Burada bazı noktaların altını çizmek isterim; bu köşe yazısında sözü edilen İvan, Tatarların TÜRK KANI taşıdığını bilmiyor olsa gerek, Tatarları farklı bir etnik grup olduğunu söylemiş. Zaten Bulgarlar, Türklerin birleşmesine engel olmak için Tatarların TÜRK olduğunu inkar eder.
AKLIMDAN ÇIKMIYORBen 1993'te ailemi otobüsle getirdim. Vize ve otobüs için 7 bin DM (Alman markı) ödedim.
O gün bu gün, elimden çıkan bu para, eşimin dilinde iğneli bir sitem. Çünkü ailem gibi, başka aileler bu işi 4-5 bine halletmiş, eşim yılların birikimini bir hamlede elimden çıkarmamı af edemedi, dillerinden düşürmedi. Parayı İvan adında bir otobüs şöförüne vermiştim, o da vize ve bilet işimi, üslendi, 4 kişilik ailemi Kırcaali'den aldı, İstanbul'a indirdi. İş görülmüş, parası ödenmişti. Ben İvan'ı bir daha görebileceğimi düşünmeden yeni hayat düzeni, yuva kurmayı, iş bulmayı düşünmeye başlamıştım.
Olacak ya, bir ay bile geçmeden Aksaray'da İvan'la yüz yüze geldik, İyi misin? Hoş musundan? sonra döner yedik. O bana telefonunu verdi, hatta bazı ıvır zıvır bulmada ona yardım edersem, para da kazanabileceğimi söyledi. Neyse o sipariş etti, ben arayıp buldum, götürdüm, teslim ettim, paramı aldım ve aramızda karşılıklı güven oluştu, pekişti.
Birkaç yıl geçince iş konusunda kimi evraklarımın tasdiki için Bulgaristan'a gitmem gerekti. İvan'ı aradım, buldum, beni evine davet etti. İhtimanlıydı. Misafir oldum ve aramız iyice ısındı. Neredeyse İvan'ın sağ kolu olmuştum.
Evi bir kocaman Saray. 10 adet otobüsle şehirler arası yolcu taşıyor. Oğulları levent. Dış görünümde sıkıntı yaşamadığı havası vardı.
Misafirliklerimden birinde bir ılık güz akşamıydı, evinin önünde asma altında, çeşme başında masa örtüsünü serdikten ve kadehlere rakı doldurmaya koyulduktan sonra, bana Hak ve Özgürlükler Hareketi Başkanı Ahmet Doğan'ın, o Ahmet'e (sokola("doğan" kelimesinin Bulgarcası sokol'dur, -a ise belirlilik ekidir, İngilizcedeki "the" gibi) diyordu, ona milletvekili olmasını teklif ettiğini ağzından kaçırdı.
Boş bulundum. Ben hemen yetiştirdim:
– Ama, İvan'e (Bulgarcada birisine hitab ederken insan isimlerinin arkasına -e eki getirilir) sen Ahmet'i tanıyor musun? Olamaz! Beni şaşırttın! Nerede tanıştınız? diye sordum.
İvan hemen durakladı, önce rakısını yudumladı, masa üzerindeki domates dilimlerine uzandı, sonra – Bu konuyu açmamalıydım, ama neyse, neyse bakla ağzımdan çıktı, sen artık benim adamımsın, aramızda kalsın, olur mu! dedi.
Gözlerime bakıyordu. Sanki söyleyeceklerinden korkuyordu. Öyle olsa da artık başlamıştı, kendi yarasını deşen kendisiydi ve söyleyeceklerini dökse, belli ki, sakinleyecekti.
Kullaklarımı iyice açtım ve beklemeye koyuldum.
Önce bana: - Ben bir polisim, fakat benden korkma. MVR'den (MVR'nin Türkçe açılımı İçişleri Bakanlığı'dır) çıktım. Artık tüccarım, taşımacıyım, işim düşmedikçe, polisle işim olmaz, dedi.
–Sen Todor Jivkov zamanında milis miydin? diye sordum.
