Gönderen Konu: TÜRK DEVLET FELSEFESİ  (Okunma sayısı 5528 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı İsmail İpek

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 663
TÜRK DEVLET FELSEFESİ
« : 16 Ocak 2012 »
Bu akademik yazı HunTürk.Net kaynak gösterilmeden paylaşılamaz.

TÜRK DEVLET FELSEFESİ

   
   Türklerde Devlet kavramı : Devlet : Bir hükümet idaresinde teşkilatlandırılmış olan siyasi topluluk.(1) Devlet kurmak millet olmanın tabii bir gereği değildir. Hiç devlet kurmamış milletler tarihte mevcuttur. Ama Türk milletinin “devlet kurma” tecrübesi çok eskilerden başlayıp aralıksız devam etmiştir. Bu devlet hayatı Türk milletinin şuurunda kök salmıştır. Türk milleti, bekasını devletiyle bir gördüğü için tarih boyunca Türk devletlerinde biri yıkılırken diğeri onun boşluğunu doldurmuştur.

   Farklı mekanlarda kurulmuş olmalarına rağmen Türk devletlerinde aynı özellikler, aynı telakkiler görülmesi Türklerde mevcut devlet felsefesine delildir. Bu felsefi temelde; devletin nazariyelerle değil toplumun eğilimlerine ve günün şartlarına göre kurulabileceği esas alınmıştır.

   Göçebelik döneminde her an baskına maruz kalma ihtimali her ferdin devlet hayatında görev almasını icap ettiriyordu. Her bireyin ne yapacağını bilmesi onlarda “düzen” fikrini yerleştiriyordu. Ayrıca büyük kitlelerin göç hareketlerini organize etmek sıkı bir “disiplin”le mümkündü. Bu düzen ve disiplin unsuru Türklerin devlet kurmalarında önemli fayda sağlamıştır.

   Devleti etkileyen önemli faktörlerden biride o milletin “dini”dir. Eski yunanda tanrılar belli bir siteye aitti, ve yabancıların o siteye girmesine müsaade edilmezdi. Bu kapalı din, “kapalı bir devletin” yani “site devletinin” doğuşuna sebep oldu. Türk milletinin bir dünya devleti kurmayı amaç edinmesinin itici gücünü Türklerin dininde aramak gerekir.

   
   Milletler felsefelerini hayattan alırlar. Dinleri, soyları, sosyal içgüdüleri tarihi gelişmeleri kültür düzeyleri ekonomik durumları felsefelerini etkiler. Felsefeleri de efsanelerinde, masallarında, destan, atasözü ve deyimlerde gizlidir. Milletler devletlerine de kendi felsefelerine göre anlam verirler.

   Orhun Abidelerinde “il” kelimesi devlet anlamında kullanılmaktadır.(2) Kaşgarlı Mahmud’un lugatın da da “il”in “sulh,barış” manasında kullanıldığı görülür. “il” kelimesinin bu 2 değişik anlamı Eski Türklerde “barış” ile “devletin” birbirine nasıl bağlı olduklarını gösterir. “il” eski Hunlar dan beri toprağı ile halkını töreye uygun şekilde koruyan içerde barışı sağlayan bir kuruluştur. Devlet idaresi genel olarak “tutmak” fiili ile ifade edilirdi. Devletin yıkılışı “il kaybolmuş, kaçışmış” gibi kelimelerle ile ifade edilirdi. Devlet  kurmak “kazganmak” şeklinde ifade edilirdi.

   Eski Türklerdeki “il” kelimesinin yerini bugünkü Türkçe’de İslamiyet ile dilimize giren “devlet” almıştır. Batı dillerinde devleti ifade eden kelimeler Latince “durmak” “yerleşmek” “ikamet etmek” manalarındaki “state” fiilinden yapılan “status” dan gelen “etat” “state”, “stat” gibi kelimelerdir. Devlet, D.V.L kökünden alınmış bir isimdir. D.V.L nin anlamı ise “hareket ettirmek, döndürmek dolaştırmak, işleri çekip çevirmek” tir Yani Latinler devlete ”statik” müslümanlar ise “dinamik” bir değer atfetmişlerdir. Latinler yerleşik olmayan topluluklara devlet denmeyeceğini ifade etmektedirler.

(1) Ferit Develioğlu ; Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugatı S.181
(2) Muharrem Ergin ; Orhun Abideleri S.98

Çevrimdışı İsmail İpek

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 663
Ynt: TÜRK DEVLET FELSEFESİ
« Yanıtla #1 : 16 Ocak 2012 »
Türk Devletinin Doğuşu

   Yüzyıllar boyu yaşanan müşterek olaylar toplumları millet olma yoluna doğru iter. Tarihi yapanlarda yine büyük milletlerdir. Toplumlar yaşadıkları coğrafyanın etkisi altındadırlar. İlk Türkler Orta Asya bozkırlarında tarih sahnesinde göründüler. İktisadi uğraşları hayvancılık olan bu ilk Türkler için Orta Asya otlak ver su bakımından pek cömert değildi. Konar-göçer topluluklar halinde idiler. Düşmanla ne zaman karşılaşılacağı bilinmediğinden her an savaşa hazır olmak zorundaydılar. Böyle bir tehlike altında yaşayan insanların teşkilatlanmaya önem vermeleri tabii idi.

   Devlet ailelerin bir genişlemesidir. Hayatın haşinliğine karşı mücadele gücünden yoksun çocukları korumayı gaye edinen ailenin en önemli özelliği Türk devletinin de bir özelliği haline gelmiştir. Türk devleti “babalık” görevini yüklenmiştir. Türk hakan çadırlarının kubbeli olması göğün yerdeki sembolü kabul edilmiştir. Eski Türklerde gök kubbesi devletin, çadır ise ailelerin örtüsü olarak düşünülmüştür. Birinin altında devlet diğerinin altında aile kurulmuştur.(4)

İlk Türk toplumunun meydana gelmesinde aile bağlılığının yanı sıra zorla karşılaşmak, tehlikelere karşı bir araya gelmek, geçimi daha kolay sağlamak gibi faktörler de rol oynamıştır. Bu değişik faktörlerle oluşan topluma “boy” (bod) deniliyordu. Boy beyleri cesareti, doğruluğu, mali kudreti ile tanınan kişiler arasından seçilirlerdi. Her boyun arazisi ve silah gücü vardı. Mülkü ve hayvan sürüleri diğer boylardan ayırt edilmektedir.

Bir boy herhangi bir yolla büyük bir nüfuz kazanmışsa onun beyi, boylar birliği olan ”budun” un başbuğu olurdu. İlk siyasi birlik olan boyun bünyesi sağlamlaşıp toprağı genişledikçe boy beyinin çok güçlenmesinden dolayı beyin ailesi “sülale” özelliği kazanırdı. Güçlü bir boyun diğerlerini hakimiyetine alması hayatın kanunu idi. Böyle durumda toprak genişler nüfus artardı. Ama bunlar bir devletin teşekkülü için yeterli değildir. “Velayet-i amme” denen yasama ve yürütme nosyonunun doğması ve bununda budun’a intikali gerekir.
Beylerin yetkileri il beyine karşı sınırlanırdı. Çeşitli yetkilerle karizmatik bir havaya bürünen hanedan devletin mihrakı durumuna gelmiş ve uzun ömürlü hanedanlar kurulmaya başlamıştır.

