Gönderen Konu: 137 GÜN (Pisliğin -apo- yakalanış öyküsü)  (Okunma sayısı 8676 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı EFE

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 206


Genelkurmay, tankların 12 saatte Şam'a varabileceğini bildirince Cumhurbaşkanı danışmanlarına talimat veriyor: Meclis'i açış konuşmamdaki tehdidi sertleştirin, sabrımızın taştığını açıkça belirtin.

Türkiye'nin yakın tarihinde, 1984 yılında Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlayan PKK mücadelesi, 1998 yılında yeni bir safhaya girmişti. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in 1 Ekim 1998 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yasama yılının açılışında yaptığı konuşma, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın uzun yıllardır yaşadığı Suriye'yi açıkça tehdit eder nitelikteydi. Gerek bu konuşmanın gerekse diğer askeri ve siyasi baskıların ardından Suriye yönetimi hamisi olduğu Abdullah Öcalan'ı Suriye'den gönderdi. Bu gelişmeden sonra tüm dünyada aylar süren bir kovalamaca başladı.

      Yazı dizisi, 1 Ekim 1998'den başlayarak Abdullah Öcalan'ın Kenya'dan Türkiye'ye getirildiği 16 Şubat 1999'a kadar yaşanan olağanüstü gelişmeleri neredeyse gün gün okuyucuya aktarıyor. Türkiye'nin iç barışını ve güvenliğini yakından ilgilendiren bir konuda olağanüstü kararların alındığı ve uygulandığı söz konusu fırtınalı günlerin, Avrupa Birliği (AB) sürecindeki gelişmelerin yanı sıra, Ortadoğu'da olan bitenlerin iyi kavranması için de önemli olduğu tartışılmaz. Bu yazı dizisinin Ankara'da olup bitenler konusunda hem hafızaları tazeleyeceğine hem de kimi ayrıntıda, kimi esasta birçok bilinmeyeni öğrenme keyfini yaşatacağına inanıyoruz.

30 Eylül, Çankaya

      Demirel, 1998'in 1 Ekim konuşmasında "Suriye'ye özel önem" isterken eklemişti: "Bu konuşmada Suriye'ye çok sert ve direkt şeyler söyleyeceğiz. Artık sabrımız taşıyor."

'Suriye'nin gücü çökük'

      Ancak bu girişimden çok daha ciddi bir çalışma vardı. Genelkurmay, Suriye'nin askeri gücünün, kullandığı eski Sovyet yapımı silah ve malzemenin giderek çürüdüğü, kullanılamaz hale geldiği değerlendirmesini yapıyordu. 1995 yılı sonunda dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in makam odasında, dönemin Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Onur Öymen, Siyasi Müsteşar Yardımcısı Gündüz Aktan ve MİT Müsteşarı Büyükelçi Sönmez Köksal'ın da katıldığı gayrıresmi bir toplantıda bu durum ayrıntılarıyla tartışılmıştı. Suriye ordusu dökülüyordu. Herhangi bir sıcak çatışma durumunda, iş yalnızca askeri harekâta kalsa, Türk Silahlı Kuvvetleri önünde direniş göstermesi söz konusu değildi. O dönemde, salt Suriye ordusunun direniş gücünü denemek için Adana'daki 6'ncı Kolordu'ya bağlı tanklar, Suriye sınırını 10-15 kilometre kadar ihlal etmiş, ancak Suriye kara birliklerinin karşılık vermek yerine geri çekildiğini görmüşlerdi.
       

     Buna karşılık bu denemelerin hemen ardından PKK'nın terörist eylemlerinde artış görülüyordu. Şam'daki Hafız Esad yönetiminin tıpkı güneydeki komşusu İsrail'e karşı bazı Filistinli grupları kullandığı gibi, kuzeydeki Türkiye'ye karşı da PKK'yı bir dış politika aracı olarak kullandığı ortadaydı. Terörist gruplara sağladığı destek, neredeyse Suriye'nin en büyük dış politika silahı olmuştu, başka silahı yoktu. Hatta bu toplantının sonunda, bizzat Gündüz Aktan'ın kaleme aldığı 23 Ocak 1996 notası Suriye'ye verilmişti. Türkiye bu notada Birleşmiş Milletler Yasası'nın 51'inci maddesinde savaş nedeni olarak sayılan 'meşru müdafaa' hakkını kullanabileceğini söylemiş, uluslararası hukuk açısından 'uyarı' hakkını kullanmıştı.

Hesap: 12 saatte Şam'a

      Askeri uzmanlar, iş çatışmaya dökülürse Türk tanklarının 8 ile 12 saat arasında Şam'a girebileceğini gösteren senaryo çalışmaları dahi yapmışlardı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, güvenlik konularındaki başdanışmanı emekli orgeneral Nezihi Çakar aracılığıyla bütün bu gelişmelerden haberdardı.

      Tam bu günlerde, 15 Eylül'de, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş'in Suriye sınırındaki Hatay'ın Reyhanlı ilçesi yakınlarında bir sınır bölüğü denetimde söyledikleri Türk kamuoyundaki yılgınlık havasında tersine kıpırdanmalara neden olmuştu. Yanında 2'nci Ordu Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman ve 6'ncı Kolordu Komutanı Korgeneral Çetin Saner olduğu halde, muharebe üniforması içinde, kolları sıvalı vaziyette, yani ağır bir sembolizmle konuşan Ateş, parmağıyla Suriye'yi işaret ederek şunları söylüyordu: "Türkiye komşularıyla iyi ilişkiler içindedir. Bizim bu iyi niyetimizi Apo eşkıyasını koruyan Suriye istismar etmektedir. Şunu açık söylüyorum ki, artık Türk milleti iyi niyeti konusunda verdiği gayretin sonuna gelmiştir. Sabrımız taşmak üzeredir. Kimsenin toprağında gözümüz yoktur. Hiçbir ülkenin de bizim topraklarımız üzerinde emellerine izin vermeyiz. Bunu komşumuz Suriye'nin çok iyi anlaması lazımdır."

      Daha bir hafta önce Kara Kuvvetleri Komutanı'nın kullandığı 'sabrın taşması' deyimini, şimdi Cumhurbaşkanı konuşma metninde kullanmak istiyordu.

'Daha sert olmalı'

      Danışmanlar bilgisayar ekranının karşısına geçerek, bu ifadeleri diplomasinin serinkanlı diline tercüme etmeye başladılar.

      Ortaya şöyle bir paragraf çıktı: "Esasen Suriye, Türkiye'ye karşı açık bir husumet politikası izlemektedir. PKK terör örgütüne aktif destek sağlamayı sürdürmektedir. Tüm uyarılarımıza ve barışçı adımlarımıza rağmen hasmane tutumundan vazgeçmeyen Suriye'yi aklıselime davet ediyoruz. Suriye Türkiye'nin iyi niyeti, sabrı ve dostluğunun kıymetini bilmeli." İşte danışmanlarının Cumhurbaşkanı Demirel'e sundukları ilk taslak buydu.

      Demirel, gözlüğünün üzerinden danışmanlarına baktı, "Biraz daha sertleştirin" dedi. Konuşmayı fazla sertleştirdikleri için paylanmayı bekleyen danışmanlar şaşırdı:
- Ne kadar sertleştirelim?
- Tehdit edin.

      Ankara, 1984'te PKK'nın Eruh ve Şemdinli baskınlarından bu yana ilk kez siyasi anlamda da savunma konumundan sıyrılıyordu.

Önce TV'ler yakaladı

      Demirel, kürsüde bölümü aynen okuyunca Meclis Genel Kurulu'ndan alkış yükseldi. Kamuoyu gibi milletvekillerinin de böyle bir liderlik beklediğinin göstergesiydi bu. Demirel'in konuşması, beklediği etkiyi fazlasıyla yaptı. Uluslararası haber ajansları Türkiye'nin PKK'yı korumakla suçladığı komşusu Suriye'yi açıkça tehdit ettiğini acil haber olarak vermeye başladı.



GERİ ADIM ATILMAYACAK

     Demirel'in 1 Ekim'de Suriye'yi tehdit etmesi ve Kıvrıkoğlu'nun 'Hazırız, talimat bekliyoruz' sözleri anında etkisini gösterdi. Esad'ın hemen telefon ettiği Mübarek, gecikmeksizin Demirel'i aradı. Ciddiyeti göstermek isteyen Demirel, Mübarek'in telefonuna o gün ilk defa çıkmadı.

     Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvırkoğlu'nun "Hazırız, talimat bekliyoruz" sözleri, ertesi günkü gazetelerde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in sözleriyle birlikte yer alıyordu.

     ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından o gün yapılan açıklamada, "Türkiye ile Suriye arasındaki krizin çatışmaya varmadan, diplomatik yollardan çözülmesi" isteniyordu.

     Sabah gazetelerini alan, televizyon haberlerini açan yurttaşlar, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sınır bölgelerine birlik sevki görüntülerini izlediler. Diyarbakır'daki İkinci Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı'nda konuşan Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlhan Kılıç, ilk kez pasif anlamda da olsa 'savaş' kelimesini telaffuz ediyor, "Savaş iyi bir şey değil. Ben inanıyorum ki kriz yönetimi hâkim olacaktır" diyordu. Bu haberler, Ankara'daki büyükelçilikler aracılığıyla dünya başkentlerine iletiliyordu.

