İki, iki buçuk asırdanberi inkıraza doğru yürüyen Osmanlı İmparatorluğu, XX nci asrın başlarında artık pek zayıf bir hale gelmiş bulunuyordu. Osmanlı devletini idare edenlerin çoğu, istikbalden ümidi kesmiş gibiydiler. “İttihadü Terakki”nin tecrübesi, dahili ve harici birçok sebeplerden dolayı muvaffak olamiyordu. Asrımız başlangıcından en büyük ve en mühim hadisesi olan Dünya Savaşı başlayınca, Osmanlı saltanatını idare edenler, zaten kaçınılması hemen hemen mümkün olmayan bu büyük harbe, devletin istiklalini temin, hiç olmazsa, bir zamanlar dünyanın n büyük devletlerinden olan Batı Türk imparatorluğunu geçmişine layık bir surette gömme gayesiyle, iştirak ettiler.
Senelerce süren Genel Harp, Osmanlı devletinin dahil olduğu grubun mağlubiyetiyle bitti. Osmanlı orduları, başlarında Mustafa Kemal Paşa gibi hakiki büyük kumandanlar bulundukça,asli cevherlerini asla kaybetmemiş Türk orduları olduklarını, çanakale’de ve Şark cephesinin bazı mıntıkalarında pek açık göstermekle beraber, müttefikleri Alman, Avusturya, Macar ve Bulgar ordularının mağlup olarak müsalahayı kabul etmeleri ve İstanbul hükümetini idare eden mütereddi ve hamiyetsiz padişahın (VI. Mehmet Vahdittin), ve bu padişaha layık atıl ve korkak paşaların gerek siyasi, gerek askeri gerçek vaziyeti iyice takdir edemeksizin, müttefiklerine uymaları, nihayet Osmanlı saltantanının istiklal temelini kazmalayan Mondros mütarekesine imza atmasını gerektirmişti.
Mondros mütarekesinden sonra, Osmanlı devletinin gerçek bir istiklali kalmadıktan başka, Osmanlı memleketinin birçok kısımları, başta payitahtı İstanbul olmak üzere, düşman işgali altına geçmiş bulunuyordu. İttihadü Terakki hükümetinin belli başlı üyelerinden bir kısmı ya memleketten kaçmış, yahut şuraya buraya sinmişti; bir kısmı da İstanbulu işgal eden düşman kuvvetleri tarafından, Osmanlı hükümetinin rizasıyla, belki de arzusuyla, Malta adasına sürülmüştü.
Vaziyetin bu haliyle devamı takdirinde, Mondros mütarekesini takip eden sulh antlaşmasının ne gibi şartlarla imzalanacağını kestirmek imkânsız değildi. Mütarekeye dayanarak imparatorluk topraklarını işgal eden düşman kuvvetleri, yani, İngilizler, Fransazlar, İtalyan ve Yunanlılar, memleketin sahibi olan Türklere kımıldanmak imkânını bırakmayarak, tarihi hayatın başlangıcındanberi Türk kavimleriyle meskûn bu bölgeleri, istedikleri gibi bölüşecekler ve yalnız Osmanlı İmparatorluğunu imha ile kalmayıp, Türk mevcudiyetini bile tehlikeye düşüreceklerdi.
Başka Türk memleketlerinin hemen hepsi, yabancıların hükmü altına geçmiş bir devirde, yegane müstakil Türk devletinin de istiklalden mahrum edilmesi, bütün Türklüğün geleceği için ümitlerin pek zayıflanmasına sebep olacaktı.
Bu büyük tehlikeler önünde, o tehlikelerin büyüklüğünden daha büyük bir Adam meydana çıktı.
Tarihin derin sırlarını anlamaya, üç beş bin yıldanberi tarihle uğraşan insanlar henüz muvaffak olamamışlardır; bunun içindir ki devrin anlayışına göre bir takım düşünce tefsirlere yol açılmıştır. Metafizik izahları bir tarafa bırakarak, tarihin kahramanlarını, bunların çıkışlarını, bunların muvaffakiyetlerini hakkıyla anlatabilmeye muvaffak olanlar var mıdır ?..