   Ziya Gökalp eski Türk toplumunun geçtiği merhaleleri altılı bir ayrıma tâbi tutmuştur; Aile, soy, sop, boy, uz, il(devlet). İlk 3 zümre ailevi karakterdedirler. Kan bağı bunlarda kurucu unsur sayılır. Siyasi karakterleri ikinci plandadır. Son 3 zümrede ise zayıflayan kan bağı yerini belli ölçüde ülke birliğine bırakmıştır. İçlerinde idare edenler –edilenler farklılaşması vücut bulmuş kısaca aile olmaktan çıkmışlardır.

   Türk milleti devletini “töre”sine göre kuruyordu. Töre geçmişten geliyor geleceğe yön veriyordu. “Devleti ellerine alıp töreyi tesis ettiler” gibi abidelerdeki ifade törenin önemini gösterir. Toprağın üstün tutulduğu yerleşik ile birinci planda devlete yer veren bozkır kültürü arasında fark vardır. Hint-Avrupalı toplulukla “baba” sıfatını “vatanlarına” verdikleri halde Türkler bu sıfatı “devletlerine” vermişlerdir. Hint- Avrupalılar daha kolay olan yerleşik hayatı
tercih ettikleri için işgale katlanıyorlardı. Türkler ise varlıklarını bağımsızlıkları ile bir görüyorlardı. Türk devleti Çin’in kıyısında tarih sahnesine çıkmıştı. Bu kalabalık devlete karşı
Göçebelikle varlığını koruyabilirdi. Ancak bu göçü devlet düzen ve disiplininde gerçekleştirebilirdi. Bundan dolayı Türklerde “devlet” topraktan daha önemli hale gelmiş ve “devlet baba” olmuştur. Toprak ise devlet babanın koruyuculuğunda “ana vatan” olarak ifade edilmiştir.

(4) Mehmed Niyazi ; Türk Devlet Felsefesi S.26

Çevrimdışı İsmail İpek

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 663
Ynt: TÜRK DEVLET FELSEFESİ
« Yanıtla #2 : 17 Ocak 2012 »
Türk Devletinin Unsurları

    Kamu hukukçuları Türk devletini oluşturan unsurları 2’ye ayırırlar. Hazırlayıcı ve meydana getirici unsurlar. “Ülke” ve “Nüfus” hazırlayıcı. “Hakimiyet” meydana getirici unsurlardır.

    1) Ülke : Eski Türkler “ülüş” dedikleri ülkeye hiçbir zaman kuru toprak parçası olarak bakmazlardı. Ülke kutsal törenin tatbik edildiği yer olduğu için kutsaldı. Ülkesiz bir topluluğun devlet kurması düşünülemezdi. Milletlerin ülke anlayışları farklıdır. Mesela : Eski Yunanlılar için en ideal site halkının ekip biçtiği yerlere kadar uzanan ülke idi. Aynı dönemde Türkler ise “gökyüzü çadırımız” diyerek ülkelerinin çok geniş olmasını arzuluyorlardı. Ülkenin devletin esası olduğu görüşü Türklerde eskiden beri yerleşmiştir.  Hun hükümdarı Mao Dun (Mete) komşuları Tunguzların at ve kadın isteklerine itiraz etmemişti. Fakat çorak işe yaramaz bir toprak parçasını istemelerine çok kızmış devletin malı olan toprağın başkalarına verilemeyeceğini söyleyerek Tunguzlara savaş ilan etmiştir.(5) Türk milleti vatanına sahipken hem korumayı hem de “gökyüzü çadırımız” diyerek sınırlarını genişletmeyi amaç edinmiştir. İslamiyet vatan sevgisine derin boyutlar getirmiş onu korumayı İslam-i görevler arasında mütalaa etmiştir.

    2) Nüfus : Gelişi güzel bir araya gelmiş insanlar devletin nüfus unsurunu meydana getirmez. İnsan unsuru çeşitli sebeplerin etkisiyle bir araya gelmiş birbirine bağlı, devlet kuracak ve yaşatacak olgunluğa erişmiş olmalıdır. Türk devletlerinin temel gayelerinden biri de dağınık Türk boylarını bir araya getirmektir. Halk kelimesinin karşılığı eski Türklerde “kün” idi.

    Oğuz destanında “Halkımız çok olsun” cümlesinden nüfusun önemini Türklerin çok eski çağlarda kavradığını anlarız. Şehirleri zapteden halkı öldüren Cengiz Han’a Doğu Türkistan’ın Hami şehrinden gelen Tapan adında bir Türk şöyle demişti; “Siz insanları öldürüp toprağı boş bırakıyorsunuz. Halbuki devlet insanla topraktan meydana gelir.”(6) Bu örnek nüfus’un önemini sadece devletin değil halkında idrak ettiğini gösterir.

    İslamiyet de nüfus’un çokluğuna ve kalitesine önem vermiştir. Nüfus’un öneminin idrakinde olan Türkiye Cumhuriyetinin ilk yöneticileri tedbirlerle devletin nüfus’unun arttırılmasına çalışmışlardır. T.C’ de nitelikli nüfus yapısı oluşturulduğunda dünyada söz sahibi olabilir.

    3) Hakimiyet : Bir istila halinde toprağa yerleşik köylü yaşamak için baş eğmek zorunda kaldığı halde Bozkırlı Türk hür iklimlere göç ederdi. Hayat şekilleri bağımsızlığı Türk milletinin karakteri haline getirdi. Abidelerde bağımsızlıktan mahrum bir millet ölmüş kabul edilmektedir. Hakimiyeti iyi kullanamayan kağanlara halk itaat etmezdi. Kağan hakimiyet unsuru değil; hakimiyeti kullanan yüksek bir yetkili idi. Bir millet azınlık olarak bir devlette yaşayabilir ama ideali kendi devletini kurmaktır. Türkler İslâmiyet’i kabul edince devletlerini ona göre düzenleyip geleneklerinde İslam ile çatışmayanları devam ettirdiler. Hakimiyet anlayışları da İslâm-i mahiyet aldı. Hakimiyetin kaynağı 3 çeşittir.

    Oğuz destanına göre Oğuz Han karizmatik bir şahıs idi. Hakimiyeti ilahi menşeden almıştı. Yönetme hakkı hükümdara Tanrı tarafından ilahi bir lütuf olarak verilmişti. “Kut” diye nitelendirilen bu anlayış Türk devletlerinde yönetici aileye bağlılığı kuvvetlendirmiştir. Kut; Devlet, baht, iyilik, talih anlamındadır. Tanrının bu yetkiyi vermesini ülüg (kısmet) olarak tanımlarlardı. Türk hakanları adete göğün yerdeki temsilcisi gibidir. Atilla 451’deki “Katalanum savaşından” bir gün önce şaman’ a  ; “söyle bakalım yarınki savaşın galibi yada malubu  kimdir?” dedi. Şaman ; “sen Tanrının kılıcısın” cevabını verdi.