     Başbakan Yılmaz günü Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit, Dışişleri Bakanı İsmail Cem, İçişleri Bakanı Kutlu Aktaş, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve Genelkurmay Harekât Başkanı, aynı zamanda Başbakanlık Askeri Başdanışmanı Korgeneral Yaşar Büyükanıt ile toplantılar yaparak geçirdi. Bu toplantılarda uluslararası durumdan, askeri hazırlıklara, sınır boylarında alınmakta olan tadbirlere dek her şey gözden geçirildi.

'Geri adım atılmayacak'

     Yılmaz'ın Cumhurbaşkanı Demirel ile kurduğu temaslarda 'Geri adım atmama' ilkesi öne çıkıyordu. Bölge ülkelerinin Mübarek'in ertesi sabahki Ankara ziyareti öncesi durumu net olarak anlaması gerekiyordu. O akşam bir televizyon programına çıkan Başbakan Yılmaz, "Suriye'den söz vermesini değil, Apo'yu vermesini istiyoruz" diyor ve dahasını yapıyordu: Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı'nın "Şimdi sırası değil" diyerek geri çevirdiği, Birleşmiş Milletler Yasası'nın 51'inci maddesine atıfta bulunuyordu:
"Yoksa meşru müdafaa hakkımızı kullanırız".

     Türkiye bu işi daha önce 1974'te Kıbrıs'ta yapmıştı. Yine yapabilirdi. Başkan Clinton da bunu önlemeye çalışıyordu.



MECBURİ İSTİKAMET ŞAM

     Heyetler nihayet iki cumhurbaşkanının karşısına çıkıp, "Türk tarafı Suriye'nin PKK terörüne verdiği destek konusundaki tutumunu açıklamıştır, temas sürecektir" gibi bir cümlede mutabık kaldıklarını açıkladıklarında Mübarek durumun gerçekten çok ciddi olduğunu anlamıştı. Ankara'dan Kahire'ye dönmeyi planlamışken, rotasını değiştirdi. Mübarek yeniden Şam'a gidecek, Türkiye'nin taleplerini içeren dosyayı Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad'a verecek ve PKK'yı topraklarından çıkarmazsa başının belada olduğunu söyleyecekti. Türkiye sıcak közden çıkardığı patatesleri Mısır'ın eline tutuşturmuş Suriye'ye gönderiyordu.

     Mübarek'in tekrar Şam'a gelmek istediğini öğrenen Esad, "Buyursun, gelsin" demiş ama, işlerin sarpa sardığını anlamıştı. Türkiye yumuşama yönünde bir adım atmış olsa, Mübarek belki en fazla Dışişleri Bakanı'nı gönderirdi. Elinde nispeten işe yarar durumdaki iki kolordusunu İsrail sınırında tutmak zorunda olan Esad, Türkiye'nin saldırısına karşı koyamayacağının, SSCB'nin dağılması ardından zorlukları artan rejiminin Arap ülkelerinin kınama mesajlarıyla yıkılıp gidebileceğini görüyordu.

     Evet, İran'daki PKK'lılar da Türkiye için sıkıntı kaynağıydı. Ancak bu tamamen Türkiye'yi rahatsız etme, rahat bırakmama çerçevesinde bir istikrarsızlaştırma faaliyetiydi. Yoksa Kürt ayrılıkçılığı İran'ı da Türkiye kadar rahatsız ediyordu. Tarihteki tek Kürt devleti denemesinin, üç aylık Mahabad Kürt Cumhuriyeti'nin 2. Dünya Savaşı sonrasında, 1946'da İran topraklarında kurulduğunu unutmuyorlardı. İran, iş kendi Kürtlerine gelince herkesten acımasızdı. İranlı Kürt ayrılıkçıların örgütü Komala'nın lideri Kasımlo'nun İran ajanlarınca takip edilip Berlin'de öldürülmesi bunun kanıtıydı. Üstelik, Türklerle tarihin yaşayan en eski sınırına 1639 Kasrı Şirin anlaşmasından bu yana sahip olan İranlılar, Türkleri ne zaman ciddi olup ne zaman blöf yaptıklarını anlayacak kadar tanıyorlardı.

     O gün Dışişleri'nde de bir değerlendirme toplantısı yapıldı. Müsteşar Haktanır ve siyasi yardımcısı Faruk Loğoğlu tarafından hazırlanan bir 'felaket senaryosu' dahil, tüm ihtimaller değerlendirildi. Felaket senaryosu, Suriye'ye saldırılması halinde Türkiye'nin başına en kötü nelerin geleceği tahminlerinden oluşuyordu. Değil Yunanistan'ın, Rusya'nın bile Türkiye'ye savaş açabileceği ve ABD'nin da yardıma gelmeyeceğine varana dek uzak ihtimalleri bile hesaba katan bu senaryo çalışmalarına karşın, "gerekirse göze alınabileceği" ve başka yol kalmadığı fikri giderek berraklaşıyordu. Dışişleri, NATO ve AB ülkeleri başta olmak üzere bütün ülkelere, tamamına mektuplar göndererek, büyükelçilikler aracılığıyla yüz yüze konuşarak geniş bir diplomatik kampanya açma kararına vardı. Ertesi gün Harrazi gelecek, ardından Çankaya'daki siyaset belirleme toplantısı yapılacaktı.



ÇOK GİZLİ DEVLET ZİRVESİ

     Kırmızı Salon'daki devlet zirvesinde, MGK'da bile görülmeyen gizlilik kuralları uygulandı. Hedef, PKK'ya karşı 15 yıldır ilk defa yakalanan bir ortamın nasıl kullanılacağını bulmaktı.

    Harrazi'nin yolcu edilmesinin ardından Köşk'te 'Dış Politik Gelişmeler Toplantısı' olarak duyurulan Suriye-PKK krizi toplantısının son hazırlıklarına geçildi.

    Cumhurbaşkanı Demirel'in başkanlığında yapılacak toplantıya Başbakan Mesut Yılmaz, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Başbakan Yardımcıları Bülent Ecevit ve aynı zamanda Savunma Bakanı olan İsmet Sezgin, Dışişleri Müsteşarı Korkmaz Haktanır, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Yaşar Büyükanıt ile seçilmiş bir askeri ve diplomatik uzman kadrosu katılacaktı.

'İlerleme var gibi'

   Cem, Mısır ve İran'la yapılan temaslar üzerine kurula ayrıntılı bilgi verdi. Dikkat çektiği bir nokta da, İran Dışişleri Bakanının görüşmeler sırasında şaşırtıcı bir şekilde İsrail konusuna hiç değinmemesi olmuştu. Bu Türkiye'nin son dönemlerde İran ile yaptığı temaslarda hiç görülmeyen bir durumdu. Ayrıca İran ilk kez Suriye'nin Apo'yu barındırmayacağı kararını getirmişti. İran'la bir noktaya geliniyor gibiydi.



ÖCALAN'IN YAKALANMASI SÜRECİNDE

     Öcalan'ın yakalanması sürecinde 15 Eylül 1998'de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş'in Hatay, Reyhanlı'da yaptığı konuşmanın bir ilk işaret olma özelliği var. Ancak Türkiye'nin asıl ulusal ve uluslararası düzeyde ses getiren, Suriye'nin Öcalan'ı sınır dışı etmesiyle sonuçlanan çıkışını 1 Ekim 1998 TBMM açılışında siz yaptınız. Neydi sizi 1 Ekim konuşmasını yapmaya iten sebepler? Bu inisiyatifi nasıl aldınız?

    Türkiye bunalmıştı. Her gün asker, polis şehit veriliyor, dokuz yaşındaki çocuktan, 90 yaşındaki kadına kadar halk öldürülüyordu. İşin ne zamana kadar gideceği, sonu görülmüyordu. 1984'te başlayıp 1999'a dek süren hadise, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu sağlayan Kurtuluş Savaşı'ndan bu yana en büyük hadisesidir. Devletin yönetiminde, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak ve olmadan önce, 10 sene bu süreci yaşadım. İçini biliyorum.

    Başbakan ve cumhurbaşkanı olarak hudutları gezdim. Hakkâri ve Şırnak bölgelerinde saldırıya uğrayan karakollara gittim, askerlerle, vatandaşlarla konuştum. Bu hadiseyi ve takibini Anayasa'nın 104'üncü maddesi uyarınca cumhurbaşkanının asli görevleri arasında saydım. Türkiye'nin parçalanmasına matuf bir hadiseydi. Ülkenin her köşesinde bir ihtilaf hali ortaya çıkıyordu. Mesela, Doğan Güreş Genelkurmay Başkanı idi. Kocatepe Camii'nde bir şehit cenazesindeydik. Bir adam geldi, "Paşa, paşa" diye seslendi; "Daha ne zamana kadar öldürteceksiniz bu askerleri?" sesi kulağımdan hâlâ çıkmıyor. Yukarıda Allah var; asker üzerine düşeni yapıyordu. Olağanüstü Hal vardı, istedikleri yardımı alıyorlardı, 100 bin korucu vardı, ama hadise devam ediyordu.

