Önceki iletinin devamıdırATATÜRK'ÜN DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU POLİTİKASI VE BUNUN ORTAASYA VE ORTADOĞU POLİTİKASINDAKİ YERİ –IIHatay meselesi, Milletler Cemiyeti'ne intikal ettiğinde 27 Ocak 1937'de toplanan cemiyet, Hatay'ın bağımsızlığını kabul etti. Bu sırada Atatürk çok hasta idi. Kendisine, milletine, ordusuna ve Hataylılara güveni son derece yüksekti. Dünya durumunu çok iyi değerlendirmekte idi. Bir İskenderun Sancağı için Fransızların bir savaşı göze alamayacaklarına kani idi. Fransızlarla giriştiğimiz teşebbüslerin fayda vermemesi üzerine Atatürk, Mersin ve Adana'ya gitti. Atatürk'ün Hatay'ı silah zoruyla alabileceğini anlayan Fransızlar, bir askeri anlaşma istediler ve bu anlaşma ile Hatay'da tarafsız bir seçim yapılması kabul edildi. Bu maksadı sağlamak için, Kurmay Albay Şükrü Kanatlı kumandasındaki birliklerimiz Hatay'a girdi. Seçim sonrası 12 Eylül 1938'de Hatay Cumhuriyeti kuruldu ve 30 Haziran 1939'da Türkiye'ye iltihak kararı aldı.
Lozan'a gidinceye kadar Misak-ı Millî. büyük ölçüde tahakkuk ettirilmişti. Ancak Batı Trakya, Hatay, Musul, Kerkük halledilememiş ve üzerinde yapılacak görüşmeler daha sonraya tehir edilmişti. Atatürk'ün kültür politikasının dış politikaya nasıl yön verdiğini ve etkilediğini Hatay meselesinde çok çarpıcı bir biçimde görüyoruz. Bilindiği üzere 1921 yılında Hariciye Vekili Bekir Sami Bey, Fransa'da bulunduğu sırada, Fransız başbakanı Briand ile bir anlaşma imzalar. Bunun altıncı maddesi "
İskenderun ve Antakya bölgesinde Türk unsuru fazla olduğundan Fransa, burada hususi bir rejim takip edecek, Türk kültürünün inkişâfına mani olmayacağı gibi resmî dil de Türkçe olacaktır." Bu madde Ankara İtilâf nâmesi’nde aynen kabul edilmiştir. En önemli madde budur ve Hatay'ın kurtarılması, bu maddeye dayanılarak sağlanmıştır.
Doğu ve Güneydoğu politikasında, kültür politikasının tek başına yeterli olamayacağı kesindir. Bu sebeple Atatürk, TBMM'nin beşinci dönem birinci yasama yılı açılış nutkunda: "
İç yönetim kuruluşlarımızı yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletme gereği duymaktayız. Yeni iki genel müfettişlik ve yeni bazı illerin kurulması gerekli görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde önemli bir reform programının uygulanması da düşünülmüştür. İllerimizin sürekli denetimi ve ortak işlerin bir elden yönetilmesini sağlayan genel müfettişliklerden bir çok yararlar bekliyoruz. Doğu illerimizin başlıca ihtiyacı, orta ve batı illerimize demiryolları ile bağlanmasıdır. Doğuya ilerleyen iki ana demiryolunun hızla bitirilmesini ve bunları birbirine bağlayacak yollar dizisine şimdiden başlanmasını gerekli görüyoruz." demektedir.
Mustafa Kemal Atatürk, Misâk-ı Millî sınırları dışında kalan Orta Asya Türklerini de unutmuş değildir. Mecliste yaptığı bir konuşmada: "
Malum-ı âliniz olduğu veçhile Rusya'ya bir sefaret heyeti gönderiyoruz. Bu heyet-i sefaret esasen malum olan, mazbut olan kadrosu dahilindedir. Fakat Rusya'da ve Rusya ile temasta namütenahi İslâm kütleleri vardır. Bu İslâm kütleleri içinde bizim ifa edebileceğimiz bir takım hususi, mahrem ve fevkalâde vezaifimiz vardır. Bittabi bu vezaifin mahiyeti ilân edilerek oraya memur heyet gönderilemez. Sırf bu vezaif-i mahsusayı ifa ettirebilmek, takip ettirebilmek, icabında izhar edilebilmek üzere heyet-i sefaretin kadrosuna heyet-i ilmiye namıyla bir heyet ilâve edilmiştir. Heyet-i ilmiye denildiği zaman mânasından istidlâl edildiği gibi, oraya yalnız tetkikât-ı ilmiye yapacak değildir. İfade ettiğimiz gibi vezaif-i mahsusa ifa edecektir." Atatürk'ün vezaif-i mahsusa ile Moskova'ya gönderdiği bu ilim heyetinden İsmail Suphi Bey'in bir müddet sonra Türkistan'a gönderildiğini görüyoruz. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara'ya varan İsmail Suphi Bey'in vazifesi, Atatürk'ün direktifleri istikametinde, Türkistan milli birliğinin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı.