    Göktanrı inancı bütün Türk milletinde hakimdi. Tanrı vergisi Kut’a sahip olan tahta çıkar görevini yapabildiği sürece orada kalırdı. Başarılı olamazsa Tanrının Kut’u geri aldığına inanılır ve tahttan düşerdi. Türklerin ilahi kaynaklı hakimiyet telakkisi başka milletlerinkinden farklıdır. Hunlar dan beri hakimiyetin ilahi kaynaklı olduğu kabul edilmekle birlikte hakanlara herhangi bir ulühiyet atfedilmemişti. Tanrı tarafından Kut verilmiş bir insan kabul edilmektedir. Başka kültürlerde kralın şahsıda ilahi meşeli kabul edildiğinden “kral hata yapmaz” fikrini de beraberinde getiriyordu. Türk anlayışında ilahi olan görevlendirmedir. Hakan iyi veya kötü, bilgili veya bilgisiz olabilir.

    Türk hakimiyet telakkisine göre kut babadan oğla geçerdi. Kut irsen geçse de buna sahip olabilmek için gerekli başka özellikler vardı. Hazarlarda umumi felaketler hakandan kut’un gittiğine delalet eder ve idam edilirdi. Eski Türklerde hakan devleti töreye göre yönetirdi. Yani yönetim hakimiyete kanuni bir mahiyet verirdi. Türkler İslam’ın kabulünden sonra İslamiyet ile çatışmayan geleneklerini devam ettirdiler. Kut’a İslam-i bir anlam verdiler. Onu Allah’ın takdiri veya nasibi olarak yorumlamışlardır. İslam inancında Allah kadir-i mutlak dır. İnsan nasibinde varsa devlet başkanı olabilir.

    Eski Türk devlet geleneğinde hükümdarlık Oğuz Han soyuna aitti. “Kut” bu soyda tecelli ederdi. Mesela Timur Oğuz Han soyundan gelmediği için Han veya Sultan ünvanını alamamıştır. Emir olarak kalmıştır. Osman Gazi hakimiyetin bir nasip olduğunu ; “Ona sultanlık veren Allah bana da hanlık verdi” sözleriyle ifade ederdi. Osmanlıda hakimiyet İslam-i kaynak dan veya Türk menşeinden gelirdi. Osman Gazinin Edebalı’ nın  evinde uykuya varmadan evvel Kur’ an’a gösterdiği hürmet İslam-i motifi, rüyasında göbeğinden ağaç çıkması Orta Asya, eski Türk motifinin bir tekrarı olarak tasvir edilebilir.(9)

    Türkiye Cumhuriyeti, hakimiyetin kaynağı anayasada “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” şeklinde ifade edilmiştir.


 (5) Muhammed Şahin ; Türk Tarihi ve Kültürü S.24
 (6) Ögel ; Türk Kültürünün Gelişme Çağları, C.II S.28
( 8 ) Necati Kotan; Tarih Fıkraları S.14
 (9) Ahmet Uğur, Osmanlı Siyaset nameleri S.84

Çevrimdışı İsmail İpek

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 663
Ynt: TÜRK DEVLET FELSEFESİ
« Yanıtla #3 : 18 Ocak 2012 »
Devlet Başkanlığı ve Hâkimiyetin Kullanılması

En başarılı devlet adamları sorumluluğunu üzerine aldığı milletin kültürünü en çok temsil edebilme kabiliyetine sahip şahsiyetler olmuştur.(10) İyi bir hükümdar himayeyi, çaresize el uzatmayı ve bunlarda karşılık beklememeyi içeren “beylik gururuna” sahip olmalıdır.

Eski Türklerde hakanlar hakimiyeti töreye göre kullanırlardı. İslam’ın kabulü ile İslam hukuku ve töre dikkate alındı. Osmanlı toplumunun etnik yapısı meşruti sisteme elverişli değildi. Azınlıklar meclisi bağımsızlık kavgalarının verildiği bir yer kabul ediliyordu. Ancak aydın zümre meşruti idareye bir romantizm ile bağlıydı. İçte ve dıştaki gaxxlerle meşruti idare kaldırıldı. Sıkıyönetimle başladı. T.B.M.M’ nin anayasasında “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” maddesi yer aldı. Savaş yılları hâkimiyeti milletin kullanmasına izin vermedi. 1924 anayasasında ise anayasa milletin oyuna sunularak hâkimiyetin sahibinin onayından geçirilmek ihtiyacı duyulmadı. Hâkimiyet “millet adına” gerekçesiyle başkalarınca kullanıldı.

İstişare hem eski Türklerde hem de Türk İslam devletlerinde önemliydi. “Kurultay” , “Kageş” bu amaçla oluşturulmuştur. İbni Batuta Türklerin yılda bir kere toplanarak Hakanın töreye uygun hareket edip etmediklerini kontrol ettiklerini söyler. İslam da zalim hükümdara isyan etmeyi İslam-amne hukukunun parçası haline getirmiştir. T.B.M.M’ nin 1961 ve 1982 anayasalarında iktidarın tasarruflarının anayasaya uygunluğunu kontrol için Anayasa mahkemeleri kurulmuştur.

İlk Türklerde göç halinde yaşayabilmek bozkırda dağılıp yok olmamak için teşkilat çok önemliydi. Devlet teşkilatı din, töre, coğrafi yapı, hayat tarzı vs. ile yakından ilgilidir. Kur’an da devlet şekline ve müesseselerine dair bir ayet bulunmaması anlamlıdır. Bunun sebebini İslamiyet’in bütün insanlığa ve zamanlara hitap etmesinde aramak gerekir. İslam-i esaslara sahip devlet despotizme kapalı hürriyetlere açık bulunmak zorundadır.(11)

Hakansız devlet düşünülemezdi. Şaman dualarında yurdun Hakansız kalması kıyamet alameti sayılırdı. Türk kağanları kudretlerini “Gök”ten alırlardı. Gökte bir güneş olduğu gibi yerde de  bir kağan bulunmalıydı.(12) Türk hükümdarları ; Han, Hakan, Kağan, Tanhu, Gazi, Hüdavendigar, Padişah, Sultan gibi ünvanları değişik dönemlerde kullandılar. Uygurlarda bir prensesin hükümdarlık tahtına oturduğu bilinir. Tahta oturmasa bile padişah hatunları devlet siyasetine yön veren önemli unsurlardandı. (Terken Hatun, Hürrem Sultan vs.) Tahta geçen şehzadenin annesi Türk olmak zorundaydı. Hakanın kurultayda seçilmesi köklü bir devlet geleneği idi.