Afalamıştım. İtiraf etmesem yalan olur. Totaliter rejim zamanında hele adlarımız değiştirilirken hiç tanımadığım üniformalı milislerle benim de az işim olmamıştı. Yine mi aynı işler, bağlandım mı bacağımdan, fikri geçti kafamdan.
Elimi kadehten belli ettirmeden çektim. İçim birdenbire ürperdi.
İvan kadehe bakarak konuşmaya devam etti:
–Sana kötülük yapmayacağım, yemin ederim sana kapan (tuzak) kurmadım, korkma, senden birşey istemiyorum, seni kendime yakın hissediyorum, bana da senin hakkında herhangi birşey soran yok, derken tonu sakindi, sesinde pişmanlık ve yürek acısı okunuyordu.
Anlatmak istediği neydi? Konuya hala girmemişti! Ne demek istediğini düşünsem bile, bana ne demek istediğini sezebilmem imkansızdı, konuya Ahmet'le girmişti.
– Ne paylaşmak istedin? Sırsa söyleme, rica ederim. Anılarımı uyandırma, stres yaşamak istemiyorum. Yapma, yolumu göremem, işlerim karışır.
– Huzurumu bozmak istemiyorum...dedi.
İvan bir yudum daha içtikten sonra, şimdi de elini omuzuma koydu, sanki bana daha da içten görünmek istiyordu. Ve birdenbire: - Ben Pazarcık Hapishanesi'nde Ahmet Doğan'ı koruyan milistim, dedi.
Hayret içinde – Öyle mi? Diyemedim. Ben Özel korunan mahküm olduğunu da ilk defa işitmiştim...
İvan biraz heyecanlı, devam etti:
– Orada, herkes işe giderken, ayrı bir odada yatıyordu. Onun hapisliği hapislik değil, tatildi, diye devam etti.
– Nasıl olur? Adam hapisten eriyip bitmiş, saç sakal birtbirine karışmış, bir deri bir kemik çıktı, ayağındaki ayakkabılar ökçesizdi, demeye çalıştım.
– Yok öyle birşey, parjolaları (pirzolaları) köfteleri biz milislerle birlikte güpletiyor (miğdeye indiriyordu), yiyip yatıyordu.
Hepten, hiç bir iş yapmadan çıkmasın ceza evinden diye, bir gün "Sokol"a al şu platsı (meydanı) süpür, dedim. Keşke demez olaydım. Hapishane müdürü beni hemen çağırdı ve süpürgeyi onun elinden alıp bana verdi ve ben meydanı süpürene kadar hiç ayrılmadan başımda durdu. Dönüp giderken de: – "Budala, O bizim adam!" dedi.
Başka bizim adamlar da olmuş olabilir, ama diğerlerini tanımıyorum. Hemen ertesi gün Pazarcık Hapishanesi'ne bir Çingene kadını tayin edildi. Kadının eline bir süpürge ve bir kürek tutuşturdum ve işinin meydanı temiz tutmak olduğunu emrettim. Aslında bu iş Sokol'un işiydi. Ama onun elini "soğuk sudan sıcak suya sokmasına" izin yoktu.
Avluda, bir peykede oturan Ahmet beni saç sakal arasından süzdü, gülümsüyordu.
Vaziflerim arasında onu sık sık özel hamama çıkarmak, berbere götürmek, elbiselerine ütü yaptırmak, kadınla görüştürmek de vardı.
Sofya'dan gelen büyükler "kendi adamlarını" temiz ve bakımlı görmek istiyorlardı. Bu gizli görüşmeler genellikle diğer mahpuslar işte iken (mahkumlar çalışırken) yapılıyordu. Kimi defa Sofya'dan gelen resmi "Volga"dan (eski Rus modeli araba) inenler aralarında Rusça konuşuyor ve yanlarına Ahmet Doğan'ı (o zaman adı Medyü idi) alıp Pazarcık dışındaki dağ evlerinden gidiyorlardı.
