Rüya mı Gerçek mi?
Mayıs 2011. Kadıköy İskelesi’ndeyim. Sözlerini net anlayamadığım yüksek sesli çirkin bir müzik kulaklarımı tırmalıyor. Sesin geldiği yöne doğru başımı çevirdiğimde kırmızı-sarı-yeşil renklerde üstünde bir kadın resmi olan geniş bir otobüs görüyorum. Üstünde millet olmayı becerememiş etnik bir topluluğun uydurma diliyle yazılmış garip yazılar var. Yanına da Türkçe olarak eklenmiş bir cümle: “Özerk İstanbul”. Sarsılıyorum.
Kadıköy’deki yürüyüşüm sürüyor, İskele’deki ışıklardan karşıya geçiyorum, elindeki çalıntı telefonları satmaya çalışan yine aynı etnik topluluktan insanlar var. Garip bir dilde birbirlerine bir şeyler söylüyorlar, ardından yanlarına ufak bir çocuk geliyor. Üstünde baskılı bir tişört var. Resme dikkatlice baktığımda üstündeki kişinin Fransa’da ölen aynı etnik topluluktan olan bir şarkıcı olduğunu görüyorum. Hani kısa süre önce vatan haini ilan edilen. Şaşırıyorum.
Kadıköy Boğa’ya doğru çıkarken elinde pankartlarla yürüyüşe geçmiş bir toplulukla karşılaşıyorum. Yine aynı garip dili konuşuyorlar. Ellerinde anlamadığım dilden yazılar ve ağızlarında saçma sloganlar: “Biji …”. Yolda durup onları izleyen polislere koşuyorum hemen ve anlamını soruyorum. Terörist elebaşı olarak adlandırdığımız sözde liderlerinin hapisten çıkmasını istiyorlarmış. Bunların vatan haini olduklarını ve niçin müdahale etmediklerini soruyorum. Yetkileri olmadıklarını söylüyorlar. Vatan hainlerine müdahale için yetki mi? Garip geliyor bu söylenenler, Atatürk’ün “Mevzu bahis vatansa gerisi teferruattır.” sözleri aklıma geliyor. Yıkılıyorum.
Bahariye’ye doğru çıkmaya devam ediyorum. Birbirlerine gözleri parlayarak bakan bir çift görüyorum. Sarılmış yürüyorlar, pırıl pırıl iki insan. Daha sonra aynı etnik kimlikten olan 10-11 yaşlarında bir çocuk yanlarına geliyor. Mendil satmak istiyor. İstemediklerini söyleyip adımlarını hızlandırıyorlar. Çocuk mendili kızın montuna dayıyor ve baskı yapıyor. Yanındaki çocuk sinirlenip gitmesini istediğinde, çocuk çaktırmadan telefonu kızın montunun cebinden yürütüyor ve koşarak kaçıyor. Çok uzakta olduğum için yakalayamıyorum, fakat polise bildiriyorum. Polis, bunun tırtıklamak olduğunu ve kanunda boşluk olduğunu, yakalasalar bile tekrar salmak zorunda olduklarını söylüyor. Aklım başından gidiyor.
Süreyya Operası’nın karşısından aşağı inerken canım midye dolma çekiyor. Sokaktaki tezgahtan bir tane alayım diye düşünerek satan çocuğun yanına gidiyorum. Fakat çocuğun görüntüsünde yine bir gariplik var, aynı etnik ve garip dili konuşarak yanındaki arkadaşına bir şeyler anlatıyor. Yemekten hemen vazgeçiyorum. O esnada gelen zabıtayı gören simitçi kaçıyorken, bunlar yerinden bile kıpırdamıyor. Neler olduğunu anlamıyorum.
Ardından arabamı bıraktığım otoparka geçiyorum. Otoparkın girişinde anahtarımı isterken otoparkı işletenlerin yine aynı etnik topluluktan insanlar olduğunu görüyorum. Rahatları yerinde, altlarında lüks arabalar, yine aynı garip dili konuşuyorlar. Şaşırmış halde paramı ödeyip çıkıyorum.
Eve geliyorum ve televizyonu açıyorum. Dağlarda öldürülen üç terörist için anma töreni yapılıyor ve sloganlar atılıyor. Yine hepsi aynı garip dilde. Bugün neler olduğunu anlamakta zorluk çekiyorum. Başka bir kanalda da kısaca bir haber geçiyor: ”İki uzman çavuş Hakkari’de kafalarına sıkılarak öldürüldü.” Kan beynime sıçrıyor, fakat halkımızın umurunda olmadığını görüyorum. Kimsenin kalkıp dur demeye niyeti olmadığını anlıyorum.
Tam müdahale edecek askerlerimiz nerede diye kendime sorarken, başka bir kanalda birçoğunun içeri alındığını, fakat teröristlerin aftan yararlanarak alkışlarla karşılandığını görüyorum. Kalbim duracak gibi oluyor.
Ertesi gün bir üniversiteye misafir olarak uğruyorum, yine aynı dilden slogan atanlar var, diğer öğrenciler kalabalıktan çekiniyor. Birlikten kuvvet doğarken, diğerleri sadece izliyor. Daha sonra ellerinde yine aynı dilde yazılmış bir kitapla çıkan öğrenciler görüyorum. Ne olduğunu sorduğumda aynı etnik topluluğun dilini öğreten dersi aldıklarını öğreniyorum. Daha fazla dayanacak halim kalmıyor.
Ardından Irak’tan gelen bir dostumla buluşuyorum. Aynı etnik topluluğun Irak’taki Türkmenlerin evlerini işaretleyip yaktıklarını ve masum halkı öldürdüklerini öğreniyorum. O esnada bulunduğumuz meydanda topallayarak yürüyen aynı etnik kimliğe sahip bir adam görüyorum. Stresli görünüyor ve etrafına bakınıyor. Ve aniden elindeki düğmeye basarak kendini havaya uçuruyor. Patlamayla sarsılıyoruz ve yere düşüyoruz. Duman dağılıp, kulaklarımızdaki geçici sağırlık sona erdiğinde sokakta kolları, bacakları kopmuş ve feryat halinde bağıran masum insanlar görüyoruz. Dehşete düşüyoruz.
Sene 1996. Kan, ter içinde uyanıyorum. “Çok şükür, hepsi korkunç bir rüyaymış.” diyorum. 2011 yılını tekrar rüyamda görmek istemiyorum. “İnşallah, böyle günler görmeyiz, yok canım, imkansız, o kadar da değil artık.” diyorum kendi kendime ve tekrar yatıyorum.
Bahadır SOLMAZ