TÜRK'ÜN HAYATI ANLAYIŞ ve KAVRAYIŞI
Kaynak : turania (Bu sanalağeli yayımda değildir)
"Türk hikmetine göre evren ve hayatın düzeni iki zıt kuvvet arasındaki uyumdan doğmuştur.
İnsan, bu uyumun ürünüdür. İnsanların mutluluğu, dünya cennetleri ve milletler arasındaki barış bu uyumun devamına bağlıdır."
Türk hikmetine (yüksek bilgi, düşünce, anlayış ve kavrayışına) göre evren ve hayatın düzeni iki zıt kuvvet arasındaki uyumdan doğmuştur. İnsan bu uyumun ürünüdür. İnsanların mutluluğu, dünya cennetleri ve milletler arasındaki barış, bu uyumun devamına bağlıdır. Sosyal sınıfların birbirine saygı göstermesi, sınıflar arasındaki uygunluk da yine aynı düzenin eseridir. Bu düzenin bozulması, insanın hayat ve ruhundaki uyumu bozacağı gibi, tersi yani insanın hayat ve ruhundaki iç ahenginin bozulması da bu düzeni bozabilir. Böylece varlıkla insan arasında Türk anlayışına göre karşılıklı bir bağlantı, âdeta birlik ve bütünlük vardır. Öyle ki, ne varlık insana, ne insan varlığa bağımlı olmayıp pratik hayatın esası, bunların birlik ve bütünlüğünden meydana gelen uyumdadır.
Mutlu olmak için bu birlik ve bütünlüğe uygun yaşamak lâzındır. Fakat ona uymak Yunan anlayış ve kavrayışında olduğu gibi evren ve hayatın kaçınılmaz, kader kabul edilen ve değişmez aşama ve gerçeklerine boyun eğmek, ona zıt gelen arzuları öldürmek değildir. Çünkü Türk kozmogonisinde (evren ve oluşumunu kavrama çabasında) evrenin uçurumlarla ayrılmış farklı katmanları, basamakları yoktur. Ancak birbirinin zıttı olmasına rağmen yine birbirini bütünleyen ve böylece insanlara iç rahatlığıyla gelişme imkânı veren iki prensip vardır. Bu prensiplerden biri mükemmelliğin, şeklin, sükûnetin ve ulaşmanın timsali olan "Gök Tanrı"dır. O, bütün insanların hedefi, son gayesi, yani bizzat ülkü, ülkünün kendisidir. Diğeri insanların içinden çıktıkları ve yine içine döndükleri toprak; arzular, ümitler, ihtiras ve ıstırapların, sonsuz bir şiddetli arzu ve daima atılgan olmanın timsali "Asra yer"dir. O da, bütün insanların kaynağı, güçlerinin pınarı, kendilerine ülküye doğru atılma şevk ve heyecanını, sonsuzluk duygusunu veren kaynak, yani bizzat realite, gerçeğin ta kendisidir. Bu iki prensip birbirleriyle çarpışmak veya birbirine yabancı âlemler hâlinde kalmak şöyle dursun, tersine, sonsuz özlemlerinden dolayı ancak vahdet hâline geldikleri zaman varlık ve insanın uyumunu meydana getirirler. Halbuki Yunan anlayışında tabiatın basamakları birbirine yabancı olduğu gibi, İran anlayışında da "iyilik ve kötülük" şeklinde ortaya çıkan iki zıt kuvvet, insanın vicdanında bir mücadele sahnesi bulur.