'Halk perişandı'

    Halk susmuş, korkmuş, yerinden olmuş durumdaydı. Bir yandan terörist geliyor, yiyecek, içecek istiyor. Vermezse sonu kötü olacak. Sonra güvenlik güçleri geliyor, o da niye yiyecek, içecek verdin diye bastırıyor. Bakın, halk kendi boşaltmaya başlamıştı o köyleri. Dehşet hâkimdi. Devlet yönetimindeyse, benim başını çektiğim bir sabırsızlık vardı.

    Turgut (Özal) beyde değişik fikirler vardı. Bunları hiç resmen açmadı ama, "Ülkeyi federasyon yapsak, Irak'ın kuzeyini de bize bağlasak" gibi düşünceler. Biz buna şiddetle itiraz ettik. Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünden yana olduk. 1995'te biz "Bu iş bitmeli" dediğimizde, Türkiye'nin en iyi yetişmiş askerleri, subayları Doğu'ya, Güneydoğu'ya gönderildi. 250 bin asker. Ve 100 bin korucu. 350 bin kişi. Daha ne kadar kuvvet koyabilirsiniz?



YAKALANMASI NASIL OLDU
AMERİKALILAR NASIL BİR ROL OYNADI


Başbakan Bülent Ecevit ve Genelkurmay Başkanı'nı çağırdım. Zaten bu süreçte gizliliğe çok önem verdik. Daha önce olan birtakım hadiselerin, bilgilerin gizli kalmamasından meydana geldiğinden yola çıkarak, her şey üç kişi arasında kaldı. MİT Müsteşarı bilgiyi verip çıkardı. Üçümüz gayet iyi çalıştık. "Beyler, haber bu" dedim; "Bunu gizli tutalım". Çünkü bize nasıl verecekler, nerede teslim edecekler, bu konuda henüz haber yoktu. MİT Müsteşarı'na "Ne oldu?" diye sorum. "Efendim bir Afrika ülkesi olacak. Batı Afrika'da Senegal'den bahsediliyor ya da Doğu Afrika'da Kenya'dan" dedi. Birkaç gün sonra da "Kenya'da" diye haber geldi. Hazırlıklara başladılar.

     Yine üçlü toplantıda "Gelince nerede tutacağız" diye konuştuk. Sonra güvenlik açısından en iyisinin İmralı olduğuna karar verdik. Hadise şudur. Biz bunu izliyorduk, hep izledik. Ama yakalamadık. Bunu Amerikalılar bize teslim etti. Yunanlıların kolunu büken de Amerikalılar. Zaten Kenya'da Yunan Büyükelçiliği'nde işin patlaması bir nevi deşifredir, itiraftır. "Şikar baştan alınır" diye bir laf vardır. Kuşu vuracaksanız, başından vuracaksınız. Başı koparılmalıydı, koparıldı.

ABD, Öcalan'ın yakalanmasına yardımcı olmak ve söylediğiniz gibi teslim etme kararını nasıl aldı sizce? Ne etkili oldu?

    Amerika'ya çok bastırdık. Bizim bir şey çıkaracağımızdan emin oldular. Başka çare kalmamıştı, bir yerlere bir şeyler yapmak zorundaydık. Ve yapacaktık. Suriye olmazsa Yunanistan, o olmazsa İtalya, ama mutlaka olacaktı. Bunu anladılar.

Öcalan İtalya'dayken Amerikalılara "Biz operasyon yapacağız, siz İtalyanları tutun" haberi gönderildiğine dair bir bilgi var bende. Doğru mu bu?

    İtalya operasyonu için MİT teklif getirdi. Başbakan, biz biliyorduk. Bu konularda 95'ten sonra merkezi karar olmadı. Ama haberimiz vardı.

Amerikalılar Türkiye'nin dediğiniz gibi 'bir şeyler yapacağını' anladıktan sonra, bölge ülkeleri arasında, NATO müttefikleri arasında sıcak çatışma çıkmasın diye devreye girmiş olabilirler mi?

    Bizim o dönem Amerikalılarla münasebetlerimiz çok iyi durumdaydı. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı çok önemliydi. Amerika olması için çok destek veriyordu. Bu proje tam yoluna giriyordu. Ama 1 Ekim öncesinde bıçak kemiğe dayanmıştı. Çaresizlik içinde kıvranıyorduk. Yöntem değiştirmek mecburiyetindeydik. Bunu yapmak da, bir nevi sağa sola saldırmak demekti. Böyle bir belayla bir devlet kolay kolay karşılaşmaz. 'Mesele çözülsün ama, komşularla sıkıntı çıkmasın' noktasını aşmıştık. Çünkü sıkıntı zaten çıkmış gözüküyordu. Bir yerde devletin morali çökecekti. Bunu yapamazdık. Daha fazla bekleyemezdik. Bunu yaparsak, sonra daha kötü olacaktı.

Apo'nun yakalandığını size kim duyurdu?

    MİT Müsteşarı aradı. "Devraldık" dedi. "Harika, Allah kolaylık versin" dedim.














“TÜRK'ler  Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. TÜRK'ler ne Amerikanlaşacak ne batılılaşacak nede araplaşacaktır. O sadece özleşecektir.

Çevrimdışı EFE

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 206
Ynt: 137 GÜN (Pisliğin -apo- yakalanış öyküsü)
« Yanıtla #1 : 20 Eylül 2006 »


VE ASKER KONUŞUYOR

Demirel, Ecevit'e büyük darbesini sona saklamıştı, artık Ecevit'e bakarak konuşuyordu: "Biz zaten ne yaparsak iki buçuk savaştayız. Yani Yunanlılarla uğraşmaya kalksak, arkamızda bunlar var. Bizim bir buçuk savaş, ya da bir savaş yapma şansımız çok az. Kendimizi buna göre hazırlamalıyız. Benzerliğinin hangi ölçüde olduğu tartışılabilir ama, Kıbrıs'takine benzer bir durumla karşı karşıyayız. 1963'ten 1974'e kadar 'Güçlüyüz, kuvvetliyiz, şöyle vururuz, böyle kırarız' dedik, bir şey yapmadık. Yaptığımız zaman da mesele bitti. Bilelim ki, arkasında güç olmayan diplomasiyi yürütmek mümkün değildir. Eğer hakikaten Suriye Araplar, veya başka dünya ülkeleri bizim Suriye'ye hiçbir kötülük yapamayacağımız kanaatinde ise, bizim zaten bunları yapmamız mümkün değil. (Başbakan Yardımcısı İsmet Sezgin'e döndü.) Biz barışçıyız. Ama barışçılık bir yerden sonra zaaf ifade ediyorsa, barışçılık menfaat olmaktan çıkıyor demektir. Ben öyle düşünüyorum. (Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'na döndü.) Buyurun sayın komutan."

Ve asker konuşuyor

     Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu sakin ve tane tane konuşmaya başladı:
"Sayın Cumhurbaşkanım, son yaşanan olaylar, gelişmeler Suriye'nin teröre verdiği desteğin ülkemizde yarattığı rahatsızlığın bütün açıklığı ve boyutlarıyla ortaya konulmasına yardımcı olmuştur. Konunun uluslararası kamuoyunun gündemine getirilmesi sağlanmıştır.

     Kıvrıkoğlu devam ediyordu: "Askeri uygulama, diplomasinin hiçbir şey yapamadığı, tıkandığı noktadan itibaren faaliyete geçecek. Biz bu arada bunu destekleyecek birtakım faaliyetler düşünüyoruz. Nitekim kasımın 7'si ile 9'u arasında bir tatbikat. Ben ayın 13'ünde salı günü o bölgeye gidiyorum. Malatya, Diyarbakır, Adana bölgesine gideceğim. Tabii basın bunu ifade edecek. Basın bizim orada neredeyse seferberlik ilan ettiğimizi, bütün birlikleri kaydırdığımızı, terhisleri durdurduğumuzu yazdı. Bunların hiçbiri yapılan işler değildi. Basın bu işte büyük rol oynamıştır, bunu kabul etmek lazım."

     Toplantı bitmişti. Türkiye artık devlet politikası olarak PKK konusunda savunmadan saldırıya geçmiş, sonuç almayı bekliyordu."

     Cumhurbaşkanı Demirel'in beklediği sonuç beklenenden erken geldi. 9 Ekim toplantısından bir süre sonra Başbakan Yılmaz görüşmek istedi. MİT Müsteşarı Atasagun'dan bir haber almıştı. Suriye geri adım atmıştı.

15 yıllık yalanın kabulü

     Eski DEP'li Yaşar Kaya'nın, Öcalan'la görüşmesine dayanarak belirttiğine göre, Suriyeliler Öcalan'a, "Senin için 1000 adamımız ölecekse razıyız. Ama Türkiye ile savaşı göze alamayız" demişti. Mısır Dışişleri Bakanı Amr Musa'nın 12 Ekim'de Türkiye'ye gelip Demirel ve Dışişleri Bakanı Cem'e, Hafız Esad'ın gerekeni yaptığı ve işbirliğine hazır olduğu mesajını vermesi, Türkiye'nin Apo'yu Suriye'den alamasa bile, Suriye'den çıkarma hedefinde başarılı olduğunun kanıtıydı. Ayrıca, Şam yönetimin tüm dünyaya PKK konusunda 15 yıl yalan söylediği de kanıtlanmış oluyordu.

