Vatikan'ın Kürtleri
Selda ÖZTÜRK KAY’ın yazı dizisi
VATİKAN’IN KÜRTLERi
G İ R İ Ş
Papa destekli misyonerlerin Türkiye’deki etnik kışkırtma operasyonları, 1965’te yapılan 2. Konsil’de karar altına alındı...
Vatikan, 1965 yılındaki 2. Vatikan Konsili’nde alınan kararlar kapsamında, başta Türkiye olmak üzere tüm Orta Doğu coğrafyası ve Orta Asya ülkelerinde Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verdi. Kısa zamanda, çalışma alanlarını paylaşan Vatikan destekli misyoner örgütlerin, Türkiye’de Karadeniz, Güneydoğu, Ege bölgeleri ile İstanbul’da sürdürdüğü Hıristiyanlık propagandasının, etnik kışkırtma operasyonunun bir ayağı olduğu anlaşıldı.
Bugün dünyanın en zengin ve güçlü devleti olarak tanımlanan bu 80 dönümlük ülke, tam 1.4 milyar insanın hayatını yönetiyor. Devletin başındaki Papa’ya yön veren ise ABD ve CIA. Devletler çöküş sürecine girdiğinde, misyoner teşkilatların nasıl birer milis kuvvetine dönüştüğü konusunda yüzlerce olay, binlerce tarihi belge var.
Bölücü misyonerler
Misyonerlere çalışan İsmail Çınar anlatıyor: Sürekli Kürtler arasında müjdeleme yapmamı istiyorlardı. Çoğunlukla Diyarbakır’da toplanıyor devlet tarafından gelecek engellemelere karşı strateji geliştiriyorduk...
Türkiye ve dünya, İzmir’in Bayraklı semtindeki Saint Antuan Kilisesi’nde ayin yöneten Rahip Adriano Franchini’nin uğradığı bıçaklı saldırıyı konuşuyor. Franchini’nin uğradığı saldırının faili 19 yaşındaki R. B. idi. Olay, 2006 yılında saldırı sonucu yaşamını yitiren Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi’nin rahibi Andrea Santaro ile Malatya’da geçen Nisan ayında Zirve Yayınevi’ndeki katliamı bir kez daha gündeme getirdi. Olayı yorumlayan dünya basını, Türkiye’yi inanç özgürlüklerine tahammül edemeyen bir ülke pozisyonuna mahkum ederken, Türkiye’de ise saldırı dinsel polemik temelinde yorumlanarak “misyonerlik” karşıtı “derin” güçlerin varlığı iddiası ortaya atıldı.
Terör örgütü bağlantısı
Haberi “acil” koduyla duyuran Associated Press Ajansı, saldırıyı “Türkiye’de Hıristiyanlara karşı düzenlenen saldırıların son halkası” olarak tanımlarken, AFP de “Saldırı, çoğunluğu Müslüman olan, ancak dinsel hoşgörü konusunda iyi geçmişi olmakla övünen laik ülkede Hıristiyanlara karşı düzenlenen saldırıların son halkası oldu” diye yazdı. Vatikan’a bağlı haber ajanslarından Asia News ise haberde, zanlı R.B.’nin bıçaklama eylemini vaftiz olma talebinin reddedilmesinin ardından
gerçekleştirdiğini savundu. Saldırıyı Türkiye’deki Hıristiyanlara karşı “tahammülsüz yaklaşım” olarak yorumlamayı tercih eden ajansların çabası, akla şu soruları getiriyordu: Bu esrarengiz saldırılar, Anadolu’daki misyonerlerin, İncil dağıtma, kilise açma ya da Hıristiyanlık propagandası yapma gibi tamamen dinsel içerikli faaliyetlerine karşı gösterilecek direnci kırmayı mı amaçlıyor? Amaç, Türkiye’deki misyonerliği din temelli bir faaliyet olarak sınırlandırmak ve buradan hareketle Türkiye için “farklı inançlara karşı hoşgörüsüz ülke” senaryosunu kurgulamak olabilir mi? Ya da bu yönde bir propagandadan, Hıristiyan misyonerler için daha sınırsız ve daha özgür çalışma ortamı oluşturmanın dışında ne gibi neticeler beklenebilir? Bu soruların cevaplarını tartışmadan önce, 2003 tarihli Milli Güvenlik Siyaset Belgesi kapsamındaki “İç Güvenlik Strateji Belgesi” ne bir göz