Gönderen Konu: ÖLÜM NEDİR? DOĞUMA, YAŞLANMAYA, ÖLÜME BİLİMSEL VE EVRİMSEL BİR BAKIŞ  (Okunma sayısı 8561 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı OnTurk209

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 138
  • Ayak bastığmız en küçük taş parçasına kadar...
Geniş bir araştırmanın ve emeğin ürünü olan bir yazıyı sizinle de paylaşmak istedim andalar. Bu konular hassas ama bir o kadar da önemli. Soydaşlarımın da düşüncelerini merak ederim.

Merhaba arkadaşlar,

 

Bu yazımızda, Sn. Serdar Elmas'ın bize ölüm ile ilgili sorduğu sorulardan yola çıkarak, ölümle ilgili ayrıntılı ve bilimsel bir analiz yapmak, bu sayede muhtemelen bir çoğunuzda var olan pek çok tabuyu ve bilim dışı düşünceyi kırmak istiyoruz. Elbette ki bunlardan kastımız dini inançlarınız, vs. değildir. Ne yazık ki insanoğlu ölüme sadece dini inançlarından değil, genel olarak "insan" olduğu için gerçek dışı anlamlar yüklemektedirler; pek çok dini imge de bu yüzden yaratılmıştır, yaratılmaktadır. Ölümün bilimsel olarak anlaşılması, sadece bu yanlış anlaşılmaların giderilmesi için değil, aynı zamanda bilimin insanların binlerce yıldır var olan sorularına cevaplar verebilme gücü karşısında şaşkınlığa düşmek ve bu sayede insanların bilime yönelmesi açısından da önem kazanmaktadır.

Ölüm, tıpkı Evren'in başlangıcı gibi, bilimin uzun süredir cevap aradığı sorulardan biridir. İnsanlık ise bu soruya binlerce yıldır cevap armaktadır. Bilim, insanlık tarihine göre göreceli olarak bebeklik yaşlarında olan bir alan olduğu için ölümle ilgili bilimsel arayışlar da oldukça yenidir. İnsanlık tarihi boyunca, bilim gibi güçlü bir cevap bulma aracı olmayan insanlar, bilim dışı kaynaklara sarılmışlardır. Özellikle felsefe, insanın ölümle ilgili merakını canlı tutarken, din bu konudaki sorulara cevaplar üretmek adına pek çok figüranla konuyu ele almıştır. Günümüzdeki insanların %90'ından fazlasının ölümle ilgili görüşleri, binlerce yıl öncesine ait dini inançlara ve bu inançların iddialarına dayanmaktadır. Doğal olarak, gayet anlaşılır bir şekilde insanın korkularını dindirmek için var edilmiş bu alanların verdiği cevaplar, herhangi bir gerçeklik değeri taşımaz. Neyse ki, son 150 yıldır Biyoloji ve Fizik alanında yapılan akıl almaz atılımlar sayesinde, Evren'in başlangıcı gibi kafaları kurcalayan ve insanları halen korkularından ötürü bilim dışı kaynaklara iten pek soruya cevap verebilmeye başladığımız gibi, ölüme de cevaplar verebilmeye başladık. Bu yazımızda, ayrıntısıyla bunları ele alacağız.

 

 

Biyolojik Olarak Yaşamın (Hayatta Kalma ve Üremenin) Varlığının Fizik Açısından Anlamı ve Sebepleri

 

Her şeyden önce hatırlanması ve anlanması gereken çok önemli bir konu var: Aslında canlılık diye bir kavram doğada bulunmadığı için, teknik olarak ölüm diye bir kavramdan da bahsedilemez. Canlılığın başlangıcı, "Canlılığın Evrimi" yazı dizimizde açıkça belirttiğimiz gibi atomlar ve moleküllerin çeşitli organizasyonları ve bu organizasyonun yaklaşık 600 milyon yıl boyunca doğa şartları etkisi altında seçilmesi sonucu olamuştur. Canlılığın başlangıcından sonra ise, aynı doğa yasaları etkisi altında çeşitlenme meydana gelmiş ve günümüzdeki "canlı çeşitliliği"ne ulaşılmıştır. Bu adımların hiçbirinde, bir Hidrojen molekülünün Güneş içerisinde bir Helyum molekülüne dönüşmesinden daha farklı bir kimyasal ya da fiziksel olay meydana gelmemiştir. Sadece uzun vadede evrimleşen insan türü, yine kimyasal evriminden ötürü zekasının gelişmesi sayesinde olaylar arasında neden-sonuç ilişkileri kurabilmeyi başarmış ve etrafına bakarak varlıkları farklı isimler altında sınıflandırmıştır. Ancak bizim yaptığımız herhangi bir isimlendirme, doğanın bu şekilde bir ayrıma gittiği anlamına gelmez. Bu sadece bizim daha kolay anlaşabilmemizi sağlamaktadır.

 

İşte bu sebeple, aslında ölümden özel olarak, ayrı bir kavrammış gibi bahsetmenin bir anlamı yoktur. Bunlara yazının ilerleyen kısımlarında geleceğiz. Şimdi, yaşamın ve biyolojik anlamının (amacının) fizik açısından değerlendirilmesine göz atalım.

 

Canlılığın var olmasından beri (son 3.8-4 milyar yıldır) iki temel "amacı" var olmuştur: Hayatta kalmak ve üremek. Bu amaç, elbette insanların kendi hayatlarına biçtikleri amaçlardan oldukça farklıdır. Zaten bu kısımda da irdeleyeceğimiz gibi, bu amaçlar aslında bizim seçimimizde olan amaçlar değildir. Evrimsel süreçte edinilmiş bu amaçlarımıza uymak zorundayız, çünkü fizik yasalarınca 4.5 milyar yıldır Dünya üzerindeki her bir moleküle dikte edilen kurallar, bizi bu noktaya getirmiştir. Bu noktaya gelene kadar da, bu biyolojik amaçlar oluşmuştur, evrimleşmiştir ve her canlının vazgeçilmezi olmuştur. Buna karşı çıkmak, yok olmayı kabullenmek demektir. Kimi zaman insanlar ölümü ya da ürememeyi tercih ederler. İlkinde, hayatta kalmayı reddederek yok olmayı kabul ederler (bu kısa vadelidir); ikincisinde ise soylarını sona erdirerek yok olmayı kabul etmiş olurlar (bu da uzun vadelidir). Aslında her bir canlı, öldükten sonra, hayatı boyunca ne yapmış olursa olsun, yok olacak, doğaya karışacaktır; ancak yine de ne olursa olsun, canlılığımız hayatta kalma ve üreme esasları üzerine kuruludur ve bu düzen hakkında pek de şikayet etme hakkımız yok. Fizik yasaları Büyük Patlama'nın var oluş biçiminden ötürü bu şekilde oldu (olmayabilirdi ama oldu); bu yasaların etkisi altında gezegenler ve Dünya ve canlılık oluştu ve gelişti. Dolayısıyla bunu değiştirmek için elimizden hiçbir şey gelmez.

Peki neden varlık amacımız, biz varlığımıza her ne amaç biçersek biçelim, esasında sadece hayatta kalmak ve üremek üzerine kuruludur? Bunun için ilk canlıların meydana gelmesine ve sonrasında hayatta kalmalarına bakılması gerekir. Temel cevap, yukarıda da değindiğimiz gibi şudur: Bu böyle olmaktadır, çünkü şu anda içinde bulunduğumuz evrenin fiziksel ve kimyasal yasaları dahilinde, Dünya isimli gezegen üzerinde "bu tip" canlılar evrimleşmiştir. Yani Dünya'daki canlıların yaşam döngüsü, Evren'in deterministik yasaları sayesinde bu şekilde var olabilmiştir. Belki evrenin başka bir köşesinde veya -varsa- başka bir evrende tamamen farklı yaşam döngüleri ve yaşam amaçlarına sahip canlılar bulunabilir. Örneğin o varlıklar, farklı yasalardan dolayı herhangi bir mücadele vermek zorunda olmayabilirler ya da "üreme" diye bir şeyden bahsetmemize gerek olmaz. Ancak bu Evren içerisinde, bu gezegende, ilk hücremsilerden (koaservatlardan) itibaren hep canlılar hayatta kalma mücadelesi vermişler ve sonrasında, kendilerinde var olan genetik materyali (aslında sıradan moleküllerden fazlası değildir bu materyal), kendisinden meydana gelen ve kendisine benzeyen bireylere aktarmaya (üremeye, çoğalmaya) çalışmışlardır.

GEÇMİŞLERİN GECESİNDEN IŞIK ALIRIZ...