     Ankara bir açıdan önünü görmeye başlamıştı ama, Apo'nun nereye gittiği konusunda çelişkili bilgiler alınıyordu. Bazı bilgilere göre Yunanistan'a, bazı bilgilere göre İsveç'e, Ermenistan'a, bazı bilgilere göreyse Rusya'ya gitmişti. MİT, Yenimahalle'deki merkezindeki dev dinleme antenlerini dikmiş, Genelkurmay istihbaratı elektronik imkânlarını seferber etmiş, Öcalan'ın frekansına ayarlı bir ses, bir telefon konuşması arıyordu. MİT'e Rusya'da olabileceği yolunda daha net bilgiler gelmeye başladı.



Simitis: Kalamaz

     Öcalan, Suriye Havayolları'nın tarifeli Şam-Halep-Atina-Stockholm seferine, yardımcısı Ayfer Kaya ile birlikte, Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'ın iki üyesi eşliğinde konmuş, Atina'ya gönderilmişti. Atina'da kendisini Beka ve Şam'da ziyarete gelip destek bildiren Yunanlı milletvekilleri tarafından siyasi karşılama bekleyen Öcalan, karşısında yalnızca Yunan istihbarat görevlilerini buldu. Yunanistan gizli servisi EYP Başkanı Albay Haralambos Stavrakikis ile yardımcısı (daha önce Yunanistan'ın İzmir'deki askeri ateşesi olarak istasyon şefliği yapan) binbaşı Savvas Kalenderidis, ona Başbakan Kostas Simitis'in talimatıyla Yunanistan'da kalmasının mümkün olmadığını bildirdi.

     Öcalan öfkeliydi. Havaalanı dışına çıkartılmıyor, Olimpik Havayolları bürosunun bir odasında bekletiliyordu. PKK lideri Suriye'den çıkatılmanın şokunu atamamışken kendisini Rusya'da bulacak olmayı sindiremiyordu. Madem Yunanistan almıyordu, niye bir Batı Avrupa ülkesine gidemiyordu? PKK elemanlarının bundan umudu kestiklerini, üstelik Rusya'da Liberal Demokrat Parti'nin konuğu olarak barınabilmek için partinin ünlü lideri Vladimir Jirinovski'ye milyonlarca dolar (Türk güvenlik birimlerine göre en az 7 milyon dolar) rüşvet verdiklerini de bilmiyordu. Bu para ile Meclis'in alt kanadı Duma'da pek çok milletvekili de PKK liderini korumak üzere satın alınmıştı. Rusya sorumlusu Mahir Velat iyi çalışmıştı.

Moskova'yla gerilim

     Öcalan ve beraberindekiler o gece saat 21.00 gibi Yunan istihbaratı EYP'nin kullanımındaki Falcon marka özel jetle Moskova'ya bırakıldı. Öcalan'ı Moskova havaalanında Jirinovski karşıladı ve evine götürdü. Ankara'da ise kriz dönemi çalışma sistemine geçilmişti. 15 Ekim günü toplanan Bakanlar Kurulu'nda durum değerlendirmesi yapıldı. Yılmaz, Cem'den yalnız Rusya ve Yunanistan değil, tüm ülkeler nezdinde girişim istedi. 17 Ekim günü, MİT Müsteşarı Atasagun, Yılmaz'a Öcalan'ın Rusya'da bulunduğu adresin kesin olarak saptandığı ve bunun 'müttefik istihbarat örgütlerince de doğrulandığını' bildirdi. Öcalan'ın telefonları saptanmış, MİT karargâhında izlemeye alınmıştı. Görüşmeleri saptanmaya başlamıştı. Yılmaz bu bilgiyi Cem'e iletti ve gereğinin yapılmasını istedi.

     Aynı gün Rusya'nın yeni Ankara Büyükelçisi Alexandr Lebedev, müsteşar yardımcısı Büyükelçi Mehmet Ali İrtemçelik tarafından Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı ve aralarında sert bir görüşme geçti: "Biz Öcalan'ın Rusya'da olduğunu biliyoruz." Büyükelçi müdahale etti: "Bu konudaki iddiaları inceliyoruz." İrtemçelik üsteledi: "Biz orada olduğunu biliyoruz. O nedenle, ciddi olalım. Buradan nereye gideriz, en iyisi nasıl yapılır, geleceğe bakıp karar verelim. Hayat yarın devam edecek. Türk-Rus ilişkilerinde bu işin izi kalmasın. Tersine, bu konuyu Türk-Rus ilişkilerini ileriye götürecek şekilde kullanmak da mümkün."

     Bu arada Türk Dışişleri'nin de bastırmasıyla Amerikalılar da devreye girmiş, ABD Dışişleri Sözcüsü Rubin, Öcalan'ı kimsenin barındırmaması gerektiği yolundaki bir açıklamasına 'Rusya dahil' sözcüğünü eklemişti.



ANKARA VE ŞAM ANLAŞIYOR

Ankara, Rusya gibi bir devi kızdırmayı göze alacak kadar kararlı bir ruh halindeydi.

     Öcalan, Moskova yakınlarında Odinsovo bölgesinde sıkı korunan bir eve nakledildi. Bu sırada Öcalan'a "Rusya hükümeti sizi kabul etmeyecek. Kendinize yer arayın" denildi.

Ankara ve Şam anlaşıyor

     Öcalan'ın kovulmasından sonra Türkiye'ye karşı 'dış politika' yürütme yeteneği kalmayan Suriye ile Adana'da çok gizli toplantılar yürütüldü. Şam yönetimi, Ankara'nın tüm taleplerini kabul etti

     Türkiye karşısında askeri gücü olmayan, ama buna karşın dış politika yeteneğine PKK sayesinde kavuşan Şam, bu güçten yoksun kalınca, kuzey komşusuyla tamamen şeffaflaşmayı çıkarlarına uygun bulmuştu.

     Türkiye'nin hemen hemen bütün taleplerini aynen kabul etmiş halde 'Adana Protokolünü' imzaladı. Üç sayfalık protokolle Türkiye ve Suriye'nin şu konularda 'mutabık kaldığı' kayda alınıyordu:

     Suriye, topraklarından kaynaklanan ve Türkiye'nin istikrarını bozmaya yönelik hiçbir faaliyete izin vermeyecektir. Suriye, toprakları üzerinden özellikle PKK'nın silah, lojistik malzeme ve parasal destek teminine ve propaganda yapmasına müsaade etmeyecektir.

     Suriye, PKK'nın terörist örgüt olduğunu kabul etmiştir. Ülkesinde, diğer bütün terör örgütleri meyanında, PKK ve tüm yan kuruluşlarının bütün faaliyetlerini yasaklamıştır.

     Suriye, ülkesinde PKK'nın eğitim ve barınma amaçlı kamp ve diğer tesisler oluşturmasına ve ticari faaliyetlerine izin vermeyecektir.

     Suriye, PKK mensuplarının üçüncü bir ülkeye geçişleri için ülkesini kullanmasına izin vermeyecektir. PKK'nın elebaşısının Suriye topraklarına girmemesi için bütün tedbirleri alacak, sınır kapılarını bu yolla talimatlandıracaktır."

     Suriye konusunda herkes halinden memnun görünüyordu. Aslında çatışma olmadan savaş kazanılmış gibiydi. Türkiye, Cumhurbaşkanı'nın Suriye'yi tahdit etmesinden yalnızca 20 gün sonra, adeta ordusuyla savaş kazanmış bir ülke gibi ayrıntılı koşullar kabul ettiriyordu. Türk diplomat ve askerler, 6 Ekim'de Demirel'in Mubarek'e verdiği talepler listesini fazlasıyla ayrıntılandırarak Suriyelilere kabul ettirmişti.



ANKARA TARTIŞIYOR
YA apo AVRUPA ÜLKELERİNE GİDERSE?


MGK'nın 27 Ekim toplantısında Öcalan'ın Avrupa'ya gitme ihtimali görüşüldü. Demirel, 'Her şeye hazırlıklı olalım ve anlatmaya devam edelim. Önce Rusya'dan bir çıkaralım. Her şey sırayla' dedi

     2 Kasım günü Jirinovski, yanında Duma'nın Jeoplolitik Konseyi Başkanı Aleksey Mitrinof olduğu halde, Odinsovo'ya, Öcalan'ın yanına gitti. Öcalan bundan böyle Mitrinof'un evinde kalacak, bu arada hangi ülkelere gidebileceği araştırılacaktı. Yolun sonuna yaklaştığı hissine kapılan Öcalan, Rusya'dan sığınma talebini yineledi. Mitrinof, "Duma'dan çıkarabiliriz" dedi, "Ama hükümet buna uymaz, seni gönderecekler." Yine de bu Öcalan için önemliydi. Yunanistan ve İtalya'da benzeri çağrılarda bulunan PKK etkisindeki siyasetçiler için cesaret verici olabilir, uluslar arası meşruiyet sağlayabilirdi.

