Dr. Katuzyan Fars şovenizmini koyulaşmış Paniranism olarak tanımlar ve Rıza Şah döneminde bazı Türk kökenli aydınların da katılımıyla ortaya çıktığını söyler. Fars şovenizmi Firdevsi’nin bin yıllığı kutlamalarıyla resmiyet bulmuş, Rıza Şah’ın Hitler’e eğilim göstermesiyle doruk noktasına ulaşmıştır. 1936 yılında İran’ın Almanya elçisinin önerisi üzerine ülkedeki tüm yabancı elçiliklere o günden sonra “Pers” yerine “İran” yazılması gerektiği bildirilmiştir. İran kelimesi Rıza Şah’ın iktidara gelmesiyle ülkenin resmi adı olmuştur. Ondan daha önce sadece Kacar Türk devletinin son yıllarında ve o da “Memalik-i Mahruse-i İran” [İran Korunmuş Memleketleri] şeklinde kullanılmıştır. O dönemde halk tabiiyet anlamında daha çok mensup olduğuaşirete veya yaşadığı memlekete bağlılık göstermiştir. [Ülke on yarı bağımsız memleketten oluşurdu. O cümleden Azerbaycan, Horasan, Fars… ]. Fars milliyetçiliğinin ortaya çıkıp şekillenmesinde vatan ve milli dil anlayışları İran ve Farsça olan Azerbaycan Türkleri başlıca rol oynamışlar. O cümleden Kazımzade-i İranşehr, Taki Arani ve daha sonralar Ahmet Kesrevi ve Mahmut Avşar gibilerini sayabiliriz. Türk kökenli Perviz Natel Hanleri Fars dil kurumu başkanı olarak Farsçanı Türkçe kelimelerden arındırmakla meşgul olup, unutulmuş ve çoğu uyduruk kelimeleri halkın günlük hayatında kullandığı kelimelerin yerine koymakta idi. Fars dil kurumunda “Transport” kelimesinin yerine “Feraberi” sözcüğünün çıkarıldığı, yalnız kelimenin ne eski halini ne de yeni halini bilen sekreterin genelgede yanlışlıkla “Teraberi” yazıp tüm organlara göndermesiyle hiçbir anlam taşımayan “Teraberi” kelimesinin Fars diline girdiği herkesçe bilinmektedir. Ordu en organize organ olarak eski Fars dilini yaymakla görevliydi. Kendisi Türk olup doğru düzgün bir Farsça bile konuşamayan General Verehram, bir toplantıda Şehname’nin vahiy olduğunun kendisine ilham olduğunu iddia etmiş, Şehname’deki askeri terimlerin ordudaki Türkçe askeri terimlerin yerine koyulmasına emir verdiğini söylemiştir. (Şehnamede artık ne kadar askeri terim bulunuyorsa !! bugün bile İran ordusunda çoğu askeri terim Türkçedir.
Fars şovenizmi var olduğu bile tartışılan Ari soyu hayranlığı üzerine kuruludur. 1788’de William Johns tarafından keşfedilen Hint-Avrupa Dilleri grubu ırkçılık düşüncesine temel oluşturmuştur. İran’da bu düşüncenin meydana gelişinde Kont Do Gobino’nun 1855 yılında yazdığı “İnsan Soylarının Eşit Olmayışı” makalesi etkili olmuştur.
Bu gün çoğu Fars âliminin dili ve kaleminden akanlar Katuzyan’ın tanımıyla ağır ırkçılık yükü taşıdığından mahkemede dava açılabilecek kadar çıplak bir şovenizmdir. Elbette bunların hesabını Fars milletinden, demokrat ve insan sever olan Fars düşünürlerinden ayrı tutmak gerek. İran’da Fars olmayan halkların dilini kesmek isteyenler tarihten ibret almalılar.