Çevrimdışı OnTurk209

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 138
  • Ayak bastığmız en küçük taş parçasına kadar...
Kısaca, burada anlatmak istediğimiz şudur: Evren'de varlıklar var olurlar ve bu varlıkları, atomik ve moleküler bileşimlerden fazla bir şey değildir. Bu varlıkları temel iki ana gruba ayırabiliriz: varlıklarını pasif olarak sürdürenler (cansızlar) ile varlıklarını aktif olarak sürdürenler (canlılar). Bu ikisinin özünde herhangi bir farklılık yoktur; sadece farklı kimyasal evrimlerden geçerek günümüze ulaşmışlardır. Bir kaya parçası, varlığını sürdürür ancak bunun için mücadele edemez; kimyasal yapısı buna izin vermez. Bir köpek ise, var olmak için aktif olarak mücadele verir, çünkü onu meydana getiren tüm hücreler ile, o hücrelerin tümünü meydana getiren kimyasalların birleşim şekli ve geçirdikleri evrim tipi, buna müsaade etmektedir. Aradaki tek fark budur. İşte canlılar, evrim sürecinde varlıklarını aktif olarak sürdürebilmenin yolunu, hayatta kalma mücadelesi ve üreme ikilisinde bulmuşlardır. İkisi için de bünyelerinde çeşitli yollardan ürettikleri enerjiyi harcarlar. Belki farklı Fizik yasaları altında, farklı yollarla varlığı aktif olarak sürdürmenin bir yolu bulunabilirdi; ancak en azından Evren'in son 13.5 milyar yıllık, Dünya'nın son 4.5 milyar yıllık varlık süresinde, Dünya üzerindeki varlıklar, bu Evren'e ait Fizik yasalarının etkisi altında, bu çözümü üretebilmişlerdir. İşte bu sayede, aslında düzensizliği destekleyen Fizik yasalarına geçici bir süre karşı koyarak, düzensizliğe karşı enerji harcayarak düzeni korurlar. Bunlar, daha ayrıntılı fizik konuları olduğu için burada daha fazla girmeyeceğiz.
 
Bu kısımdan çıkarılması gereken sonuç şudur: Evren'in her köşesinde olduğu gibi; canlılığımızın, hayatta olmamızın, hayatımızı sürdürme mücadelemizin ve benzeri canlılık özelliklerimizin arkasında çok temel fiziksel sebepler yatmaktadır. Bunu anlayan biri, varlığımızın doğa açısından hiçbir değeri olmadığını anlayacak ve anlamsız kibirden ve sanrılardan kurtulabilecektir.
 
 
Ölümün Varlığının Fizik Açısından Anlamı ve Sebepleri
 
Aslında canlılığın doğa için hiçbir değeri olmadığını anladıktan sonra anlamamız gereken bir diğer nokta şudur: Doğada hiçbir varlık,  yine fiziksel yasalardan ötürü, belirli sürelerin üzerinde var olamaz: henüz ispatlanmamış olsa da, çok büyük bir ihtimalle Evren'in kendisinden, Evren içerisindeki en küçük atoma kadar. Çünkü yukarıda açıkladığımız Fizik yasaları, doğa içerisinde bir devinimi, değişimi ve dönüşümü tetiklemektedir. Hiçbir varlık, Evren içerisinde stabil değildir. Her şey ama her şey değişir. Gözümüze oldukça sabit gelen bir nesne içerisindeki atomlar bile sürekli titreşim halindedir; atom altı parçacıkları her an değişim içerisindedir. Bu hareketler ve değişimler, bir maddenin göze her ne kadar sabitmiş gibi gelse de, aslında sürekli değiştiğini göstermektedir. Yani hiçbir maddenin bir an önceki haliyle bir an sonraki hali birebir aynı değildir. Kısaca, az sonra açıklayacağımız biyolojik sebeplerden ötürü ölüm gerçekleşmeseydi bile, fizik yasalarından dolayı bir noktada bütünlüğümüzün yer yer ya da tamamen bozulması gerekirdi, belki 100 yıl içerisinde, belki 1 milyon yıl içerisinde.
 
Bunu açıklamak için size uygulamalı bilimlerden (mühendislik gibi) bir örnek vermek istiyoruz:  Mühendislikte, yorulma (fatigue) denen bir mekanik olay vardır. Sıradan  bir malzeme örneğine (örneğin metal bir çubuğa) sürekli olarak sünme  geriliminden (malzemenin yapısının bozulacağı/kırılmanın başlayacağı gerilim noktasından) daha az  (yani onu kırıp bükmeyecek kadar) bir kuvveti arka arkaya bir uygulayıp  bir uygulamazsanız ve bunu sürekli sürdürürseniz, malzemeniz bir  noktadan sonra bir anda, beklemediğiniz şekilde kırılacaktır (failure,  fracture). Yani bir kumandanız olduğunu düşünelim, açma-kapama düğmesine  normal bir şiddette, arka arkaya bastığınızı düşünelim (bir kere basıp elinizi çekmemenizden bahsetmiyoruz,  sürekli bir basıp bir çekeceksiniz). Kumandanızın kırılmayacağını  düşünüyorsanız, bu işlemi -örneğin- 1 milyar defa (bunun tam sayısını  veren testler ve formüller vardır) yapın ve kumandanız beklemediğiniz  bir anda kırılacaktır, hem de o "normal" büyüklükte olduğunu düşündüğünüz, tuşlara normal olarak bastığınız kuvvet altında! Bu mekanik olayla ilgili daha ayrıntılı  bilgiyi aşağıdaki Türkçe makalede bulabilirsiniz:
 
http://www.makaleler.com/teknoloji-makaleleri/malzeme-yorulmasi.htm
 
Bunun arkasında pek çok mekanik sebep yatmaktadır. Ancak atomik düzeyde incelediğimizde, bizim uyguladığımız her darbenin atomların yerini değiştirdiğini veya titreşimlerini hızlandırdığını görürüz. Bu sebeple, belirli bir noktada atomlar artık kontrolsüz olarak birbirleri üzerinden kaymaya başlarlar ve bu, mikro-kırık (microcrack) denen yapıların oluşmasına sebep olur. Daha sonra bu kırıkların malzeme içerisinde hızla yayılmasıyla bir noktada, hiç beklemediğiniz anda malzemeniz kırılacaktır. Eğer siz bu kuvvetleri uygulamazsanız, belki milyonlarca yıl sürecek olsa da, bir noktada malzeme eskimeye, yani "ölmeye" başlayacaktır. Aşağıda, bu mikrokırıklara bir örnek görüyorsunuz:
 
GEÇMİŞLERİN GECESİNDEN IŞIK ALIRIZ...

Çevrimdışı OnTurk209

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 138
  • Ayak bastığmız en küçük taş parçasına kadar...
Üstelik yukarıda verilen örnek, mekanik yasalardan sadece bir tanesidir. Daha pek çok benzer fizik yasası altında sıradan maddeler aşınırlar, eskirler ve dağılmaya başlarlar. Burada anlatmak istediğimiz şudur: Evrendeki her şey en nihayetinde kuarkların oluşturduğu atomlar, atomların oluşturduğu moleküllerden meydana gelmektedir. Evrenin oluşum biçiminden ötürü bazı kurallar işlemektedir ve bizim "Fizik Yasaları" dediğimiz bu kurallar altında, maddelerin belirli "ömürleri" vardır. Bu genellikle çevresel baskılara ve aktif olarak iş gören bir varlıksa, işleme miktarına bağlıdır. Eğer aktif olarak iş yapmıyorsa da, pasif varlığına etki eden dış kuvvetlerin etkisi altında bir maddenin ömrü belirlenir. Örneğin bir canlının ömrü az sonra açıklayacağımız biyolojik sebeplerle belirenir, bir iş makinasının ömrü yukarıda açıklanan yasalarla belirlenir, bir kayanın ömrü ise üzerine etkiyen her çeşit dış faktörün etkisinin toplamıyla belirlenir. Her varlığın, doğa içerisinde belirli bir ömrü vardır ve bu ömrün sonuna gelindiğinde (her ne sebeple olursa olsun) maddenin bütünlüğü bozulacaktır. Bu da bir diğer doğa yasası olarak düşünülebilir.

 

Buraya kadar aktardıklarımız, yaşamın ve ölümün arkasındaki mekanik sebepleri ele almaktaydı. Bunları anlamak, yaşamın ve ölümün neden var olduğunu anlamak açısından birinci önemli noktayı oluşturmaktadır. Aslında her biyolojik ve kimyasal olayın özünde fizik yasaları yatmaktadır; dolayısıyla her biyolojik veya kimyasal olayı, fizik yasaları ile açıklayabiliriz. Ancak elbette anlaşılırlığın sağlanabilmesi için bu bilim dalları, özünde fizik yasaları yatsa da, ayrı doğa yasaları keşfederek bağımsız bilimler halini almışlardır. Biz de şimdi işin fiziğini bir kenara bırakarak, biyolojiye döneceğiz ve biyolojik (canlılara ait) ölümün arkasındaki sebepleri inceleyeceğiz.

