan güvercine üzülmüştük. O kadar üzülmüştük ki bir anda soy değiştirip “Ermeni” olabilmiştik! Peki ya bugüne kadar vurulan Türkler için hiç “Türk” olmuş muyduk! Daha ne kadar soy değiştirecektik, daha ne kadar düğmelerle yaşayacaktık? Her gün Güneydoğuda onlarca güvercin değil, yiğit ölürken biz kaç kez Türk olabilmiştik?
Kalabalığın arkasından olanca hızımla koştum; ama kalabalık, soyunu değiştirmişti çoktan. Omzumda bir el hissettim. Gözleri kanlanmış beş on adam gördüm. Yere düşmüşken tuttular beni. Onları tanıyordum, onlar benim atamdılar.
Bilge Kağan aldı sözü: “Ben onları Çin’in sözü tatlı, ipeği yumuşak olur, kanmayın dedim, anlamadılar. Onlar Türklüğü bilmiyorlar.” dedi ve ağladı.
Onu teselli edense hayatta en çok hayran olduğum insandı: O Atatürk’tü. “Kalk atam, bu halk beni bile sakız etti ağızlarına, Türk’üm diyen mutludur dedim, anlamadılar. Türkçe önemli dedim, “okey” dediler! Sen üzülme. Beni bile unuttular, daha 83 yıl oldu her şeyi inşa edeli, yerle bir ettiler. Onlar Türklüğü bilmiyorlar.” dedi ve bir ışıkla yok oldular. Ağzımdan sadece şu sözler döküldü:
“Onlar Türk olmanın dayanılmaz hafifliğini(!) yaşıyorlar, gitmeyin; yardım edin!”
GÖKÇEN ZEYNEP KARATAŞ
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
24.01.2007, MİLAS
E-Posta:
[email protected]