Avşarlı Nadir Şah’ın suikastla öldürülmesi bekli de İran tarihinde Türklerin hâkimiyetine karşı ilk organize hareket olmuştur. Çünkü oradaki Fars subaylar birlikte ant içerek Nadir Şah’ı öldürmüşler.Nadir uzun ömürlü bir devlet kuramadıysa da Avşar Türkleri Nadir’den sonra İran’ın birkaç yerinde kendi özerk yönetimlerini kurmuşlardır. Afşarlar İran’da yerleşen 22 Türk boyundan biridir. 11. Yüzyılda yazılmış dünyanın ilk ansiklopedisi olan “Divan-ı Lügat-i Türk”ün yazarı Mahmut Kaşgarlı Türk dilini Müslüman Türklerin dili olarak tanıtır ve Avşarların adını, 1071’de yapılarak Anadolu’nun ebedi Türk yurdu olmasını garanti eden, Malazgirt savaşına katılan boyların içinde sayar. Avşarlar Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’in ordusunda da bulunmuşlar. Onlar Şah İsmail yenildikten sonra da boy teşkilatlarını dağıtmadan Anadolu’dan Azerbaycan’a çekilmişler. Günümüzde Avşarlar Azerbaycan, Kirman ve Horasan’da yaşarlar. Söylemesi gereken başka bir nokta şu ki, tarihi kayıtlarda hep 24 Oğuz boyundan bahsedilirken yalnız 22’sinin adı kayda alınmıştır. Kaşgarlı Orta Asya’da yaşayan iki Halaç boyunun adını da zikreder. 1906 yılında Minorsky Tahran’ın güneyi ve Kum’un batısında yerleşen ve 21 köyden oluşan Halaç Türklerinin yaşadığı “Halaçistan”ı bilim dünyasına tanıtmıştır ve 1940 yılında yazdığı bir makalede Halaçların Türk olduğunu ve dillerinin kadim Türk dili olduğunu ispatlamıştır. Ona göre Halaçların dili eski Türklerin ortak dili sayılabilir. Ne yazık ki bu gün Farsların ağır baskısı sonucu Halaçlar tamamıyla köşeye sıkışmış durumdalar.
AMA HANGİ FAKTÖRLER 19.YÜZYILDAN SONRA İRAN’DA TÜRK KARŞITLIĞININ DAHA DA GENİŞLEMESİNE NEDEN OLMUŞTUR?
16ci Yüzyılın başlangıcından itibaren Avrupa devletleri doğu bilimcileri aracılığıyla Türk düşmanlığının temelini atmışlar. Bu husus Farsların ve hatta bazı Türklerin sorumluluğunu hafifletmek değil Türk düşmanlığının Avrupa’da ne kadar köklü ve stratejik bir politika olduğuyla alakalıdır. 16. Yüzyıl Osmanlı ordusu Viyana’yı kuşattığında batılı güçler ne yapıp edip doğudan Osmanlılara bir cephe açarak Osmanlı’nın gücünü parçalamak istemişler ve maalesef başarmışlar da. Avrupalılar o güne kadar pek önemsenmeyen Şii, Sünnilik meselesini kullanarak Türkleri birbirine düşürmeyi başardılar. Çaldıran Savaşı’nda görünürde Osmanlılar kazanıp Safeviler kaybettiler. Oysaki o savaşta asıl kazananlar Avrupalılar, Ruslar ve Farslar; kaybedenler ise her iki taraftaki Türkler oldu. Çaldıran Savaşıyla Oğuz Türklüğü iki karşıt blok haline geldi ve uzun müddet birbirini yemeye devam etti. Avrupalı gezginlerin seyahatnameleri bu acı gerçeği net şekilde göstermektedir. Fransız tarihçi ve Türkolog Rene Grosse Farsçaya da çevrilmiş olan “Steplerin İmparatorluğu” adlı
kitabında Orta Asya’yı insanlığın beşiği olarak tanıtır. Atilla, Cengiz ve Timur olaylarını analiz eder. Onun da diğer Avrupalı siyasetçi, tüccar, gezgin ve misyonerler gibi asıl derdi Türk tehlikesini batıya tanıtmak ve onları parçalayarak zayıflatmanın yollarını bulmaktır.
