Gönderen Konu: BAŞBUĞ ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRK TARİHÇİLİĞİ  (Okunma sayısı 3652 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

ilteris7

  • Ziyaretçi
ATATÜRK DÖNEMİ TARİHÇİLİĞİ

Prof. Dr. Sina AKŞİN*

“Savunma Tarihçiliği”

Cumhuriyet tarihçiliğinin büyük isimlerinden Enver Ziya Karal, 13 Kasım 1975’te “Türkiye’de Tarih Eğitimi” seminerinde Atatürk dönemi tarihçiliğini “savunma tarihçiliği” diye nitelemişti. 1 Bu, çok doğru ve çok önemli bir saptamadır. Sözü edilen “savunmanın” anlamını açıklamaya çalışalım.

Osmanlı Devletinin kurucu ve önde gelen ögesi olan Türkler, büyük bir imparatorluk kurdular, Anadolu ve Rumeli’yi egemenlikleri altına aldılar, kuzeybatıda Viyana’ya değin gittiler. 1699 Karlofça Antlaşmasıyla Rumeli’de ilk toprak yitimi başladı. Ondan sonra 200 yıl boyunca Rumeli’deki toprak egemenliğine adım adım son verildi. Önce bu, Avusturya’ya (daha sonra Avusturya-Macaristan) ve Rusya’ya toprak vermek biçiminde oldu. Daha sonra, Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı ulusçuluk akımının etkisiyle, Balkanlarda bağımsız devletlerin ortaya çıkmasıyla gerçekleşti. Bu, Avrupa kamuoyu tarafından son derecede ‘doğal’ bir süreç olarak değerlendiriliyordu. Avrupa diplomasisi de bu gidişi her fırsatta iteklemekten geri kalmıyordu. Onlara göre (önyargı düzeyinde) Türkler, tanımadıkları bir dine mensup, ilkel ve istilacı bir güçtüler. Onları istila ettikleri yerlerden çıkarmak kaçınılmaz bir süreçti. Nesnel olarak bakıldığında, Türklerin kapitalizme geçememiş olmaları (temel etken), eğitimde önemli bir ilerleme sağlayamamaları, yönetim kural ve yöntemlerini çağa göre geliştirmemeleri, Osmanlıyı Avrupa karşısında zor durumda bırakıyordu.

Türk insanı için bu süreç tam bir karabasandı. Osmanlı Devleti hoşgörülü, âdil yönetmeyi erekleyen siyaseti sayesinde Balkanlara kolayca yayılmış, uzun yüzyıllar buraları egemenliği altında tutmuştu. Bundan yararlanan Türkler, devletin de desteğiyle Rumeli’ye kalabalık bir biçimde göçtüler, geni. alanları yurt edindiler. Oraların Hıristiyan halklarıyla barışçıl, verimli ili.kiler kurdular. Ne var ki, Osmanlı egemenliği son buldukça, Türklerin yüzyıllardır yerle.mi. oldukları kent, kasaba, köylerde barınmaları çok zor, belki olanaksız oluyordu. Savaş koşulları, kırımlar zaten sağ kalanların birçoğunu göçe zorluyordu. Bir de Osmanlının yerini alan devletler, bu insanların ülkelerinde kalmasını istemiyorlardı. Barı. koşullarında da büyük bir baskı altına alınıyorlardı. Oysa buraları onların yurduydu. Nasıl bugün yurdumuz diyelim, İstanbul, Kütahya, Erzurum ise, Mustafa Kemal Selanikli, Yahya Kemal Lofçalıydılar. Örneğin, Bulgaristan’ın nüfusunun yarısının Türk olduğunu tahmin edenler var. Bu doğruysa, Bulgaristan bir Bulgar yurdu olduğu kadar, bir Türk yurduydu.

Türkler, Rumeli’den göçün kanlı ızdıraplarını iki yüzyıl boyunca yaşadılar. Bu süreçte onların belki de tek avuntusu göçebilecek eski bir yurdun bulunmasıydı. Bu yurt Anadolu idi, Balkan Savaşı Doğu Trakya ve İstanbul dışında Osmanlının ve Türklerin Rumeli’den çıkarılmasını bütünlemiş gibiydi. Derken I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlıya dayatılan Sevr Antlaşmasiyle ortaya çıktı ki, Rumeli’den çıkarılan Türklerin .imdi de Anadolu’dan çıkarılması süreci başlıyordu. Türklerin yüzyıllardır çoğunlukta oldukları Ege bölgesinin ve Kuzeydoğu Anadolu’nun Yunanistan ve Ermenistan’a verilmesinin başka bir anlamı olamazdı, ‘son yurt’ durumunda olan Anadolu’nun da ‘gidici’ olduğunun algılanması, bütün Türklerde bir şok, bir travma etkisi yaptı.

