Genelkurmay, tankların 12 saatte Şam'a varabileceğini bildirince Cumhurbaşkanı danışmanlarına talimat veriyor: Meclis'i açış konuşmamdaki tehdidi sertleştirin, sabrımızın taştığını açıkça belirtin.Türkiye'nin yakın tarihinde, 1984 yılında Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlayan PKK mücadelesi, 1998 yılında yeni bir safhaya girmişti. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in 1 Ekim 1998 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yasama yılının açılışında yaptığı konuşma, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın uzun yıllardır yaşadığı Suriye'yi açıkça tehdit eder nitelikteydi. Gerek bu konuşmanın gerekse diğer askeri ve siyasi baskıların ardından Suriye yönetimi hamisi olduğu Abdullah Öcalan'ı Suriye'den gönderdi. Bu gelişmeden sonra tüm dünyada aylar süren bir kovalamaca başladı.
Yazı dizisi, 1 Ekim 1998'den başlayarak Abdullah Öcalan'ın Kenya'dan Türkiye'ye getirildiği 16 Şubat 1999'a kadar yaşanan olağanüstü gelişmeleri neredeyse gün gün okuyucuya aktarıyor. Türkiye'nin iç barışını ve güvenliğini yakından ilgilendiren bir konuda olağanüstü kararların alındığı ve uygulandığı söz konusu fırtınalı günlerin, Avrupa Birliği (AB) sürecindeki gelişmelerin yanı sıra, Ortadoğu'da olan bitenlerin iyi kavranması için de önemli olduğu tartışılmaz. Bu yazı dizisinin Ankara'da olup bitenler konusunda hem hafızaları tazeleyeceğine hem de kimi ayrıntıda, kimi esasta birçok bilinmeyeni öğrenme keyfini yaşatacağına inanıyoruz.
30 Eylül, Çankaya Demirel, 1998'in 1 Ekim konuşmasında "Suriye'ye özel önem" isterken eklemişti: "Bu konuşmada Suriye'ye çok sert ve direkt şeyler söyleyeceğiz. Artık sabrımız taşıyor."
'Suriye'nin gücü çökük'
Ancak bu girişimden çok daha ciddi bir çalışma vardı. Genelkurmay, Suriye'nin askeri gücünün, kullandığı eski Sovyet yapımı silah ve malzemenin giderek çürüdüğü, kullanılamaz hale geldiği değerlendirmesini yapıyordu. 1995 yılı sonunda dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in makam odasında, dönemin Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Onur Öymen, Siyasi Müsteşar Yardımcısı Gündüz Aktan ve MİT Müsteşarı Büyükelçi Sönmez Köksal'ın da katıldığı gayrıresmi bir toplantıda bu durum ayrıntılarıyla tartışılmıştı. Suriye ordusu dökülüyordu. Herhangi bir sıcak çatışma durumunda, iş yalnızca askeri harekâta kalsa, Türk Silahlı Kuvvetleri önünde direniş göstermesi söz konusu değildi. O dönemde, salt Suriye ordusunun direniş gücünü denemek için Adana'daki 6'ncı Kolordu'ya bağlı tanklar, Suriye sınırını 10-15 kilometre kadar ihlal etmiş, ancak Suriye kara birliklerinin karşılık vermek yerine geri çekildiğini görmüşlerdi.
Buna karşılık bu denemelerin hemen ardından PKK'nın terörist eylemlerinde artış görülüyordu. Şam'daki Hafız Esad yönetiminin tıpkı güneydeki komşusu İsrail'e karşı bazı Filistinli grupları kullandığı gibi, kuzeydeki Türkiye'ye karşı da PKK'yı bir dış politika aracı olarak kullandığı ortadaydı. Terörist gruplara sağladığı destek, neredeyse Suriye'nin en büyük dış politika silahı olmuştu, başka silahı yoktu. Hatta bu toplantının sonunda, bizzat Gündüz Aktan'ın kaleme aldığı 23 Ocak 1996 notası Suriye'ye verilmişti. Türkiye bu notada Birleşmiş Milletler Yasası'nın 51'inci maddesinde savaş nedeni olarak sayılan 'meşru müdafaa' hakkını kullanabileceğini söylemiş, uluslararası hukuk açısından 'uyarı' hakkını kullanmıştı.