İran’da Fars milliyetçiliği Şuubiye tarikatı ve onun önde gelen isimleri meşhur Hasan Sabbah ve Firdevsi zamanından var olmuştur. Bu akımın başından beri temel ilkelerinden birisi Türk düşmanlığı olmuştur. Yalnız Farslar tarafından bir türlü doğru düzgün organize edilemeyen Fars milliyetçiliği 19. Yüzyılda vatan, millet ve milli dil kavramlarını yanlış anlamış olan Türkler tarafından toparlanmış modern Fars milliyetçiliği ortaya çıkartılmıştır.
Esasen Türklerden oluşan Kacar ordusunun Ruslara yenilmesi ve akabinde 1828 Türkmençay anlaşmasıyla Azerbaycan ikiye bölünüp, kuzey kısmının Ruslara terk edilmesi, Rusların Orta Asya’da ilerlemesi,
Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Türklerin can damarı olan İpek yolunun önemini kaybetmesi ve onun ardından uzun süreli kuraklık ve kıtlıkların yaşanması, batıda Osmanlılar, doğuda Kacarlar’ın sürekli toprak
kaybetmesi Türklüğün gücü ve görkemine kırıcı darbeler indirmiştir. Bu dönemden itibaren ayakları Osmanlı ve Kafkaslar üzerinden batı dünyasına açılan Azerbaycan Türkleri Avrupa’daki gelişmeleri yakından kavrayınca öz eleştiri yoluna gitmişlerdir. Yalnız bu öz eleştiriden pek doğru sonuçlara varamayan Azerbaycan Türk aydınları her zaman Türklere karşı olan güçlerin ve düşünce akımlarının peşine takılmışlardır. O güne kadar Osmanlı ve Kafkaslar üzerinden batıyla tanışan Azerbaycanlıların batıdan hayali bir tasavvurları vardı. Kacar-Rus Savaşları sırasında Ruslarla ilk kez karşılaşan Türkler, onlara Firengistanlı Kazaklar
demişlerdir. Ama İngiltere’yi Hindistan’a bağlayan telgraf tellerinin Kacar Devleti’nin topraklarından geçmesiyle Türkler ne kadar geri kaldıklarını daha iyi fark etmişler ve yanlış noktadan yola çıkarak
“baştan ayağa frengileşmek” gibi bir yanlış sonuca varmışlar. Bu içten yenilmenin başlangıcıydı. Tebriz’de yetişen, Farsçayı koyu Türk şivesiyle konuşan Nasıreddin Şah artık Türk dili ve kültürünü önemsemez olup makamında Farsça konuşup, yalnız sarayda ve enderunilerle Türkçe konuşur olmuştu. Böylece Türk düşmanlığı ve Türk’ü hor görmenin yolu avam Fars halkına bile açılmıştır.
Kendisini iyice gündelik zevklere kaptıran Nasıreddin Şah Tütün Ayaklanması’ndaki politikası işlemez olunca iyice iktidarını kaybetmiş ve Kacar Devleti resmen çöküş sürecine girmiştir. Tütün ayaklanmasının bir iyi ve bir kötü sonucu olmuştur. Halkın siyaset sahnesine gelerek hakkını araması ve özgürlük kavramının dillere düşmesi iyi ve din adamlarının siyasete katılması ile din ile siyasetin karışması ise kötü sonuç oluştur. Bu
suretle seküler modernitenin yolunda büyük bir engel meydana gelmiştir. Bu yüzden geçen bir buçuk asırda İran tarihi İran halklarının diktatör rejimlerle sürekli mücadelesi şeklinde devam etmiştir. Bütün milletler
demokrasiye ulaşmak için bir kere devrim yapmış ve işi bitirmişlerdir. Oysaki İran halkları geçen bir buçuk asır içinde her kuşakta bir devrim yapmışlar ama hala asıl amaçları olan özgürlüğü elde edememişler.