Atatürk, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, bütün Türk dünyasının yegane sesi ve düşünce vasıtası olmasını istemiştir. O, Türkiye Türklerinin önderliğinde Batı Türklerinin dilini, Orta Asya yani Türkistan Türklerinin konuştukları dil ile kaynaştırmak ve müşterek bir tarihe sahip olan Türk dünyasının, lehçe farklılıklarını gidererek müşterek bir dil bağı ile birleşmelerini istiyordu. 1927 Yılında Lâtin harfleri, Sovyetler Birliğindeki Türkler arasında önemli gelişmeler sağlarken, TBMM başkanı Lâtin harflerini kabul etmenin zaruri olduğunu bildiriyordu. 1928'de Türkiye'de de Lâtin harfleri kabul edilmiş lâkin Sovyetler, Türkistan Türklerinin alfabelerini değiştirmiş ve istenilen sonuç alınamamıştır.
Bu ülkeler tarihi, coğrafyası ve kültürü ile doğru öğrenilmeli ve tanınmalıdır. Türkiye değişen dünya dengeleri karşısında gelecekte güçlü ve etkili olabilmek için bu ülkelerle birlikte hareket etmek zorundadır. Bu istikamette gerçekçi bir anlayışa sahip olmak, bir tercih değil zarurettir.
Tabii bağları dolayısıyla o ülkeleri ve insanlarını en iyi bilmesi gereken ve dostlarınca da düşmanlarınca da bildiği kabul edilen Türkiye'nin bu avantajını iyi kullanarak bu ülkeler ve bölgeyle ilgili politikalar üretip bunu dostlarına da anlatan ve onlara sözünü dinleten bir ülke konumuna gelmesi elzemdir.
Türkiye bizatihi kendi mevcudiyet ve emniyeti bakımından stratejik vaziyetini sağlama almak mecburiyetindedir. Bu sebeple halihazırdaki imkânları değerlendirmeli kendi menfaatinin yanında diğerleri ile de ilgilenme fırsatları meydana getirmelidir. Bunun için tampon bölge veya tampon devlet yapısından istifade etmelidir. Türkiye'nin etrafında çok önemli iki tampon bölge var. Birincisi Musul, Kerkük, Süleymaniye hattında, Millî Mücadele yıllarında, ikincisi de Kafkas hattında. Her ikisinde de o gün bugündür savaşlar var. İkinci husus bugün sayıları 3 milyona yaklaşan Kuzey Irak'taki Türkmenler ile Anadolu Türklüğünün o zaman kurulan bu tampon bölge ile irtibatlarını kesmektir. Yine aynı şekilde Kafkas hattında da bir hançer gibi Mustafa Kemal'in veya Kâzım Karabekir'in bilgileri dışında değil ama bir mecburiyet yüzünden Ermenistan bölgeye yerleştirilmiştir. Bir hançer gibi Kafkas sınırına sokulan Ermenistan olayı da bunun bir örneğidir. 1914'de Türk istatistiğinin yapıldığı yıl, Rusya'da da aynı dönemde bir nüfus istatistiği yapılmıştır. Revan dahil bugünkü Ermenistan'ın başkenti Revan dahil Gence diğer Kafkasya'daki vilâyetlere baktığımız zaman Müslüman Türk nüfusu çoğunlukta ve yoğunluktadır. Eğer bu ihtilafların ana hedeflerinden biri petrol ise diğeri de Türk dünyasının irtibatını kesmektir.