Hesap: 12 saatte Şam'a Askeri uzmanlar, iş çatışmaya dökülürse Türk tanklarının 8 ile 12 saat arasında Şam'a girebileceğini gösteren senaryo çalışmaları dahi yapmışlardı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, güvenlik konularındaki başdanışmanı emekli orgeneral Nezihi Çakar aracılığıyla bütün bu gelişmelerden haberdardı.
Tam bu günlerde, 15 Eylül'de, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş'in Suriye sınırındaki Hatay'ın Reyhanlı ilçesi yakınlarında bir sınır bölüğü denetimde söyledikleri Türk kamuoyundaki yılgınlık havasında tersine kıpırdanmalara neden olmuştu. Yanında 2'nci Ordu Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman ve 6'ncı Kolordu Komutanı Korgeneral Çetin Saner olduğu halde, muharebe üniforması içinde, kolları sıvalı vaziyette, yani ağır bir sembolizmle konuşan Ateş, parmağıyla Suriye'yi işaret ederek şunları söylüyordu: "Türkiye komşularıyla iyi ilişkiler içindedir. Bizim bu iyi niyetimizi Apo eşkıyasını koruyan Suriye istismar etmektedir. Şunu açık söylüyorum ki, artık Türk milleti iyi niyeti konusunda verdiği gayretin sonuna gelmiştir. Sabrımız taşmak üzeredir. Kimsenin toprağında gözümüz yoktur. Hiçbir ülkenin de bizim topraklarımız üzerinde emellerine izin vermeyiz. Bunu komşumuz Suriye'nin çok iyi anlaması lazımdır."
Daha bir hafta önce Kara Kuvvetleri Komutanı'nın kullandığı 'sabrın taşması' deyimini, şimdi Cumhurbaşkanı konuşma metninde kullanmak istiyordu.
'Daha sert olmalı' Danışmanlar bilgisayar ekranının karşısına geçerek, bu ifadeleri diplomasinin serinkanlı diline tercüme etmeye başladılar.
Ortaya şöyle bir paragraf çıktı: "Esasen Suriye, Türkiye'ye karşı açık bir husumet politikası izlemektedir. PKK terör örgütüne aktif destek sağlamayı sürdürmektedir. Tüm uyarılarımıza ve barışçı adımlarımıza rağmen hasmane tutumundan vazgeçmeyen Suriye'yi aklıselime davet ediyoruz. Suriye Türkiye'nin iyi niyeti, sabrı ve dostluğunun kıymetini bilmeli." İşte danışmanlarının Cumhurbaşkanı Demirel'e sundukları ilk taslak buydu.
Demirel, gözlüğünün üzerinden danışmanlarına baktı, "Biraz daha sertleştirin" dedi. Konuşmayı fazla sertleştirdikleri için paylanmayı bekleyen danışmanlar şaşırdı:
- Ne kadar sertleştirelim?
- Tehdit edin.
Ankara, 1984'te PKK'nın Eruh ve Şemdinli baskınlarından bu yana ilk kez siyasi anlamda da savunma konumundan sıyrılıyordu.
Önce TV'ler yakaladı Demirel, kürsüde bölümü aynen okuyunca Meclis Genel Kurulu'ndan alkış yükseldi. Kamuoyu gibi milletvekillerinin de böyle bir liderlik beklediğinin göstergesiydi bu. Demirel'in konuşması, beklediği etkiyi fazlasıyla yaptı. Uluslararası haber ajansları Türkiye'nin PKK'yı korumakla suçladığı komşusu Suriye'yi açıkça tehdit ettiğini acil haber olarak vermeye başladı.