Meşrutiyet devrimi ile Pehlevilerin iktidara gelmesinin arasındaki 20 yıllık sürede önemli olaylar yaşandı. Tebriz birkaç kez Osmanlı ve Rus İmparatorlukları arasında el değiştirdi; Rus ve Osmanlı İmparatorlukları çöktü. Türk aydınları başta olmak üzere dönemin aydınları yabancı güçlere karşı koyabilmek için İran milliyetçiliğine yöneldiler. Bu grup Almanya’daki Nasyonal Sosyalizm’in etkisi altında kalarak ırkçı bir çizgi izlemiştir. Ahmet Kesrevi, Kazımzade-i İranşehr ve Rızazade-i Şafak gibi Türk aydınları İslam öncesi İran mitlerine dayanan modern Fars milliyetçiliğinin temellerini atmışlardır. Kazımzade-i İranşehr tarafından Berlin’de yayınlanan İranşehr Dergisi ve Tahran’da Mahmut Avşar müdürlüğünde yayınlanan Ayende dergileri “Bir dil, bir millet, bir ülke” teorisinin gelişmesinde esas rolü üstlenmişlerdir. Öyle ki Rıza Şah iktidara gelirken Fars milletçiliğinin teorik zemini hazır bulunuyordu. Rıza Şah askeri gücün kontrolünü ele alır almaz Fars olmayan kültürleri yok etmeye yönelik geniş çaplı bir operasyon başlatmıştır.
Başta Türk mücahitler olmak üzere tüm meşrutiyet mücahitlerinin emekleri İngilizlerin bir komplosuyla heba olmuştur ve Rıza Şah gibi bir okuma yazmasını zor bilen bir diktatörün iktidara gelmesiyle her şeyden önce meşrutiyet uğruna her şeyini feda eden Türkler iktidarın hedefi haline gelmiştir.
İran’da iki çeşit Türk karşıtlığı vardır. 1. Bilinçli, siyasi, sistematik Türk karşıtlığı, 2. Psikolojik savaş amacıyla yaygınlaştırılan halk arasındaki Türk karşıtlığı. Bu tür başta fıkralar olmak üzere Türkleri aşağılamak temeline dayanır.
İran’da siyasi Türk karşıtlığı başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar tarafından ortaya atılmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü sırasında Osmanlı topraklarından aslan payı alan İngilizler “Baban bile olsa
Türk’ü öldür” sloganı ile Arapları Türklerin aleyhinde kışkırtmışlardır. Bölgede Türk gücünü tamamen çözmek isteyen İngilizler Anadolu’dan sonra ikinci Türk potansiyeline sahip olan Kacar Devleti topraklarında
Türklerin aleyhinde harekete geçmişlerdir. Edward Brawn’un yazdığı “İran Edebiyat Tarihi”ne şöyle bir göz attığımızda daha İran’da “Türk Fıkrası” söz konusu olmaz iken Farsların dilinden Türklere birkaç komik
hikâye anlatması hemen dikkat çekiyor. Brawn Türk ve Fars’ın ateş ve yağ gibi birbirinin zıttı olduğunu yazmıştır. Zaten eskiden beri Türk unsur ile Fars unsurunun pekiyi anlaşamadığı bugünkü İran coğrafyasında “Türk’ü aşağılama” olgusu İngilizlerin armağanı olmuştur.
Türk düşmanlığı Kacar Türk devletinin yıkılmasından sonra bir komplo şeklinde iktidara getirilen Rıza Şah’ın kontrolü ele geçirmesiyle ilan edilmemiş bir resmi siyaset haline gelmiştir. Gençliğinde İran’ın
kuzeyindeki Rus birliklerinde at bakıcılığı yapan ve bazı kaynaklarda soyadı “Palani” diye kaydolan Rıza Şah, Ahmet Kesrevi’ye göre Azerbaycanlılar, özellikle Tebrizlilere karşı derin bir kin beslemiştir.
