KENDİNİ YÖNETİRSEN DÜNYAYI YÖNETECEK GÜCÜ BULABİLİRSİNÜlkedeki sistem özellikle son elli yıldır şahsi kazanım üzerine kurulmuştur.
Haftalar sonra...
Aynı zamanda dosttuk...
Evimizin önünde bekleyen araba annemi, Selcen'i ve beni belki de uzun bir dönem buralardan alıp uzaklara götürecekti. Bu kez kimin yanına ve nereye gittiğimizi bilmediğimden, valizime her mevsime ve her ortama uygun giysiler alıyordum. Hayat ne değişkendi! Daha bir kaç yıl önce, yurt dışındaki o en zor dönemlerimizde geçici olarak konakladığımız evlerden apar topar çıkmalar, bu kez daha medeni olarak karşımıza çıkıyordu. En azından artık valizimi toparlamaya hakkım ve değer verdiğim eşyalarımı yanıma almaya fırsatım vardı.
Benim anladığım kadarıyla, babamın arası, O'nun deyimiyle "sistemperverlerle" daha çok açılmış ve telafisi mümkün olmayan safhalara dayanmıştı. Babam zıtlaştıkça karşı taraf boyun eğiyor gibi görüntü veriyor, ancak O'nun arkasından ağlarını örüyorlardı. Görüntüde Çatlı sever olan bu kişiler aslında düşmanıydı.
Evden ayrılırken görünmemeye itina göstermiştik. Babamın bizi uyardığı kadarıyla, ailemiz takip altındaydı. Evimize yakın olan bir apartman dairesi, babama karşı yürütülen gözlemler için kiralanmıştı. Çatlı ne yapar, kimlerle görüşür, bir açığı bulunabilir mi, kimlerle düşman edilebilir?... Ya da karmaşık emellerimize ortak edilebilir mi?
Çatlı'yı yakından tanıyan kişilere seslenmek istiyorum. "Reis" i kötü emellerine bulaştırmaya, O'nu doğru yoldan çıkarıp kara olana sürüklemeye baş koyanlar, aslında sizin de Vakıf olduğunuz gibi liderinizin esas suikastini 1995 yılında başlatmışlardı. Renkli bir dünyanın, dolarlarla bezenmiş sahte dostlukların girdabına sokulmaya çalışılan Çatlı, 1996 sonunda vaziyete hakim olunca, paranın ve bilmem neyin rant kavgasının dünyasında defterden silinmişti.
Ve siz; Çatlı'nın etrafındaki menfaat avcıları, kötü emellere sahip olan sizler, Reis'in tertemiz hayatına ajan gibi girip, Ona düşman kazandırıp, bir takım kurumlarla karşı karşıya getirmek isteyenler, gün gelecek sizden daha çirkef olanla yerleriniz doldurulacak. Gönül kötünün kötüyle kovulmasını istemez ama unutmayın ki sistemin bir kuralı vardır: sistemin tahterevallisine biri iner, biri biner.
Artık arabaya binmiştik. Annem, babamın şoförüne sorular soruyordu.
"Nereye gittiğimizi öğrenebilir miyim?"
"Bana sadece Atrium'a park etmem söylendi."
"Birini mi alacağız?"
"Sanırım başka biriyle yolunuza devam edeceksiniz."
Annemlere sezdirmiyorum ama konumumuzdan ötürü kirnseye güven olmuyordu. Yol boyunca her şeyi inceliyor, şüphelenmem gereken noktaları arıyordum. On dokuz yaşındaydım ama babamın yüklenmiş olduğu sorumluluğu anlayışla karşılamayı biliyordum. Hayatımızda çok fazla bilinmeyenler ve aksiyon olması bazen hoşuma gidiyordu. Fakat bu tarz yaşamaktan genelde tedirgindim.
Nitekim babamın şoförü Habip Aslantürk'ün dediği gibi Atrium'un arka kapısına varmıştık fakat çevrede tamdık kimse yoktu. Burada kısa bir müddet bekledikten sonra şoför, arabanın kontağını çevirdi ve bize "iyi tatiller" dileyip gitti, iyi de bu tatil meselesi de nereden çıkmıştı! Bundan bir şey mi çıkarmalıydık? Hepimiz şaşırmıştık. Habip beye her hangi bir şey soramazdık. Kendisi babamın konumu hakkında bilgiye sahip değildi. Kimi, neden burada bekliyorduk, daha ne kadar bekleyecektik, bir saat sonra nelerden geçmiş olacaktık? Sıkıntı basmıştı. Çünkü babamın liderliğini sürdürdüğü Çatlı teşkilatı, ülke aleyhine yıkıcı faaliyetlerde bulunan terör örgütlerine de karşı hareket ediyordu. Bu da yıkıcı grupların, babama zarar vermek istemeleri yüzünden bizi belli bir tehlikeyle karşı karşıya bırakıyordu.