 Tahta çıkma merasiminde otağ kainatın Hakan güneşin sembolü idi. Eski Türk devletlerinde veraset yasasının kesin olmaması yüzünden hükümdarın ölümünden sonra çoğunlukla taht kavgaları olurdu. Hâkimiyet hanedanın ortak malı idi. Hanedan ve üyeleri de kutsal kabul edilirdi. Hanedan üyelerinin idamında kanları akıtılmaz, yay kirişi ile boğulurdu. Bu Osmanlıda da devam etti.(13) Cumhuriyet döneminde devlet başkanlığına geliş yolları Anayasalarda gösterilmiştir. Hakimiyet sembolleri; otağ, taht, tuğ; davul, sorgua, alem, unvan ve lakaplar, bayrak, taç, saray idi. İslamiyet ile hutbe, sikke, çet, vs. de bunlara eklendi.
Devleti kurma ve düzene koyma. Açı doyurmak, çıplağı giydirmek, milleti çoğaltmak asayişi sağlamak hükümdarın görevlerinden bazılarıdır. Yeni alınan yerlere “kandurma” yani “yerleştirme” ve “iskân” politikası da Türk Kaanlarının önemli vazifelerindendi. Türk kağanları iskâncı idiler.(14)

(10) İbrahim Kafesoğlu ; “Milli Kültür ve Siyaset”, Türk Kültürü S.646
 (11) Niyazi ; a.g.e S.68
 (12) Erol Güngör ; Tarihte Türkler S.54
 (13) Gas yer

Çevrimdışı İsmail İpek

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 663
Ynt: TÜRK DEVLET FELSEFESİ
« Yanıtla #4 : 19 Ocak 2012 »
TÜRK DEVLETİNİN AMACI

a) Yurt Edinme: Türk devletlerinin bir amacı ele geçirdikleri yerlere düzen getirmek oraları vatan etmektir. Bir yeri ele geçirmek değil elde tutmak önemliydi. Bu ise belli bir nüfusun o yere yerleştirilmesi ile “iskân siyasetiyle” olurdu. Sınırlar genişledikçe hâkimiyetin her yere ulaşması için çeşitli Türk boylarına “yurtluk” verilirdi. Buna Türk devlet geleneğinde “orun” denirdi. Bu Oğuz Han töresi olup İslamiyet ile de devam etmiştir.

b) Barış : “İl” kelimesinin bir anlamı da “barış” idi. Barış olan ortamda halkın huzuru büyük ölçüde sağlanmıştır. Türk devletleri de iç ve dış huzurun sağlanmasına çok önem verirlerdi. Göktürkler bunu: “Gökte ve yerde nasıl düzen varsa devlette de aynı şekilde olmalı” diye ifade ederlerdi. “Tüz” kelimesi içerdeki asayişi ifade ederdi. Hükümdar devletin asayişini sağlayamazsa Kut’un Tanrı tarafından geri alındığına inanılırdı. Türk tarihinin kaynaklarında kılıçtan geçirilen düşman sayısı ile övünüldüğü görülmemiştir. İslam’ın temel ilkelerinden biride “barış”tır. Müslüman olan Türkler tabii olarak İslamiyet’in barışçı ilkesini de benimsediler. Savaşta önce barış teklifinde bulunmaya özen gösterdiler. Osmanlı her an kendine karşı organize haçlı ruhuyla karşılaşmasına rağmen hristiyanlara kin beslemedi. Sessiz sakin şehirleri nice bilginlerin durağı oldu. Türkler hiçbir zaman yaptıkları antlaşmaya sadakatsizlik göstermediler. Barış yaptıkları devletin zayıf anını kollamadılar.

c) Cihan Hakimiyeti : Bir devletin insan unsuru o devletin amacını şekillendirir. “At” sayesinde elde edilen sürat , daha ilk çağlarda “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” ülkelere hakim olmak duygusunu onlarda uyandırmıştı. Türklerde kağan yeryüzünün hükümdarı olarak düşünülürdü.(15) Türk kağanları “Tanrının varlığı” ile dünyanın bütün ülkelerini idare ederlerdi. Böyle bir devlet ve hükümdarı anlayışı hukuk tarihinde de önemli yer tutmuştur. Bu çeşit devlet anlayışlarına uluslararasında “universal” devlet şekli denir. Bizim kitaplarımızda böyle devletler için “Cihanşümül devlet” deyimini kullanırlar. (16) Türk psikolojisinde derin yer tutan bu telakkiyi ilk Cihangir ataları Oğuz Kağan’ın destanında bulabiliriz. “Güneş bayrağımız, gökyüzü çadırımız” parolasıyla daha çok denizlere daha çok ırmaklara diyerek yeryüzünün fethine hazırlanıyordu. Göktürkler bu anlayışın gelecek nesillere intikali için Orhun abidelerinde belirtmişlerdir. Bu inanç Uygurlardan Moğollara geçti. Cengiz Han’ın torunlarının tahtında dünyanın 4 bucağı ile 4 bucağın hakanlarını temsil eden 4 minder bulunurdu.

    İslam’ın cihat anlayışı Türklerin cihan hakimiyeti felsefesine uygun düşüyordu. Halifenin Tuğrul Bey’e “Doğunun ve batının hükümdarı” ünvanı nı vermesi aynı gerçeği ifade eder. Osmanlıda Türk devlet geleneğinin mirasçısıydılar. Osman gazinin göbeğinde çıkan ağacın dallarının dünyayı kapladığı ünlü rüya devletin kuruluş amaçlarından birinin cihan hakimiyeti olduğunu gösterir. Yavuz Sultan Selim’in Piri Reis’in yaptığı haritaya bakıp “dünya ne kadar küçük bir hükümdara bile yetmez” sözü aynı ülkünün ifadesidir. Osmanlı döneminde Cihan hakimiyeti Politikası “Kızıl Elma” diye ifade edilmişti. Bu ideal Osmanlı cihadında devamlı itici güç olmuştur. Roma fethedilseydi Kızıl Elma bir başka yeri sembolleştirecekti.

d) Hizmet: Halka hizmet Türk devletlerinin en önemli amacıydı. Halkın ihtiyaçlarını görmek ve ülkede yoksul bırakmama görevini üstüne alan devlet için daha ilk çağlarda “devlet baba” deyimi doğmuştu. Yusuf Has Hacip hükümdara, “Memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa onu Tanrı sana soracaktır, gözünü aç” diyerek halka hizmetin önemini ifade etmiştir. Yavuz Sultan Selim Halifeliği devralınca onun emriyle halifelik sıfatı “Hakimü-l Haremeyn” den “Hadimü-l Haremeyn’e” yani “Mekke ve Medine’nin hakiminden “Mekke ve Medine’nin hizmetkarına çevrildi. Osmanlı dil de ayrımı yapmadan tebasının hizmetinde bulunmuştur. Yüzyıllarca Topkapı sarayı batı derebeylerinin malikâneleri seviyesinde bile değilken onlar milyonlarca km2’ye hizmet götürdüler.