Batılılar için bu, ‘normal’, ‘olması gereken’ bir durumdu. Çünkü (l) 1071’den önce Anadolu ve Rumeli’de Türkler yoktu, (2) Türkler uygarlıkta geriydiler (Osmanlının bütün başarısı Bizans’ı taklit etmesiydi), (3) Müslümandılar. Birinci gerekçe “tarihsel hak” gerekçesiydi. Hemen hemen aynı gerekçeyle Siyonist Yahudiler Filistin’e yerle.ip 2000 yıldır orada oturan Arapları büyük ölçüde yurtlarından kovacaklardı. Gerçi Yahudiler Rum ve Ermeniler gibi Hıristiyan değillerdi, ama Batının gözünde Yahudilik Müslümanlıktan daha ‘makbuldü’, Eski Ahit onlar için de kutsaldı. Üstelik bu Yahudiler genellikle Avrupa Yahudisiydiler.

Filistinlilerin yapamadığını Türkler yaptı. Mücadeleye girip Sevr’i geçersiz kıldılar, yerine Lozan geldi. Fakat Atatürk Lozan’ın Batının gözünde geçici olduğunu duyumsuyordu. Lozan’ı sürekli kılmanın yolu, Türkiye’nin Avrupalı gibi güçlü, yani Avrupalı denli eğitimli ve kültürlü, Avrupalı denli üretken, başka bir deyişle sanayileşmiş, zengin olmasıydı. Atatürk Devrimi’nin amacı buydu. Bu, kolay bir iş değildi, çünkü Türklerin en az % 95’i okur yazar bile değildi ve şeyhlik, ağalık düzeninde yaşıyorlardı, yani kuldular. Osmanlı hükümdarı padişah olarak ‘süper ağa’, halife olarak da ‘süper şeyh’ konumundaydı. İşin başında Atatürk saltanat ve hilafeti kaldırdı. Fakat halkın ezici çoğunluğu Orta Çağda yaşamaya devam ediyordu. 1945’e değin Türkiye bu sorunu çözmekte büyük mesafeler aldı, fakat 1945’te, daha hedefe ulaşılamadan, Devrim durakladı. 1950’de Kısmî Karşıdevrim sürecine girildi. Devrim donduruldu. O günden beri Türkiye Kısmî Karşıdevrim süreci içinde çırpınıyor, temel sorunlarını çözüme kavuşturamıyor.

Atatürk dönemi tarihçiliğini yukarıda betimlemeye çalı.tığım koşullar içinde düşünmek gerekir. Başta Karal’dan naklen sözünü ettiğim “savunma tarihçiliği” Sevr’e karşı, Sevr’in kuramsal çerçevesine kar.ı bir hareketti. Türkleri uygar olmadıkları için Anadolu’dan çıkartmak görüşüne karşı uygarlığın Orta Asya’da Türklerde doğduğu, bütün belli başlı insan topluluklarının oradan, yani Türklerden kaynaklandığı kuramını ileri sürmek bir savunma oluyordu. Türklerin 1071’den önce Anadolu’da varolmadıklarına kar.ı oranın en eski uygarlıklarından birini oluşturan Hititlerin Türk olduklarını, hatta en eski Mesopotamya uygarlığını kuran Sümerlerin de Türk olduklarını söylemek, adlarını önemli iki devlet bankasına vermek yine bir savunma oluyordu.