Bu Büyük Adam, büyük tehlikeye galebe çaldı. Bu galebe - gözümüzün önünden geçtiği için-, her türlü efsaneden uzak olan gerçek destanını hepimiz biliriz: Batının muzaffer ve kuvvetli “Düveli Muazzama”sıyla onların kılavuz ve âlet olarak kullandıkları komşularımız ve bir kısım tebaamız, Mustafa Kemal’in dehası ve Türklerin metanet ve kuvveti önünde, mühim zararlara uğrayarak, mağlup ve, belki de nadim ve mahçup, geri çekildiler. Sırf Türklerle meskûn Osmanlı ülkesi, tam müstakil bir Türk Cumhuriyeti halinde kuruldu. Asırlardanberi, mhtelif sebeplerele zaafa uğrayan, ilim ve sanat, sanat ve ticaret, hatta hayvancılık ve ziraat sahalarında bile rakiplerindeng eriye kalan bu ülkede, asrî bir devlet, yani her hususta başka devletlerle müsabakaya girişebilecek bir devlek meydana getirmek lazımdı. Mustafa Kemal ve arkadaşları, büyük bir gayretle bu işi de başarmaya teşebbüs ettiler.
Türkiye Cumhuriyetinin başlangıcında yaptığı büyük işler arasında mühim bir mesele Cumhur Reisi Gazi Hazretlerinin nazarı dikkatini celbetmişti: Bu kıtalarda Türkiye Cumhuriyetinden öcne hayli uzun seneler hüküm süren osmanlı saltanatı, Türk milletinin diline ve tarihine hemen hiç ehemmiyet vermemişti. Bugün dünyada yaşayan elli milyon kadar halkın konuştuğu Türk dili, Osmanlı devletinin resmi yazışmalarında, edebi sayılan yazılarında, halkın büyük bir ekseriyeti tarafından anlaşılamayacak kadar yabancı dillerle karışmış ve bozulmuştu. Bu yazıları yazabilmek, hatta bu yazılardan mana çıkarabilmek için en azından iki yabancı dili adam akıllı öğrenmek lazım geliyordu. Dilin bu karışıklığı, halkın eğitim ve terbiyesinde çok zaman kaybetmeye ve büyük güçlüklere sebep oluyordu. Tarihe gelince, Osmanlı tarihi kendisini bütün Türk tarihinden tamamıyla ayırmıştı: Osmanlı tarihi, eskişehirle Bursa arasında bir beylik kuran Osman’ın ve nihayet babas Ertuğrul’un hayatıyla başlar. Bunların mensup oldukları Türk kavminin yaptığı büyük işler hesaba alınmaz. Bazı Osmanlı tarihçileri, Gaznelilerden, Selçuklulardan, Timurlulardan bahsederlerse de, bunlarla Osmanlıların bir kökten geldiklerine, hepsinin Türk olduklarına hiç önem vermezler; bunlarla Osmanlılar arasında bir yakınlık varsa, onun da ancak din birliğinden, müslümanlıktan ibaret olduğunu anlatırlar...
Milliyet hislerinin, milliyet fikirlerinin henüz az gelişmiş bulunduğu zamanlar için, bu düşünce tarzı, bir derece mazur görülebilir; fakat Osmanlı tarihçileri, milliyet fikirlerinin gelişmeye başladıktan sonra dahi, düşünce tarzlarını pek aç değiştirmişlerdir..
Halbuki bir milletin ileri hamlelerinde hayat ve kudret kaynağı ve en sağlam dayanağı, milli tarihtir. Milli tarihine kıymet vermeksizin yaşayabilen hiçbir millet hatırlamıyoruz. Milli tarihinden gelen milli vasıflarını, dilini, medeniyetini korumada ihmal gösteren kavimler, dağılma ve çökmeye hazırlananlardır. Maddi dağılmadan önce, böyle manevi çöküş emareleri görünmeye başlar.