Aynı zamanda dosttuk...
Dikkatli olmamız gereken yerde hepimiz bir yerlere dalmıştık ki, şoför kapısının hızla açılmasıyla irkilmemiz bir oldıı ve "Hayırdır bayanlar kimi bekliyorsunuz?" denildi. Kardeşimle ben şaşkınlığımızı nasıl belirtelim derken, boğazımızda düğümlenen sevinç çığlıkları "baba" der gibiydi. Artık hiçbir voyden korkmuyordum. Dördümüz bir aradaydık, bu güzeldi. Babam ufak bir tebessüm ettikten sonra direksiyon başına geçip:
"Sizleri iyi gördüm. Muhabbet etmeye bol bol vaktimiz olacağına göre önce buradan uzaklaşalım." dedi.
O'nu görmediğimizden bu yana kendisi de çok iyi görünüyordu. Babam O'na çok yakıştığını düşündüğüm buz mavisi kolunu, üstüne boğazlı siyah kazağını ve geniş omuzlarını dolduran montunu giymişti. Hatta bu son zamanlarda saçları¬mı düşen zamansız aklar bile, O'na ayrı bir hava katmıştı. Gerçekten çok yakışıklıydı, içinde bulunduğu durum her ne olursa olsun, gözlerindeki o ifade yılların gaddarlığına rağmen lıiç değişmemişti. Daima sevecen ve anlamlıydı, insana adeta güven veriyordu. Hem de o en zor dönemlerde bile. fazla konuşmaktan hoşlanmazdı ama aramızdaki telapatiyle neler düşündüğünü anlardım. O da bizi çok özlemişti ve bir arada olmaktan zevk alıyordu. Anlıyordum, anlatmadan anliyordu. Ailemiz diğerlerinden farklı bir hayat sürsede, bunun her fırsatta çıkartıyorduk. Bu nedenle aile bağımızdan rahatsız olanlar oldukça fazlaydı. Bizim duygularımız öyle yoğundu ki sevdiklerimiz uğruna zor günleri değil, yaşanması yıllan dahi göze almayı şeref bilirdik. Manevi rahatlık insanin en büyük serveti değilmidir? Ne de olsa parayla satın alinmaz. Belkide bunca yıl ayakta kalmamızın sırrı da, aile dayanişmasından kaynaklanıyordu.
Babama öyle hasret kalmıştım ki, uzaymca saçının hafif kivirciklaşmasini, arabayı ustaca kullanışını, sigara yakışını ve dikiz aynasından arada bir bana bakmasını doya doya izliyordum Ben, bu anın şerefine içten içe mutlu oluyordum. Radyoda çalan. parçaya babam eşlik ediyordu. Bu O'nun en sevdiği parcalardan birisiydi: Çırpınırdı Karadeniz.
henüz nereye gidileceğine karar vermemiştik. Annemle Babam bizim tam tersimize doğa içinde sakin bir yerleri düşünüyorlardı. Hem sıcak bir şeyler içmek, hem de sohbet etmek maksadıyla Etiler'de, bir kafeye girdik. Babam her zamanki gibi şekersiz nescafe istedi. Nitekim sonunda Yalova'ya gitme kararı alındı. Babam sağlığına titiz davranırdı. Yalova'nın termal tesisleri, bu yoğun koşuşturmadan doğan stresi atması için ideal bir ortam olacaktı.
Arabaya benzin alırken, ailece Uğur Dündar'la kısa bir müddet göz göze geldik. Babamı tanıyıp tanıyamadığım bilemem ancak dikkatle bakmıştı. Hatta ne ilginçtir ki O'nun Türkiye'de olduğunu hatta ofisine telefon açıp görüşmek istediklerini söyleyen bazı gazeteciler, babamın vefatıyla birlikte koparılan Susurluk fırtınasıyla sözde şoke olmuş ve devletimizi kınayıp, karşı cephe almışlardı. Ama aynı gazeteciler değil miydi, O'nun sağlığında konumunu bilenler!
Çok geçmeden araç telefonundan arayan şahıs, ailemizi Pera Palas'a davet etti. Açıkçası hayatımızın en belirgin özelliği, tasarlanan günlük programların genelde uygulanamamasıydı. Aslında ben bundan şikayetçiydim. Davet geri çevrilmedi ve otelin girişinde karşılandık. Yalova faslı burada kaldıktan birkaç gün sonrasına ertelenmişti.