     Başbakan Yardımcısı İsmet Sezgin'in Beyaz Rusya'ya gideceğinin açıklanması o günlerde pek dikkat çekmedi. Sezgin, özel bir görevle Minsk'e gidiyordu. Bu görev, Öcalan'ın ülkeye kabulünün ve sığınma hakkı verilmesinin engellenmesiydi. Sezgin 10 Kasım günü Minsk'ten bir tercih yapmasını istedi: Öcalan'ın dostluğu mu, Türkiye'nin dostluğu mu? Beyaz Rusya tercihini Öcalan'ı kabul etmeyerek yaptı. Suriye'nin ardından, küçük ama anlamlı bir diplomatik mücadele daha kazanılmıştı.

Roma'ya operasyon

     Türkiye'nin Beyaz Rusya kapısını kapatması üzerine Ruslar, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Cumhuriyeti üzerinde durmaya başladı. Yunanistan Başbakanı Simitis'in ısrarlı itirazına karşın, Dışişleri Bakanı Pangalos, Öcalan ve PKK'ya sempatiyle bakıyordu. Türkiye'nin zor durumunun devam edeceği düşüncesiyle 109 Yunan milletvekili Öcalan'ı davet eden bir mektup imzaladı ama Simitis aşılamıyordu. Kıbrıs fikrine ise Öcalan karşıydı. Türk hava sahasından geçerken düşürülebileceğinden ya da Türk jetlerince
inişe zorlanacağından korkuyordu. Tek seçenek vardı.


PKK'nın Avrupa şeflerinden Ahmet Yaman, Yeniden İnşa Komünist Partisi (YİKP) kanalıyla İtalya Başbakanı D'Allema ile irtibat kurmuştu. Ne pahasına olursa olsun koltuğunu korumaya kararlı olan D'Allema, karşılaşabileceği sorunların büyüklüğüne karşın yeşil ışık yakmıştı. Ancak siyasi iltica için garanti vermiyordu. Sonuçta Rus istihbaratçılar Öcalan'a ültimatomu verdi: 12 Kasım'da, saat 19.45'te Rus havayolları Aeroflot'un Moskova-Roma tarifeli seferi vardır. Ya buna binerek İtalya'ya gidecek ya da Türkiye'ye iade edilecekti. İrtemçelik'in Avdaev'e '13 Kasım'dan önce yapın' uyarısı etkili olmuştu.


Öcalan için seçenek kalmamıştı. İtalya'dan gelen Ahmet Yaman ve YİKP milletvekili Romana Montavani eşliğinde 19.45 uçağına bindi, çok zor geçen 33 gün ardından Rusya'dan ayrıldı.

Sevinçten gerilime

     İtalya'nın 12 Kasım'da saat 21.45'de Roma'nın Leonardo da Vinci havaalanına inen Öcalan'ı gözaltına aldığı haberi ilk anda memnuniyet yarattı. Saatler geçtikçe hava değişti. Açıklamaya göre Öcalan, Regina Celia Cezaevi'ne götürülmüş, rahatsızlandığını söyleyince Palestrina Hastanesi'ne kaldırılmıştı. Tutukluluğu burada sürecekti. Türkiye, Roma Büyükelçisi Batu aracılığıyla iade talep etti. İtalya'daki iç politika çalkantılarına karşın bu NATO müttefikinin sorun çıkarmayabileceğini düşünüyordu.


Yanıt çok sert ve en üst düzeyden oldu. D'Allema, Öcalan'ın, 'ölüm cezası olan bir ülkeye iadesinin söz konusu olmadığını' açıkladı

     Öcalan misafir muamelesi görüyor, istediği ile görüşüyordu. Ziyaretçiler arasında D'Allema'nın özel kaleminden Roberto Kulio'nun da bulunduğu haberi, Öcalan'ın durumuna yarı resmi bir meşruiyet kazandırıyordu. Dahası, İtalyan Parlamentosu'nun iki hukukçu milletvekili, Yeşiller Partisi'nden Luigi Saracini ve Demokrat Sol Parti'den Guiliano Pisapia, Öcalan'ın avukatlığını üstlenmişlerdi. Saracini, Öcalan'ın siyasi iltica talebini resmen hükümete sunmuştu.


Aynı gün İtalya'da Türk gazetecilerin PKK'lıların saldırısına uğramaları ve İtalyan polisinin buna seyirci kalması, Ankara'da kaşların iyice çatılmasına neden oldu. İtalya'nın Ankara Büyükelçisi, Dışişleri'ne çağırıldı ve uyarıldı: "Hükümetiniz, ülkesindeki Türk vatandaşlarının can güvenliğini sağlamalı." Bandini o günden sonra her gün Dışişleri'ne çağırılarak Öcalan'ın iadesi için uyarılacaktı. İtalyan Büyükelçiliği'nin önü PKK'ya karşı yapılan protesto gösterilerinin Kâbe'sine dönmüştü. Sokaklar öfke doluydu.


AB toplantıları için İtalya'da bulunan Dışişleri Bakanı Cem, Corrierra Della Sera gazetesine 15 Kasım'da çıkacak köşeli bir röportaj verdi: "Teröristlerin yanında yer alamazsınız. Öcalan bir katildir. Bize vermek zorundasınız." Cem, İtalyan Dışişleri Bakanı Lomberto Dini ile yaptığı görüşme sonrasında sakin üslubunu bir yana bırakmıştı. 'Olaya kayıtsız yaklaşmakla' suçladığı Dini'yi ve İtalyan basınını sert eleştirdi. ABD Dışişleri, ilk açıklamasını Washington'da işgününün başladığı, İtalya'da öğleden sonraya gelen saatlerde yaptı. Tutuklama olumluydu, ama, ABD Öcalan'ın Türkiye'ye iadesini istiyordu. Bu konuda Türkiye, İtalya ve Almanya birlikte çalışmalıydı.

Almanya devrede

     Amerika'nın açıklamasından birkaç saat sonra Almanya İçişleri Bakanı Schilly İtalya'daydı. Ankara'da ise Yılmaz, Başbakanlık'ta, "İtalya'nın büyük risk aldığını" vurguluyor ve ilk kez bir resmi ağızdan 'ABD'nin devrede olduğu'nu söylüyordu. D'Allema geri adım atmadı: "İade konusunda hiçbir şantaja boyun eğmeyeceğim. İdam varsa iade yok." D'Allema ayrıca terörden vazgeçerse Apo'ya sığınma verebileceklerini ima ediyordu. İtalya, sığınma konusunu Avrupa Parlamentosu'na götürmeye karar vermişti.

Ankara çılgına döndü

     20 Kasım, Suriye'nin Apo'yu sınır dışı ettiği 9 Ekim kadar önemli bir tarihti: Roma İstinaf Mahkemesi, İnterpol'ün kırmızı bültenle aradığı Öcalan'ın tutuklama kararını kaldırdı. Ancak Almanya'nın tutuklama kararını kaldırmaması nedeniyle, 'Roma'da mecburi ikamete tabi tutulmasına' karar verildi. İtalyan Adalet Bakanı Diliberto, Almanya'nın iade talebinde bulunmaması halinde Öcalan'ın 30 gün sonra serbest kalacağını açıkladı. Sürekli yerini bildirmesi kaydıyla bırakılan Öcalan, Roma'nın kuzeyinde Braccionna gölü kıyısındaki İnfernetto semtinde bir villaya yerleşti. Ankara bu karar üzerine çılgına döndü.

     Atasagun, Yılmaz'a ilk dinleyişte kulağa çılgın gelen bir plandan söz etti. İtalya vermiyorsa, Türkiye Öcalan'ı İtalya'dan zor kullanarak alabilirdi.

     Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı ile temas kurularak durum değerlendirildi. Bu Suriye'de bombalı araçla eylem yapıp başaramamaya benzemeyecekti. İtalya, Türkiye'nin girmek istediği AB'nin güçlü bir üyesiydi. Türkiye'nin NATO müttefikiydi. Türk timleri İtalya'ya girip Apo'yu kaçırabilseler durum bir ölçüde kontrol altına alınabilirdi. Ama çatışma çıkması ve İtalyanların ölmesi ya da yaralanması durumunda, bunun savaş ilanından farkı kalmazdı. Bu durumda ABD'nin devreye gireceği tahmin ediliyordu. Türkiye çok zor duruma düşebilirdi ama, özellikle de Apo şartlı tahliye edilmiş ve 30 gün sonra Avrupa'da tamamen serbest kalacaktı. Sorun bir varolma sorununa dönüşmüştü. Şu formül bulundu:

     Atasagun, ABD Büyükelçiliği'ndeki Amerikan gizli servisi CIA görevlisini Yenimahalle'ye davet etti. Türkiye'nin planı anlatıldıkça Amerikalının gözleri büyüyordu. ABD'den istenen, İtalyanlarla temas kurarak Türk timinin önüne çıkmamasını sağlayıp sağlayamayacağıydı. Plan aslında Amerika'ya açıklandığı andan itibaren gizliliğini yitiriyordu Ama bu yolla ABD ve dolayısıyla İtalya'ya "Bugün olmasa yarın, Türkiye'nin Öcalan nedeniyle İtalya'da ya da gideceği herhangi bir ülkede, yapabileceği ne varsa yapabileceği mesajının verilmesiydi. Türkiye ciddi idi.