GERİ ADIM ATILMAYACAK Demirel'in 1 Ekim'de Suriye'yi tehdit etmesi ve Kıvrıkoğlu'nun 'Hazırız, talimat bekliyoruz' sözleri anında etkisini gösterdi. Esad'ın hemen telefon ettiği Mübarek, gecikmeksizin Demirel'i aradı. Ciddiyeti göstermek isteyen Demirel, Mübarek'in telefonuna o gün ilk defa çıkmadı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvırkoğlu'nun "Hazırız, talimat bekliyoruz" sözleri, ertesi günkü gazetelerde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in sözleriyle birlikte yer alıyordu.
ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından o gün yapılan açıklamada, "Türkiye ile Suriye arasındaki krizin çatışmaya varmadan, diplomatik yollardan çözülmesi" isteniyordu.
Sabah gazetelerini alan, televizyon haberlerini açan yurttaşlar, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sınır bölgelerine birlik sevki görüntülerini izlediler. Diyarbakır'daki İkinci Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı'nda konuşan Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlhan Kılıç, ilk kez pasif anlamda da olsa 'savaş' kelimesini telaffuz ediyor, "Savaş iyi bir şey değil. Ben inanıyorum ki kriz yönetimi hâkim olacaktır" diyordu. Bu haberler, Ankara'daki büyükelçilikler aracılığıyla dünya başkentlerine iletiliyordu.
Başbakan Yılmaz günü Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit, Dışişleri Bakanı İsmail Cem, İçişleri Bakanı Kutlu Aktaş, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve Genelkurmay Harekât Başkanı, aynı zamanda Başbakanlık Askeri Başdanışmanı Korgeneral Yaşar Büyükanıt ile toplantılar yaparak geçirdi. Bu toplantılarda uluslararası durumdan, askeri hazırlıklara, sınır boylarında alınmakta olan tadbirlere dek her şey gözden geçirildi.
'Geri adım atılmayacak' Yılmaz'ın Cumhurbaşkanı Demirel ile kurduğu temaslarda 'Geri adım atmama' ilkesi öne çıkıyordu. Bölge ülkelerinin Mübarek'in ertesi sabahki Ankara ziyareti öncesi durumu net olarak anlaması gerekiyordu. O akşam bir televizyon programına çıkan Başbakan Yılmaz, "Suriye'den söz vermesini değil, Apo'yu vermesini istiyoruz" diyor ve dahasını yapıyordu: Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı'nın "Şimdi sırası değil" diyerek geri çevirdiği, Birleşmiş Milletler Yasası'nın 51'inci maddesine atıfta bulunuyordu:
"Yoksa meşru müdafaa hakkımızı kullanırız".
Türkiye bu işi daha önce 1974'te Kıbrıs'ta yapmıştı. Yine yapabilirdi. Başkan Clinton da bunu önlemeye çalışıyordu.
MECBURİ İSTİKAMET ŞAM Heyetler nihayet iki cumhurbaşkanının karşısına çıkıp, "Türk tarafı Suriye'nin PKK terörüne verdiği destek konusundaki tutumunu açıklamıştır, temas sürecektir" gibi bir cümlede mutabık kaldıklarını açıkladıklarında Mübarek durumun gerçekten çok ciddi olduğunu anlamıştı. Ankara'dan Kahire'ye dönmeyi planlamışken, rotasını değiştirdi. Mübarek yeniden Şam'a gidecek, Türkiye'nin taleplerini içeren dosyayı Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad'a verecek ve PKK'yı topraklarından çıkarmazsa başının belada olduğunu söyleyecekti. Türkiye sıcak közden çıkardığı patatesleri Mısır'ın eline tutuşturmuş Suriye'ye gönderiyordu.