Önce şunu belirtmek gerek. Atatürk bir komutandı, bir devlet adamıydı, bir devrim önderiydi, tarihçi değildi. Kendisi birtakım tarihsel görüşleri ortaya koymuyordu. Fakat Türklerden yana diye algılanan kimi tarihsel görüşlerin ortaya konmasını her bakımdan özendiriyor, yakından izliyordu. Bizim bugün abartılı, ya da düpedüz uydurma bulduğumuz görüşler o dönemde Avrupa’da az çok ilgi görüyordu. Hatta Türk bilim insanlarını bu yönde özendiren kimi Avrupalı bilim adamları vardı (Afet İnan’ın doktora danışmanı olan İsviçreli Eugene Pittard, Macar Doğu bilimcisi H. F. Kvergic gibi). 2 Başka bir deyişle, bugün az çok gülünç gelen bu görüşler o dönemde pek de gülünç sayılmıyordu. Sayılsaydı, Atatürk bunları desteklemeye kalkışmazdı diye tahmin etmek zor değildir.

Atatürk için başka ülkelerin insanlarını etkilemek kadar, ve daha çok, Türkleri etkilemek önem taşıyordu diye düşünüyorum. 200 yıl sürekli yenilgiyi yaşadıktan sonra bir de yurdundan kovulmak istenen geri kalmış bir halkın gayrete gelmesi için öncelikle psikolojisini düzeltmesi, aşağılık duygusundan kurtarılması gerekiyordu. 3 Söz konusu tarih çalışmalarının böyle bir yararı olduğu da açıktır. Hatta belki Atatürk’ün yabancıları etkilemeyi önemsemediği, hemen tümüyle Türkleri hedeflediği savlanabilir.

Bugün aşırı ulusçu (‘uçuk’ ?) saydığımız kuramlar yanında bu dönemde bilimsel tarihçiliğe, arkeolojiye verilen önem de dikkatimizi çekiyor. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kurulması ve bu fakültenin 1945’e değin sahip olduğu yıldız kurum niteliği, geniş parasal olanaklarla ve devlet müdahalesi dışında özerk çalışması öngörülen Türk Tarih Kurumu (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, 1931) ve onun Atatürk’ün izlediği Türk tarih kongreleri, kitap, dergi yayınları, kazı çalışmaları gibi etkinlikleri sözü edilen tutuma örnektir. Tarih bilimine yapılan bu büyük yatırımlar, 40’ların başından itibaren semeresini vermiş ve bugün Türk tarihçiliği dünyada yeri olan bir tarihçiliktir.

Hititler Türk olmasalar da 1071 öncesi Anadolu tarihine verilen önemin de “savunma” yönü var diyebiliriz. Bu tarihin incelenmesi, arkeolojik kazılar yapılması, çıkan yapıtların müzelerde ya da ören yerlerinde korunması bir sahiplenmedir. Bu da Anadolu’nun uzak geçmişine doğru bir kök salmadır. Ayrıca bir uygarlık belirtisidir. Bunlar yeni bir Sevr’i önlemeye katkısı olabilecek davranış biçimleridir.

Cumhuriyet Öncesi Osmanlı-Türk Tarihçiliği

Bilindiği gibi, II. Mahmut’tan önce Osmanlı eğitiminin bir ayağı ‘geleneksel’ eğitim, yani cami okulları ve medreseydi. Buralarda genellikle tarih eğitiminin olmadığı anlaşılıyor. Orada varolan tarihçiliğin söylenceye dayalı enbiya tarihi, yani peygamber öyküleri tarzında olduğu tahmin edilebilir. Enderun mektebinde, yani sarayda ise devlet yöneticileri yetiştirildiği için, verilen eğitimin içinde tarihin çok önemli bir yeri vardı. Yazılan tarihler de yöneticiler ya da yönetim öğrencileri tarafından okunuyordu. Ama bu tarihçilik Osmanlı merkezliydi. Beylikler, Selçuklular, Orta Asya tarihi, dünya tarihi ile ilgilenilmiyordu. Müslümanlık dolayısıyla İslam tarihine ilgi duyuluyordu, ama bu da peygamber öyküleri, peygamberin hayatı ve Hulefa-yı Raşidin dönemiyle sınırlıydı. Tanzimattan sonra başlayan Batıya açılmayla birlikte bilimsel tarihçiliğe adım atıldığını görüyoruz. Dönemin büyük tarihçisi 12 ciltlik Tarih-i Cevdet yazarı Cevdet Paşaydı. İlk cilt 1850’lerde, 12. cilt 1884’te ortaya çıktı. Onunla birlikte Namık Kemal, Ahmet Vefik, Süleyman Paşa, Mustafa Nuri Paşa gibi adları da anabiliriz. 4 Ama bu başlangıçlar eğitim dizgesine yeteri kadar yansımıyordu.