Azerbaycanlıların Meşrutiyet Devrimi’ndeki başat rolleri daha sonraki diktatörlerin hepsinin Türk’ten nefret etmesine yol açmıştır.
Türkleri sevmeme eskiden var iken Türkleri aşağılama kültürünün Rıza Şah döneminde yaygınlaştırıldığıyla ilgili önemli kanıtlar vardır. Bunların en önemlilerinden olan Danimarkalı doğu ve İran uzmanı Arthur Kristiyansen’in 1922’de yani Rıza Şah’ın iktidara gelmesinden üç sene evvel yazdığı “Fars Halk Hikâyelerinde Aptallar” kitabıdır. Bu kitapta hiçbir Türk veya Reşt [genelde Farsların müstehcen fıkralarına maruz kalan diğer bir etnisitenin merkez kenti] fıkrasına rastlanmamaktadır. Kristiyansen’in kendi yazdığına göre Farslar fıkra anlatırken bölge olarak Mazenderanileri, Toplumsal kesim olarak mollaları, kişi olarak Yezid İbn-i Muaviye’yi kullanırlarmış. Kristiyansen o dönemde yayınlanmış üç latife kitabı, Cevahir-e Ukul, Riyad-el Hikayat ve Lletaif-el Zerayif kitaplarından çok sayıda örnekler aktararak Hams şehrinin hikâyesini de tam şekilde anlatmıştır. Onun hedefi kimi zaman halkın din ile dalga geçtiğini anlatmak olmuştur. Mazenderanilere fıkra anlatılmasının nedeni Kacar döneminde o yörede yaygınlaşmış Babiyet Fırkasının çerçevesinde örgütlenmiş yöre halkın merkezden gönderilen güçleri bozguna uğratması ve Kacar Devleti ile Şiiliğe karşı tehlikeli bir hal almış olması olmuştur. Barfiruş (Amol ve Babol) bölgesinde Babilerin son direnişi kırıldıktan sonra o bölge merkezin kahrına uğramış ve yöre insanı Babi diye aşağılanmıştır. Reşt’li fıkrası da Mirza Küçük Han liderliğindeki Gilan Sosyalist Cumhuriyeti’nin yıkılışından sonra ortaya çıkmıştır. Kültürel yapı
itibariyle kadın erkek ilişkisinin daha serbest olması sebebiyle kadın hakları hareketinde öncü rol alan Gilan halkı tutucu muhafazakâr Şii kültürü tarafından yanlış algılanmış ve dolayısıyla son derece namuslu
ve tarihen oldukça cesur ve savaşçı bir halk olan Gilekler ne yazık ki Farsların müstehcen fıkralarına konu olmuşlardır
Azerbaycan Özerk Hükümeti’nin (1945) yıkılışından sonra daha da yaygın hale getirilmiştir. Öyle ki çağdaş Türk ve Fars edebiyatının parlayan yıldızı “Şehriyar”, Farsça yazdığı “Ala Tehraniya ensaf mikon, her toi ya men” [Ey Tahranlı insaflı davran, eşek sen misin yoksa ben] adlı ünlü şiirinde bu haksızlığa son derece çarpıcı bir cevap vermiştir. Şehriyar Türkçe yazdığı başka bir şiirde şöyle der
“Tahran’ın gayreti [liyakati] yok Şehriyar’ı saklamaya [barındırmaya], Gelmişem Tebriz’e ki yakşı [iyi] yaman [kötü] bellensin
Sadi’nin bağ-ı gülüstanı gerek haşre kadar, alması selelenip, hurması zembillensin [sepetlere dizilsin]
Lanet ol
- bad-i hazane [son bahar yeline] ki Nizami bağının bir yavan gülbeserin [hıyarın] koymadı[müsaade etmedi] kaküllensin
Şehriyar “Türk’ün dili tek [gibi] sevgili istekli [istenen; sevilen] dil olmaz” matlalı başka bir şirinde Türk dilini en ince duygularıyla över. Şair Muhammed Birya’nın “Gel men ölüm Hasan dadaş, az bize zurna çal görek” isimli şiiri 1945’de Tahran radyosundan Azerbaycan Milli Hükümeti’ni karalamaya çalışan Hasan Nezih-i Tebrizi’ye cevap olarak yazılmış, yalnız o dönemdeki Türkleri aşağılamanın bir görümünü çizmektedir.