 

 

Ölümün Varlığının Biyolojik Sebepleri: Canlılar Neden Sonsuza Kadar Yaşamazlar ve Ölürler? Biyolojik Ölüm'ün Evrim Sebepleri Nelerdir?

 

Dediğimiz gibi tüm canlılar hayatta kalma mücadelesi verirler ve üreme savaşı içerisindediler. İkisinin de temel "felsefi" amacı "varlık durumunu sürdürmek"tir ve canlılar bunu aktif olarak yaparlar. Canlılar bu durumu, genetik materyallerine borçludurlar. Çünkü genetik materyaller, bir canlının ne olacağını belirlerler; dolayısıyla hayatta kalabilme ve üreme başarısını birebir belirleyen faktör, genetiktir. Ancak elbette, genetik faktörlerle belirlenen bu başarı, çevresel faktörlerle modifiye edilir ve son halini alır. Her canlı birey, genetik ve çevrenin etkisi altında şekillendirilmiş birer üründür. Bu ürünler, doğanın biyolojik yasaları (Evrim gibi) etkisi altında mücadele verirler ve başarılı olanlar üreyip kendilerindeki genetik bilgiyi yavrularına aktarabilirler, başarısız olanlar ise ya yok olurlar ya da üreyemezler; iki durumda da varlıkları kısa ya da uzun vadede sona erer.

 

Yani biyolojik başarı, hayatta kalmak ve üremek ile belirlenmektedir. Ancak yine de, bunun bir üst sınırı olduğunu görürüz. Birkaç istisna hariç canlıların hiçbiri sonsuza kadar yaşayamazlar ve sonsuz miktarda üreyemezler. Öyleyse bu üst sınırı belirleyen bir diğer yasadan bahsetmek gerekir:

Bunun arkasında, ilk etapta Thomas Malthus'un 1798 yılında yayınladığı Popülasyonların Prensibi Üzerine Bir Makale (An Essay on the Principle of Population) isimli makaleler serisinde ileri sürdüğü doğa yasası yatar. Bu makalelerinde Malthus, doğadaki kaynakların doğrusal olarak arttığını, canlıların ise geometrik bir hızla çoğaldığını tespit etmiştir (yukarıdaki resimde görülmektedir). Bu durumda kısa süre içerisinde var olan canlıların sayısı, kaynakların destekleyebileceğinden çok daha fazla olacaktır. Malthus, kendi alanındaki açıklamalarını bu noktaya kadar getirip dallandırır. Ondan 61 sene sonra Charles Robert Darwin ise bu yasayı biyolojik olarak değerlendirerek, bireyler arasında kaynak mücadelesi olacağını tespit etmiş ve bu mücadelede her zaman ortama daha uygun, kaynaklara ulaşma becerisi daha yüksek bireylerin avantajlı konuma geçip varlıklarını daha uzun süreler sürdürebileceğini ortaya koymuştur. Modern bilim de bu bilgileri ele alıp daha da geliştirmiş ve tüm bunların arkasında yatan genetik ve çevresel faktörleri ortaya koymuştur. İşte şimdi bizler de, bu bilgileri tekrar gözden geçirerek, en baştaki canlılığın evrimi ile, her bir canlının ömrünün sonu olan ölüme biyolojik bir bakış açısı kazandırmaktayız.

 

İşte tüm bu var olma mücadelesi, genetik materyalin var olup, içerisinde bulunduğu bireyin özelliklerini belirlemeye başlamasından beridir sürmektedir. Bu süreyle eşit bir zamandır da Evrim Mekanizmaları canlılar üzerinde bilfiil işlemektedir. Doğada, her canlıya yer olmadığı için, Doğal Seçilim ve genel olarak Evrim'in etkisiyle canlıların ömürleri, ilk başta açıkladığımız fiziksel sebepler haricinde, bu sebeplerden çok daha hızlı ve erken etkiyecek bir sebeple sona ermektedir: yaşlılık.

 

Yaşlılığa zaten döneceğiz; ancak ölümün var olmasının biyolojik sebeplerini toparlamak gerekirse: Ölüm biyolojik olarak var olmalıdır, çünkü her yeni ölüm, yeni bir doğum için fırsattır. Eğer doğadaki Evrim yasası sayesinde canlıların biyolojik ölümleri evrimleşmeseydi, canlılar daha da hızlı üreyip bütün boş alanları dolduracak ve sonunda canlılık tümden sona erecekti. Bu durumda, varlığı aktif olarak sürdürmek başarılamayacaktı ve canlıların, biyolojik olarak cansızlardan bir farkı olmadığı gibi, görünüş/davranış olarak da hiçbir farkları olmayacaktı. Ancak ölümün varlığı, canlıların sürekliliğini tamamlayan evrimsel basamak olmuştur. Canlılar bir yandan hayat mücadelesi verip, bir yandan ürerlerken, ölümlerin varlığı yeni yerler açılmasına ve kaynakları tüketen canlıların sayısının sabit tutulmasına yaramaktadır. Bu, genel olarak popülasyonların avantajına olduğu için, Evrimsel süreçte seçilerek bir norm haline gelebilmiştir. Tabii burada biyolojik ölüm ile fiziksel ölümü birbirinden ayrı tuttuğumuzu hatırlatmak istiyoruz, zaten biyolojik ölüm olmasaydı da hiçbir maddenin, var olduğu haliyle sonsuza kadar var olamayacağını unutmamanızı tavsiye ediyoruz.

 

Doğadaki kaynaklar sınırsız olsaydı ya da farklı bir Evren'de canlılık başlayacak olsaydı, belki de biyolojik ölüme ihtiyaç olmayacaktı; çünkü her bir varlık için yetecek kadar kaynak olacaktı veya fizik yasaları bir değişimi, devinimi dikte etmeyecekti. Ancak içinde yaşadığımız Evren içerisinde hiçbir canlı, hatta hiçbir varlık sonsuz kalıcılıkta olamaz; bu doğanın ilkin yasalarına da aykırıdır (Termodinamik Yasaları gibi). Evren, genel bir düzensizliğe doğru evrimleşmektedir; lokal olarak, enerji harcayarak düzen sağlanılsa bile, en nihayetinde Evren'in başlangıcından kaynaklanan fizik yasalarından ötürü düzensizlik hakim olacaktır. Er ya da geç...
GEÇMİŞLERİN GECESİNDEN IŞIK ALIRIZ...

Çevrimdışı OnTurk209

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 138
  • Ayak bastığmız en küçük taş parçasına kadar...
Ölüm, Biyolojik Olarak Ne Demektir? Biyolojik Ölüm Nedir?

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi varlığın aktif olarak sürdürülebilmesinin, en azından bildiğimiz kadarıyla iki yolu vardır: hayatta kalmak ve üremek. Zaten ilkini başaramayan bir canlı, doğrudan biyolojik ölüme ulaşacaktır. İkincisini başaramayan birey, uzun vadede soy olarak yok olacaktır. İronik bir şekilde, yukarıda açıkladığımız sebeplerle bir canlı her ikisini de başarabilse, sonunda yine ölmek durumundadır. Doğanın milyarlarca yıldır süren genel dengesi dahilinde aslında üremek, soyun uzun vadede devamlılığına sebep olurken, aynı zamanda ölüme de yaklaşılmasına sebep olmaktadır.

 

Bu noktada "üremek"ten kastın sadece genel organizma olarak yavrular üretmek olmadığını belirtelim (tabii bu tip üreme de konumuz içerisindedir). Üreme, canlıların çok büyük bir kısmında iki şekilde olur: Eşeysiz olarak (amitoz ve mitoz bölünme) ve eşeyli olarak (mayoz bölünme). Mitozla üreyen bir canlı olan amibi düşünecek olursak; bir amipte bulunan DNA, sürekli ve arka arkaya gelen bölünmeler sonucunda, yüzbinlerce, milyonlarca hatta milyarlarca defa mitozla bölünme sonucu meydana gelen yeni amiplere aktarılacaktır. Öte yandan, eşeyli üreyen bir canlı da benzer şekillerde DNA materyalini kopyalayarak uzun nesiller boyunca yavrularına aktaracaktır. Unutmamak gerekir ki, eşeylü üreyen canlıların da vücut hücreleri halen eşeysiz olarak, mitoz ile üreyip çoğalmaktadır. Yani elinizi kestiğinizde, açılan yarık, mitoz ile üretilen yeni hücrelerle doldurulur. Dolayısıyla bir canlı doğduğundan itibaren üremeye başlar. Bu üreme, küçük boyutta kendisinin büyümesini ve gelişmesini sağlarken, yaşamının bir döneminde organizma olarak çoğalabilmesini sağlar.