Bilimsel tarihçiliğe doğru ikinci adım Jön Türkler ve II. Meşrutiyet tarafından atıldı. Padişahların ağır, orta çağcıl baskısı altında zaten sosyal bilimlerin fazla bir gelişme göstermesi beklenemezdi. Nitekim II. Meşrutiyette  bu baskı bir ölçüde azalınca, başka disiplinlerde olduğu gibi bilimsel tarihçilikte de ilerlemeler oldu. II. Meşrutiyetin iki önemli tarihçisi olan Fuat Köprülü ve Yusuf Akçura, Atatürk döneminin de önemli adları oldular. Daha önce Mizancı Murat yazdığı 6 ciltlik Tarih-i Umumî aracılığıyla ( 1880-2) belki ilk kez Osmanlı Türklerini etraflı bir dünya tarihiyle karşılaştırıyor ve dar çevrelerde de olsa, hayli yankı uyandırıyordu. Mizancı Murat Rusya Türklerindendi. Yine onun gibi Rusya Türklerinden Yusuf Akçura 1904’te yayımlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” yazısıyla Osmanlı Devleti için Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık siyasetlerini gütmek gibi almaşıkları olduğunu öne sürüyor ve her birinin yarar ve sakıncalarını inceliyordu. Osmanlıya gelen Rusya Türkleri (Hüseyinzade Ali, Ahmet Ağaoğlu da anılabilir) kendi ülkelerinde azınlık muamelesi gördüklerinden milliyet konularında genellikle çok duyarlı oluyorlardı. Osmanlı Türkleri ise çok-uluslu bir imparatorluğu yürütmek durumunda oldukları için Türklüklerini olabildiğince bastırmaya çalışıyorlardı. Ama Osmanlı çerçevesini aşamayınca bilimsel tarih yapmak da pek zordu. Fakat imparatorluk yürümeyecekse (ki 93 Harbi ve özellikle Balkan Savaşı bunu gösteriyordu) o zaman Türklerin bilinçlenip örgütlenmesi, imparatorluk batarken kendilerini kurtarmayı düşünmeleri gerekiyordu. Böylece İttihat ve Terakki Türkçü olduğu halde Türkçülüğünü gizlemeye çalışırken, bilim adamları, daha önce Avrupa doğu bilimcilerinin yapmış oldukları çalışmalardan da yararlanarak, Türkiyat yapmaya başladılar. Örneğin, Fuat Köprülü, yayımladığı incelemelerinde Osmanlı öncesi Selçuklu tarihine ve oradan da Türklerin Orta Asya tarihine dikkat çekiyordu. Ziya Gökalp benzer çalışmalar yaparken, Akçura’nın kavramlaştırmalarından, hareketle Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak (çağdaşlaşmak) sorunları üzerinde duruyordu. Tarık Zafer Tunaya’nın belirttiği gibi, II. Meşrutiyet bu bakımlardan Cumhuriyet döneminin “siyaset laboratuvarı” olmuştur. Dikkat edilirse Türkçlülük akımı Osmanlı çerçevesinden çıkmayı ve Osmanlı tarihini dünya tarihinin içinde Türk tarihinin bir alt dönemi olarak ele almayı sağladığı oranda daha bilimsel, daha nesnel bir tarih yapmayı olanaklı kılıyordu.



 


ilteris7

  • Ziyaretçi
Atatürk Döneminin İki Tarihçisi

Burada ele alacağım iki isim Yusuf Akçura ile Fuat Köprülü’dür, Yusuf Akçura ( 1876-1935) Kazan Türklerindendi. 5 Osmanlı Harbiye Mektebi öğrencisiyken devrimci etkinlikleri yüzünden mahkum oldu, Fransa’ya kaçarak siyasal bilgiler öğrenimi yaptı, Kazan’a gitti. Hürriyetin ilânından sonra İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi’nde, Harp Akademisi’nde, Ankara Hukuk Fakültesi’nde dersler verdi. Türk tarihine Türk ulusçuluğunun açısını yerleştirmeye çalıştı. Bir çabası daha vardı. Geleneksel tarihçiliğin ‘büyük’ olaylar (savaşlar ve barışlar), ‘büyük’ adamlara (hükümdarlar, devlet adamları) odaklanan yöntemi yerine tarihi toplumsal bilimlerle bütünleştiren ve toplumsal, iktisadî hareketleri de hesaba katan bütünsel bir yaklaşımdan yanaydı. Tabii bu arada tarihe anlam veren devrimleri inceliyor, Türkiye’de ulusal bir burjuva sınıfının, yani toplumsal bir devrimin oluşmasını gerekli görüyordu.