Mübarek'in tekrar Şam'a gelmek istediğini öğrenen Esad, "Buyursun, gelsin" demiş ama, işlerin sarpa sardığını anlamıştı. Türkiye yumuşama yönünde bir adım atmış olsa, Mübarek belki en fazla Dışişleri Bakanı'nı gönderirdi. Elinde nispeten işe yarar durumdaki iki kolordusunu İsrail sınırında tutmak zorunda olan Esad, Türkiye'nin saldırısına karşı koyamayacağının, SSCB'nin dağılması ardından zorlukları artan rejiminin Arap ülkelerinin kınama mesajlarıyla yıkılıp gidebileceğini görüyordu.
Evet, İran'daki PKK'lılar da Türkiye için sıkıntı kaynağıydı. Ancak bu tamamen Türkiye'yi rahatsız etme, rahat bırakmama çerçevesinde bir istikrarsızlaştırma faaliyetiydi. Yoksa Kürt ayrılıkçılığı İran'ı da Türkiye kadar rahatsız ediyordu. Tarihteki tek Kürt devleti denemesinin, üç aylık Mahabad Kürt Cumhuriyeti'nin 2. Dünya Savaşı sonrasında, 1946'da İran topraklarında kurulduğunu unutmuyorlardı. İran, iş kendi Kürtlerine gelince herkesten acımasızdı. İranlı Kürt ayrılıkçıların örgütü Komala'nın lideri Kasımlo'nun İran ajanlarınca takip edilip Berlin'de öldürülmesi bunun kanıtıydı. Üstelik, Türklerle tarihin yaşayan en eski sınırına 1639 Kasrı Şirin anlaşmasından bu yana sahip olan İranlılar, Türkleri ne zaman ciddi olup ne zaman blöf yaptıklarını anlayacak kadar tanıyorlardı.
O gün Dışişleri'nde de bir değerlendirme toplantısı yapıldı. Müsteşar Haktanır ve siyasi yardımcısı Faruk Loğoğlu tarafından hazırlanan bir 'felaket senaryosu' dahil, tüm ihtimaller değerlendirildi. Felaket senaryosu, Suriye'ye saldırılması halinde Türkiye'nin başına en kötü nelerin geleceği tahminlerinden oluşuyordu. Değil Yunanistan'ın, Rusya'nın bile Türkiye'ye savaş açabileceği ve ABD'nin da yardıma gelmeyeceğine varana dek uzak ihtimalleri bile hesaba katan bu senaryo çalışmalarına karşın, "gerekirse göze alınabileceği" ve başka yol kalmadığı fikri giderek berraklaşıyordu. Dışişleri, NATO ve AB ülkeleri başta olmak üzere bütün ülkelere, tamamına mektuplar göndererek, büyükelçilikler aracılığıyla yüz yüze konuşarak geniş bir diplomatik kampanya açma kararına vardı. Ertesi gün Harrazi gelecek, ardından Çankaya'daki siyaset belirleme toplantısı yapılacaktı.
ÇOK GİZLİ DEVLET ZİRVESİ Kırmızı Salon'daki devlet zirvesinde, MGK'da bile görülmeyen gizlilik kuralları uygulandı. Hedef, PKK'ya karşı 15 yıldır ilk defa yakalanan bir ortamın nasıl kullanılacağını bulmaktı.
Harrazi'nin yolcu edilmesinin ardından Köşk'te 'Dış Politik Gelişmeler Toplantısı' olarak duyurulan Suriye-PKK krizi toplantısının son hazırlıklarına geçildi.
Cumhurbaşkanı Demirel'in başkanlığında yapılacak toplantıya Başbakan Mesut Yılmaz, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Başbakan Yardımcıları Bülent Ecevit ve aynı zamanda Savunma Bakanı olan İsmet Sezgin, Dışişleri Müsteşarı Korkmaz Haktanır, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Yaşar Büyükanıt ile seçilmiş bir askeri ve diplomatik uzman kadrosu katılacaktı.