Bununla beraber gerek Yunan, gerek İran felsefelerinde Türk hikmetinin izlerini bulmak mümkündür. Eflâtun'a (Platon'a) göre insan, (ünlü mağara metamorfozu, istiaresi, benzetmesindeki gibi) misal (idees) âleminden (Tanrının görüntü olarak belireceği mükemmel örneklerden) ayrılmış ve yer yüzüne inmiş olduğu halde bunu belli belirsiz bir hatırlatmayla canlandırır, aslına kavuşmak için büyük bir arzu gösterir. İnsanda olgunluk ve ülkü aşkı bundandır. Zerdüşt'e göre de, sonunda Hürmüz, Ehrimen'e (aralarındaki devam eden savaşta) galip gelecek ve evren ve hayattaki çekişme bir uyum ve sükûnet ile son bulacaktır.
İncelenince, bunlardan her ikisinin de Türk evren anlayışı ve hayatı kavrayışına göre ne kadar eksik olduğu anlaşılır. Eğer insan, Sami kozmogonisinde olduğu gibi gökten kovulmuşsa, onda bir "başlangıçtan gelen günah" aramak lâzımdır. O zaman en mantıklı sonuç, Hristiyanlıkta olduğu gibi "borçları ödemeye, rehin olmaktan kurtulmaya başvurmak" yani mistik bir görüştür. Eğer insan, İran dininde olduğu gibi bu "iç çarpışma"dan ancak son günde kurtulacaksa, o zaman hayatına ferahlık vermek için daima son günü, Mehdî'yi beklemek lâzımdır. Nitekim İran anlayış ve kavrayışının sızıp yerleştiği her yerde Müslümanlar asırlarca Mehdî'yi beklediler (1).
Halbuki Türk'ün evreni anlayışı ve hayatı kavrayışında insan, zıt prensiplerin uyumuna uygun yaşadığı müddetçe sükûnet (inşirah, sérénité, iç ferahlığı ile sakin ve rahatlık) içerisindedir. Çünkü orada arzu (hâline yükselmiş şiddetli istekler) imha edilmesi gereken bir kuvvet, bir çeşit şeytan veya Deccal (2) değil, fakat bizi her an ülkünün sükûn ve mükemmelliğine doğru biraz daha yükselten bir kanattır. Ve yine orada ülkü, bizim asla ulaşamayacağımız veher atılışta kırılıp düşeceğimiz yetişilmez bir âlem, yahut da bütün ömrümüzce hasret içinde serabını gördüğümüz çok uzaklara atılmış bir hayal değildir. Fakat o, bizim arzularımıza her an biraz daha fazla atılmak ve yaklaşmak şevkini veren ve başımızı her kaldırışta sevimli yüzünü doya doya seyrettiğimiz Gök Tanrı'dır. Bunun içindir ki, Türk hikmeti (evreni anlayış ve hayatı kavrayışı), ne Yunan'ınki gibi kaderci, ne İran'ınki gibi hayalcidir. Ona mutlak bir isim vermek gerekirse diyebiliriz ki, Türk hikmeti gerçekçi (realist) ve gelişmecidir.
............
(1) Mehdî inanışı, eski İran'da mağaraya saklanıp kıyamette çıkacak Behram Çubin inanışından çıkmıştır. Bununla berader, birçok yenilgiler ve siyasî ıstırapların sonucunda doğan bu efsaneye başka milletlerin tarihinde de rastlanabilir. Frédéric Barberousse, haçlılardan sonra Almanlar arasında bir Mehdî hâline getirilmişti; eski Araplarda, Hint'te, Japonlarda buna benzer efsaneler vardır.
(2) Deccal (Kıyamette ortaya çıkacağına ve Hz. İsa tarafından öldürüleceğine inanılan yalancı ve zararlı şahıs), Hristiyan inanışında Antéchrist şeklinde görülür; önlenen ve hapsedilen hırsların en yüksek taşkınlığına örnek olarak görülebilir.
Prof. Dr. Hilmi Ziya ÜLKEN
(Yazarın "Osmanlı Türklerinde İlim" adlı eserinden alınmış, dili anlam bozulmadan sadeleştirilmeye çalışılmış, üslûba dokunmadan parantezlerle açıklama yapılmıştır; dip notları da yazara aittir.)
Aykan