Hasan Nezih 1979 devriminden sonra kısa bir dönem petrol bakanlığı yapmıştır. Yalnız Humeyni sesinin kesilmesine emir verince Kum’da Ayetullah Şeriatmedari’nin evine kaçıp Azerbaycan mücahitlerine sığınarak canını kurtarmıştır.
Avam halk Türk karşıtlığı da bir psikolojik savaş olarak sistematik siyasi Türk karşıtlığının tamamlayıcısıdır. Avam halk arasındaki Türk karşıtlığı daha çok Türk dili ve kültürünü aşağılama veya Türkleri düşük zekâlı insanlar gibi gösteren fıkralar şeklinde dışa vurmaktadır. Özellikle bu husus son on beş yılda çok daha fazla yaygınlaşmış ve hatta Türklerin tepkisini çekerek resmi yerlerde bile fiziksel çatışmalara neden olabilmektedir. Tahran’ın Firdevsi sinemasındaki Mahisifet skandalı bu hususun en çok yankı bulan örneklerindendir. [Bu olayda resmi bir törende Türkler hakkında fıkra anlatan Mahisifet isimli bir komedyen Azerbaycanlı öğrenciler tarafından dövülerek hastanelik edildi]. Bu fıkraların temeli İslam Cumhuriyeti’nin kültürel politikalarına dayanır. Tahran yönetiminin yürüttüğü Türk karşıtı kültürel politika sayesinde son derece yaygın hale gelen Türk aşağılaması mezhebi törenlere bile taşınmıştır. Sitelereçıkan haberlere göre Tahran’ın merkez meydanlarının birisinde oynanan bir dini açık hava tiyatrosunda canlandırılan Kerbela vakasında İmam Hüseyin ve arkadaşları akıcı Tahran şivesinde Farsça konuşurken Şii kültüründe kötülük simgesi olan Yezid, Şümür ve Harmala gibi şahsiyetler Farsçayı Türk şivesiyle konuşmaktalarmış. Dini resimlerde Şii imamları İrani simada çizilirken Yezid ve kâfirler Türk-Moğol simasını çağrıştıran çekik göz ve eski Türk tarzı uzun, burulmuş bıyıklarla çizilmektedir.
Mizah uzmanları tüm dünyada fıkralara yirmi iki esas konu tespit etmişlerdir. Bu konuların en yaygını seks ve dindir. Özellikle askeri ortamlarda daha çok seks motifi fıkralara konu olmaktadır. İran’da ise bu konuların her ikisi de kırılmaz ve dokunulmaz tabular olduğundan komedyenler ve palyaçolar bu konulara kesinlikle yaklaşamazlar. Bu durumda Fars olmayan milletlerle dalga geçmek başlıca konu haline gelmiştir ki çoğu zaman bu şakalar mizah haddini çoktan aşmıştır. Özellikle İran – Irak savaşının ilk yıllarında ordu ve devrim muhafızı askerlerini cennet vaadi ve Şii mezhebi ağıtlarla heyecanlandırarak düşman karşısına gönderilmeye
çalışılıyordu. Fakat bu yöntem savaş sonlarında sonuç vermemeye başlayınca askerleri eğlendirerek moral vermeye çalışıldı. Eğlendirme yöntemlerden birisi de fıkra olmuştur. Cephelere gönderilen fıkra anlatanlar ve komedyenler seks, din ve siyaset gibi konulardan uzak durmaları gerektiğinden doğru, başta Türkler olmak üzere, Fars olmayan İran halklarıyla dalga geçmeye yönelmiştir. Savaşı yönetenlerin bu işi aşağılayıcı fıkra kültürünü daha da yaygın hale getirip, daha da kötüsü meşrulaştırmıştır. Şimdi o yılların sayesinde radyo ve televizyonda, gazete ve dergilerde, hatta resmi törenlerde bile bu tarz fıkralara rastlamak mümkün olmuştur. Mana Nistani’nin de karikatürü işte bu zehirli ortamın bir ürünüdür. Verilen tepki ise biriken bir öfkenin sonucudur.