Yusuf Akçura’nın bir de örgütçü yanı vardı, 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin (sonraki adıyla Türk Tarih Kurumu) kurucularındandı ve örgütün genel sekreteri oldu. Atatürk’ün güvendiği bir insan olduğu, Cemiyetin örgütlediği I. Türk Tarih Kongresi’nin de (1932) başkanı olmasından belliydi. Kimileri Atatürk’ün tarih ve dil konularına gösterdiği ilgiyi, işlerini tamamlamış bir önderin vakit geçirmek için bir çeşit fantezisi, bir çeşit ‘hobby’si olarak değerlendirmişlerdir. Bence bu yanlıştır. Yukarıda genişçe ele aldığım savunma işlevi yanında tarihin (ve dilin) yeni kurulmukta olan devrimci devletin ki.iliğini oluşturması bakımından, yani ideolojik yönden büyük önemi vardı. Yusuf Akçura’nın zamansız ölümü cumhuriyetçi tarihçiliğimiz için çok büyük bir kayıp olmuştur.

Fuat Köprülü ( 1890-1966) Yusuf Akçura gibi bir eylem adamı sayılamaz. 6 Yukarıda da değinildiği gibi, onun büyük hizmeti, tarihi Osmanlı-merkezlilikten kurtarıp, Beylikler, Anadolu Selçukluları ve oradan da Büyük Selçuklular aracıyla Orta Asya’ya bağlamasıydı. Böylece Osmanlı tarihini biriciklilik tahtından indirmek, daha imparatorluk döneminde bir çeşit ‘cumhuriyetçilikti’. Ayrıca, tarihi yalnızca büyük devlet adamları, savaşlar ve barışlar öyküsü olmaktan kurtarmak, kültür, toplum, iktisat boyutlarına el atmak da cumhuriyet tarihçiliğine doğru sağlam bir adım sayılabilir.

Öte yandan Fuat Köprülü 1931 yılında Batı doğubilimcilerinin temel sayılabilecek paradigmasına karşı cepheden bir polemiğe girdi. 7 Onların bu paradigması, göçebe Osmanlı aşiretinin imparatorluğa dönüşürken uygarlık namına ne edindiyse Bizanslılardan almış olduğu idi. Bu görü.ün Batı emperyalizminin Türkiye’ye yönelik niyetleri için iyi bir kılıf olduğu açıktır. Köprülü Osmanlı kurumlarını tek tek ele alarak bunun yanlış olduğunu öne sürdü. Belki Köprülü’nün görüşleri tümüyle isabetli olmayabilirdi, ama değerli bir Türk bilim adamının bu meydan okuması Batılı tarihçilere meydanın artık eskisi gibi boş  olmadığına dikkatlerini çekmiş oldu.

Liseler İçin Hazırlanan Tarih’ler

Son olarak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin 1930’ların başında liseler için hazırladığı tarih kitaplarına değinmek istiyorum. Bu önemli, çünkü dar çevrelerde olu.an kimi bilimsel gelişmeler kitlelere yansımayınca ya da yansıtılmayınca çok da önemli etkiler yapmazlar. O dönemde liseler dört yıldı ve lisenin her yılında kullanılmak üzere Tarih I, Tarih II, vb. kitaplar yazıldı. Kusurları olsa da birkaç bakımdan bu kitapların bugünkü lise kitaplarından üstün olduklarını görüyoruz. 8 Bunları  şöyle sıralayabiliriz:

1. Bugünkünden daha iyi kâğıda basılmış, bez ciltli sağlam kitaplardır. Bir kez değil, birkaç kez kullanılabilecek niteliktedirler.