Dil ve tarih, bir milletin varlığının iki sağlam temelidir; tarihini unutan, dilini kaybeden milletler, yok olmuş demektir... Osmanlı İmparatorluğunung üçsüzlüğünden istifade ederek dillerine yapıılan saldırıları daima iyi niyetle kabul etmenin ne derece önemli etkileri olduğunu kimse inkâr edemez, sanırım: Dilin bu karışıklığı ve çetinliğidir ki Türk halkının çoğunun okumak ve yazmaktan, okur yazarlarının bile birçok yazıları okuyup anlamaktan mahrum kalmasına sebep olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında Türk halkının okur yazar oranı yüzde onu pek geçmiyordu; acaba bu yüzde onun kaçı okuduklarını tamamıyla anlayabiliyordu?.. Harf güçlüğü de, bu dil çetrefilliğini artıran bir sebepti. Dilin Türkçeleştirilmesi, harfin de kolaylaştırılmasını ve Türkçeleştirilmesini gerektiriyordu.
Osmanlı İmparatorluğunda Türk tarihine, yani milli tarihe karşı gösterilen ihmalin milli gelişmeye yaptığı olumsuz tesirler, dil ve harf meselesine önem vermemekten meydana gelen kötü neticelerin kuvvetlendirmişti. Türkün tarihi, asıl kaynağına kadar götürüleceğine, ya Fırat suyu kenarında boğulur, yahut Fırat’tan daha güneye ileryelerek, çöl ırmakları gibi, kumlar içine gömülür giderdi... Halbuki Türkün insanlık kadar eski bir tarihi vardı. Bunu aramaya kalkışan Türk tarihçileri XX nci asrın başında bile çıkmamıştı! Osmanlı mekteplerinin resmi ders kitapları olarak kabul edilen genel tarihlerde, meşrutiyetten önce, islam göz önünde tutularak Türk tarihine pek az yer ayrılır ve Türklerin ırkî birlikleri, asla gösterilmezdi. Meşrutiyetten sonra ise, batı medeniyeti hayranlığına, Türk tarihi kurban edilir olmuştu..
Bu gayri tabii eğitim usullerine de nihayet Gazinin dehası karşı durdu: O Büyük Öğretmen, medeni ve milli terbiye ve eğitimde çok mühim bir mevkii olan tarihi, ilmi bir surette, yani milli gayemize hizmet edebilecek şekilde, millet çocuklarına okutmak çarelerini araştırdı; bundan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti doğdu. Ulu Gazinin yüksek himayeleri altında kurulan bu cemiyet, orta mekteplere mahsus bir sıra tarih kitapları tertipleyip yayınladığı gibi, geçen yaz dokuz gün süren (2-11 Temmuz 1932) Türk Tarih Kongresini, Ankada’da toplayarak mekteplerimizde tarih eğitimi ve Türk tarihinin bazı meseleleri üzerine görüşme ve tartışma açtı.
Bu birinci Türk Tarihi Kongresine, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti üyeleriyle Türk üniversite tarih profesörleri ve liselerle orta mekteplerin tarih öğretmenleri hep davetliydi.
Reisicumhur Gazi Hazretlerinin huzuruyla o zaman Cumhuriyet Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) bulunan Esat Beyefendinin başkanlığı altında açılan bu kongrenin doku günlük müzekare konularından tartışmalarında geniş olarak bahsetmek, uzunca bir makalenin bile çerçevesine sığmaz; pek küçük bir özette ise konunun değer ve önemini eksiltmek korkusu vardır. Türk tarihiyle ve genel tarihle ilgili kimselere kongrenin zabıtlarını mutlaka okumaları lazımdır. (*- ) Bunlar okunduğu takdirde Türk Tarih cemiyetinin davalaraı ve bu davaları ispat konusunda gösterdiği belge ve delllir öğrenilmiş olur. Konuya ait doğu ve batı kitaplarının tetkik ve tenkitlerinden çıkan ve her biri belirli belge ve delillere dayanan bu davaların tenkidi de böyle uzun ve sabırlı çalışmaya dayanmalıdır.
Türk Tarih Cemiyetinin kongrede açıkladığı ve müdafaa ettiği büyük dava, Türklerin, eski ve orta çağlarda ancak göçebe ve istilacı olarak yaşayan ve yüksek medeniyet seviyesine erişemeyen ikinci derecede insanlardan olmayıp, insanlık tarihinde ilk medeniyeti kuran ve en eski zamanlardanberi çeşitli devirlerde medeniyet meşalesini ellerinde taşıyan insanlar olduğu davasıdır.