Avam halk Türk karşıtlığı ile sistematik devlet Türk karşıtlığı arasında başka bir Türk karşıtlığı tanımlamak mümkündür. Biz ona ideolojik şaşırma Türk karşıtlığı diyoruz. Bu kesim kendisini demokratik, çağdaş düşünceli ve insan hakları savunucusu olarak tanımlar. Hatta bu yolda hapse girip, işkence bile görür. Ama İran’da Fars olmayan milletler meselesine gelince tipik bir Fars tepkisi verirler. Enternasyonalistiz derler ama Azerbaycan’ı Huzistan’ı ve Bellucistan’ı Türksüz, Arapsız ve Beluçsuz severler. Onlara göre İran milleti sadece Farslardan ibarettir ve bu konuda asla taviz vermezler. Mevcut rejimlere karşı mücadele verip, sol veya liberal örgütlere bağlı olduklarından aydın veya siyasi aktif olarak bilinirler. Ama sahip olduğunu iddia ettikleri konumun standartlarına uymaz, hakkını vermezler. Bu insanların vatan ve milletten verdiği tanım, Rıza Şah ve Paniranistlerdin tanımından pek farklı değil. Belki bu yüzden de İran toplumu tam anlamıyla özgürlükçü aydınlar yetiştirememiştir.
Rıza Şah İran’da Fars’a ait olmayan her şeyi silip atmaya çalıştı. İran’daki iddia ettikleri 2500 yıllık tarihlerinin bin sekiz yüz yılını Türklerin egemenliğinde yaşayan Farslar hiçbir zaman kültürel dayatmaya maruz kalmadıkları halde 1000 senelik bir aradan sonra iktidara gelir gelmez (veya daha doğrusu getirilir getirilmez) Türkleri mahvetmeye koyuldular. İslam Cumhuriyeti de kültürel olarak Pehlevi rejiminin çizgisini devam ettirmiştir. Rafsancani Fars dilini İslam dünyasının dili yapmak istediğini ve Hatemi İranlılığın iki temelinin İslam ve Fars dili olduğunu açıkça söylemişlerdir. Bu zatlar, bu düşünceleri İran anayasasının 15. maddesini hiç hatırlamadan belirtiler. İran İslam Cumhuriyeti anayasası 15. maddesi şöyle der
“İran halkının [dikkat çekelim millet değil halk sözü kullanılmıştır] ortak resmi dil ve yazısı Farsçadır. Resmi evrak, yazışmalar, metinler ve ders kitapları bu dilde olmalıdır. Ama Farsçanın yanında yerel ve etnik dillerin medyada kullanılması ve okullarda edebiyatının okutulması serbesttir.