atarak, misyonerlerin ve misyoner örgütlerin faaliyetleri konusunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “resmi” görüşünü bilmekte yarar var. Türkiye’deki misyoner örgütlerin, ulusal güvenliği tehdit eden bir unsur olduğu vurgulanan belgede şu ifadelere yer veriliyor: “Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri şemsiyesi altında yürütülen gayretler, bu ülkenin siyasi, etnik ve inanç yapısı ile sosyal ve ekonomik sorunlarını istismar etmek suretiyle vatandaşlar arasında yeni çatışma ve ayrılık yaratma çabalarıdır.” Belli bir süre misyonerlerin içinde kalan, ancak meselenin din değil, ülkeyi bölmeye yönelik bir faaliyet olduğunu gören ve ayrılan İsmail Çınar’ın şu sözleri, Milli Güvenlik belgesinde yer alan bu hususun ne kadar isabetli bir tespit olduğunu gözler önüne seriyor:
Üst düzeyde baskı
“Ülkemizde misyonerlik faaliyetini sürdüren ve merkezi ABD’de bulunan CAMA ismindeki misyoner örgütün temsilcisi, ABD vatandaşı Thomas Tofilon aldığı direktifler doğrultusunda sürekli olarak benden Kürtler arasında müjdeleme yapmamı istiyordu. Daha sonra izinsiz kazı yapmak nedeniyle başı derde girince, onun yerine gelen Jim Mc Donald aynı şeyi telkin ediyor ve üst düzeyde baskı yapıyordu. Genellikle Diyarbakır’da toplanıyor devlet tarafından gelecek engellemelere karşı strateji geliştiriyorduk. Bu süreçte karşılaşabileceğimiz sorunları aşmak için Adana ABD Başkonsolosu devreye giriyordu. Herhangi bir sorun yaşadığımızda bunlar hemen durumu Ankara’ya ileterek bize yardımcı oluyorlardı. Misyonerlik faaliyeti dini-etnik ayrımcılık üzerinden sürdürülüyor, benim bu konuda kayıtsız kalmama tepki gösteriyorlardı. Görülen o ki, ülkemizde dini- etnik sorun yok, bunların üzerinden çatışma hatları üretme ve bölme amaçlı faaliyet yapan ’dış güçler sorunu’var.”
Her taşın altından Vatikan çıkıyor
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de Türkiye’deki misyoner örgütlerin, ulusal güvenliği
tehdit eden bir unsur olduğunun altı çiziliyor. Bölücü faaliyetlerin altında da Vatikan çıkıyor.
Irak’ın kuzeyine yoğunlaştılar
Türkiye’deki misyoner örgütlerin faaliyetleri, toplumsal dirlik ve kamu düzenini tehdit ederken, bir yandan da ülkedeki siyasi dengeler üzerinde sinsi ama bir o kadar da etkili senaryolarla varlığını hissettirmekte. Burada bir paragraf açıp, Türkiye’nin farklı coğrafyalarındaki pek çok kilise, havra ve sinagogda ibadetlerini gerçekleştiren, yüzyıllarca Anadolu’nun Müslüman Türk halkıyla içiçe ve barış içinde yaşayan meskûnları konu dışında bırakmak gerekiyor. Kastedilen; bu dinsel faaliyetler değil, siyasallaştırılmış İnciller ve diğer propaganda malzemeleriyle sözde Kürt Devleti’nin kurulmasına ve bölücü terör örgütüne destek veren misyoner örgütlenmeler... Sözün özü, misyonerlerin çalışmalarının “dinsel” etkinliklerden ibaret olmadığını gösteren çok sayıda bilgi, belge ve doküman mevcut. Bu materyallerden yola çıkarak yeni bir “misyoner örgütlenmesi”, kışkırtıcı bir “etnik operasyon” ve “ruhani lider” kisvesine bürünmüş “tetikçiler” in varlığından bahsetmek gerek... Aksi taktirde; Türk milleti, dünya kamuoyuna; yüzyıllardır bir arada ve barış içinde yaşadığı farklı din ve inanç mensuplarına “aniden ve mesnetsiz bir şekilde” tepki duymaya başlayan sosyolojik bir vakanın aktörü gibi görünmeye başlayacak.