Bölgede istikrarın sağlanması ve millî menfaâtlerimizin gereği gibi inkişâf ettirilebilmesi de bahsettiğimiz kültür temellerinin araştırılıp sağlamlaştırılması ile mümkün olacaktır. Bunu temin edebilmenin ilk şartı da bölgede Türk kültürünün temeli olan Türk tarihi ve Türk dili çalışmalarının ve eğitiminin düzenli, disiplinli ve kaliteli olmasıdır. Şayet bu sağlanmaz ise biraz önce bahsettiğimiz imkân sonuna kadar kullanılarak meş'um neticeler elde edilmesinin önüne geçilemez. Bu kültürel temellerin araştırılıp geliştirilmesinde üniversitelere büyük görevler düşmektedir. Bu sebeple Atatürk, Cumhuriyet'in on beşinci yılında sık sık doğu bölgesinin ilim ve kültür merkezi vazifesini yapacak bir üniversite kurulmasını hasretle ifade ediyordu. O sıralarda Asya'da ve Ortadoğu'daki devletlerle sıkı bağlar kuruluyordu. 8 Temmuz 1937'de Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Tahran'da Sâd-Abâd sarayında bir saldırmazlık anlaşması imzalanıyordu. Daha sonra da İran şahı Türkiye'yi ziyaret ediyordu. Böylece Türkiye'nin önderliğinde doğu sınırlarımızdaki devletlerde bir uyanma ve bir birlik hareketi ortaya çıkıyordu.
Atatürk bir yandan Türk inkılâbının komşu Asya ve İslâm ülkelerine de nüfuz etme ümitlerini beslerken bir yandan da Türk dil ve tarih tezlerinin buralarda da iyice araştırılması ve anlatılması imkânlarını da inceliyordu. Doğuda kurulacak bir üniversite hem doğunun yüksek kültür merkezlerini oluşturacak hem komşu devletlerin bilim ve düşünce hareketleriyle bir bağlantı kuracak hem de güney ve doğuya bu merkezlerden kültür, bilim ve Türk inkılâbı yayılacaktı. Bu düşünceden hareketle Atatürk, Kültür Bakanı Arıkan'a Van Gölü sahillerinde her şubeden ilkokulları ve nihayet üniversiteleri ile modern bir kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçmesini söylemiştir.
Burada açıklanması gereken noktalardan birisi de "
Yurtta sulh cihanda sulh." kavramıdır. Bu ilke, Türk inkılâbının bir temel ilkesi, Türk dış politikasının da dayanağıdır. 1961 ve 1982 Anayasalarımızda yer alan ve devlet yönetimimizde ve her türlü devlet faaliyetlerinde yönlendirici bir nitelik taşıyan "
Yurtta sulh cihanda sulh" ilkesi sadece bir parola değil, aynı zamanda bir üstün hukuk kuralıdır. Bu ilke bir taraftan yurt içinde huzur ve güven içinde yaşamayı diğer taraftan diğer taraftan da milletler arası barış ve güvenliği hedef tutar. Atatürk'ün belirttiği gibi "
Harici siyaset bir heyet-i ictimaiyenin teşekkül-i dahilisi ile sıkı surette alâkadardır. Çünkü teşekkül-i dahiliyeye istinat etmeyen harici siyasetler daima mahkum kalırlar. Bir heyet-i ictimaiyenin teşekkül-i dahilisi ne kadar kuvvetli olursa, siyaset-i hariciyesi de o nispette kavi ve rasin olur."
Atatürk'ün "
Yurtta sulh cihanda sulh" düsturunu hiç bir zaman körü körüne veya bedeli ne olursa olsun bir sulh temini maksadıyla anlamadığını biliyoruz. Bunun ispatı ise biraz önce yukarıda bahsettiğimiz Hatay ve Musul meseleleri karşısındaki tavrıdır. Burada Atatürk'ün önemle üzerinde durduğu bir nokta vardır ki o da dış siyasette başarılı olmanın sırrı içeride kuvvetli olmakta yatmaktadır. Ona göre "
Asıl olan dahili cephedir. Bu cephe bütün memleketin bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Zahiri cephe doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki müsellah cephesidir. Bu cephe tebeddül edebilir. Mağlup olabilir. Fakat bu hal hiç bir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dahili cephenin sükutudur. Bu hakikate vakıf olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlardır çalışmaktadırlar. Bugüne kadar da muvaffak olmuşlardır.” Bahsedilen dahili cephe ancak Türk kültürünün, tarihinin ve dilinin araştırılıp, işlerlik kazanmasıyla kuvvetlendirilebilir. Çünkü milliyetçilik, İstiklâl savaşında temel bir ilke idi. Toprak kayıpları ve azınlıkların kendi millî isteklerinden vazgeçmeyi reddetmeleri, Osmanlıcılığı Türk milliyetçiliğine dönüştürmüştü.