“TÜRK'ler  Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. TÜRK'ler ne Amerikanlaşacak ne batılılaşacak nede araplaşacaktır. O sadece özleşecektir.

Çevrimdışı EFE

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 206
Ynt: 137 GÜN (Pisliğin -apo- yakalanış öyküsü)
« Yanıtla #2 : 20 Eylül 2006 »


RÜZGAR TERSİNE DÖNÜYOR

Clinton, Dışişleri Bakanı Madeline Albright'a PKK'ya Avrupa'da iltica hakkı tanınmaması, İtalya'dan çıkarılması ve Türkiye'de yargılanabilmesi için diplomatik çabaları artırması talimatını verdi.

     Yılmaz, 21 Kasım'da sadece Roma değil, Washington, Londra ve Atina'da da kaşların çatılmasına neden olan şu açıklamayı yaptı: "Ne İtalya bu ayıbı taşıyabilir, ne de biz karşılıksız bırakırız."

Rüzgâr tersine dönüyor

     İtalya hükümeti Öcalan'dan kurtulma hesapları yapmaya başladı. Hedef onu Türklerin eline kolaylıkla geçmeyecek bir yere göndermekti. Almanya, geldiği anda Öcalan'ın tutuklanacağını açıklamasıyla pek seçenek kalmamıştı. PKK'nın isteği, Öcalan'ı en rahat koruyacaklarına inandıkları Hollanda idi. Türkiye ve ABD'nin son çıkışları ve Almanya'nın tutumu, Hollanda hükümetini temkinli olmaya itmişti. Üç seçenek kalmıştı: Libya, Sudan ve Güney Afrika Cumhuriyeti.

Güney Afrika, PKK açısından kötüler arasında iyi seçenekti; siyasi açıdan Öcalan ve PKK için çok uygun bir yerdi. Başkan Nelson Mandela, ırk ayrımcılığına karşı 27 yıl hapis yattıktan sonra başa geçmişti. Atatürk Barış Ödülünü, PKK'nın kalbini fethederek reddetmişti. Öcalan, burada siyasi tanınma bulacağını düşündü. Ancak Mandela Öcalan'ı ülkesine kabul etmeyi kesin bir dille reddetti.

Avrupa'da arayış

Afrika ülkelerinden aradığını bulamayan D'Allema yeniden Avrupa'ya yönelmişti.
D'Allema'nın, 27 Kasım'da Bonn'da Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ile görüşmesinin ardından Türkiye kendisini bambaşka bir senaryonun önünde buldu. Schröder'e göre, "Kürt meselesine uluslararası bir çözüm getirmek amacıyla" İtalya ve Almanya Dışişleri bakanları bir program hazırlayabilirdi. Yani İtalya ve Almanya Türkiye'deki Kürt meselesine kendi aralarında çözüm bulacaklardı. D'Allema da, "Konu uluslararası bir mahkemede çözülmelidir" diyordu.

D'Allema, AB Komisyonu Başkanı Jacques Santer, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, İngiltere Başbakanı Tony Blair ve İspanya Başbakanı Jose Aznar ile de temas kurarak aynı minvalde konuştu. Ankara kızgındı ama, Roma'nın bu temaslardan beklediği desteği aldığı yolunda bir kanıt da yoktu. Kimse kendi adının bu işe karıştırılmasını istemiyordu.

İtalyan Dışişleri Bakanı Dini 29 Kasım'da Rusya'ya uçtu. Muhatabı İgor İvanov ile yaptıkları görüşmede hem Rusya'nın İtalya'ya olan borçları ve Rusya'daki muhtemel İtalyan yatırımları konusunun, hem de PKK ve Öcalan konusunun gündeme gelmesi, herkesin dikkatini çekiyordu. İtalya'nın, Öcalan'ı alması karşılığında Rusya'nın borçlarını silmeyi önerdiği iddia ediliyordu. Il Giornale gazetesi, bu pazarlığın 1998 için 8 milyar dolarlık bir kredi dilimi içerdiğini öne sürüyordu. Dini aynı gün La Stampa'da yayımlanan röportajında, o keskin 'uluslararası mahkeme' tezinin yanı sıra, 'Kürt sorununa uluslararası konferansla çözüm bulma' tezinden geri adım attığını, daha gerçekçi bir çizgiye çekildiğini, şu sözlerle gösteriyordu: "Türkiye'nin içeride demokrasisini geliştirecek önlemleri artırması, insan hakları konusunda garanti vermesi, ülkenin güneydoğusunda Kürt kültürünün barışçıl yoldan tanınması için cesaretlendirilmesi gerekir."

'Öcalan terörist'

D'Allema'nın 1 Aralık'ta İtalyan televizyonu RAI'ye verdiği demeçte, Öcalan'dan 'terörist' olarak söz etmesi ve "O teröristi yakaladık. Şimdi de mehkemeye çıkarılıp adil biçimde yargılanması için çalışıyoruz demesi, baskıların sonuç getirmeye başladığının, rüzgârın gerçekten dönmeye başladığının göstergesiydi.

     O gün İtalya'da Öcalan hakkında, 'ülkeye sahte pasaportla giriş yapma' suçlamasıyla soruşturma açıldı. Ancak Roma İstinaf Mahkemesi'nin 16 Aralık'ta Öcalan hakkındaki zorunlu ikamet kararını da kaldırıp serbest olduğunu açıklaması gerilimi zirveye taşıdı. Sokaklar bir kez daha ayağa kalkmıştı.

     MİT'in Apo'nun kaldığı villaya eleman soktuğu konuşuluyor, mahkemenin serbest bırakma kararına karşın, İtalyan emniyeti Öcalan'ın dışarı çıkışına öldürülecek kaygısıyla izin vermiyordu. Villa'nın bulunduğu sokağa gazeteciler dahil kimse sokulmamaya başlamıştı. Türk gazeteciler, İtalyan gizli servisi tarafından Türk gizli servis ajanı olup olmadıkları sorusuyla muhatap oluyorlar, taciz ediliyordu. Roma'daki her Türk'e vurucu tim elemanı kuşkusuyla bakmaya başlayan İtalyan hükümetinin artık tek bir kaygısı kalmıştı. Apo'dan sağ salim kurtulmak

'Sığınma verilmeyecek'

D'Allema'nın 11 Ocak'taki, "Öcalan'ın terör suçları görmezden gelinmeyecek, siyasi sığınma verilmeyecek" sözleri, Ankara açısından İtalya defterinin kapanmakta olduğu şeklinde yorumlanmıştı.

Öcalan 16 Ocak'ta tekrar Moskova yolunda

16 Ocak akşamı İtalyan RAI UNO televizyonu, Öcalan'ın ülkeden ayrıldığını duyurdu. İtalya'da resmi yetkililer ve milletvekillerince karşılanan Öcalan, 66 gün sonra kamuflaj altında, Champigno askeri havaalanına götürülüyordu. İstikamet Rusya idi. İki ay önce Dışişleri Bakanı İvanov ve Başbakan Primakov'un Ankara'ya söz vermiş olmasına karşın, Öcalan, hem de Rus gizli servis elemanlarının korumasıyla yeniden Moskova'ya, Gorki havaalanına iniyordu.

Ankara ertesi sabah Öcalan'ın Moskova'ya ilk gittiğinde kaldığı Jirinovski kontrolündeki evlerden birinde kaldığını doğrulamıştı. Öcalan, MİT'in inanamadığı bir siyasi özgüvenle her tarafla cep telefonuyla konuşuyor, konuşmaları yalnızca MİT değil, bütün bellibaşlı istihbarat servislerince izleniyordu.

     Moskova'da sıkıntı vardı. Başbakan Yevgeni Primakov, Öcalan'ın bir grup gizli servis elemanı ve milletvekili tarafından yeniden ükleye getirildiğini öğrenince küplere bindi. 22 Ocak'ta Amerikan Dışişleri Bakanı Albright, Moskova'da olacaktı. Eski KGB'nin yerine geçen Rus gizli servisi FSB ve İçişleri Bakanlığı'na kesin talimat vererek Öcalan'ın ülke dışına çıkarılmasını ister.

Tacikistan günleri

PKK lideri, 20 Ocak günü Gorki havaalanına götürüldüğünde, yolculuğun tam olarak nereye olduğundan emin bile değildir artık. Rota havaalanında uçağa binerken söylenir. Öcalan Rus gizli servisi elemanlarınca, Orta Asya'nın en uzak ülkesine, Tacikistan'a götürülmektedir.

     Öcalan Tacikistan'ın Başkenti Duşanbe'de dokuz gününü, Rus subaylar için lojman olarak kullanılan askeri bir bölgede, tek katlı bir binada, ev hapsinde geçirir.

