MEDİNE'DE GEÇMİŞ, BUGÜN VE GELECEK...
MEDİNE- Suudi Arabistan'a, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Cidde Ekonomik Forumu gerekçesiyle giderek, Mekke'ye uzanarak "Umre" yapmanın ardından gelen en büyük "ödül", Medine'ye de uğramak ve Hz.Peygamber'in kabrini ziyaret etmek oldu.
Medine'nin adeta varoluş gerekçesi gibi şehrin ortasında yer alan (zaten Medine Arapça şehir demek, Hicret'ten önceki adı Yathrib iken, ilk Müslümanların yerleşmesinden sonra Medine Münevvere- Nurlu Şehir olarak anılır oldu) Mescid-ül Nebevi yani "Peygamber Camii"ne girip, Ravza-i Mutaharra'da minber ile mihrab arasında namaz kılmanın faziletini öğrendim. Her bir Müslüman için, şu üç camii ziyaretleri ve oradaki ibadetler anlamlı: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa. Üçüncüsüne kaç kez gittiğimin sayısını unuttum. İlk ikisine yarım gün arayla yapılan ziyaret, adeta, Ortadoğu'yla geçen uzun yıllarımın "taçlandığı" bir gün oluverdi.
Ravza-i Mutahhara, kelime anlamıyla Hz.Muhammed'in defnedildiği ve yaşadığı alana verilen "Arınmış Tertemiz Bahçe" sıfatını ifade ediyor. 10 metre genişliğinde, 20 metre uzunluğunda 200 metrekarelik bir alan. Çevresini kuşatan camii, giderek genişleyerek bir milyon kişinin namaz kılabilme kapasitesine erişmiş. Ön tarafında, "Cennet Baki" adıyla bilinen sahabenin mezarlarının bulunduğu geniş alan uzanıyor.
Bugünkü Medine, bu alanın çevresinde kurulmuş 400 binlik bir şehir. Tıpkı Mekke'de olduğu gibi, ama Mekke'den daha kabul edilebilir ölçülerle de olsa, "modernizm"in "oteller zinciri" söz konusu "ruhani bölge"yi kuşatmaya başlamış. Hepsinin üzerinde büyük otel zincirlerinin damgaları; Medinah Oberoi, Medinah Mövenpick, Medinah Marriott vs. Bir ucu "Cennet Baki"ye dayanan, kendisi zaten son derece geniş bir alana yayılan "Mescid-i Nebevi"nin hizasında bir dev alanda muazzam bir kazı faaliyeti var. Oraya da dev oteller ve alışveriş merkezleri kurulacakmış.
Medine Müneverre de, Mekke Mükerreme gibi, "modernizm"in "beş yıldızlı" yapılaşmasından nasibini almaya başlamış. Suudi kraliyet ailesinin kâğıt üzerinde de olsa dayandığı "Vahhabi püritanizmi" ile inanılmaz bir paradoks söz konusu. Mezar taşına bile tahammül edemecek derecede "püriten" Vahhabiliğin, nasıl olup da Medine'de Peygamber'in kabri ve Mekke'de Ka'be'nin, "Beytullah"ın çevresinde beş yıldızlı otellerle bezenen bir "gökdelenler mimarisi"ni bağdaştırdığını anlayabilmek ve açıklayabilmek kolay değil.
Medine'ye gelmişken, tarihimizin anlı şanlı "Hicaz Demiryolu"nun son istasyonuna, Medine istasyonunu gidip görmeden edemiyoruz. Medine istasyonu, Şam ile Hicaz arasında uzanan demiryolunun gelip dayandığı son nokta. Daha aşağıya uzanmasını, Birinci Dünya Savaşı engellemişti. Hicaz'a hükmeden Şerif Hüseyin ve oğulları, İngilizlerle (meşhur Lawrence başta olmak üzere) işbirliği yapıp, "bağımsızlık vaadi" ile Osmanlılara karşı savaşa girince, demiryolu yapımı da durmuştu.
O günden bugüne öyle kalmış. O günden bugüne öyle kalmış ama istasyon binası üzerindeki Arap harfleriyle "Medine Münevvere" yazısı ve Osmanlı mimari estetiğinin tüm güzelliğiyle dimdik ayakta. Medine merkezine damgasını vuran "modernist" yapılarla tezat ve onlara itiraz halinde sanki.
Rayların üzerinde son Osmanlı katarı, bazılarının iskeleti çıkmış tüm vagonlarıyla dizilmiş. Mahzun ve vakarlı bir görünüşleri var. Atalarımızın görkemli devletinin, İmparatorluğun son kalıntıları gibi, "tarihe saygı"yı bekler bir halleri var. Birinci Dünya Savaşı'na Hicaz demiryolu üzerinde "şimendifer mühendisi" olarak katılmış bir insanın torunu olarak, aklımdan bu duygular, özellikle Medine'nin "metruk garı"nda geçiyor.
Abdullah Gül, daha önce gördüğü, lokomotiflerin önündeki ay yıldızın yerlerinde kalıp kalmadığını kontrol ediyor. Yerlerinde yoklar. Bizi gezdiren Arap görevliye, "Burada ay yıldız olacaktı" diye soruyorum; "Buralarda bir yerdedir" diyor.
Medine garının içimize yaydığı tüm hüzne rağmen, şehrin tümü gibi insana ferahlık veren ortamında gözlerimle Medine topografyasını tarıyorum. Gözümün önüne Fahrettin Paşa'nın efsanevi "Medine savunması"nı getirmeye, nereden gelen saldırıya nerede, nasıl direnildiğini anlamaya çalışıyorum.
Tarihi geri getirmek mümkün değil elbette. Ama, "yeni şartlar"da tarihimizi "canlı tutmak" mümkün. Kendimize saygımız, başkalarından kendimize saygı beklememiz, tarihimize saygıda kusur etmemekle mümkün. Buralarda yapılacak işler var...
"Değişen Ortadoğu"da "değişimin motoru" olabilecek bir Türkiye sayesinde, tarihimizle bir şekilde buluşmamız mümkün olacak.
Lübnan'da Refik Hariri'nin öldürülmesinden bu yana bir yıl geçti. Lübnan'da çok önemli değişiklikler gerçekleşti. Bu değişiklikler, Suriye'ye yansıyor. Keza, Irak'ta, Filistin'de önemli değişikliklerin önü açıldı. İran'ın kapısında değişimin sancısı bekliyor. Biz, 3 Ocak 2005'i arkamızda bıraktık.
Medine'den, Türkiye'ye ve bugüne döneceğiz. Geleceğimizi kovalamaya devam edeceğiz...
YAZAR ÖNEMLİ DEĞİL,TÜRKLERİN ESERLERİNE BİLE TAHAMMÜL EDEMEYEN SUUDİLERE BAKIN SİZ....