 

Yalnız bu "sınırsız" gibi görünen, eşeysiz de olsa, eşeyli de olsa, hücresel üremede bir sorun vardır: DNA molekülleri, bildiğiniz gibi kromozomlardan oluşur ve kromozomların uç kısımlarında telomer denen yapılar bulunur (aşağıdaki fotoğrafta görmek mümkün). Telomerler çok önemli yapılardır ve temel olarak kromozomların yanlışlıkla birbirlerine yapışmasına engel olurlar. Ancak öte yandan, hücrenin yaşamı için de önemli bir "dezavantaja" sebep olurlar (tabii evrimsel ve doğal açıdan avantajdır):

Hücre bölünmesi sırasında, DNA'nın çift sarmalının iki şeridi birbirinden helikaz isimli bir enzim sayesinde ayrılırlar. Daha sonra DNA'nın bir tarafı, moleküler/kimyasal yapısından ötürü (burada, şu anda girmek istemeyeceğimiz kadar uzun bir sebeple) hızlı bir şekilde, bir seferde okunup kopyalanabilir. Diğer ucu ise, (yine şu anda girmek istemediğimiz) moleküler yapısından dolayı kısım kısım okunmalı ve parçalar sonradan birleştirilmelidir. Okazaki parçacıkları dediğimiz bu kısmen okunmuş DNA parçalarından üretilen kısa şeritlerin bir uçtan diğer uca kadar üretilmeleri gerekir. Ancak telomer dediğimiz kısımlarda yeterince parçacık bulunamaz ve bu sebeple, bu kısım bölünme sırasında kopyalanamaz. Dolayısıyla her yeni DNA molekülünde, ufak da olsa bir kısım, kopyalanamadığı için eksik olacaktır. Bu da, belirli bir sayıda çoğalmadan sonra DNA'nın fazlasıyla kısalıp, işlev göremeyecek kadar azalması anlamına gelir. Kısaca doğal olarak biz de dahil olmak üzere, canlılarda bulunan her bir hücre, bir saatli bombaya benzetilebilir. Aşağıda, bir tarafı bir seferde, diğer tarafı parça parça okunabilen DNA şeritlerini görüyorsunuz:

Buna bazı canlılar ve hücreler, bazı önlemler geliştirmişlerdir: telomeraz enzimi. Bu protein yapılı enzim, eşey hücrelerinde, tek hücreli ökaryotlarda (Tetrahymena thermophila gibi), multipotent (çok potansiyelli) kök hücrelerde ve bazı kanser hücrelerinde bulunur. Telomeraz, temel olarak, telomerlerde kalan eksik parçaları tamamlar ve DNA'nın kısalmasına engel olur. Science dergisinin 16 Haziran 1998 tarihli sayısında yayınlanan ve Prof. Bodnar'a ait makalede, normal vücut hücrelerimize telomeraz enzimi eklendiğinde, hücrelerin telomerlerinin kısalmadan sürekli olarak çoğalabildiği ispatlanmıştır. Yani telomeraz enzimi, hücre ölümsüzlüğünde önemli bir adımdır. Ne yazık ki ökaryotların vücut hücrelerinde (somatik hücrelerde) genetik yapıda bulunmasına rağmen ifade edilmez (expression) ve dolayısıyla telomeraz enzimi üretilemez. Yani etrafınızda gördüğünüz hiçbir çok hücreli ve ökaryotik canlıda, telomeraz enzimi üretilemez; bu yüzden bu canlılar ölümsüzlüğe bir adım daha yakın değildirler. Bu canlılara, bir hayvan türü olarak elbette insan da dahildir.

 

Bu enzimin evrimini de şu şekilde açıklayabiliriz: ölümün evrimsel süreçte canlılık için bir norm haline gelmesi, belirttiğimiz gibi doğal denge açısından son derece faydalıdır. Ancak bireysel olarak türlerin soyları üzerinde de bir baskı oluşturmaktadır. Çünkü en nihayetinde ölmeyen bir canlı, avantajlı olacaktır. Bu sebeple, telomeraz gibi ölüme meydan okuyan enzimler üretebilen canlılar, geçici olarak avantaj sağlamış olabilirler. Ne var ki bu durum, doğal dengeyi bir noktada bozacağı için, Evrim Mekanizmaları tarafından pek çok canlıda baskılanmış olabilir. Bu sebeple, ökaryotların ataları bir noktada telomeraz enzimini evrimleştirmiş; ancak sonrasında dengenin bozulmasıyla buna sahip olmayıp, ölerek doğal dengeyi sağlayabilen canlılar yönünde seçilim baskısı oluşmuş olabilir. Bu durum, Evrim'in tamamen tarafsız ve kör olduğunun güzel örneklerinden biridir.

 

Yine de tüm hücrelerimiz bu özelliğini yitirmiş değildir; doğa, kısmen avantaj sağlayan bu özelliği, kısmen korumuştur. Örneğin insan, ürediği zaman, embriyoda meydana gelen ilk birkaç hücre, çok yönlüdür ve her türlü organa ait hücreye dönüştürülebilir (gerekli fiziksel ve kimyasal ön koşullar sağlanırsa). İşte buna kök hücre denmektedir. Bu hücreler, embriyonun ileri dönemlerinde farklılaşır ve özelleşirler ve bu çok yönlülük özelliklerini kaybederler ve tek bir amaca hizmet eder hale gelirler. Örneğin bir çok yönlü hücre, özelleşerek karaciğer hücresi olur ve o şekilde kalır. Karaciğer hücresine dönüşmeden önceki hücre, farklı kimyasallar ve fiziksel koşullarda kalp hücresi de olabilir ve o şekilde kalabilirdi. Bu çok yönlülüğün kaybedilmesiyle birlikte, telomeraz enzimi de kaybedilir. Bunun sonucunda da "saatli bomba" işlemeye başlar. DNA sürekli olarak, her bölünmede kısalır ve insan için ortalama 70-80 yıl sonunda (artabilir ancak genellikle azalmaz) işlev göremeyecek hale gelir.

 

Ayrıca ölümün sebeplerinin fizik kökenli de olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Daha önce de bahsettiğimiz mekanik yorulma sebebiyle bazı organlarımız er ya da geç, ölümsüz olsak bile çalışmalarını durdurabileceklerdir. Kalbimiz, sürekli olarak (dakikada en az 60-80 defa) atmaktadır. Bu, tam olarak daha önce bahsettiğimiz "mekanik yorulma" testi gibidir. Kalbimiz, embriyolojik dönemde oluşur ve sürekli olarak bir kasılıp bir gevşer. Bu da kalp hücreleri ve genel olarak kalbi oluşturan atomlar üzerinde sürekli ve kesintili bir kuvvet oluşturur. Bu da, tıpkı kumanda örneğinde olduğu gibi, kalbin çalışmasına mekanik bir limit koyar. Kaslarımız, derimiz, organlarımız da benzer şekilde, mekanik olarak yorulurlar ve yapıları gitgide bozulmaya başlar. İşte biz, Evrim Ağacı olarak bu süreci fiziksel yaşlanma olarak adlandırıyoruz. Buradaki "yaşlılık"tan kasıt, temel olarak yaş fazlalığı değil, vücuttaki parçaların mekanik yorulma sınırlarına erişmesi ve artık işlevlerini düzgün olarak yerine getirememeleri demektir. Bu süre, her canlıda farklılık gösterir.

 

Ancak doğada gerçekleşen pek çok ölüm, biyolojik yaşlanma (senescense/aging) sebebiyle olur. Çünkü yukarıda açıkladığımız ve telomerlerden ötürü kromozomun tükenmesi durumu, fiziksel yaşlanmadan çok daha hızlı olur ve çoğu zaman çok daha erken gerçekleşir. Bu sebeple, fiziksel yaşlanmayı hızlandıracak bazı hastalıklara sahip olan kişiler haricinde (örneğin kalp kasları olması gerekenden zayıf olan kimseler), genellikle ölümler biyolojik yaşlanma sonucunda olmaktadır. Elbette fiziksel bütünlüğün bozulması (avcının avını parçalaması ya da trafik kazasında vücudunuzun içten ya da dıştan parçalanması gibi), ölümlerin başlıca sebeplerindendir; ancak buna ilerleyen kısımlarda geri döneceğiz.

 

Buraya kadar doğumun, yaşamın ve ölümün fiziksel ve biyolojik sebeplerinden bahsettik. Şimdi bunların hepsini birbirine bağlayan yaşlılıktan bahsedeceğiz.
GEÇMİŞLERİN GECESİNDEN IŞIK ALIRIZ...