Türkiye siyasî coğrafyasında çeşitli isimler altında dil, din tarih, kültür varlık ve değerleri ile birbirine bağlı asırlardır kader birliği yapmış pek çok aşiret boy ve topluluklar bulunmaktadır. Bunların hepsi "Türk" şemsiyesi altında birleşmiştir. Ancak ülkemizde çeşitli etnik adlandırılmalarla topluluklara ayrı bir kimlikle tanınması gibi ırkçı ve bölücü bir saldırıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Gerçekte Anadolu insanı, tarihî nedenler, kültür karışımı, iç göçler, evlilikler, eğitim, din ve ekonomik ilişkiler gibi etkilerle et-tırnak gibi ayrılmaz bir bütün niteliğindedir. Maalesef Türkiye kendi istikbalini ilgilendiren bu önemli konularda, ideolojik-psikolojik bir yenilgiye uğramıştır. Sorumlu mevkilerde bulunanların bile bu ideolojik yenilgi içinde Türkiye'nin bir mozaik olduğu tezini benimsedikleri görülmüştür. Bu eğilim Türkiye'yi değişik halkların yaşadığı bir ülke olarak göstermektedir. Gelişigüzel kullanılan ve muhtevası tam izah edilmeyen bu neviden tabirlerle meseleleri adlandırmak, konuları daha içinden çıkılmaz bir hale dönüştürmekte ve halledilmesi de o derece güçleşmektedir.
Siyasal karar alıcılar yüzeysel bilgilerle meseleye çözüm getiremedikleri gibi yanlış ve eksik bilgi temelinden hareket ile zaman zaman yaptıkları açıklamalarla meseleyi telâfisi daha da zor hale koymaktadırlar. getirmektedirler.
Amerika, Kuzey Irak'ta bulunmasını kendisinin petrol çıkarları için yaptığını ve Saddam sorununu çözene kadar bu bölgeden gitmeyeceğini açıkça söylerken ve uluslararası alanda hiç bir itiraz duyulmazken, kendini teröristlere karşı korumak için Kuzey Irak'a giren Türkiye'ye karşı itirazlar yağmakta ve Türkiye'nin bu bölgede bulunması önlenmektedir. Güçlü olan ülkelerin fikirlerinin haklı görüldüğü bu sisteme güç politikası denmektedir. Bu güç politikası içinde Türkiye hakkını arayabilmek ve bunu sürdürebilmek için güçlü bir devlet olmak zorundadır.
Özellikle gelişmiş ülkelerin enerji ve hammadde kaynaklarına olan ihtiyacının hızla artacağı 21.yüzyılın ilk çeyreğinde, artık tüm Ortadoğu coğrafyasında her şey önem taşıyacaktır. Bu coğrafyanın, coğrafî ve tarihî yönden tabii hakimi olan Türkiye ve Türk dünyasını bölge dışı ülkelerin yok saymaları mümkün değildir. Yeter ki biz kendimizin ve tarihî misyonumuzun farkında olalım.
Netice olarak,
Türk kültürü bütün Türklerin kültürüdür. Bu kültür nerede olursa olsun Türkün malıdır. Her Türkü de Türkiye'yi de alâkadar eder. Türkiye nerede olursa olsun, Türk kültürü ile yakından ilgilenmeye, onu takip etmeye, ona yardım etmeye mecburdur. Çünkü Türk kültürü bir bütündür ve Türkiye'nin dış Türklerle kültür varlıklarını idame çerçevesinde ilgilenmesi her şeyden önce kendi varlığı için lüzumludur. Yeryüzünde ne kadar çok Türk, ne kadar çok Türk ülkesi, ne kadar yaygın Türk kültürü olursa, Türkiye o nispette rahat eder ve yalnızlıktan kurtulur. Yoksa kimse Türk ülkelerini Türkiye'nin fethedip kendisine ilhak etmesini beklememektedir.
Kaynak:Yrd.Doç.Dr. Kenan Ziya TAŞ
TIKLAYINIZ