Anayasanın bu maddesi hiçbir zaman uygulanmadı. Fakat bu maddenin varlığı anayasanın yazıldığı dönemde böyle bir isteğin var olduğunun en açık kanıtı ve bugün ise Fars olmayan milletlerin böyle bir hak sahibi olduğunun yasal dayanağıdır. İran İslam cumhuriyeti üst düzey yetkililerinin bazılarının Türk kökenli olması bazı Türk düşmanlarının elinde koz olmuştur. Oysaki bizim sorunumuz kişilerle değil sistemledir. O makamlarda bulunan herkes kim olursa olsun o sisteme hizmet verecektir ki zaten belli bir fikir yapısına sahip olmayan şahısların o konuma gelebilmesi de imkânsızdır. Dolayısıyla söz konusu şahısların soy kökünün hiçbir önemi yoktur. Bu örneklere dünyada bolca rastlamak mümkündür. Örneğin Stalin Gürcü olmasına rağmen Rus milli çıkarlarını savunmuştur ve onun
zamanında Ruslar Gürcülere “Kara …” diyerek Gürcülerle beraber Stalin’in
kendisini de aşağılamaya çalışmışlardır
Sonuç
Güney Azerbaycan Mayıs-Haziran Ayaklanması bir kez daha İran’da Fars olmayan milletler meselesini siyasi tartışmaların başlıca gündemi haline getirdi. Bu tartışma daha yerini bulmamış, hala İran’da Fars olmayan milletler meselesini kabul etmek istemeyenler mantıkdışı ve saldırgan tavırlar sergilemekteler. Oysaki onlar istemeseler de konu İran’da en özel düşünce ortamlarında tartışılmaktadır. Paniranistlerin eski ve tek kalıplı metot ve mantıkları, Berlin Duvarı’nın kaldırılmasından sonra onların hiçbir ideoloji güncelleştirmesi yapmadıklarını göstermektedir. Yalnız karşı tarafta Fars olmayan İran halklarına mensup aydınlar son 20 yılda uzun mesafeler kat ederek dünyaya büyük bir açılım yapmış ve gün geçtikçe kırmızıçizgileri daha da fazla zorlamaktalar. Ki İran’ın iki temel taşından birisi olan Türk nüfusuna mensup aydınların büyük ölçüde karşı
safa geçmesi, İrancıların safında kırıcı bir güç kaybına neden olmuştur. İrancı güçler devlet mekanizmasını yanlarında bulundurmalarına rağmen her ne kadar şimdilik saldırgan davransalar da kaybettikleri kan
nedeniyle her gün biraz daha savunma moduna itilmekteler. Onlar bu tehlikeli kumarla kendi kaderlerini ideolojik çöküş kanserine müptela olan İslam Cumhuriyeti’nin kaderine bağlamaktalar. Paniranist aydınlar geçen bir sene içinde üç büyük etnik ayaklanmanın çıktığından bazı sonuçlar çıkarmalılar. Aksi takdirde uğrayacakları hayal kırıklığı korkunç olacaktır.
İlk başta cumhurbaşkanı birinci yardımcısına mensup edilen mektubun yayılmasıyla Huzistan’da Arap ayaklanması çıkmıştır. Daha sonra İmam Ali dizisinde Sünnilere edilen hakaret nedeniyle Sünni olan Kürdistan ve Belucistan eyaletlerinde ayaklanma meydana gelmiştir. Son olarak Azerbaycan’da karikatür ayaklanması ortaya çıktı. İran’da Türk nüfusu oldukça yüksek bir kapasiteye sahiptir ve dolayısıyla Türkler istemeden İran’da hiçbir değişiklik olmamıştır. Yalnız nüfus potansiyeli, devletçilik geleneği ve tarihsel yetenek itibariyle Türklerin istedikleri değişiklikleri yapabilecekleri de bir gerçektir. Yüz binlerce Türk eylemcisi son
olaylardan sonra Babek kalesinin bulunduğu Karadağ zirvelerinden şehirlere indi, Bu ise tehlike çanlarının çalındığı anlamına gelir.
İran İslam devrimiyle İran’da etnik sorunun çözüldüğünü iddia eden Bernard Orkad’ın teorisine rağmen son olaylar gösterdi ki
Uyumuş kurtlar baş kaldırıp, ulumaya başlamışlar!!!
Maşallah REZMİ
Yazının orjinalı Farsçadır. Türkiye Türkçesine çeviri yapılmıştır.