Çevrimdışı OnTurk209

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 138
  • Ayak bastığmız en küçük taş parçasına kadar...
Biyolojik Yaşlanma Nedir?
 
Bu soruya verilecek yarı-felsefi cevap, "Ölmek zorunda olduğumuz için." şeklindedir. Ölmemizin neden zorunlu olduğunu ise yukarıda fizik, kimya ve biyoloji yasaları ile net bir şekilde açıkladığımızı düşünüyoruz. Ancak tabii ki biz işin felsefesinde olmadığımız için, bilimsel kısmına bir göz atalım.
 
İlk olarak, yaşlanmayı doğum ve ölüm ile ilişkilendirmek gerekiyor: Evren'de fiziksel, kimyasal ve biyolojik süreçlerin hepsi kademeli, en azından belirli bir zaman dilimine dağılmış şekilde gerçekleşmektedir. Her olayın, uzay-zaman bütünlüğüne dağılmış, göreceli bir hızı elbette bulunmaktadır: Örneğin bir çita, bizim için çok hızlı koşuyor olsa da, bir F-16 için hızı önemsenmeyecek kadar yavaştır. Doğada, bizim zaman kavramımıza göre çok hızlı gerçekleşen tepkimeler ya da olaylar olabilir; bir bombanın patlaması gibi ya da hızlı bir yanma tepkimesi gibi. Ancak bu olaylar da, küçük zaman dilimlerine bölündüğünde, aslında kademeli süreçler olduğu görülür. Discovery Channel'da yayınlanan Time Warp isimli belgesel, bunu gösteren güzel bir kaynaktır. Yüksek hızlı kameralarla, oldukça anlık gibi görülen bir balonun patlaması bile gözlenecek olursa, aslında sürecin birkaç kademeden ve zaman içerisinde gerçekleştiği görülecektir. Kısaca Evren'de hiçbir şey bir anda olmaz, yeterli zaman aralıklarına bölünürse, her şeyin kademeli ve belirli süreçlerden geçerek olduğu gözlenir.
Öte yandan, örneğin Biyoloji'nin en önemli yasalarından biri olan Evrim, son derece yavaş bir süreçtir. Vücudunuzda besinlerin yakılması, göreceli olarak çok daha hızlı; ancak yine de kademeli bir süreçtir. Büyük bir molekülün yapımı, örneğin bir proteinin yapımı, kademeli bir süreçtir. Asla bir anda olmaz; ancak göreceli olarak hızlı bir şekilde üretilebilir. Örneğin elinizi kestiğinizde pıhtılaşmanın gerçekleşmesi için 10-12 farklı basamaktan oluşan bir kimyasal tepkimeler zinciri meydana gelir (aşağıdaki fotoğrafta basamaklar verilmiştir). Birkaç dakika içerisinde pıhtılaşma gerçekleşir. Bunların hepsi, özlerinde yavaş ve kademeli değişimlerdir. Ancak dışarıdan bakıldığında hızlıymış gibi görülebilir. İşte belki de bilim düşmanlarının Evrim'i anlayamaması bu kavramların farkında olmadıklarındandır; buna zaten Neden-Sonun İlişkisi yazı dizimizde değinmiştik.
İşte doğumla başlayan ve ölüme giden biyolojik yolculuğumuzda da kademeli bir değişim geçiririz. Aslında yaşlandığımız gerçeğinin var olma sebebi, doğal yollarla bir anda ölmemizin doğa yasalarına aykırı olmasındandır. Bahsettiğimiz sebeplerle, canlıların üreyebilecek kadar gelişmesi gerekmektedir. Üredikten hemen sonra ölebilecek olsalar bile, Evrimsel Biyoloji sayesinde anlıyoruz ki sadece üremek değil, yavruların geleceğini garantilemek de varlığın sürdürülebilirliğine avantaj sağlamaktadır. Bir yavrunun belirli bir düzeye gelebilmesi de, yine doğa yasalarından ötürü bir anda olabilecek bir şey değildir. İşte tüm bunların ve daha nicesinin etkisi sebebiyle, her canlının yaşamını sürdürmesi gereken bir zaman dilimi bulunmaktadır. Bu zaman dilimi bile, milyarlarca yıldır süren seçilim ve Evrim süreciyle belirlenmektedir. Bir canlının, olması gerekenden fazla yaşaması, o popülasyonun eriştiği dengeyi ve doğal kaynakların kullanımını alt üst edecektir. Belki de başlı başına bu sebeple insanın ölümsüzlüğüne ciddi bir şüphe ve endişe ile yaklaşmak gerekmektedir.
 
Dolayısıyla Evrimsel süreçte her canlının yaşadığı genel ortama uygun ömrü olmaktadır. Bu, Dengeleyici Doğal Seçilim (bkz: Evrim Mekanizmaları yazı dizisi) ile uzun süreler içerisinde ayarlanmaktadır. Bir canlı, yukarıda açıkladığımız sebeplerle var olması gerekenden fazla yaşamamalıdır; ancak aynı şekilde, var olması gerekenden az yaşaması da olumsuzdur. Popülasyonlar, varlıklarını korumak zorundadırlar ve bu üremekten geçer.
 
İşte doğum ile başlayan ve ölüm ile biten biyolojik yolculuğumuzda bu yüzden gelişim veya yaşlanma olarak adlandırdığımız ara basamaklar zinciri vardır. Bu süreçte vücudumuz belirli bir olgunluğa erişir, bir noktadan sonra ise ölüme doğru değişim başlar. Yaşlanmayı sadece orta yaştan sonra ölmeye doğru olarak düşünmemek lazımdır. Bir canlı, doğduğu andan itibaren ölmeye başlar. Ancak sosyokültürel yapımız içerisinde nedense sadece ileri yaşlar ölüm ile ilişkilendirilir.
Neden Yaşlanıyoruz? Yaşlanmanın Evrimsel Kökenleri Nelerdir? Biyolojik Yaşlanma ile İlgili Kuramlar Nelerdir?
 
Bu konuyla ilgili olarak sayısız farklı hipotez ve teori bulunmaktadır. Özellikle Evrimsel Biyoloji'nin gelişimi sayesinde bu onular bilim insanlarının oldukça ilgisini çekmektedir. Ancak şu anda, bütün bilim dünyasının genel geçer olarak kabul ettiği bir kuram bulunmamaktadır.
 
Bizim daha önce de açıkladığımız gibi, bilim insanları 19. yüzyıla kadar canlıların sadece fiziksel sebeplerle yaşlandıklarını düşünüyorlardı. Nasıl ki kullanılan bir bıçak zamanla eskiyorsa, canlılığın da bu şekilde eskidiği düşünülüyordu. Ancak yine daha önce belirttiğimiz gibi, Termodinamik Yasaları'nın keşfiyle bunun sadece kapalı sistemler için geçerli olduğu, canlılığın kapalı bir sistem olmamasından ötürü dışarıdan aldıklarıyla üretebildiği enerji sonucunda Evren'in bir yasası olan entropi (düzensizlik) artışına lokal olarak karşı koyabildikleri anlaşılmış ve yaşlanma ile ölümlerin temel sebebinin, bizim yukarıda "fiziksel yaşlanma" olarak tanımladığımız kavram olmadığı keşfedilmiştir. Bu sayede "biyolojik yaşlanma" araştırılmış ve Evrimsel Biyoloji sayesinde cevaplar üretilebilmeye başlamıştır.
 
Biyolojik Yaşlanma ile ilgili olarak pek çok amaç içerikli (teleolojik) açıklama yapılmıştır. Ölmemizin bir amaç olarak bulunduğu ileri sürülmüş; ancak yine de Doğal Seçilim ile açıklanmaya çalışılmıştır. Bu açıklamaların en meşhur örneklerinden biri 1889 yılında August Weismann'ın ileri sürdüğü ve ölümün bir varlık amacı olduğunu, diğer canlılara yer açmak amacıyla canlıların öldüğünü iddia hipotezidir.
 
GEÇMİŞLERİN GECESİNDEN IŞIK ALIRIZ...

Çevrimdışı OnTurk209

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 138
  • Ayak bastığmız en küçük taş parçasına kadar...
Daha sonra, 1952 yılında, genetik biliminin 1900'lerde yeniden keşfedilmesi ve hızlanmasıyla birlikte Peter Medawar ilk modern ve bilimsel yaşlılık kuramını ileri sürmüştür. Kuramı, canlıların büyük bir kısmının yaşlılıktan önce, doğal sebeplerle öldüğü gerçeğine dayanmaktadır. Bu yüzden, canlılar üzerinde belirli bir yaştan sonra etkiyecek özelliklerin ortaya çıkması için yeterli zaman bulunmamaktadır. Bu sebeple, milyarlarca yıldır süren seçilim sonucunda, belirli bir yaştan sonra canlıların ölmesi sağlanmaktadır. Bu kurama, Mutasyon Birikimi Kuramı denir. Kurama göre canlı vücudunda meydana gelen mutasyonlar, yaş ilerledikçe birikerek etkilerini göstermeye başlamaktadır. Ancak belirli bir yaştan sonra ortaya çıkan problemler, canlıların çoğu yaşlanmadan öldüğü için, yeterince etkili bir seçilim ile elenmemişlerdir. Bu sebeple biriken mutasyonlar, bir noktadan sonra canlının ölmesine sebep olmaktadır.