(14) Ögel ,a.g.e C.II S.39
 (15) Uğur, a.g.e S.86
 (16) Ögel, a.g.e C.II S.31

Çevrimdışı Böri

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 1084
Ynt: TÜRK DEVLET FELSEFESİ
« Yanıtla #5 : 19 Ocak 2012 »
Yazıya zarar vermek istemem ama bir kaç not aktarmak istiyorum:

Alıntı
Hunlar kendilerine ne diyordu? Eski Çinliler kendilerine "Hunğ" demiş olabilirler... Hunlar, kendilerine ne diyordu? Genel kabul KUN dedikleri yönündedir...

Orhun Yazıtlarında (Göktürk dilinde) kün = "halk, kavim" anlamındadır.

Moğolcada da kün = "halk" anlamındadır.

Hun / Kun = Kün? olabilir mi?


Alıntı
2) Nüfus : Gelişi güzel bir araya gelmiş insanlar devletin nüfus unsurunu meydana getirmez. İnsan unsuru çeşitli sebeplerin etkisiyle bir araya gelmiş birbirine bağlı, devlet kuracak ve yaşatacak olgunluğa erişmiş olmalıdır. Türk devletlerinin temel gayelerinden biri de dağınık Türk boylarını bir araya getirmektir. Halk kelimesinin karşılığı eski Türklerde “kün” idi.
_____________________________________

Osman Fikri Sertkaya, budun sözcüğünün "bodun" olarak okunması gerektiği düşüncesindedir.

Alıntı
İlk Türk toplumunun meydana gelmesinde aile bağlılığının yanı sıra zorla karşılaşmak, tehlikelere karşı bir araya gelmek, geçimi daha kolay sağlamak gibi faktörler de rol oynamıştır. Bu değişik faktörlerle oluşan topluma “boy” (bod) deniliyordu. Boy beyleri cesareti, doğruluğu, mali kudreti ile tanınan kişiler arasından seçilirlerdi. Her boyun arazisi ve silah gücü vardı. Mülkü ve hayvan sürüleri diğer boylardan ayırt edilmektedir.

Bir boy herhangi bir yolla büyük bir nüfuz kazanmışsa onun beyi, boylar birliği olan ”budun” un başbuğu olurdu.


bod = boy

bodun = boylar

_______________________________________

 
Alıntı
1) Ülke : Eski Türkler “ülüş” dedikleri ülkeye hiçbir zaman kuru toprak parçası olarak bakmazlardı.

ülüş (Eski Türkçe) > ulus (Moğolca) > ulus (Modern Türkçe)



Ülke ve ülüş'ün "ül-" kısımları aynı kökten gelmiş olmalıdır... (bölüşmek, pay etmek, üleştirme)
Türkiye'ye ihanet edenler cezalandırılmalıdır!

Çevrimdışı İsmail İpek

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 663
Ynt: TÜRK DEVLET FELSEFESİ
« Yanıtla #6 : 20 Ocak 2012 »
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRK EKONOMİSİ

İslamiyet öncesi (Orta Asya) ekonomi: Bozkır Türk ekonomisinin esasını, yüksek ovalar ve yaylalar olan bozkır coğrafyasının iklim şartları icabı, çobanlık ve hayvan besleyicilik teşkil ediyordu.(1) Türk bozkırlarının başlangıçtaki ekonomik bünyesi yukarıda da belirtildiği gibi bilhassa hayvan besiciliğine dayanıyordu ve bozkırda at ve koyun besiciliğinin yoğun bir vaziyette olduğu görülmektedir. Ayrıca Hun çağına ait bozkır “hayvan üslubu” tasvirlerinde öküz, inek, boğa, manda gibi hayvanların ve ehli domuzların yer alması ilginçtir. Tabiatı ile daha geri devirlerde Türk bozkırlarında at ve koyun sürüleri de vardır. Bozkır Türklerin Türkler’ in ihraç ettiği maddelerin başında da et gelmekte idi. Bol miktarda et istihsal eden Türkler, bunu uzun süre muhafaza edebilmek için çok erken çağlarda konserve yapmayı öğrenmişlerdi. Konserve et Çin’e ihraç edilen başlıca maddelerden idi.

    Dünyanın en güneş imparatorluklarını kuran Bozkırlı Türklerin büyük ölçüde ve çağına göre daima yüksek bir harp sanayine sahip olmuşlardır. Bu üstünlüğü sağlayan ise “demir” idi.(2) Demir işleyicilik, madencilikte son safha olarak görünmektedir. Altın gibi değerli madenleri de işlemesini bilen Türklerde kalabalık bir esnaf ve zanaatkâr zümresi vardı.

    Türkler Orta Asya’da ticaret yollarına sahip oldukları ve bu yollar üzerinde büyük şehirler kurdukları için ticaret hayatı çok gelişmişti. Onlar komşu milletlere umumiyetle başta at olmak üzere canlı hayvan, konserve et, deri, kösele, kürk, hayvani gıdalar satarlar, karşılığında hububat ve giyim eşyası alırlardı.(3) Asya Hunları, Gök-Türkler, Uygurlar Çin ile Batı Hunları da Bizans ile bu esaslarda ticaret antlaşmaları yapmışlardı.

    Türklerin, elverişli bölgelerde ziraat ile meşgul oldukları görülüyor. Bozkır sahasının çoğunluğunu otlaklar teşkil etmekte ise de, tarıma elverişli yerleri de vardı. Mesela Çin kaynaklarına göre Hunlar buğday, darı ekip biçiyorlardı. Göktürklerde her ailenin ekip biçtiği, suladığı arazisi vardı.

    Asya Hunlarına ait madeni para çıkmamıştır. Bazı Türk kurganlarında Çin paraları ele geçmiştir. Orta Doğu Hunlarına ait M.4. asır ortalarında basılan paralar, Sami parası taklididir. Esasen o çağlarda Türklerde tedavül edilen paralar olarak, üzeri hükümdarların resmi mühürlü ile damgalı ipek veya pamuk parçası kullanılıyordu. Madeni Türk parası Göktürkler çağında görünmektedir.

Çevrimdışı İsmail İpek

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 663
Ynt: TÜRK DEVLET FELSEFESİ
« Yanıtla #7 : 21 Ocak 2012 »
İSLAMİYET SONRASI TÜRK EKONOMİSİ

   İslamiyet’in Kabul edilişine paralel olarak Türk coğrafyasının değişimi ile birlikte ekonomik anlayışında küçük de olsa bir takım değişiklikler göze çarpmaktadır.

   Selçuklularda iktisadi hayat, kervan yolları sayesinde parlak bir seviyeye erişmişti. Ticaret kervanları; Türkistan, Harezm, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu istikametinde emniyetle sefer yapıyorlardı. (4) Selçuklular ticari kervanlara askeri muhafızlar koyarak, kervanın emniyetini sağlarlardı. Hatta zarara uğrayan bir kervancının zararı, Devlet hazinesinden mevcut hukuka göre tazmin edilirdi. Melikşah zamanında alınan ticari vergiler ve gümrüklerin yekunu altı yüz bin dinara varmaktaydı.