Dinlerken dudağımı ısırdım. Bunları işitmek bile korkutucuydu. Bir adam nasıl olur da bu kadar sahtekar olabilir diye düşündüm!
– İvan sen neymişsin be! dedim. Artık gerginliği sönmeye başlamıştı, davet etti, rakıdan yudumladık, bu defa artık ne onun ne de benim, ne elim, ne de dudağım titremedi. İvan gibi, önemli ve sorumlu bir kişinin bana açılmasından gurur duytmaya başlamıştım.
İvan davetsiz devam etti:
– Paris İnsan Hakları Toplantisı'na Medi'nin sözde gönderdiği Bildiri bu gizli görüşmelerin birinde kaleme alındı, daha doğrusu çantata Sofya'dan getirildi ve Medi'nin eline tutuşturuldu. Değişik manevralarla hapishaneden çıktı ve yabancı radyolara ve özellikle Almanya'nın Sesi Radyosu'na bizim ajanlarımız tarafından iletildi. Telefonla dikte edildi, diye anlattı.
Bana bu bilgiler biraz fazla gelmişti ki, ne demek istediğini merak etmeye başladım. Benden birşeyler isteyeceğini düşünerek yine çekingen bir hal aldım. Anlatıyordu: -
Sahte bir lider hazırlayıp halka dayatmak için çok çalışıldı, masraf edildi. Ama benim içimde bir ağrı var. Bana kalsa, Sokola biraz da anadan doğma sahte, ihanetçi bir tip. Düşünüyorum da kime ihanet ediyor diye, Türklere, Türklüğe, desem, o Türk değil, annesi Tatar, babası Varna şoparlarından, bu iki farklı etnikten Türk doğması imkansız, başka bir tip insan o, tarihsel geçmişi olmayan, soy ağacı olmayan, aile kültürü tatmamış, kimseyi sevmeyen bir kişilik taşıyor...
Bana ne, İvan anlatma bana bunları, demek istesem de, deyemedim, bazı gerçekleri bilmek benim de hakkımdı, adam milisti ve yalın gerçeklerden bahsediyordu ve bu gerçekler anamdaqn babamdan 2 yaşındaki kızıma kadar tüm soyumu ve sülalemi, tüm Türklüğü doğrudan ilgilendiriyordu. İvan, hızlanmıştı hem içiyor, hem heyecanla anlatıyordu:
– Şu evi görüyor musun? dedi. Saray. Bu Sarayı ben onun yardımıyla yaptım. Seni Türkiye'ye götürürken aldığım paralarla ki, ben binlerce Türkten aldım senden aldığım paraları, toplayıp toplayıp çuvallara doldurdum. Bu öyle bir yağma idi. Bir daha kısmetz olmaz. Ve şunu demek istiyorum. O zaman Sokol bana 500 vize vermişti. Ben de onları üçerbin, beşerbin, yedişer bin, onarbin DM'a sattım, insanları koyun gibi otobüsüme doldurdum, İstanbul'da boşalttım. Sokol bu işten çok hoşnuttu. Gözlerinde kurnazlık parlıyor o da pay alıyordu...
Düşündüm de aldatılanlar, kovulanlar, evine barkına el koyulanlar, itilip kakılanlar, yüzüne küfredilenler arasında ben ve aile üyelerim de vardık.
Şimdi ise, hem Hapishanede hem de daha sonra Türklerin yurtlarından kovulmasında gördüğü işten çok memnun olan Sokol İhtımanlı milis İvanı bizim yine bizim sırtımızdan, bizim adımıza, bizi aldatarak ve yüzümüze gülerek oylarımızla zorla millet vekili yapmak istiyordu. Allah Allah! Aklım durgunluk geçirdi desem, azdır...Bu durumda ben içmeyeyim de, kim içsin? Kadehi hızla dip yaptım. İvan zaten fırsat bekliyordu, hemen doldurdu, cömert davranıyordu... Ben uyanmayayım da kim uyansın!