Medawar'ın kuramının en güçlü açıklaması şudur ve günümüzde hala pek çok yaşlılık kuramının temelini oluşturur: Evrim açısından bir canlının üreyebileceği yaş çok önemlidir. Canlının bu yaşa erişmesine engel olacak herhangi bir karakteristik, Doğal Seçilim tarafından ciddi bir şekilde elenecektir. Ancak üreme yaşından sonra, canlıyı olumsuz etkileyecek herhangi bir özellik, Doğal Seçilim tarafından bu kadar ciddi bir şekilde elenmeyecektir, çünkü artık birey hayatta kalma mücadelesini başarıyla geçmiş ve üremeyi de başarmıştır. Bu yüzden, üreme yaşından sonra canlıya zarar verebilecek özellikler, Doğal Seçilim ile etkin olarak elenmez ve bir yaştan sonra canlılar, bu elemenin yapılamamış olmasından ötürü yaşlanarak ölmeye başlarlar. Yaşlanmanın temelinde yatan mekanizma, Medawar'a göre budur.

 

Ancak bu kuramın en ciddi sorunu şudur: Pek çok gen, onlara ihtiyaç olduğu zaman okunmaktadır (gen regülasyonu). Eğer canlıların ileri yaşlarında çalışacak genler varsa ve mutasyonlar sonucunda bu genler etkisiz hale geliyorsa, o zaman en başından neden bu genler canlılarda bulunmaktadır? Medawar'ın kuramı bu noktada hata vermektedir.

 

Daha sonra 1957 yılında George C. Williams bu kuramı yeniden ele alarak geliştirmiştir. Williams'a göre, yaşlılık, "ölme yaşına gelmekten" ötürü değil, başka sebeplerle canlının ölümüne sebep olmaktadır. Yaşlanmaya başlayan bir birey, onu hayatta tutan özellikleri kaybetmeye başlayacaktır. Örneğin bir canlı, hızını gittikçe kaybedecek, bu da avcıların onu kolay bir şekilde yakalamasına sebep olacaktır. Veya bağışıklık sisteminin çalışması kötüleşecek ve bir hastalık halinde en kolay ölen bireyler yaşlılar olacaktır. Bu gerçeği ortaya koyarak Williams, Medawar'ın yaklaşımını düzeltmiş ve geliştirmiştir.

Zaten 1990 yılında, Medawar'ın mutasyonların birikimi ile ilgili kuramının doğru olmadığı, genetik biliminin daha da gelişmesiyle keşfedilmiştir. Yaşlılıkta devreye giren genler, rastgele mutasyonlar sonucunda oluşmamıştır. Tıpkı Williams ve sonradan gelen bilim insanlarının açıkladığı gibi, yaşlılık üzerinde de çeşitli seçilim mekanizmaları işlemektedir ve bu yüzden, bu yaştaki genler de seçilim ile oluşmaktadır. Daha sonra Williams, kendi kuramını ortaya atmıştır: Ters Pleyotropi (Antagonistic Pleiotropy). Pleyotropi, bir genin birden fazla özelliği etkilemesine denmektedir. Örneğin tek bir gen, göz rengi ile saç kalınlığını etkiliyor olabilir; çünkü gen dediğimiz yapı, en nihayetinde protein kodlayan bir kimyasaldır ve bu genlerden üretilen proteinler farklı işlerde kullanılabilirler. Williams'a göre bir gen, zıt etkiler yaratabilir; yani erken yaşta faydalı olan bir gen, ilerleyen yaşta zararlı etkiler yaratarak canlının yaşlanmasına sebep olabilir. Bu durumda, Doğal Seçilim canlıların erkenden üreme yaşına ulaşmalarını destekliyor olmalıdır; bu destek, onların erken yaşlanıp, ölmesi demek olsa bile. 1990 yılından sonra gelişen genetik alanındaki teknolojiler sayesinde Williams'ın büyük oranda doğru söylediği keşfedilmiştir. Gerçekten de, erken yaşta faydalı, ilerleyen yaşta zararlı etkileri olan genler keşfedilmiştir. Ancak Williams'ın tahmin etmediği bir durum olarak, bunlar haricinde her yaşta olumlu etkileri olan genler de bulunmuştur. Dolayısıyla Williams'ın kısmen doğru bir açıklama getirdiği düşünülebilir.

 

Williams'ın kuramının bir diğer açık noktası ise "faydalı" ve "zararlı" tanımının doğada koşuldan koşula oldukça değişmesidir. Bir özelliğin faydalı ya da zararlı olması, ortam koşulları ile birebir ilgilidir. Dolayısıyla önceden bir yargıda bulunmak doğru değildir.

 

Modern bilimin gelişmesi ile telomerler gibi yapılar ile apoptosis (programlı hücre ölümü) gibi mekanizmaların keşfi sayesinde, yukarıda açıkladığımız kuramların zorlukları daha da net olarak ortaya konulmuştur. Ancak yine modern bilimin gelişmesi ve Evrimsel Biyoloji'nin açıklayıcı gücü sayesinde, birçok yeni kuram ortaya atılabilmiştir ve bunlar, öncekilerden çok daha güçlüdürler. Yazımızın başlarında açıkladığımız gibi, ölümlerin var olan kaynakların daha verimli kullanılabilmesi için Evrim tarafından desteklendiğine dair grup seçilimi kuramları, günümüzün en güçlü kuramlarıdır ve pek çok veri ile desteklenmektedir. Ayrıca popülasyon genetiği ve evrimleşebilirlik gibi kavramların ortaya atılmasıyla, modern kuramlar çok daha güç kazanmıştır.

Modern Bilime ve Evrimsel Biyoloji'ye Göre Yaşlanmanın Sebepleri Nelerdir?

 

Günümüzde, neden yaşlandığımıza dair kuramların ortak noktalarını, birkaç madde altında toplamamız mümkündür.

 

1) İlk olarak, canlılarda yaşlılık genleri bulunmaktadır. Bu genler, genellikle üreme yaşını geçtikten sonra aktive olmakta ve canlıların zaman içerisinde yaşlanarak ölmelerine sebep olmaktadır. Bu genlerin varlığı, yukarıda farklı biçimlerde değindiğimiz Evrimsel ve doğal sebeplerle açıklanabilmektedir.

 

2) Bazı canlılarda ölüm hormonlar ve sinir sistemi ile kontrol edilmektedir. Somon balığı ya da bazı ahtopot türleri gibi samelpor (bir kere üreyip, ölen) canlılarda bu özellikle görülmektedir. Evrimsel süreç sonunda bu canlılar soylarını üreme sayesinde sürdürmek konusunda özelleşmişlerdir ve yıllarca üreme yaşına erişmek için geliştikten sonra, bir kere ürerler ve ölürler. Buna sebep olan genlerin bir kısmı, evrimsel süreçte samelpor olmayan canlılarda da yaşlanma üzerinde etkisi olabileceği düşünülmektedir.

 

3) Tahmin edildiğinin aksine, besin kaynaklarının sınırlandığı durumlarda canlıların ömürlerinde artış eğilimi görülmektedir. Bu, Evrimsel olarak, mümkün olduğunca uzun süre yaşayabilen canlıların varlığının, kıtlık bittikten sonra soyun devam etmesinde avantaj sağladığı için korunduğu şeklinde açıklanmaktadır. Buna Kalori Kısıntısı Etkisi denmektedir. Bu durumda, besinin yeterli bulunduğu zamanlarda canlıların gerekenden uzun yaşaması, popülasyonları (yukarıda açıkladığımız gibi) olumsuz etkileyecektir.

 

4) Progeria ve Werner Sendromu gibi hastalıklar, tek bir genin mutasyona uğraması ile yaşlılığın hızlanması şeklinde görülmektedir. Bu kişilerde, 7-8 yaşında, 60-70 yaşındaki birinin fiziksel görünümüne rastlanır. Bu da, genlerin yaşlanmamızı belirli dönemlerde etkileyen bir özellikte olduğunu göstermektedir.