   Selçuklular, ticarete ve ticaret yollarına büyük bir önem verdikleri gibi ziraata da değer vermişlerdir. Irak, Horasan, Harezm’ de açılan veya imar edilen sulama kanalları sayesinde zirai üretim çok artmıştır. Üretimin artması, imparatorluğa bağlı şehirlerin büyümesine ve bu şehirlerde ticari hayatın gelişmesine sebep olmuştur.

   Sanayi şehir hayatı içinde önemli bir yer tutmaktaydı. Kumaş dokuma tezgahları, demir fırınları, deri işleme atölyeleri, zamana göre en ileri sanayi olan kağıt imalatı yine çini, cam gibi maddeler üreten fırınlar ve imalathaneler, ülkenin her tarafına yayılmıştı.

   Ticaret sahasında olduğu gibi zirai sahada da yeni tesislerin kurulması ve bunların işletilmesi, yeni hukukun doğmasına sebep oldu.

   Tarih sahnesinden çekilmiş olan ve Tarihe en mühim damgayı vuran Osmanlı Devletinin iktisat anlayışı, devlet ve toplum felsefesiyle yakından bağlantılıydı. İktisadi siyasette devletin mali ihtiyaç ve kaygıları önemli bir yer tutuyordu. Daire-i adalete göre adalet ve huzur sayesinde halk çok üretim yapacaktı. Böylece, devletin hazine gelirleri çoğalacak, dolayısıyla da ordu ve devletin güçlü olması sağlanacaktı. Gerçektende Osmanlı iktisat siyasetinde hazine gelirlerinin mümkün mertebe arttırılmasına dikkat edilmiştir. Osmanlılar için ülke içinde temel malların yeterli miktarda bulunması çok önemli olduğundan ithalata sınırlama getirilmemiş, hububat gibi temel ihtiyaç mallarının ve silah yapımında kullanılan madenlerin ihracı ise yasaklanmıştır. Bütün bunların yanında İstanbul’un ve diğer büyük şehirlerin gıda ve yakacak ihtiyacının karşılanması da önemle üzerinde durulan bir hususta.(5)

   Dünya ekonomisinde meydana gelen değişiklikler, Osmanlıları da özellikle XIX. Yüzyıldan itibaren derinden etkilemiştir. Böylece, Osmanlı Devleti, kendi ülkesindeki ekonomik faaliyetleri denetleme gücünü büyük ölçüde yitirmiştir.

   Osmanlı ülkesinde üretici unsur, genel olarak reaya adı altında toplanan köylüler, konar-göçerler, esnaf ve zanaatkârlar idi.(6) Osmanlılarda ekonomi büyük ölçüde tarıma dayanıyordu. Tarım üretiminin ana kaynağı olan miri, yani devletin mülkiyetindeki topraklardı. Özellikle Osmanlı Devleti topraklarının ana kısmında uygulanan tımar düzeni, miri arazi rejimine dayanıyordu.

   Osmanlı’da nüfusun çoğunluğu köy ve mezralarda yaşamaktaydı.(7) Bunlar esas olarak tarımla meşguldüler.

   Tımar sisteminin uygulandığı yerlerdeki tarım faaliyetinin sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi bazı şartlara bağlanmıştır. Miri toprakların tasarruf hakkını ellerinde bulunduran köylüler, kanunla belirlenmiş vergileri dirlik sahiplerine ödemek ve sebepsiz yere topraklarını üç yıl üst üste boş bırakmamakla yükümlüydüler.

   Osmanlı ülkesinde en çok susuz hububat üretimi yapılmaktaydı. Başta buğday olmak üzere, arpa, darı ve XVI. Yüzyıl sonlarından itibaren mısır yetiştiriliyordu. Hububatın yanı sıra baklagiller, soğan, sarımsak ve çeşitli bahçe ürünlerinin yetiştirildiğini biliyoruz.

   Hayvancılık da ekonomik faaliyetlerin önemli dallarından biridir. Osmanlılar gibi tarım toplumlarında hayvancılığın çeşitli bakımlardan önemi vardı. Hayvanların hem gücünden hem et ve sütünden hem de deri ile yününden sanayi hammaddesi olarak yaralanılırdı.

   Osmanlı Devleti’nde, kasaba ve şehirlerdeki zanaatkârlar, mensup oldukları iş kolunun teşkilatına üye idi. Bu teşkilat Ahilikten kaynaklanmıştır. Osmanlıda bu kuruluşlara lonca adı verilirdi. Loncalar, iktisadi hayatın temeli konumundaydı. Loncalarda usta-çırak ilişkisi çerçevesinde bir hiyerarşi göze çarpmaktaydı.

   Osmanlı ülkesinde, dokuma alanında Bursa’nın kadifeleri, ipekleri, Kütahya, Uşak, Gördes halıları, Selanik’in kumaşları önemliydi. Osmanlılarda bölgeler arası veya milletler arası ticaret ile uğraşan tacirlerin özendirildiği, esnaf teşkilatı ile ilgili kanuni sınırlandırmaların dışında bırakıldığını görmekteyiz. Onların bu statüleri, temelde Osmanlı devletinin iktisat anlayışından kaynaklanmaktaydı.( 8 ) En fazla gelir; takılar, değerli madenler, baharat gibi lüks maddelerin ticaretinden sağlanırdı.

   Orta Avrupa’dan İran’a, Rusya bozkırlarından Habeşistan’a Fas’tan Umman denizine kadar uzanan yörelere sahip olan devletinin hâkimiyetinin iç ve dış ticaretini sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi için güçlü bir ulaşım sistemine gerek vardı. Bu çerçevede deniz yoluyla yapılan ulaşım oldukça önemliydi Ancak, coğrafi keşiflerden ve Osmanlıların Umman denizindeki başarısızlıklarından sonra, Hindistan ile Avrupa arasındaki ticaretten Osmanlıların sağladığı gelirler bir derece düşmüştür. Karadeniz, Akdeniz ve adalar Denizindeki ticaret ise canlı bir şekilde devam etmiştir.

   XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda özellikle Batı Avrupa’da tarım üretiminin artması ve mamul mal üretiminin kentlerden kırlara taşınması, ülke içi iktisadi bağların gelişip milli ekonomilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Her devlet kendi ticaret filolarını destekliyordu. Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki bu rekabet kapitalizmin gelişmesinde etkili olurken, Avrupa dışındaki ülkeleri ve orada Osmanlıları da olumsuz etkilemeye başlamıştır. Avrupa mamullerinin Doğu Akdeniz pazarlarını istilası, sanayi İnkılâbı’ndan sonra, XIX. Yüzyılın ilk çeyreğinde başlayacaktır. Buna paralel olarak da Osmanlı ekonomisi çöküşe geçecektir.(9) Bilhassa ülke ekonomisi devletin siyasi manası güçsüzleşmesine paralel verilen kapitülasyonlar, yapılan imtiyazlı ticari anlaşmalar ve alınan borçlar sebebiyle gittikçe dışarıya bağımlı hale gelecek ve bu süreç günümüze kadar sürecektir. Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde ise 1923’den 2000’e kadar Türk ekonomisinin geçirdiği dönüşümler, ikinci Dünya Savaşı yılları dışında devletçi veya liberal iktisat politikalarının etkinliğine göre incelenir. Ancak, her ikisi de kapitalist bir iktisadi sistemin temel çizgileri üzerinde şekillenir.(10) Değişen yalnızca temel önceliklerdir. Kamu işletmeciliğinin veya özel sektörün önceliği bu ayrımda önemli yer tutar. Sistemin şekillendirilmesinde; piyasa ekonomisinin temel kural ve kurumlarında, diğer bir ifadeyle ekonomik düzen politikası anlayışı ve uygulamadaki yetersizlikler, 77 yılık ekonomi tarihi içerisinde belirli güçlükleri de içinde barındırmıştır. Gerek iktisat kültürü gerekse de genel kültür hedefleri arasındaki farklı yaklaşımlar bu güçlüklerle birlikte karşılıklı etkileşim içerisindedir.


   1923 – 29 Dönemi: Cumhuriyetle birlikte iktidardaki kadrolar geri kalmış bir tarım toplumunun bütün özelliklerini sergileyen ülkede, devlet desteğiyle girişimci bir sınıf yani özel sektör yaratma çabasındadır.  Buna karşın milli iktisat Döneminin korumacı ve sanayileşmeci politikaları bu dönemde uygulama olanağı bulamamıştır. 17 şubat 1923’de İzmir de toplanan I.iktisat kongresinin sonuçları yeni Türk devletinin ekonomi politikalarını etkilemiştir.(11) Piyasa koşullarının egemen olacağı iktisadi düzenin,  kısaca kapitalizmin yerleştirilmesi için siyasi ve idari reformlar yanında iktisadi olanda da uygun politikalar izlenmeliydi. Ancak, savaştan sonra çıkmış yorgun ülke, liberal ekonomik politikalarda pek fazla başarılı olamamıştır. Ekonomik düzen politikasındaki yetersizlikler ki bu sorun günümüzde de vardır. Serbest piyasa ekonomisini olumsuz etkilemiştir ve zorunlu olarak devletçilik ilkesi ekonomiye hakim olmuştur.

   1930 – 39 Dönemi : Cumhuriyetle uygulamaya konulan liberal politikalar, zorunluluktan dolayı kamu – devlet girişimciliğinin etkin olduğu bir dönemin aralanmasını sağlamıştır. Buna sebep olarak; liberal iktisat politikalarında arzu edilen başarının sağlanmaması, 1929 Dünya Ekonomik Krizinin etkisi, Sovyetler birliğinde uygulanan plana dayanan iktisat politikalarının ilk sonuçlarının başarılı olması. Kamu girişimciliği, KİT aracılığıyla oluşturulmuştur. Devletçilik bir ilke olarak ekonomik faaliyetler ile üretim ilişkileri ve sermaye birikiminin belirlenmesinde öne çıkmıştır. Bu planlar 1933’de başlayan ve ikincisi 1936’da başlatılan beş yıllık sanayi planları kapsamında gerçekleştirilmiştir.(12) Bu dönemde sanayi üretimindeki ortalama artış %5 olurken Tarım sektöründeki büyüme %0.4 artmıştır.

   1940 – 45 Dönemi : İkinci Dünya savaşı, Avrupa’nın eşiğindeki Türkiye için yeni bir dönemi aralamaktadır. Fiyat istikrarı ve bütçe denkliği dönemin temel politika hedefleridir. Savaş nedeniyle dış ticaretin kısıtlı olması, savunma harcamalarının artması, erkek nüfusunun askere alınması gibi faktörler tarım ve sanayi sektörü üretiminde gerilemelere neden olmuştur. 1939 – 49 Dönemi Devletçiliği zorba devlet olarak tanımlanırken, buna duyulan öfke muhalefet  (Demokrat Parti) tarafından Liberal devlet düşüncesine dönüştürülmüştür.

   1949 – 1959 Dönemi : Savaş sonrasında dünya ekonomisi ile bütünleşme eğilimlerinin arttığı bu dönemde, bir yanda Amerika’dan kaynaklanan ekonomik ve demokratik dalga, öte yanda Sovyetler Birliğinden yayılan komünist dalga, Türkiye nin gerek ekonomi politikalarında gerekse sosyo-kültürel yapısında belirleyici olmuştur. İktisadi alanda 1946 yılında başlayan, sonrasında 1950’den itibaren uygulamaya konulan liberal politikalar; siyasal düzlemde ise Demokratik parti iktidarı ile Büyük toprak sahiplerinin liberal kesimle yaptığı bu işbirliği gerek toplumsal bütünde, gerekse bütünün ekonomik alanında önemli ve köklü değişimleri getirmiştir. Cumhuriyetle birlikte tohumları atılan ticari ve sanayi burjuvazisi veya daha genel ifadeyle özel sektör, özellikle sanayindeki yoğun teşviklerle, artık filizlenmeye başlamış ve dalları özel sektör bankalarının kuruluşu ile finans piyasalarına kadar yaygınlaşmıştır.

   1950 – 54 döneminde %11, düzeyinde olan büyüme ortalaması, 54 yılında %-31’e kadar düşmüş sonra ortalama yıllık %5 düzeyinde kalmıştır. Bu yıllarda fiyatlar %15 artmıştır. Ekonomideki sıkıntıları atlatabilmek amacıyla 1958 yılında IMF istikrar tedbirleri ile tanıştık. Uygulamalarla nisbi bir rahatlama olsa da sorunların devamı 27 Mayıs 1960 darbesine sebep oldu.(13)

   

   1960 – 1979 Dönemi : Askeri yönetimle birlikte yeni Anayasa ve ekonomideki sosyal düzenlemelerin artması, kalkınmanın beş yıllık kalkınma planları çerçevesinde ele alınması dönemin özellikleridir.(14) Özel sektör için yol gösterici, kamu sektörü için emredici bir nitelik arz eden planın ilki 1963-67 yıllarını kapsamaktadır. 1980 sonrasında etkinliğini yitiren planların günümüzde yedincisi (1996-2000) yürürlülüktedir. İktidarın devletçi-seçmenlere gelmesi ile başlayan bu süreç, seçimlerle birlikte geleneksel-libarellerle gelmiş; ancak ekonomik anlayış veya temel paradigmada bir değişme olmamıştır.

   1970’lerin başında %10’a yükselen büyüme oranı, 1979’da %4 ve 1980 yılında da %1.1’e geriliyor. Dönemin başında yaklaşık &10’lar seviyesinde olan enflasyon 1980 yılında %107’ye yükselmiştir. 1970’li yılların ortalarında artan dış borçlar, yükselen petrol fiyatları ve tıkanan dış finansman kaynakları ekonomide enflasyon ve durgunluğa yol açmıştır.