Lojistik destek
Küresel misyoner örgütleri, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Orta doğu coğrafyasındaki merkezlerini kuzey Irak’ta yapılandırdığında, başlıca amaç Irak’ın kuzeyinde kurulmaya çalışılan sözde Kürt Devleti’ne lojistik destek sağlamak ve bu amaçla Türkiye’deki Kürtlere yönelik faaliyetleri Dünya Kiliseler Birliği çatısı altında biraz daha yaygın hale getirmekti. Son yıllarda Türkiye ve Irak’ın kuzey bölgesinde “vaftiz” yoluyla Hıristiyanlığa geçenlerin sayısında görülen artış ve Kürtçe İncil gibi propaganda malzemelerinin ortaya çıkması, bu politikanın uygulanmaya başladığını somut bir şekilde gözler önüne seriyordu. Misyoner örgütlerin Anadolu’daki ayrılıkçı hareketlere verdiği destek, bugünün değil 19’ncu yüzyılın ortalarından bu yana önce Osmanlı’nın daha sonra ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toprak bütünlüğüne karşı verilen mücadelenin bir parçasıydı. Bu nedenle, İzmir’deki Rahip Franchini saldırısının perde arkasına geçmeden ve son dönemin misyoner politikalarını irdelemeden önce bu örgütlerin Osmanlı İmparatorluğu’na ait topraklarda sürdürmeye çalıştıkları “Özel Kürt Politikaları” nın tarihsel sürecini kısaca özetlemekte
fayda var.
Hayali kimlik oluşturmak çabası
Osmanlı İmparatorluğu ve ABD arasında 1830 yılında imzalanan bir anlaşma, Protestan misyonerlerin Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde dini vaaz verme çalışmalarını güvence altına aldı. İstanbul’daki ilk Protestan Kilisesi de bu sayede kuruldu. Böylece ABD’nin misyoner örgütü American Board of Commissioners for Foreign Missions (ABCFM) aracılığıyla, Osmanlı topraklarında yaşayan bazı ayrılıkçı unsurların dışarıdan desteklenmesi faaliyetleri de başlamış oluyordu. 1852 yılında Amerikalı misyoner George W. Dunmore, ABCFM tarafından Osmanlı topraklarına gönderildi. Amaç, Kürtlere yönelik bir çalışma yapmak ve Anadolu’daki misyon merkezi için en uygun yerin tespit edilmesini sağlamaktı. Amerikalı Protestan misyonerlerin faaliyetleri daha çok Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu vilayetleri üzerinde yoğunlaşıyordu.
Bölücülüğü yaygınlaştırma
ABD, bu amaçla ilk misyon merkezini 1852 tarihinde Harput’ta oluşturdu. İlk önce bölgedeki Ermeni ve Süryanilerle bağlantı kuran merkez, daha sonraki tarihlerde Kürt gençlere de “eğitim” yuvası oluyordu. Hatta ilerleyen yıllarda Harput, Dersim, Malatya, Kiğı ve Bingöl’den çok sayıda Kürt köylüsü, Harput’taki merkez aracılığıyla ABD’ye fabrika işçisi olarak gönderildi. Araştırmacı Ali Rıza Bayzan- Küresel Misyoner Örgütlerin Kürt Operasyonu adlı yazısında, 19’uncu yüzyılda başlayan bu faaliyetlerin amacını şöyle özetliyor: “Kürtler için hayali ve suni bir etnik kimlik geliştirerek ayrılıkçı hareketi yaygınlaştırmak, teröre dönüştürmek ve meşruiyet kazandırmak. İkinci aşamada ise etnik kimliği Kitab-ı Mukaddes’te temellendirerek Kürtlere Hıristiyanlığı aşılamak.” Bu nedenle bütün propaganda faaliyetlerinin temelini, “Kürtlerin köklerinin Hıristiyan olduğu, daha sonra Müslümanlaştırıldıkları” savı oluşturuyordu. Protestan bir misyoner olan Douglas Layton tarafından kaleme alınan, İngilizce ve Kürtçe olarak yayınlanan “Kitab-ı Mukaddes’te (Kurds In The Bible-Kurd Dinaf Tevrat-ı ve Incil-i Da)” Kürtlerin Kitab-ı Mukaddes’te Med kavmi olarak geçtikleri ileri sürülüyordu. Misyoner Layton’a göre Kürtler, yeniden Med Kimliği’ne bürünmeliydi. Daha sonraki yıllarda İmralı’daki bölücübaşının, Kürtlerin kökenini Med Kavmi’ne dayandırması, hatta kendisini “Çağdaş bir Mesih” olarak tanımlaması, terör örgütünün propaganda aracı olan televizyon kanalına da bu ismin verilmesi, misyonerlerin bu savının, ayrılıkçı kesimler üzerinde “olumlu etki” yarattığını gözler önüne seriyordu. Kürtlere yönelik Hıristiyanlaştırma operasyonu adım adım ilerliyordu.