 

5) Her canlıda, yaşlanmayı belirli süreler geciktirebilecek mekanizmalar bulunmaktadır. Bu mekanizmaların yoğunluğuna ve etkisine bağlı olarak canlılar farklı ömürlere sahip olurlar. Kapsamlı mekanizmalarla ölümü geciktirebilen bir canlı, daha uzun süreler yaşayabilcektir; ancak doğal kaynakların kullanımının dengesinden ötürü üremesi de evrimsel süreçte buna göre kısıtlanacaktır.

 

Bunlar gibi bazı bilimsel gerçekler, günümüz yaşlılık kuramlarının temelinde yer almaktadır. Şimdi; doğumu, yaşamı ve ölümü birbirine bağlayan yaşlılığı da tanıdığımıza göre, ölüme dönelim ve konuyu toparlayalım:

 

Ölüm Nedir? Ölüm Tanımları Nelerdir?

 

Görüldüğü gibi, çeşitli evrimsel ve hatta fiziksel sebeplerle canlılar bir noktadan sonra yaşlanır ve ölürler. Bugüne kadar ölümle ilgili olarak tanımlama yapılmıştır. Bunların her biri, farklı alanlarda önem arz etmektedir. Birkaçına bakacak olursak:

 

1) Fizyolojik Ölüm: Bu tanıma göre ölüm bir olay değil, bir süreçtir. Yani ölmek, bir çizgi şeklinde yaşam ile ölümü ayırmaz; daha çok yaşam ile ölüm arasındaki bir alan, bir süreç olarak tanımlanır. Bu ölüm tanımına göre, yaşam sinyalleri (vital signs) alımının tamamen durması gerekir. 4 temel yaşam sinyali bulunur:
■Vücut Sıcaklığı (insanlarda normalde 36.5 derecedir)
■Kalp Ritmi (bebeklerde dakikada 100-120 arası, çocuklarda 90-110 arası, ergenlerde 80-100 arası, yetişkinlerde 50-80 arası atım almak gerekir)
■Kan Basıncı (normal olarak sistolik 120, diastolik 80 olmalıdır)
■Solunum Hızı (normalde dakikada 12-20 nefes olmalıdır)

Unutulmaması gereken önemli bir nokta, yukarıdaki değerlerin kişiden kişiye değişiyor olmasıdır. Ancak zaten, ölüm için bunlarda bir anormallik aranmaz; bunların var olmaması gerekir. Fizyolojik ölüm tanımına göre, zaten birbirine bağlı olan bu 4 yaşam sinyalinden biri ya da birkaçının var olmaması, ölümün gerçekleştiğini gösterir. Bu tanıma göre, fizyolojik ölümü gerçekleşmiş biri, tıbbi müdahale ile hayata döndürülebilir. Zaten bu yüzden bu kavrama hayata döndürme (resuscitation) denir.

 

2) Klinik Ölüm: Bu ölüm tanımına göre kan dolaşımı ile nefes almanın durması gerekmektedir. Bu durum da, kalbin çalışmayı durdurması sonucu oluşur. Klinik ölüm kısaca kalp durması/krizi (cardiac arrest) olarak tanımlanabilir. Kalbi duran birisinin, klinik ölüm geçirdiği söylenebilir. Klinik ölümün gerçekleşmesinden 15-20 saniye sonrasına kadar bilinç kapanmaz. Hatta pek çok insan, bu süre zarfında herhangi bir ciddi sorun yaşamaz.
GEÇMİŞLERİN GECESİNDEN IŞIK ALIRIZ...

Çevrimdışı OnTurk209

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 138
  • Ayak bastığmız en küçük taş parçasına kadar...
Klinik ölümün gerçekleşmesinden sonra, omuriliğin zedelenmeye başlamasına kadar, kalbin altında kalan organlar 30 dakika kadar yaşamaya devam ederler. Kontrol altında tutularak vücuttan koparılan kollar ve bacaklar, 6 saat kadar yaşamayı sürdürürler. Kemikler, tendonlar ve deri ise klinik ölümden sonra 8-12 saat daha yaşarlar. Ancak kalpten sonra, en hızlı ölecek organ beyindir. Beyin, kalbin durmasından, yani klinik ölümden sonra 3 dakika içerisinde kısım kısım ölmeye başlar. Ölümünün tamamlanması, durumdan duruma değişiklik gösterebilse de, beyindeki en hassas nöronlara sahip olan ve hafızayla ilişkili olan hipokampus bölgesi 10 dakika oksijen alamadıktan sonra tamamen ölür.
 
3) Yasal Ölüm: Yasalara bağlı olarak ülkeden ülkeye bu tanım değişse de, temel olarak, bir hastayı kurtarmak adına denenebilecek, elde bulunan bütün tıbbi ve bilimsel yöntemler tükendiğinde, hasta halen klinik ölüm halindeyse, yasal olarak ölümünün gerçekleştiği söylenir. Pek de bilim ile alakalı olmayan bu tanımı sadece bilgi olarak vermek istedik.
 
4) Beyin Ölümü: Beyin ölümü, beyni ve sinir sistemi olan canlılarda, ölümün gerçekleştiğini belirtmenin faydalı yollarından biridir. Bir canlı, hücreler yığınıdır ve bu hücreler, bir araya gelerek doku ve organları oluştururlar. Beyin, bu organları kontrol eden organın adıdır. Dolayısıyla beyin ölümü gerçekleşen bir canlıda, vücudun geri kalanının herhangi bir özelliği kalmayacaktır. Ancak burada kafa karıştıran nokta şudur: beyin ölümünün gerçekleşmesi, vücudun tamamen öldüğü anlamına gelmez. Tıbbi olarak makinalar aracılığıyla birey canlı tutulabileceği gibi, bu makinalara başvurulmasa da beyin ölümünden sonra saatlerce vücudun farklı noktalarındaki hücreler, bireysel olarak yaşamaya devam edeceklerdir. Dolayısıyla beyin ölümü, bir organizmanın bütün parçalarıyla birlikte öldüğünü değil, artık eskisi gibi bir bütün olarak yaşamasının olanaksız olduğunu gösteren ölüm tanımıdır. Dediğimiz gibi, beyni ve sinir sistemi olan, özellikle de çok hücreli canlılarda kullanılması son derece işlevsel ve faydalı olan bir tanımdır. Yukarıda tanımlananın yanısıra, pek çok yasa ölümün beyin ölümüyle birlikte gerçekleştiğini kabul eder.
 
Beyin ölümünün gerçekleşmesi için şu semptomlar aranır:
  • Acıya tepkisizlik
  • Yüz kaslarında tepkisizlik
  • Göz bebeğinde (pupil) tepkisizlik
  • Okulosefalik refleksin yitirilmesi (kafa hareket ettirildiğinde gözlerin sabitlenmemesi durumu)
  • Korneal refleksin yitirilmesi (göze cisim yaklaştırıldığında gözkapaklarının refleksif olarak kapanmaması durumu)
  • Kalorik refleks testine cevap vermeme (kulağa kanalına enjekte edilen suya refleksif olarak tepki verememe durumu)
  • Spontane nefes almanın sona ermesi
5) Biyolojik Ölüm: Canlılar, tek bir hücreden oluşabilecekleri gibi, trilyonlarca hücrenin bir araya gelmesinden de oluşabilirler. Yukarıda açıkladığımız beyin ölümü, beyni ve sinir sistemi olmayan canlılar için geçerli değildir. Tek hücreli bir canlı için; ya da bir çok hücreli canlı içerisinde bulunan, bireysel bir hücre için ölüm tanımı ayrı olarak yapılmalıdır. Biyoloji'de, genel olarak kabul edilen ölüm tanımı, bir organizmanın, bünyesindeki tüm hücrelerle birlikte işlev göremeyecek şekilde bütünlüğünün bozulması olarak tanımlanır. Dolayısıyla bu tanıma göre beyin ölümü, fizyolojik ölümü veya klinink ölümü gerçekleşmiş bir canlı, daha saatlerce biyolojik olarak ölmez; çünkü vücudundaki hücreler yaşamaya devam ederler. Ne zaman ki bünyedeki son hücre de, fizyolojik ve biyokimyasal işlevini yürütemeyecek şekilde dağılırsa, o zaman biyolojik ölümün gerçekleştiği söylenir.
Ölümü biyolojik olarak ele alacak olursak, 4 aşamada incelememiz mümkündür: Çöküş (descent), Sistem İflası (system collapse), Ölüm (mortification), Eskime (expiration).
 