     Bu arada Türk ve Avrupa basınında, kendisinin Ermenistan'dan Lübnan'a, Kıbrıs'tan İran'a, Moldova'ya dek değişik ülkelere gittiği yolunda haberler çıkar. PKK Avrupa teşkilatı ise son umut olarak yine Yunanistan'a dönmüştür. Bu kez bağlantı, Öcalan'ı Lübnan'ın Bekaa Vadisi'ndeki PKK militanlarının eğitildiği kampta da ziyaret etmiş, oraya milletvekillerini taşımış olan istihbaratçı, emekli amiral Andonis Naxakis'tir.

İstihbarat bağlantıları kullanılarak, Kırbıslı Rum işadamı Aristos Aristodolus'un aracılığı ve mali desteğiyle Öcalan'a, PKK ile bağlantılı bir Rum gazeteci olan Lazaroz Mavros adına sahte Kıbrıs Rum pasaportu da ayarlanmıştır. Naxakis, eski dostu Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos'u bu kez ayarladığını, sorun çıkmayacağı haberini yollar.



HAVA TRAFİĞİ KAPALI

Öcalan 29 Ocak'ta bir Rus jetiyle Baltık kıyısına, Saint Petersburg'a götürülür. Yakıt ikmali yapılır. Uçak, Naxakis de içinde olduğu halde yarım saat geçmeden St. Petersburg'dan havalanır: İstikamet Atina. Yunan Dışişleri Bakanı Pangalos'la Başbakan Kostas Simitis arasında Öcalan nedeniyle yaşanan görüş ayrılığı ise derinleşmektedir.

     Simitis, Yunan gizli servisi EYP'ye Öcalan'ın ülkeye sokulmaması talimatı vermiştir. EYP, Naxakis'in Öcalan'ı getirme çabası içinde olduğunu saptamış, kendisini sıkıştırmaya başlamıştır. Öcalan bu kez Atina, Ellinikon havaalanında karşılanmak bir yana, gizlice Atina'nın banliyölerinden Nea Makri'de yaşayan Naxakis'in arkadaşı yazar Vula Damyanako'nun evine götürülür. Öcalan, karşılaştığı muameleye sinirlenmeye başlamıştır, Sorularına yanıt veremeyen Naxakis, Pangalos'u aramış, Öcalan'a siyasi iltica çıkarılması için izin istemiştir. Pangalos aslında bu fikrin ateşli destekçisidir. Naxakis'e, Öcalan'ı ziyaret etmek istediğini söyler. Ancak konuyu Simitis'e açtığında sert tepki görür: "Siz bu görüşmeye gitmeyeceksiniz. O şahıs da derhal bu ülkede gidecek."

Naxakis bundan habersiz, Pangalos'la buluşması için Öcalan'ı Atina'daki kendi evine nakleder. Ancak Pangalos yerine EYP Başkanı Haralambos Stavrakakis gelir ve ülkeyi terk etmesi gerektiğini söyler. Öcalan yine Hollanda'ya gitmek istediğini beyan eder. Stavrakakis, Yunanistan'la Hollanda arasında Schengen anlaşması olduğunu ve yakalanırsa Yunanistan'a iade edileceğini, bunu istemediklerini söyler. Ama PKK lideri ısrarlıdır. Avrupa teşkilatı Hollanda'da her şeyin ayarlandığını söylemektedir.

Hava trafiği kapalı!

     Yunan istihbaratı Öcalanı, derhal Beyaz Rusya'nın başkenti Minks'e götrüecek bir uçak ayarlar; oradan, Rieka'dan Lahey'e hareket edecek bir charter uçak bulmuşlardır ve ertesi günü bile beklemeye tahammülleri kalmamıştır.

Uçak 31 Ocak akşamı Minsk'e gitmek üzere kalkar. Ancak bu arada Türk istihbaratı da, Amerikan istihbaratı da Öcalan'ın Hollanda'ya gitmek üzere havalandığını öğrenmiştir. Minsk ve Lahey ile temas kurulur.

Ne PKK'lıların, ne de Yunanlıların tahmin ettiği bir şey olur. Beyaz Rus hükümeti, havaalanını trafiğe kapatır. Uçak Minsk'e inemeden rotayı Hollanda'ya, Rotterdam'a çevirir. Hollanda hükümeti de bir emrivakiyi önlemek amacıyla saat 21.00 itibarıyla bütün hava sahasını kapattığını ilan eder.
Yunan uçağı çaresiz geri döner. Ancak hükümet artık uçağı Atina'ya indirmeyecektir. Uçak Ege denizindeki Korfu Adası'na iner. Gün 1 Şubat'a dönmüştür. Öcalan ve beraberindekiler Korfu Adası'nda EYP'nin kontrolündeki bir eve konur.



YUNAN İSTİHBARATINA SUÇÜSTÜ

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Atasagun, 1 Şubat 1999'da Yunan istihbarat teşkilatı EYP'nin Başkanı Stavrarakis'e bir faks çeker; özetle, "Öcalan'ın yerini biliyoruz. Bu, iki ülke arasında çok sıkıntıya yol açacak" demektedir. Türk istihbaratı, Yunan istihbaratına adeta 'sobe' demektedir. Stavrarakis, "Bizde değil" der. Buna Ankara'nın inanmayacağını bilmektedir. Durumu CIA da saptamıştır.

Stavrarakis, Başbakan Kostas Simitis'e durumu aktarır. Daha zor durumda kalmamak için bir çıkış bulmaları gerekmektedir. Simitis, Dışişleri Bakan Thedoros Pangalos'u arar ve artık bu işi bitirmesini ister. Bu sırada ABD'nin Atina büyükelçisi Nicholas Burns, Pangalos ile görüşür. Pangalos, Öcalan'ı göndermek istediklerini ama başaramadıklarını söyler. Burns kritik bir müdahalede bulunur: "Öcalan'ı Kenya'ya gönderin, gerisini bize bırakın." Pangalos anlam veremez, ama durumdan kurtulmak için yapacağı fazla bir şey yoktur.  

ABD Başkanı Clinton bir toplantıda, "Peki ne yapacağız?" diye sorduğunda, Clark'ın yanıtı hazırdı: "Yakalayıp vereceğiz." Operasyon için pek çok yer düşünülmüş, Kenya'da karar kılınmıştı.
Bunun birkaç nedeni vardı. Birincisi, bir süre önce Kenya'daki ABD Büyükelçiliği El Kaide tarafından bombalanınca CIA'in ülkeye neredeyse kamp kurmasıydı. Kenya polisi Amerikalıların sözünden çıkmaz olmuştu. İkincisi, Kenya, Türkiye dahil PKK olayıyla ilgili herkese yeterince uzaktı. Kontrol harici gelişme olması ihtimali zayıftı.

     Öcalan'ı taşıyan uçak 2 Şubat'ta, Kenya saatiyle 13.33'te Nairobi havaalanına iner. Yunan Büyükelçiliği, uçağın diplomatik korumada olduğunu ve kendilerinin arama yaptığını söyleyerek, Kenya polisinin aramasına izin vermez. Daha sonra Kenya hükümetinin yaptığı açıklamaya göre, yolcu listesi de sahtedir.

     Atasagun, Köşk'te son bilgileri verdi. Bir Afrika ülkesinde olabileceği konusunda bilgi vardı. Teyit etmeye çalışıyorlardı. Amerikalılarla işbirliği, bilgi alışverişi şeklinde devam ediyordu.

     Atasagun, Yenimahalle'deki bürosuna döndüğünde, ABD elçiliğindeki CIA bağlantısının görüşmek istediğini öğrendi. Kısa süre sonra odasındaydı. Konuya hemen girdi: "Öcalan'ın Kenya'da olduğunu düşünüyoruz. Yakalamanız için destek vereceğiz. Müşterek operasyona ne dersiniz?"

     Aylardır verilen destekte Öcalan'ın yargı önüne çıkarılması gereği vurgulanmıştı, öldürülmesi değil. Yargılama adil olmalıydı. Ölüm cezası ABD'nin birçok eyaletinde yasal olduğundan Amerikalılar 'İdam edilmesin' demiyor, ama Apo'nun sağ kalması gereğini vurguluyorlardı.

     Gün 4 Şubat'tan 5 Şubat'a dönerken Çankaya'daki dörtlü toplantı büyük bir gizlilik içinde, hararetle devam ediyordu.

Bilmesi gerekenler

     'Safari Operasyonu'ndan tamamen haberli olacak kişiler şöyle belirlendi: Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Ecevit, Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, MİT Müsteşarı Atasagun ve Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Fevzi Türkeri. MİT'in istihbarattan sorumlu müsteşar yardımcısı Mikdat Alpay, operasyonlardan sorumlu müsteşar yardımcısı Emre Taner, işin kendilerine ait olan kısımlarını bileceklerdi. Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve müsteşarı Korkmaz Haktanır da bir aşamada haberdar edilecekti. Süreci baştan beri bilen müsteşar yardımcısı Uğur Ziyal ile Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Yaşar Büyükanıt'ın da konudan haberli olması gerekliydi. Ecevit, sağ kolu Hüsamettin Özkan'a bile harekât belli bir aşamaya gelince bilgi verecekti.

Clark'ın teklifi

     Atasagun için işin en zor kısmı başlıyordu. Önce Amerikalılara hükümetin mutabakatını iletti. Yanıt çok geçmeden çarpıcı biçimde geldi. İlerleyen saatlerde ABD Senatosu'nda konuşan Dışişleri Bakanı Albright, 'Öcalan'ı barındıran her ülkeye, yargı önüne çıkarılması için işbirliği çağrısında' bulunuyordu. Düğmeye basılmıştı.

