Sevgili okuyucularım, üç PKK‘lı kadın Paris’te öldürüldü. Şimdi her kafadan bir ses çıkıyor, herkes kendince ahkam kesiyor.
Bu kadınları kimler, niçin öldürdü? Rivayet muhtelif!
Derin devlet, devletin içindeki kontrol dışı gizli güçler… Ermeni terör örgütü ASALA’yı yok edenlerin günümüzdeki uzantıları… PKK içindeki hesaplaşma…
Yabancı bir ülkenin ajanları… Örgütteki güç kavgası…
Örgütteki para ve yolsuzluk işleri…
Katiller bulunur mu, zamanla göreceğiz.
Bu olay beni geçmiş yıllara götürdü. Çok ilginç biriyle tanışmıştım.
Bir devlet büyüğü beni aramıştı:
“Emin Bey, sizinle tanışmak isteyen biri var. Yazılarınızı okuyor, sizi çok seviyor.
Telefonda ismini vermek uygun düşmez. Sizi ziyaret etmek istiyor. Ona biraz zaman ayırır
mısınız?..”
Büyüğümüzden bir süre sonra haber geldi. Falanca gün falanca saatte onun evinde buluşacaktık… Ve buluştuk, tanıştık.
İlginç bir adamdı. Yüzü çiçek bozuğu… Orta boylu, kalın yapılı, esmer, orta yaşlarda biri. Şivesi biraz değişik. Sanki Arap şivesi gibi. Sokakta görseniz sıradan, mahçup bir adam.
Sohbet koyulaştıkça birbirimize ısındık. Kerküklü olduğunu söyledi. Orada doğmuş, Türk vatandaşı.
Adı Sabah.
Soyadını vermiyorum çünkü bütün ailesi ve yakınları Türkiye’de yaşıyor.
Sabah, istihbaratla ilgili bir devlet kuruluşunun mensubu. Ekibiyle birlikte yurtdışında pek çok göreve gönderilmiş, çoğunu başarmış, bazılarında başarısız olmuş.
Anlattıkça anlatıyordu…
Ekibinden “Aslan gibi çocuklar” diye söz ediyor, bir yurtdışı göreve çakaralmaz tabancalarla
gönderildiğinden yakınıyordu.
Verilen görev doğrultusunda herhangi bir ülkeye ayrı ayrı, sahte pasaportlarla gidiyor, orada ekip üyeleriyle buluşunca gereğini yapıp dönüyorlarmış.
PKK terörü doruk noktasındaydı. Her şeyi açık açık anlatıyor, isim veriyor, bazen de hayıflanıyordu:
“O Avrupa ülkesinde herifin adresini bulduk, apartmanda asansör girişinde sıkıştırdık. Susturuculu tabancalarımızdan en az 10 kurşun yedi.
Ölmüştür diye bırakıp gittik. Fakat adam yedi canlıymış! Altı ay yoğun bakımda kaldı,
düzelip çıktı. Onu bitiremedik. Fakat bundan sonra işe yaramaz…”
Kampları Yunanistan’da olan PKK, Bodrum ve Marmaris gibi turistik bölgelerimizde büyük orman yangınları çıkarıp turistleri kovalıyordu. Bunları bir ülkenin yaptırdığı belli olmuştu. Sabah anlatıyordu:
“Malzemeleri çeşitli yollarla o ülkeye sokup biz de transfer olduk! Onların turistik
bölgelerinde birkaç bomba patlattık, turistler kaçtı. Sonra o ülkenin başkentinde metroda bir patlama oldu ve halk paniğe kapıldı.
Sonra dikkat ettiyseniz o ülkede çok büyük orman yangınları çıktı. Güzelim ormanlarına yazık oldu. Ama bizi sabote eden yakınımızdaki ülke pabucun pahalı olduğunu ve ne ekerse onu biçeceğini görmüş oldu. Bir daha Türkiye’de böyle işlere kalkışmadılar.”
Devlet büyüğü “Şu vergi işini anlatsana Sabah” dedi… İkisi birden gülmeye başladılar ve anlattı:
“Biz çalışmalarımızı çok gizli tutmak zorundayız. İstanbul Taksim’de göstermelik bir
turizm bürosu açtık. Bizim teşkilattan amirlerimiz ve ekip arkadaşlarımızdan başka geleni gideni yok. Bir gün büroya maliyeciler gelip defterleri istediler. Tabii bizde böyle bir şey yok! Adamlara buranın ne olduğunu söylememiz de mümkün değil. Birkaç gün savdık, sonra gelip vergi kaçakçılığından tutanak tutmaya başladılar.
Hakkımızda işlem yapılacak, neredeyse deşifre olacağız!..”
Sonrasını devlet büyüğü anlattı:
“Sabah durumu bana anlattı. Başımız derde girmek üzere dedi. Ben de Maliye Bakanı’nı aradım, vergiciler çekildi.”