   1980’den Günümüze : Türkiye’nin içine girdiği ekonomik krizi durdurmak ve sorunları çözümleyebilmek amacıyla 24 Ocak 1980 tarihinde “istikrar” Tedbirleri alınmıştır. Anılan tarih bir uyum sürecinin başlangıcı olup, uygulamalar uyumu gerçekleştirmeye dönük tedbirlerdir. Ödemeler dengesinin düzeltilmesi, enflasyonun dizginlenmesi, etkin bir kaynak dağılımına imkan verecek fiyat yapısının oluşturulması ile düzgün işleyen bir dış borç düzeninin oluşturulması paketin hedefleridir.

   Türk ekonomisindeki geçmişte yaşanan dönüşümlerin aksine ordu, bu kez tercihini IMF kökenli bir istikrar programını uygulamak üzere geliyordu. Artık yeni bir ekonomik düzen şekillendirilmeye çalışılacaktı. Bu aynı zamanda yeni dünya düzeninin gereklerine uygun hareketlerin başladığı bir dönemdir. Serbest piyasa ekonomisinde serbestlik, başıboşluluk, bireysellik ile kişisellik olarak algılanmıştır. Piyasa ekonomisi; kaynakların akılcı ve verimli kullanımını sağlayacağı varsayılan, kişisel çıkar dürtüsü temelinde düzenlenmiş ve kendi kurallarına göre işleyen bir mekanizmadır. Etkinliği rekabetin kurum ve
Kuralları ile işletmesine bağlıdır.

   Teşvik ve destekleme politikaları ile dış ticaretin, özellikle ihracatın artışı sağlanırken 1980’li yılların başında göreli bir iktisadi başarı sağlanmıştır. Enflasyon %107.2’den 1981’de %36.8’e düşerken büyüme oranı %1.1’den %4.2’ye yükselmiştir.(Tablo 1)

Yıllar          Büyüme        Enflasyon             İthalat              İhracat                       İhracatın İthalatı
                        %             (%) (TEFE)        (Mr USD)       (MR USD)                     karşılama oranı
1963              9.7               0(1963=0)            0.688                 0.368                                   53.5
1967              4.2               7.6                        0.686                 0.411                                   59.9
1971            10.2             15.9                        1.171                 0.676                                   57.7
1975              8.0             10.1                        4.739                 1.40                                     29.6
1979             -0.4             63.9                        5.069                 2.26                                     44.6
1980             -1.1           107.2                        7.909                 2.91                                     36.8
1981              4.2             36.8                        8.933                 4.74                                     52.6
1982              4.6             27.0                        8.843                 5.75                                     65.0
1983              3.3             40.8                        9.235                 5.73                                     62.0
1984              5.9             53.5                      10.757                 7.14                                     66.3
1985              5.1             38.2                      11.343                 7.96                                     70.2
1986              8.1             24.5                      11.105                 7.46                                     67.1
1987              7.5             48.9                      14.158               10.19                                     72.0
1988              3.6             69.7                      14.335               11.66                                     81.4
1989              1.9             69.5                      15.792               11.62                                     73.6
1990              9.2             52.3                      22.302               12.96                                     58.1

Para politikalarında 1980-88 yılları arasında TL'nin aşırı değer yitirmesi politikaları terkedilmiştir. Ülke parasının 1989 ve 1990’da reel anlamda değerli kılınması iki sonucu yaratmıştır. TL’nin aşırı değerli kılınması yurtdışı kredileri cazip hale getirirken, ülkeye sıcak para girişi artmıştır. İkinci olarak dış talepteki azalma ihracatta arzu edilen edilen artışları yaratmamıştır. Aşırı değerli TL’nin ihracatı olumsuz etkileyeceği açıktır. Kalite ve rekabete dayalı ihracat ürünlerine yerine döviz ve diğer desteklerle teşvik edilen ihracat politikaları bu tıkanmayı yaratan faktörlerdendir. İthalattaki artışlar, büyümeyi uyarmış, 1992’de %6.4, 1993’de de %7.3 büyüyen ekonomi yetersiz politikalarla 1994’de tıkanma noktasına gelmiştir. Sonuç olarak 1994 yılında %149.6’lık enflasyonla karşılaşan Türk ekonomisi %5 oranında küçülmüştür. 5 Nisan 1994 kararları krizi aşabilmek için alınmıştır. Kararların temel amacı enflasyonu hızla düşürmek, TL’ na istikrar kazandırmak, ihracat artışını hızlandırmak ve dengeleri sürekli kılmaktır. Sonuçta 1995’de enflasyon %65.6’ya çekilmiş, büyüme %8.1 oranında oldu. İhracat 18 milyar dolardan 21.6 milyar dolara çıkarken; ithalat 23.2 milyardan 35.7 milyar dolara çıktı.(15) (Tablo 2)

Yıllar   Enflasyon (%)   Büyüme           İhracat                İthalat                  İşsizlik
             TEFE  TÜFE        (%)               Mr $                   Mr $                       (%)

1993     58.4       71.1        7.3              15.6                      29.8                      7.3
1994    149.4    125.5       -5.0             16.5                       23.3                      8.1
1995     65.6       75.5        8.1              21.6                      35.7                      6.9
1996     84.9       79.8        7.9              23.2                      42.4                      6.0
1997     91          99.1        8.0              21.3                      39.2                      6.4
1998     54.3       69.7        3.8              21.4                      38.1                      6.4
1999     62.9       68.8       -----             21.2                      32.2                      7.3(G)

2000’li yılların ilk iki senelik dilimi ise maalesef krizler dönemi olarak Cumhuriyet tarihinin en ağır şartlarının yaşandığı bir süreçtir. Bilhassa 19 Şubat 2001 krizi ülkemizi derinden etkilemiştir.(15)

1)   Kafesoğlu ; a.g.e., S.317
2)   Ali Güler, Suat Akgül, Atilla Şimşek; Türklük Bilgisi, S.68
3)   Kafesoğlu ; a.g.e, S.325
4)   Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C.VII S.206
5)   Ali Güler ;ve… ; a.g.e, S.358
6)   İnalcık ; Osmanlı İmparatorluğu, Toplum ve Ekonomi, S.73
7)   Doğuştan Günümüze B.İ.Tarihi, C.XII, S.381
8 )   Rıfat Dağ ; 1800’lerden Günümüze Doğu Ekonomisi, S.183
9)   Ali Güler ;ve… ; a.g.e., S.373
10) N. Oğuzhan Altay ; D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, C.15, S.49
11) Afet İnan ; Devletçilik İlkesi ve T.C., S.68
12) Altay ; a.g.e, S.52
13) a.g.e, S.54
14) Yalçın Acar ; Tarihsel Açıdan Türkiye Ekonomisi ve İzlenen İktisadi Politikalar, S.67
15) Esat Çelebi ; 2001 yılında Türkiye Ekonomisinin Genel Görünümü, S.23