2. Günümüz kitaplarından daha kapsamlıdırlar. Eski Millî Eğitim Bakanlarımızdan Köksal Toptan “kitaplardan gereksiz bilgileri çıkaracağız” diye ‘müjdelemişti’. Oysa kısalan kitaplar, artan ezber demektir çok kez. Bir tarih olayını tek tümceyle de, yüzlerce sayfayla da anlatabilirsiniz. Ne denli kısa anlatırsanız, anlamak o denli zorlaşır ve ezberleme gereği doğar. O zamanki Tarih I ve Tarih II kitapları tarih öncesini, ilk çağları, orta çağları kapsamaktaydı ve salt metin olarak birincisi 342, ikincisi 340 sayfaydı (toplam 682 sayfa). Günümüzdeki Tarih I aynı konuları 273 sayfada işlemektedir. O zamanki Tarih III yeni ve yakın çağları kapsamaktaydı ve 310 sayfalık bir metindi. Bugünkü karşılığı olan Tarih II ise resimlerle birlikte 195 sayfadır. Bugünkü iki kitabı, o günlerdeki üç kitapla karşılaştırdığımızda iki kitabın sayfa sayasının (resimli) üç kitabın sayfalarının (resimsiz) yarısından az olduğu (% 47) ortaya çıkıyor.

3. Tarih kitapları iyi yazılmalıdır. Eski kitapların ilginç, canlı, güzel bir anlatımı vardır. Bugünküler ruhsuzdur. Tarih I’de eski Mısır tarihine 25 sayfa ayrılmış ve piramitler (ehramlar) anlatılırken deniyor ki: “Keops ehramını yapmak için 100.000 kişinin 20 sene çalıştığını söylerler. Kimbilir ne kadar işçi sopa altında telef olmuştur !... İnanılmayacak kadar büyük olan ... bu manasız binalar...” (s. 123). Görüldüğü gibi, devrimci Türkiye, Mısır piramitleri konusunda tavır koymakta tereddüt etmiyordu.

4. Tarih kitapları yalnız Türkleri ve Türkiye’yi değil, dünyayı da anlatmalıdır. Sözümona ulusçuluk adına yalnızca Türkleri ve Türkiye’yi anlatmak Türk insanını dünyadan habersiz kılmaktır, ona yapılan bir kötülüktür. Oysa Atatürk döneminde Tarih I’de Türkler üzerine hiçbir bölüm yoktu. Tarih II’de Türk tarihi 156, İslam tarihi 105, dünya tarihi 79 sayfa tutuyor. Tarih III’te Osmanlı tarihi 172, Avrupa tarihi 138 sayfa tutmaktadır.

5. Tarih kitapları bugüne değin gelmelidir. 9 Günümüz Cumhuriyet tarihleri kimi kez 1938’de durmaktadırlar. 1938 sonrası verilse bile çok yetersiz bir biçimde verilmektedir. Oysa Tarih IV kitabı 1931’de basılmış olmasına karşın Serbest Fırkanın açılı. ve kapanışına, Menemen Olayına yer vermektedir (yalnızca metin olarak 336 sayfadır). Günümüzdeki Cumhuriyet tarihleri Halkevlerinin, Köy Enstitülerinin kapatılması, askerî müdahaleler, Sivas Olayı, 28 şubat süreci gibi gelişmeleri nesnel bir biçimde anlatmalıdır.

Tabii, dünya olaylarının da bugüne değin anlatılması gerekir. II. Dünya Savaşı’nı, Soğuk Savaşı, Berlin Duvarı’nın yıkılışını anlatmayan bir son çağ tarihi ders kitabı amacını gerçekleştirmiş sayılabilir mi?

Atatürk dönemi devrimci bakı. açısıyla sonraki dönemden farklı bir tarihçilik yapmıştır. 1950’de Türkiye’de başlayan Kısmî Karşıdevrim döneminde 10 Osmanlının ve genel olarak Orta Çağ İslam ve Türk tarihlerinin yüceltilmesine tanık oluyoruz. Daha somut olarak, kimi yabancı bilim insanlarının (Bernard Lewis, Stanford Shaw gibi) da katılımıyla II. Abdülhamit için bana göre hak ettiğinden çok daha olumlu değerlendirmeler, Kurtuluş  Savaşı’nın İç Savaş yönünün gözden kaçırılmak ya da önemsizleştirilmek istenmesi bu tür yaklaşımların sonucudur. Tarih çalışmalarının ideolojik akımlardan etkilenmesi doğaldır. Tarihçilerden yansız olmalarını bekleyemeyiz, beklememeliyiz. Yalnız, bilimsel olunacaksa, nesnel ve dürüst olmalarını şart koşmalıyız. Nesnellik, bilindiği gibi, ‘işimize’ gelmeyen olgu ya da belgeleri, görmezlikten gelmemek, onlarla hesaplaşmaktır.