İşte o gün bu gün herşey aklımdan çıksa da İvan'dan işittiklerim aklımda köflü bir enser gibi donup kaldı. Seçim deyince canlanıyor. Oy deyince kımıldıyor. Hatta son zamanda Rumeli TV'de HÖH (Hak ve Özgürlükler Hareketi) deseler, zonk ediyor. Ahmet Doğan-Medi, Sokola, DPS (HÖH'ün Bulgarcası) dediklerinde ağırı sızı bütün gece sürüyor.
O gece İvan nedense gözümde büyüdü. O büyüdü ben küçüldüm.İvan'a güvenim arttı. İvan bana bu gerçeği anlatırken, BEN HATA YAPTIM! UTANIYORUM! GÜNAHKARIM KABUL EDİYORUM! Sana kalbimi açmakla günah çıkarmak istdim. Şu evimi, otobüslerimi, arabalarımı gördükçe soyup soğana çevirdiğim göçe zorlanan zavalı insancıklar aklıma geliyor, onların gibi benim de gözyaşlarım göz bebeklerimde donuyor, kimi defa süzülerek akıyor, onlar hep gözümün önünde, bana hani kardeştik, der gibi bakıyorlar. Sorularına yanıt veremiyorum. Ben binlerce yurttaşımı aldattım, soydum. Lanet olsun! Bazı geceler çok ağır ve acıklı rüyalar görüyorum, ter su içinde kalıyorum. Çilekeş insanlar hiç bir söz söylemiyor, ama bakışlarıyla beni öldürüyorlar. Tek kurşunsuz ölüm olduğunu önceleri bilmiyordum. İnsanın bakışlarla öldürülebildiğini bilmiyordum. Ölüm korkusuna kapılıyorum, titrediğim, soluk soluğa uyandığım oluyor...
O gün bugün hiç bir defa kendime BRAVO, ÇOK İYİ BİR İŞ YAPTIM! deyemedim. İZİN VERİRSENİZ TÜRKİYEYE KAÇIRDIĞIM BÜTÜN TÜRKLER VE AİLELERİ ÖNÜNDE AF DİLEMEK İSTİYORUM. İnsanların beni linç etmediği için TEŞEKKÜR ETMEK İSTİYORUM. BEN VE BENİM GİBİ BU İĞRENÇLİĞİ YAPANLAR LİÇ EDİLMEYE LAYİKTİLER. Artık dünyaya BİZ olarak bakamıyorum, suçluyum, vijdanım yaralı. Ben seninle de burada aynı düşünceleri paylaşamam, çünkü ben İNSAN olarak kimliğime ihanet ettim. Şimdi arınmak istiyorum. Benimle aynı pişmanlık duyguları paylaşacak insanlar arıyorum. Hayat aynasına bakınca, bir sahte kimlik, bir hain bakıyor bana. Ne kadar kötü bir duygu sana anlatamam. Doktora gittim, bir adam bul ve içini dök, dök, dök, adam sana kuvvetli bir tokat vurursa belki kendine gelmeye başlarsın. Ne yazık ki, bu kuvvetli tokatı bana vuracak bir kişi karşıma çıkmadı. Çatışma kendi içimde. Kanayan vicdanla yaşamak çok zor. Çürük bir kişi olsa çektir ve kurtul, ama değil, insan ruhu zehirlendi mi, asla arınmıyor.
Milletvekili olmayacağım! Bu kadar alçak düşemem. Ben bir karakter sahibi değilim ve olamam. İnsanlarla olan ilişki, ateşle ilişki gibi birşey. Ben yüzkaramla yanan ateşten ne kadar uzaklaşacağımı ve ona ne kadar yakınlaşacağımı bilemedim ve yalnız ellerimi değil, ruhumu ve vicdanımı yaktım. Utanç ateşini söndürmeye gücüm yok.
İvan, anlattıkça anlatıyordu. Ben ise, artık söylediklerinin derin anlamını algılamakta güçlük çekiyor ve kendimi dipsiz bir kuyuya düşmüş gibi hissderken, ışık arıyordum.
Seniha Merit