Babamın tanıştırdığı beyler mevki olarak hem ciddi, hem de etkili konumlardaydılar. Şimdi düşünüyorum da, hiçbir şahsiyetle olan münasebetimiz olağan dışı gelmiyor hatta önemsemiyordum. Neticede mevkii değil, niyet önemliydi. Benim gördüğüm kadarıyla babam kah politikada bulunan bir şahsiyet, kah teşkilatıyla operasyon planları yürüten bir lider, kah kurum mensuplarıyla bir arada bulunan biriydi. Ya da her zaman benim babam. Aslında babamın da dediği gibi, bu tür oluşumların sağlanabilmesi için geçmiş yılların emeği olduğu kadar, gündemi belirler olmuş teşkilatın rolü de büyüktü. Yok sa kimse boşuna benimsenmezdi. Bu, kollayan ve korunanla rın hikayesiydi! Yani uzun bir hikaye. Yani babamın hikayesi.
Bu benim Pera Palas'a ilk gelişimdi. Tarihi otelin bazı odalan -mazisinden ötürü görülmeye değerdi. Kimler kalmamıti ki burada: Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, ünlü polisiye yazan Agatha Christie...Bayanlara ayrılan masalarda yer kalmadığından, babamın yanına gittim. Masada tanımadığım beyler de oturuyordu ve sohbetleri dostane olduğu kadar dikkat de çekiciydi. Herkes babamı dinliyordu. O kaşlarını çatmış, gözlerini kısmış, alçak bir ses tonuyla:
"Ülkedeki sistem özellikle son elli yıldır şahsi kazanım üzerine kurulmuştur. Ülke yararına projelere atılmak isteyenin, çok acıdır ki engellenmeye çalışılıyor. Hatta bunlardan bazıları, bana yakın olduklarını sandığım kişilerde olabiliyor!"
.Şanlıurfa DYP Milletvekili Sedat Bucak: "Ha, insan hangi birine akıl vereceğine şaşıyor vallahi. Reis, anlamayan varsa hu, anlatmak lazım."
"Herkesin anlayacağı bir dil var elbette gardaş. Uygun zaman beklemek gerek."
Sohbet derinleşeceğe benziyordu. Babam beni uyarmadan, müsaade isteyip masadan kalktım. Eve dönünce hatıra defterime, edindiğim izlenimler hakkında, Platon'un ünlü bir sözunu yazacaktım: Kendini yönetirsen dünyayı yönetecek güçü bulabilirsin.
Peze Palas'ta kaldığımız toplam iki gecenin ilkinde, apar topar alinan bir kararla Sedat Bucak'la eşi, bizim aile ve tanımadiğim diğer beylerle ilk önce Türk müziği dinlemeye bir yere gittik. Burada sahne alan sanatçı aile dostumuz olduğundan, kardeşimle babama süpriz olması amacıyla gizlice bir Türkü isdedik. "Kah çıkarım gök yüzüne seyrederim alemi. Kak inerim yer yüzüne seyreder alem beni. Haydar Haydar..." seslendirecek kişi güzel bir giriş yapar yapmaz, babam hiç tereddüt etmeden ikimize baktı. Yanına çağırıyordu. Babam için böyle küçük süprizler, ya da manevi değer taşıyan hediyeler, çok daha anlamlıydı. Bu O'nun gözlerinin içini parlatiyor ve biliyorum ki o güzel yüreğini ısıtıyordu. Kardeşimle babamizin dizlerine oturup, belli belirsiz parçayı mırıldandık, Bi ara babamla etrafımıza baktık. Herkes bizi izliyordu. Hatta masamizda oturan bir bey babamızın ailesiyle olan diyaloglarina sevinmiş olacak ki gözleri dolmuştu. Abdullah Catlı'nın son derecede kalabalık nüfuslu ama dost, saygın, güçlü ve hassas olan arkadaşları işin en güzel tarafıydı. Gerektiğinde dost için ağlayan, dost için gülen, gerektiğinde dost için kendini tehlikeye atıp, O'nu kollayanlar babamın hayatında kazandığı en büyük servetiydi. O'nun bize bıraktığı en kıymetli miras bu yiğit yürekli mert insanlardır.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, Etiler'de bir gece kulübüne gidilmeye karar verildi. Babamla bu tarz yerlere bundan önce, iki kereliğe mahsus kardeşimin doğum günü için gelmiştik. Aslında O'nun bu fikre sıcak bakmadığı ama yoğun ısrarlarımızıda kıramadığından katlanması, dönem dönem iki kızının nazıyla oynadığının göstergesiydi. Sekenle benim merakım, mekanları görmekten ziyade babamla Sedat Bucak'ın, böyle hareketli bir yerde nasıl davranacaklarını görmekti. Ne de olsa babam fırtınalar estiren yiğit yürekli bir lider; Sedat Bucak'ta milletvekili kimliği dışında bir aşiretin lideriydi. Babam her zaman ki gibi ağırlığını korumuştu...