     Öcalan Türkiye'ye getirildiğinde askeri yetkililere teslim edilecekti. PKK liderinin nasıl ve hangi koşullarda hapsedileceği de belirlenmişti. Bu iş için Marmara Denizi'ndeki İmralı Yarı Açık Cezaevi boşaltılmış, Genelkurmay'a devredilmiş ve etrafı askeri bölge ilan edilmişti.









“TÜRK'ler  Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. TÜRK'ler ne Amerikanlaşacak ne batılılaşacak nede araplaşacaktır. O sadece özleşecektir.

Çevrimdışı EFE

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 206
Ynt: 137 GÜN (Pisliğin -apo- yakalanış öyküsü)
« Yanıtla #3 : 20 Eylül 2006 »


UÇAK ARANIYOR

Kenya'dan Türkiye'ye direkt uçacak menzilde bir uçak gerekliydi. Koşullara en uygun olanı bir Falcon'du. Türkiye'deki Falcon'lar arasında en uygunu da eski bakan ve işadamı Cavit Cağlar'ınkiydi. Çağlar'ın başı, İnterbank ve Etibank nedeniyle yasalarla beladaydı. Çağlar, özel uçağını her istendiğinde devlet hizmetine vermişti.

Atasagun, Çağlar'ı bizzat aradı. Kendi gideceği bir görev için uçak gerektiğini, MİT'in uçağının arızalı olduğunu söyledi; Falcon'un kira bedeli 200 bin dolar hemen ödenecekti. Çağlar sorgusuz kabul etti; bu tür taleplerde soru sorulmaması gerektiğini biliyordu.

ABD'nin 4 Şubat'taki teklifinin üstünden birkaç gün geçmeden, işadamı heyeti görünümündeki operasyon ekibi Kenya'nın komşusu Uganda'nın başkenti Kampala'ya giderek, Entebbe havaalanında beklemeye başladı.

Son perde

     Türk ekibi Uganda'ya ulaşmadan ilginç bir gelişme oldu. CIA, MİT'e ilginç bir soru yöneltti: Öcalan'ın Nairobi'de olduğunu biliyorlardı ama, kesin yerini saptayamıyorlardı. Acaba Türklerde bu konuda bilgi var mıydı?

MİT hemen yanıt verdi: "Biz olsak Yunanistan Büyükelçisi'nin evine bakarız. Adresi Mutlagia, 12."

Yunanistan Büyükelçisi George Costorlas yıllarca NATO'nun istihbarat ve terörle mücadele bölümlerinde çalışmış, PKK ve Kürt ayrılıkçı terörüyle özel olarak ilgilenmişti. NATO'dayken dosyasını tuttuğu adamı şimdi Dışişleri'nin talimatıyla evinde ağırlamak ve ev sahibi Kenya'ya sürekli yalan söylemek durumundaydı. Kenya Dışişleri, Costorlas'ı çağırarak, Öcalan'ı derhal Yunanistan'a geri göndermesini istedi.

     Başbakan Simitis, Dışişleri Bakanı Pangalos'tan Öcalan'ın hemen büyükelçilikten çıkarılmasını ve artık bu defteri, açılmayacak şekilde kapatmasını istiyordu. Costorlas, Atina'dan bu talimatı alınca, istihbaratçı Kalenderidis'ten yardım istedi. Öcalan, teklifleri reddetti ve yazılı olarak iltica talep etti. Atina'nın talimatı, Öcalan'ın gerekirse zor kullanılarak elçilikten çıkarılmasını öngörmekteydi.

     Öcalan 7 Şubat'ta Yunan basınına, Yunanistan'ın kendisini iki defa geri çevirdiğini açıkladı; her şey açığa çıkmıştı. Pangalos'un istifası isteniyordu.
Türk kamuoyu da ayağa kalkmıştı. Hükümet beceriksizlikle suçlanıyordu.

15 Şubat sabahı

     Ekibin beklediği haber, 15 Şubat sabahı geldi. Falcon, Kenya'ya geçerek Nairobi havaalanında gözlerden uzak bir köşeye park etti. Türk ekibi uçaktan dışarı çıkmayacaktı. Bekleyiş başladı.

     Aynı sırada Kenya istihbarat örgütü büyükelçilik konutuna girmiş, Yunanlıların çaresiz bakışları altında Öcalan'ı, elçiliği terk etmezse, zor kullanmakla tehdit ediyordu.

     Büyükelçi, telefon geldiğini söyleterek başka bir odaya geçti. Öcalan'ı rahatlatacak haberi dönüşte verdi: Pangalos aramıştı. Havaalanında bir uçak bekliyordu ve isterse Hollanda ya da başka bir Avrupa ülkesine gidebilirdi.
Öcalan havaalanına gitmeyi kabul edince, üç ciple konuttan çıktılar.

     Uçağın kapısında sarışın, açık renk gözlü, Avrupalı diplomat görünümlü bir kişi güler yüzle onu bekliyordu. Rahatladı. Görevliyle selamlaştı. Uçağa bindi. Kapı kapanınca da, o meşhur "Memleketine hoş geldin" sözüyle yolculuk başladı. Kenya Dışişleri, daha sonra Öcalan'ın ülkeden ayrılış tarihini 15 Şubat 1999, saat 19.30 olarak açıkladı.

Ankara'da büyük sevinç günü

     Öcalan'ı taşıyan Falcon, 16 Şubat sabahı saat 03.00 gibi Akdeniz üzerinden Türk hava sahasına girdi. Atasagun, hemen Ecevit'i aradı. Başbakan uykudan telefon sesiyle uyanmanın da etkisiyle çok heyecanlandı.

     Uçak önce İstanbul'a inmişti. Yakıt ikmali yapıldıktan sonra Bandırma'ya uçtu. Abdullah Öcalan askerlere teslim edildi. İmralı'ya götürülmek üzere bir hücumbota bindirildi.

Kimlik tespiti

     Atasagun saat 05.30 gibi Demirel'i aradı: "Sayın Cumhurbaşkanım, devraldık." Demirel de heyecanlandı, "Harika" dedi, "Allah kolaylık versin."

     MİT ve Genelkurmay İstihbaratı ise Kenya'da yakalanıp getirilen kişinin gerçekten Öcalan olup olmadığını kesinleştirmek istiyordu. Parmak izi, ses frekansı ve diğer testler yapıldı: Ellerindeki şahıs gerçekten PKK lideri Abdullah Öcalan idi.

     Saat 09.30 gibi Atasagun Başbakanlığa gitti. Ecevit'in makam odasında, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'ın katılımıyla açıklama taslağını birlikte hazırladılar. Sonra Ecevit daktilosunun başına geçip yazmaya başladı. Bu arada TV'lere Öcalan'ın uçaktaki görüntüleri dağıtıldı. Sokaklardaki garip sessizlik ve bekleyiş saat 11.00'de Ecevit'in TV'lerden canlı yayımlanan açıklamasıyla son buldu:

"Değerli gazeteci arkadaşlarım,

Sizlere ve aziz yurttaşlarımıza bir haberim var. Bu sabaha karşı saat 03.00'ten itibaren bölücü terör örgütü PKK'nın başı Abdullah Öcalan Türkiye'dedir.

     Şehit analarına verilen söz yerine getirildi. Bütün dünyadan dışlanan Abdullah Öcalan sonunda kendini Türkiye'nin kucağında buldu. Yaptıklarının ve yaptırdıklarının hesabını bağımsız Türk adaletine verecektir.

     Bu operasyon Genelkurmayımız ile MİT'in tam bir uyum içinde çalışmaları sayesinde başarıldı. Kendilerine tebriklerimi ve şükranlarımı sunuyorum.
Allah milletimizi ve bütün insanlığı terörden ve savaşlardan korusun."

      Allah milletimizi ve bütün insanlığı terörden ve savaşlardan korusun."

     Operasyonda görev alan yedi kişi için 18 Şubat 1999'da Çankaya'da bir tören düzenlendi. Ekip üyelerine yedi takdirname verildi ve yedi Longines marka saat hediye edildi. Saatlerin arkasına çok özel bir şeyler kazındı. O yedi takdirname ve yedi özel saat kimdeyse, ekip üyeleri onlar.

     Öcalan'ın hapsedilmesi ve açık yargılanması hem Türk kamuoyuna, hem de başta TSK olmak üzere idari ve siyasi yapıya büyük özgüven getirdi. Önce, içinde MHP'nin yer aldığı bir hükümetin Öcalan'ın idamını ertelemesine, sonra idamın kaldırmasına imkân veren bu özgüvendi.

     Türkiye'yi zayıf düşürecek her girişimi desteklemekten çekinmeyen Yunanistan'da, Dışişleri Bakanı Pangalos, Öcalan'ın yakalanışından birkaç gün sonra istifa etti.


“TÜRK'ler  Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. TÜRK'ler ne Amerikanlaşacak ne batılılaşacak nede araplaşacaktır. O sadece özleşecektir.