''Abdülhamid, Osmanlı'yı öyle veya böyle 33 sene daha sûnî teneffüsle yaşatmasaydı, Kurtuluş Savaşı'nın komutanlarını da yetiştiren okulları açmasaydı, orduyu modernize etmeseydi ve parmak ısırtan bir istihbârat teşkilâtı kurmasaydı, Osmanlı, ''Batı'nın plânladığı'' tarihte ortadan çoktan kalkardı ve bugün Türkiye diye bir ülke ol(a)mazdı
2. Abdulhamit Han'ı diğer, özellikle son dönem, Osmanlı padişahlarından hep ayrı ve üstün tutmuşumdur.
2. Abdulhamit'le ilgili
"ARAP İHANETİ ve İSRAİL'İN KURULUŞU" başlıklı yazımda da gereken hakkı teslim etmeyi fikir ve vicdan namusunun bir gereği ve de gerçeğin tekrarı olarak gördüğüm için yazmıştım.
"
Yiğidi öldür ama hakkını yeme" ata sözünün ne demeğe geldiğini de gayet iyi bilirim.
Yalnız 2. Abdulhamid'in bazı omurgalı duruşuna karşılık omurgasız duruşlarının olduğunuda bilirim.
Beni biri ya öldürecek ya da kendisine kul ve köle yapacaksa bunun şu ya da bu şahıs olmasının ne önemi var?
İyi düşman, kötü düşman, iyi sömürgeci kötü sömürgeci diye bir şey var da ben mi bilmiyorum?
Sonuçta ben canımdan oluyorsam ve beni canımdan eden kardeşim, dostum ya da düşmanım olsa ne farkeder ki.?
Her halukarda canından olan ben değil miyim?
Aynı şey beni kul ve köle edip sömüren içinde geçerli.
2. Abdulhamit'ten önce süregelen İngiliz-Fransız aşkı konjöktör ve yeni gelişen dünya gerçekleri gereği 2. Abdulhamit'le birlikte Alman yakınlaşmasına ve bunun doğal sonucu olarak da Alman hayranlığı ve mandasına dönüşmüştür.
Yani Osmanlı öyle bir hale gelmiş ki bir yere yaslanmadan, ya da birisinin koltuğunun altına girmeden kendi başına ayakta duracak mecalini yitirmiş.
Mesele budur. Gersiyse teferruattır.
Her şeye rağmen 2. Abdulhamid'in Türk Milletinin geleceğine yönelik gayeretlerini- ki çoğu aynı zamanda Alman emelleriyle örtüşmekteydi- takdir etmiş ve hatta Atsız Ata'nın kendisini
Göksultan olarak tanımlamasını sorgulamadan kabul ederek biz de kendisini
Göksultan olarak görmüşüzdür.
Çoğu kişi olayların akışını hep beşeri planların sonucuna dayandırmak gibi bir hataya düşer.
Evet olayların arkasında beşeri planlar vardır ama birde bütün bunların bir disiplin ve zaman kronolojisi içerisinde işleyişini düzenleyen adına adetullah, ya da sünnetullah dediğimiz Tanrı'nın takdiri vardır.
Bu Tanrı takdiri varlık aleminin işleyişinin maddi sebeplere dayanması kuralı gereği bir takım vesilelere ve maddi gerekçelere dayalı olarak tahakkuk etmektedir.
Şu işi şu zamanda yapmasaydık şöyle olurdu gibi akıl yürütmeler sadece beşeri planın ve aklın kurallarını ihtiva eder. Ama bilinmez ki kastedilen iş o zaman yapılmasa belki daha başka sonuçlar cereyan edecek ve kimbilir bu sonuçlar umulandan da iyi neticeler verecektir.
Ben beşeri gayrete ve tebdire elbetteki önem veririm ama bilirim ki beşeri gayret ve takdirler Tanrının takdir ve iradesiyle de kuşatılıdır.
Hem sonra devleti iyi yönetmek yöneticiyi bunun için üstün kılmaz. Zaten bu iş onun asli görevidir.
Bizzat Göksultan Abdulhamit Han "
Ben devlet işlerinde hatayı hoş görmem. Hata yapan kişi şayet hatayı sehven yapıyorsa bu onun devlet işleri için yetresizliğini gösterir. Yok Eğer kasten yapıyorsa o zaten haindir" diyerek o zamana dek hiç bir Osmanlı idarecisinde görülmeyen olağanüstü bir yaklaşım sergilemiştir.
Demek ki devleti iyi yönetmek bir erdem değil asli görevdir.
Biz yine de basiretsiz yöneticilere karşı daha iyi yönetenleri alkışlamak gibi bir hamiyeti göstermekle bir hakkı da teslim etmiş olmaktayız.
Bir diğer konuysa: Hep 2. Abdulhamit Han'ın açtığı okullarla gelecekte Türk Milletini kurtuluşa çıkartacak kadroların yetişmesini sağladı denilir. Doğrudur.
Lakin madolyonun diğer bir yüzü daha vardır. Madalyonun diğer yüzündeyse Abdulhamit Han'ın Osmanlıya resmi ideoloji kıldığı Alman yakınlığı bazılarında Alman hayranlığına dönüşürek ve bu hayranlığın körlüğüyle bir oldu-bittiyle,
artık savaşı kaybettiği kesinleşen ve uzatmaları oynayan, Almanlar lehine Osmanlıyı savaşa sokarak fiilen parçalanması sürecini de başlatmıştır. Bu işin failleri de aynı mekteplerin yetiştirdiği kişilerdir. Demek ki sadece kaliteli okullar yetmiyormuş.
Tarih hep çift yüzlü madalyondur. Bir yüzünden bakmak olayları ve kişileri doğru anlamaya ve okumaya yetmez. Olay ve kişileri hakkıyla- ki ne gereksiz yererek karalamak ne de gereksiz yücelterek sahte kahramanlar üretmektir- değerlendirmek lazımdır.
Biz bunların hepsini biliyor ve çoğu olumsuz şeyleri Türk Milletinin dününe, bu gününe ve yarınına zarar vereceği endişeyiyle açıkça dillendirmiyoruz.
Susmak bilmemek değildir. Tıpkı sabretmenin kötülüklere karşı dayanmak demek olmadığı gibi.
Bizim için gerekmedikçe konuşmamak, yani susumak, edepten, sabretmek de kötü şeylere karşı ön tebdir almanın zorluklarını peşinen yüklenerek zillete düşmeyi önlemek demektir.
Sözlerimi, sadece kişiye özel bir ifade olarak, İslam Peygamberinin:
"
Cahiller arasında kalmış âlime acıyın" sözleriyle bitiriyorum.
TTK.