Sabah bana telefon numarasını vermişti. Bir gün gazeteden arayıp Ankara’da olduğunu, uygunsam gelip bir çayımı içeceğini söyledi.
Geldiğinde onu çökmüş, zayıflamış ve yorgun gördüm.
Anlatmaya başladı:
“Kaç aydır bizim oralarda görevliydim. (Kuzey Irak’ta, Kerkük taraflarında.) PKK’nın Erbil’de bir binası var. Orası hem karargah, hem de Kürtçe Welat gazetesini bastıkları yer. Çok sıkı
korunan birkaç katlı bir bina. Altında boş dükkanlar var ama kepenkleri kilitli. Bizim görevimiz o binayı uçurmaktı.
Abi bu sefer canımız çıktı. Önce ayrıntılı keşifler yaptık. Çevreyi öğrenmek için iki arkadaş simitçi kılığına girdik. Çok iyi Arapça bildiğimiz için dikkat çekmedik. Tam üç ay sabah dörtte kalktım, fırından simit alıp binanın çevresinde sattım.
İş geldi bombaları yerleştirmeye… Bir gece sabaha karşı, karanlıkta dükkanların kilitlerini usulca söküp içeri girdik ve patlayıcıları yerleştirdik.
Biraz sonra bina havaya uçtu, kent sarsıldı. Binadaki 28 kişi can verdi! Ama bu sefer gerçekten çok yoruldum. Zor işti. Ankara’ya yolum düşünce size bir uğramak istedim…”
Görevle ilgili bazı sıkıntıları vardı. Bana güvendiğini söyleyip başka yaşadıklarını anlatıyor, bir yurtdışı göreve çakaralmaz tabancalarla gönderilmiş olmaktan yakınıyordu.
Bana telefon numarasını bırakmıştı. Aradan epeyce bir süre geçti, hayatımda tanıdığım ilk ve son istihbarat görevlisi olan Sabah’ı bir gün aradım. O telefon numarası artık kullanılmıyormuş… Birkaç kez daha aradım. Sonuç aynı.
Bir gün beni Sabah’la tanıştıran ve artık görevde olmayan devlet büyüğü ile karşılaştık. Aldığım yanıt can yakıcıydı:
“PKK’lılar Sabah’ı Kerkük’te tarayıp şehit ettiler. Zaten oralıydı, Kerkük’te toprağa verildi.”
Demek ki Türkiye, bir isimsiz kahramanını daha yitirmişti.
Kendimi tutmasam orada ağlayabilirdim.
Bir süre sonra entel-liboş-Kürtçü basında haberler çıktı:
“Sabah meğer MİT görevlisiymiş… O bir katildi…”
Onların gözünde sadece Sabah değil, PKK ile vuruşan bütün asker ve polislerimiz de birer
katildi!
Türkiye PKK ile boğuşurken binlerce sivil ve altı bin üniformalı şehitle birlikte nice Sabah’ları toprağa verdi…
Ve bir gün geldi, AKP diye bir parti iktidar oldu!..
Ve bir gün geldi, bu partinin hükümeti Apo’nun karşısında teslim bayrağını çekti, “Ben pes ettim”
diyerek pazarlık masalarına oturmaktan utanmadı.
Sabah’ı hiç unutmayacağım…
O mütevazı, çiçek bozuğu yüzlü esmer adam benim için bir kahramanlık anıtı idi.
Hiç kuşkum yok, hem Sabah, hem de bu mücadele uğruna can veren kahramanların kemikleri şimdi mezarlarında sızlıyor.
Onlardan herhangi birinin aklına gelir miydi, günün birinde bir hükümetin Apo ile pazarlık masasına oturup “Aman Sayın Öcalan, senin kucağına düştük” diye yalvarıp yakaracağı!..
Paris’teki cinayet haberini izlerken bunlar aklıma geldi, biraz geçmişe dönüp o kahraman
Sabah’ı anımsadım.
Emin Çölaşan’ın notu:
Sevgili okuyucularım, başka bir ağızdan duysam inanmazdım ama Tayyip itiraf etti: “Öcalan’ın odasına televizyon kurulması için talimat verdim.” Demek ki Türkiye böyle, bu şahsın kafadan verdiği talimatlarla yönetiliyor.
Televizyon o katilin madem ki hakkıymış, 14 yıl boyunca niçin vermediniz? Eğer değilse,
hapishaneleri de artık Tayyip mi yönetiyor? Kuralları o mu koyuyor?
Ya da Türkiye Cumhuriyeti bir televizyon pazarlığına kurban edilecek kadar mı düştü?
Bu soruların yanıtı çok basit: Apo’nun kucağına düştüler, ne isterse vermeye hazırlar. Televizyon hiçbir şey değil, daha neler neler verecekler.