DİPNOTLAR

* Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölüm Başkanı, ANKARA.

1 Felsefe Kurumu Seminerleri (Ankara, TTK Basımevi, 1977), s. 258.

2 Büşra Ersanlı Behar, İktidar ve Tarih, (İstanbul, Afa Y ., 1992), s. 109, 129, 176-7.

3 “Türk: öğün, çalı ., güven” sözündeki sıralamanın da Atatürk’ün gözünde psikolojinin önemini belirtir gibi olduğu söylenebilir.

4 Zeki Arıkan, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Tarihçilik”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, (İstanbul, İletişim Y ., 1985), s. 1584-6.

5 François Georgeon, Aux origines du nationalisme turc: Yusuf Akçura ( 1876-1935), (Paris, 1980); Halil Berktay, “Tarih Çalışmaları”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, (İstanbul, İletişim Y.), s. 2460; Ersanlı Behar, s. 149-53.

6 Halil Berktay, Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü, (İstanbul, Kaynak Y ., 1983); Ersanlı Behar, s. 130-7.

7 “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. I.

8 S. Ak.in, “Okullarda Okutulan Tarih Kitapları Nasıl Olmalı?”, Atatürkçü Partiyi Kurmanın Sırası Geldi, (Ankara, İmaj Y ., 2002).

9 Salih Özbaran’ın saptamasına göre YÖK’ün tarih öğretmenliği programında Orta Çağ %50 yer kaplamakta. Yalnızca Türk tarihi bakımından ele alınca, bu oran % 70’e ulaşıyormuş. Bu Orta Çağ merakının ‘maksatlı’ olduğu ve ‘hayra alamet’ sayılamayacağı söylenebilir. S. Özbaran, Tarih ve Öğretimi, (İstanbul, Cem Y ., 1992), s. 126.

10 S. Akşin, “Yetmiş Beş Yılın Hesabı”, Atatürkçü Partiyi... H. Berktay’a göre, Atatürk döneminin hemen ardından gelen Ömer Lütfi Barkan, sonra da Halil İnalcık, Osmanlı’nın feodalliğini reddedip kendine özgülüğünü savunmak yoluna gittikleri için devrimci çizgiden ayrılmış oluyorlardı. Berktay, “Tarih Çalışmaları”, s. 2470-1.

e-kaynak: http://www.akmb.gov.tr/turkce/books/v.t.kongresi/tarih,%20t.tarih%20yazimi%20cilt%20III/sina%20aksin.htm



 BAŞBUĞ ATATÜRK Dönemindeki bizzat kendisininde katıldığı Türk Dili ve Türk Tarihi Çalışmalarına, ne kadar önem verildiği, üzerinde durulduğu  yukarıdaki makalede tüm ayrıntılarıyla geçmektedir.

 Ayrıca BAŞBUĞ ATATÜRK; o dönemdeki dil ve tarih çalışmalarının sağlıklı ve sürekli olarak yürütülmesi için Dr.Fuat Köprülü'ye, yeni kurulan Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin doğrudan devlet bütçesinden, o zamanın rakamıyla, 200.000 Lira ödenek ayırmıştır. Tabii bu çalışmalar BAŞBUĞ'un TANRIDAĞI'na varmasından sonra kürt ismet ve hempaları tarafından baltalanmıştır.

ilteris9

  • Ziyaretçi
Güzel bir yazı. Paylaşımın için sağol abi.

Başbuğ Atatürk, Türk Târihi'nin kaynak dillerden araştırılması için DTCF'yi kurdurmuştu. Halbuki Türk Târihi hakkındaki Çin kaynaklarının Türkçeye çevrilmesine 4 yıl önce başlanmıştır ve bu işlem çok yavaş gitmektedir; diğer dillerde ise DTCF'de herhangi bir çalışma yoktur. DTCF bugün yalnızca ezberci öğretmen ve çevirmen yetiştirmektedir.