'İlerleme var gibi' Cem, Mısır ve İran'la yapılan temaslar üzerine kurula ayrıntılı bilgi verdi. Dikkat çektiği bir nokta da, İran Dışişleri Bakanının görüşmeler sırasında şaşırtıcı bir şekilde İsrail konusuna hiç değinmemesi olmuştu. Bu Türkiye'nin son dönemlerde İran ile yaptığı temaslarda hiç görülmeyen bir durumdu. Ayrıca İran ilk kez Suriye'nin Apo'yu barındırmayacağı kararını getirmişti. İran'la bir noktaya geliniyor gibiydi.
ÖCALAN'IN YAKALANMASI SÜRECİNDE Öcalan'ın yakalanması sürecinde 15 Eylül 1998'de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş'in Hatay, Reyhanlı'da yaptığı konuşmanın bir ilk işaret olma özelliği var. Ancak Türkiye'nin asıl ulusal ve uluslararası düzeyde ses getiren, Suriye'nin Öcalan'ı sınır dışı etmesiyle sonuçlanan çıkışını 1 Ekim 1998 TBMM açılışında siz yaptınız. Neydi sizi 1 Ekim konuşmasını yapmaya iten sebepler? Bu inisiyatifi nasıl aldınız?
Türkiye bunalmıştı. Her gün asker, polis şehit veriliyor, dokuz yaşındaki çocuktan, 90 yaşındaki kadına kadar halk öldürülüyordu. İşin ne zamana kadar gideceği, sonu görülmüyordu. 1984'te başlayıp 1999'a dek süren hadise, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu sağlayan Kurtuluş Savaşı'ndan bu yana en büyük hadisesidir. Devletin yönetiminde, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak ve olmadan önce, 10 sene bu süreci yaşadım. İçini biliyorum.
Başbakan ve cumhurbaşkanı olarak hudutları gezdim. Hakkâri ve Şırnak bölgelerinde saldırıya uğrayan karakollara gittim, askerlerle, vatandaşlarla konuştum. Bu hadiseyi ve takibini Anayasa'nın 104'üncü maddesi uyarınca cumhurbaşkanının asli görevleri arasında saydım. Türkiye'nin parçalanmasına matuf bir hadiseydi. Ülkenin her köşesinde bir ihtilaf hali ortaya çıkıyordu. Mesela, Doğan Güreş Genelkurmay Başkanı idi. Kocatepe Camii'nde bir şehit cenazesindeydik. Bir adam geldi, "Paşa, paşa" diye seslendi; "Daha ne zamana kadar öldürteceksiniz bu askerleri?" sesi kulağımdan hâlâ çıkmıyor. Yukarıda Allah var; asker üzerine düşeni yapıyordu. Olağanüstü Hal vardı, istedikleri yardımı alıyorlardı, 100 bin korucu vardı, ama hadise devam ediyordu.
'Halk perişandı' Halk susmuş, korkmuş, yerinden olmuş durumdaydı. Bir yandan terörist geliyor, yiyecek, içecek istiyor. Vermezse sonu kötü olacak. Sonra güvenlik güçleri geliyor, o da niye yiyecek, içecek verdin diye bastırıyor. Bakın, halk kendi boşaltmaya başlamıştı o köyleri. Dehşet hâkimdi. Devlet yönetimindeyse, benim başını çektiğim bir sabırsızlık vardı.
Turgut (Özal) beyde değişik fikirler vardı. Bunları hiç resmen açmadı ama, "Ülkeyi federasyon yapsak, Irak'ın kuzeyini de bize bağlasak" gibi düşünceler. Biz buna şiddetle itiraz ettik. Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünden yana olduk. 1995'te biz "Bu iş bitmeli" dediğimizde, Türkiye'nin en iyi yetişmiş askerleri, subayları Doğu'ya, Güneydoğu'ya gönderildi. 250 bin asker. Ve 100 bin korucu. 350 bin kişi. Daha ne kadar kuvvet koyabilirsiniz?