Bu davamızı Türk Tarih Cemiyeti azasından Öğretmen Afet Hanımefendi kongrede şu cümlelerle çok iyi ifade etmişti:
“Kafasını ve vicdanını en son yükselme meşaleleriyle güneşlendirmeye karar vermiş olan bugünün Tork çocukları biliyor ve bildireceklerdir ki onlar 400 çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık medeni, yüksek bir ırktan gelen yüksek kabiliyetli bir millettir.”
Bugün ilk medeni insan cemiyetini Sümerlilerin kurduğuna itiraz eden yoktu ve Sumerlilerin insan ve dil abidelirendin bunların Arî ve Samî isimleriyle Türklerden ayırdedilen kavimlerden değil Turanî tabiriyle belirtilmek istenilen Türklerden bulundukları, Arkeoloji lisan ve tarih âlimlerinin ekserisi tarafından kabul olunmuştur.
Antropoloji denilen ilim, insanları şekli bakımından iki büyük sınıfa ayırır; bunlardan birisi geniş kafalılar (Brakisefal), öbürü uzun kafalılar (Dolikosefal) dır. Şimdiye kadar yerden çıkarılıp ölçülen kafalardan ilk medeniyet kurumlarının sislerinin Orta Asyadan gelme geniş kafalı insanlardan oldukları anlaşılmıştır. Geniş kafalı insanların genellikle Türk ırkından oldukları ise, bufün yaşamakta olan insan toplulukları üzerinde yapılan tecrübelerle sabittir. Doktor Reşit Galip Beyefendinin antropolojiye dayanan incelemeleri davamızı çok kuvvetlendirmektedir.
Sümerlileri takip eden devirde Anadoluda ilk medeniyeti kuran milletin, Eti (Hitit, Hattı, Hatay)’lerin antoropoji, dil ve eserleri vasıtasıyla tetkikleri, Türk ıkından olduklarına birçok deliller vermiştir.
Afrika’nın kuzey doğusunda ilk ve büyük bir medeniyet kuran eski Mısırlıların mitolojisi ve Tanrı isimleri üzerinde yapılan dil çalışmalarıyla köklerinin araştırılması, bu kavmin de aynı ırktan çıktığına kuvvetle ihtimal verdirmektedir.
Girit’te ve bugün Yunanistan denilen ülkede yerleşip oralarda ilk medeniyetleri kurup ve geliştiren kavimlerin de gene Orta Asya’dan gelme geniş kafalı ırktan oldukları ve kullandıkları dil ve inandıkları mitolojilerle Türk dil ve inanış efsaneleri arasında dikkate değer benzeyişler bulunduğu göze çarpar.
Tarihin bu en eski devirlerine ati araştırmalardan sonra, orta Çağ İslâm medeniyetini kuran kavimler arasında Türklerin üstün rolü hiçbir ciddi tarihçi ve araştırmacı tarafından inkâr olunamamıştır. Türklerin, İslâm medeniyetini, doğuda Çin içerilerine, güneyde Hindistana, batıda Macaristan’a kadar genişledikleri, kesin bir tarih olgusudur. İslâm âlemini, Çin içerilerinden Atlas denizine ve Kuzey buz denizinin tundralarından sıcak Afrika ortalarına kadar, hicretin ilk asırlardan itibaren, Türklerin idare ettikleri de şüphe götürmeyen tarihi gerçeklerdendir.
Bütün bu tarihi olaylar Türk Tarih kongresinde incelenmiş, müzakere edilmiş ve nihayet Türk âleminin son iki üç asırdaki çöküş sebepleri dahi araştırılmıştır.
Bu tarihi araştırmalar bittikten sonra bir pedagoji meselesine yani Türk tarihinin ve genel tarihin Türkiye Cumhuriyeti okullarında nasıl okutulması, gerçeğe ve Türk milletine faydalı olabileceği konusuna geçildi. Bu konudan bahsetmek bana verilmişti. Kongreye arzettiklerimin, özetinin özetini, aşağıya yazıyorum.