YURT DIŞINDAN FAKS"Kimseye güven olmaz değil mi güzel kızım?"
Babam, her yurt dışı dönüşünde hem rapor şeklindeki kimyalarla hem de yorgun bir şekilde eve gelirdi. Özel işlerine Duyduğu titizlikten ötürü ne ben sormuş, ne de O bana bu dosyalarda neler olduğunu anlatmıştı. Yine böyle bir dönemdeydik ve babam yurt dışından döneli bir kaç saat olmuştu ki, kendısiyle şirkete gelmemden mutlu olacağını söyledi. Cevap vermeden babamın giyeceği kıyafetleri hazırladım ve beklemekden hoşlanmadığını bildiğim için hemen hazırlandım ve dikildim. Yanından hiç ayırmadığı evrak çantasını elin-kaplığım gibi garajdan arabayı çıkarıp, evin önüne getirdim bazılarına tuhaf gelecek ama babam için ufak da bir şeyler yapmak beni mutlu ediyordu.
Babam , evimizin bahçesinden geçerken, arabamızın sağ kapisini actim ve şımarık bir tutumla
buyurun beyefendi." dedim.
Bugun torpil büyük yerden anladım da, bu durumda arabayi kullanacaksın gibi bir senaryo hazırlamışsın!"
Baba lütven müsade et. Çok dikkatli kullanıyorum billiyorsun Lütven lütfen..."
Derken |riı direksiyon başına geçmiştim bile. Göz ucuyla babamın vereceği tepkiyi izliyordum. Babam beni kolay kolay kırmazdi Tepkisi olumluydu.
GSC adlı şirketimiz tekstil üzerineydi. Şirkete geldiğimizde kapıda bekleyen şoförün müdahale etmesine fırsat vermeden, babamın evrak çantasını aldım ve koluna girerek odasına çıktık. Masasına bıraktığım çantasından titizlikle düzenlenmiş bir dosya çıkardı ve
"Kızım birazdan burası kalabalıklaşır. Elimdeki evrakları saat 10'da Ankara'ya fakslamam gerekiyor. Yoğun olursam hatırlatmayı sakın unutma!" diyordu.
Dediği gibi şirkete bir çok kişi ziyarete geliyordu, iş adamları, sivil polisler, müdürler ya da şimdiye dek hiç görmediğim ağabeyler. Bu ağabeyler bazen dosya teslim alıp ya da dosya teslim ediyorlardı.
Babamın bildirdiği saat geldiğinde benim hatırlatmama fırsat tanımadan, O faksın başına geçmişti bile. Sorumluluklarını aksattığına hiçbir zaman şahit olmadığım babam, işlerinde en çok düzen ve disipline önem verirdi.
"Babacığım bende yardım edeyim mi?"
"Başka bir işte olur, ama bunda hayır." dedikten sonra odasının kapısını kilitlememi istedi. Faksını çektiği sayfaların hepsini bir tasın içine bıraktı ve teker teker hepsini yakmaya başladı.
"Kimseye güven olmaz değil mi güzel kızım?" derken bir yanda da külleri bir poşetin içine boşalttı ve bunları çantasının iç cebine koydu.
Çocukluğumdan bu yana alışık olduğum esrarengiz hayatımızın bu küçük örneğini, hiçbir şekilde garipsememiştim. Babamın her yurt dışı gezisi sonrasında beraberinde getirdiği bu dosyalar, orada bulunduğu süre içerisinde yürüttüğü işler ve tespitlerle ilgili tutulan raporları içeriyordu. Ülkeye karşı planlanan yıkıcı faaliyetler eğer ciddi boyutlarda ise, temeli yurt dışında atılır ve buradan idare edilirdi. Çatlı liderliğindeki teşkilat ise, iki koldan yani hem planlanan yıkıcı faaliyetleri saplayıp, müdahaleler etmek için istihbarat toplanmasını sağlar, hem de harekete geçmek için operasyonları bizzat idare etmeli amacıyla yurt dışına çıkarlardı.
Aslında ailemizin babama duyduğu bu güven, yararlı işler yapdiğini bilmemizden kaynaklanıyordu. Ailede herkesin herkesin ve fikirlerini savunmaya hakkı olduğundan şayet babamin bu konuda yanlış işler yürüttüğünü sezseydik, hiç tereddüt etmeden bunu O'na belli ederdik. Tıpkı arkadaşlarına gösterdiği aşırı kollamadan rahatsız olduğumuzu belirttiğimiz gibi Aslında çevresindekilerden bazıları babamın bunları kollamasina değer kişiler olsalardı, bunda tavır almazdık ama devir
kötüydü. O'nun yapabileceği bir yanlış, tüm doğrularını
götürebilirdi