YAKALANMASI NASIL OLDU
AMERİKALILAR NASIL BİR ROL OYNADI Başbakan Bülent Ecevit ve Genelkurmay Başkanı'nı çağırdım. Zaten bu süreçte gizliliğe çok önem verdik. Daha önce olan birtakım hadiselerin, bilgilerin gizli kalmamasından meydana geldiğinden yola çıkarak, her şey üç kişi arasında kaldı. MİT Müsteşarı bilgiyi verip çıkardı. Üçümüz gayet iyi çalıştık. "Beyler, haber bu" dedim; "Bunu gizli tutalım". Çünkü bize nasıl verecekler, nerede teslim edecekler, bu konuda henüz haber yoktu. MİT Müsteşarı'na "Ne oldu?" diye sorum. "Efendim bir Afrika ülkesi olacak. Batı Afrika'da Senegal'den bahsediliyor ya da Doğu Afrika'da Kenya'dan" dedi. Birkaç gün sonra da "Kenya'da" diye haber geldi. Hazırlıklara başladılar.
Yine üçlü toplantıda "Gelince nerede tutacağız" diye konuştuk. Sonra güvenlik açısından en iyisinin İmralı olduğuna karar verdik. Hadise şudur. Biz bunu izliyorduk, hep izledik. Ama yakalamadık. Bunu Amerikalılar bize teslim etti. Yunanlıların kolunu büken de Amerikalılar. Zaten Kenya'da Yunan Büyükelçiliği'nde işin patlaması bir nevi deşifredir, itiraftır. "Şikar baştan alınır" diye bir laf vardır. Kuşu vuracaksanız, başından vuracaksınız. Başı koparılmalıydı, koparıldı.
ABD, Öcalan'ın yakalanmasına yardımcı olmak ve söylediğiniz gibi teslim etme kararını nasıl aldı sizce? Ne etkili oldu?
Amerika'ya çok bastırdık. Bizim bir şey çıkaracağımızdan emin oldular. Başka çare kalmamıştı, bir yerlere bir şeyler yapmak zorundaydık. Ve yapacaktık. Suriye olmazsa Yunanistan, o olmazsa İtalya, ama mutlaka olacaktı. Bunu anladılar.
Öcalan İtalya'dayken Amerikalılara "Biz operasyon yapacağız, siz İtalyanları tutun" haberi gönderildiğine dair bir bilgi var bende. Doğru mu bu?
İtalya operasyonu için MİT teklif getirdi. Başbakan, biz biliyorduk. Bu konularda 95'ten sonra merkezi karar olmadı. Ama haberimiz vardı.
Amerikalılar Türkiye'nin dediğiniz gibi 'bir şeyler yapacağını' anladıktan sonra, bölge ülkeleri arasında, NATO müttefikleri arasında sıcak çatışma çıkmasın diye devreye girmiş olabilirler mi?
Bizim o dönem Amerikalılarla münasebetlerimiz çok iyi durumdaydı. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı çok önemliydi. Amerika olması için çok destek veriyordu. Bu proje tam yoluna giriyordu. Ama 1 Ekim öncesinde bıçak kemiğe dayanmıştı. Çaresizlik içinde kıvranıyorduk. Yöntem değiştirmek mecburiyetindeydik. Bunu yapmak da, bir nevi sağa sola saldırmak demekti. Böyle bir belayla bir devlet kolay kolay karşılaşmaz. 'Mesele çözülsün ama, komşularla sıkıntı çıkmasın' noktasını aşmıştık. Çünkü sıkıntı zaten çıkmış gözüküyordu. Bir yerde devletin morali çökecekti. Bunu yapamazdık. Daha fazla bekleyemezdik. Bunu yaparsak, sonra daha kötü olacaktı.
Apo'nun yakalandığını size kim duyurdu?
MİT Müsteşarı aradı. "Devraldık" dedi. "Harika, Allah kolaylık versin" dedim.