Görüldüğü gibi pek çok farklı çeşit ölüm tanımı mevcuttur. Bilimin gelişmesi ile eski tabuların yıkılması, ölüm tanımlarını daha da netleştirmektedir. Artık, bedenden ayrı bir ruha sahip olmadığımızı bilimsel olarak bilebildiğimiz gibi, ölümden sonra varlığın devam edebildiği herhangi bir yer olmadığını da biliyoruz. Bunlar, yazımızın en başında bahsettiğimiz, ölümü anlayamayan, binlerce yıl önce yaşamış atalarımızın, zihinsel sağlıklarını korumak ve meraklarını dindirmek için yarattıkları hikayelerdir ve herhangi bir bilimsel geçerliliğe sahip değildirler. Ancak tabii ki bilime tam olarak güvenmeyen biri, böyle hikayelerden teselli umacaktır; bu, kişilerin kendi tercihidir. Ancak bilinmesi gerekir ki bilimin, bu tip farazi açıklamalara ihtiyacı yoktur.
 
 
Hayvanlarda (ve dolayısıyla insanlarda) Ölümün ve "Ölüm-Sonrası"nın Bilimsel Olarak Açıklanması
 
Bildiğimiz  üzere ölümle ilgili pek çok felsefi ve özellikle dini betimleme  yapılmıştır. Bunların kökeninde genel olarak "yok olma korkusu" ve  "emeklerin boşa gitmesi endişesi" bulunur ve hemen hemen tümü  bilim-dışıdır.
 
Bilim insanları olarak bizlerin  desteklediği düşünce sistemi ise, ölüme doğum kadar normal bakmaktan  geçer. Yani nasıl ki kimse "biri doğum yapacak" diye endişelenmiyorsa ve  bununla ilgili efsanevi hikayeler uydurmuyorsa veya "doğum-öncesi"ni  anlatan ve sağlayan mitolojik karakterler betimlemiyorsa, "ölüm-sonrası"  ile ilgili de hikayelere aldanmak yerine, konuya bilimsel ve tarafsız  olarak yaklaşmak gerekir.
 
Biz, Evrim Ağacı olarak ölüm tanımları arasında, beyni ve sinir sistemi olan canlılar için Beyin Ölümü tanımını, geri kalan tüm canlılar için ise Biyolojik Ölüm tanımını kullanacağız. Dolayısıyla bir insanın, beyin ölümünün gerçekleşmesiyle öldüğünü varsayacağız. Ancak yukarıdaki açıklamalarımız dahilinde beyni ölmüş bir insanın halen hücrelerinin bir kısmının yaşadığını; ancak vücut bütünlüğünün artık aranmayacağını hatırlatmak isteriz.
 
Ölüm, tam  olarak bilimsel olmasa da, biraz felsefi bir bakış açısıyla uzatılmış ve geri dönülmez uyku hali olarak tanımlanabilir. Bu açıklama, tam olarak bilimsel değildir; çünkü ölümden sonra canlı için herhangi bir şeyden bahsetmek son derece anlamsızdır. Ölüm, canlılığın bir bütün olarak sona erdiği ve bir daha hiçbir şekilde, asla başlamayacağı bir sondur. Dolayısıyla, bu gerçekten korkan insanların yarattıkları mitler bir yana, bilimsel olarak zaten bir canlı için ölümden "sonra"sı hakkında bahsetmek abes ve anlamsızdır. Yine de, koyu olarak yazdığımız uyku betimelemesini biraz açarak bu uzun konumuzu noktalayacağız. Bu betimleme, ölümden korkulacak hiçbir şey olmadığını ve son derece sıradan, biyolojik bir gerçek olduğunu ve sonrasında bizlerin algılayabileceği herhangi bir şey olamayacağını anlatmak için idealdir. Yeri geldikçe, gerekli açıklamaları zaten yapacağız; ancak bu betimlemenin gerçek ile birebir uyuşmadığını hatırlatmak isteriz (çünkü az önce açıkladığımız gibi, böyle bir açıklama yapmak bile gereksizdir; sadece size bilimsel gerçekleri göstermek için kullanacağız).
 
Sizden  istediğimiz, uyuduğunuz ancak rüya görmediğiniz bir anı hatırlamaya çalışmanızdır. O anda hangi  pozisyonda yattığınızı veya saatin kaç olduğunu veya vücudunuzdaki herhangi bir  değişimi, hatta genel olarak herhangi bir şeyi hissetme durumunuz hemen hemen hiçbir zaman söz  konusu değildir. Çünkü beyin, duyu organlarından gelen ve belirli bir eşiğin altında kalan pek çok uyarıya karşı tepkilerini kapatmış ve kendini uyku  sırasında yapması gereken işlere vermiştir (uykuyla ilgili notumuza  bakabilirsiniz). O anda sizin için, en azından algı boyutunda, pek çok işleviniz  kapalıdır ve uyandığınızda o anları çok büyük bir çoğunlukla asla hatırlayamazsınız. Benzer şekilde,  şoka ve komaya giren insanlar da bunu yaşarlar. Kısaca, beynin uyku ve hatta uyku-altı döneme geçmesiyle, algılarda ciddi bir azalma olmaktadır. Elbette, uyku halindeki birine bağırır, dürter, ıslatır, yakar ya da herhangi bir ciddi uyaranda bulunursanız, beyin hızla kendini açacak ve algılarınızı geri kazandıracaktır. Zaten bu yüzden yukarıdaki tanımda "geri döndürülemez" kalıbını eklememiz bu yüzdendir.
 
Ölüm de, uykuya az çok benzer şekilde,  sonsuz bir "algısızlık" halidir; tabii ki uykunun birkaç adım ötesinde, algı kaybına, vücut bütünlüğünün  dağılması da eklenir, çünkü uyku halinde biyokimyasal aktivite sürer;  ancak ölüm durumunda bu düzen de bozulur. Uykuda, hemen her zaman geri dönüş imkanı varken, ölüm, geri döndürülemez bir uyku halidir ve uykudan daha da "derin"dir. Aslında burada, bir "neden-sonuç  ilişkisi yanılgısı" vardır: Ölümden dolayı hayat  sona ermez; hayatın sona ermesine ölüm denir. Bu farka dikkat etmekte fayda vardır; çünkü teleolojik (amaç merkezli) bir argümandan bilimsel olarak kaçınmakta fayda vardır.
 
İşte bu "derin ve geri döndürülemez uyku" halinde, beyninizin tüm algıları ve temel olarak işlevleri sona erdiği için, bir daha asla geri döndürülemezsiniz ve asla herhangi bir başka şeyi deneyimleme şansınız kalmaz. İşte bu ölümün gerçekleşmesiyle, birkaç sene önce içerisinden geldiğiniz doğaya dönüşünüz tamamlanmış olur. Unutmayın! Vücudunuzdaki her bir kimyasal, doğaya aittir ve doğadan kaynaklanır. Dolayısıyla, doğumdan öncesine kafa yormadığımız gibi, ölümden sonrasına da yormanın herhangi bir bilimsel anlamı yoktur. Tabii içinizi rahat ettirecekse, herhangi bir geçerliliği olmayan mitlere bel bağlamakta özgürsünüz; bu kişinin kendi tercihidir.
 
Elbette bu yaklaşımın hatalı noktası daha önce de değindiğimiz gibi şudur: Uykuda, beyin hücrelerinizin bütünlüğü dağılmaz ve dediğimiz gibi, bir uyarı eşiği aşıldığı anda beyniniz uykudan uyanır. Ayrıca kimi durumda, nadir vakalarda uyuyan kişi, uyuduğunun farkındadır (rüya gördüğünüzün farkında olmanıza benzer; ancak daha farklıdır). Ölümde ise hiçbir farkındalık kalmaz, kalamaz; çünkü beyin bütünlüğünü yitirmiş ve ölüm gerçekleşmiştir. Belki hücrelerinizin bir kısmı yaşamaya devam ediyordur; ancak bu sizi "siz" yapan özelliklerin hiçbirini geri getirmeyecektir ve sonunda onlar da ölecektir. Dolayısıyla ölümü, sonsuz, hissiz ve geri dönüşsüz bir uykuya benzetmek, insana en azından "bilimsel bir teselli" sunacakken; her zaman ölümün uykudan tamamen farklı bir biyolojik olay olduğunu akılda tutmak gerekmektedir.
 
Uzun  lafın kısası, ölüm, hayatın bir gerçeğidir ve korkmayı gerektirecek  hiçbir unsur içermez. İnsanoğlu, var oluşuyla ilgili olağanüstü emeller  belirleme çabasında olduğu için, hayatı aşırı yüceltmiş, hayatın  "çöküşü" olan ölüm de, bu sebeple katlanarak korkutucu bir hal almıştır.  Halbuki insandan başka hiçbir canlı, ölüm hakkında belirli bir  farkındalığı olsa bile (sinir sistemi ve beyni olan her canlıda zeka olduğunu  hatırlayın), ölümden korkmaz. Çünkü bu, onlar için doğanın, doğallığın bir  parçasıdır ve olmazsa olmazdır. İnsanın korkusunun temel sebebi, hayatı ve ölümü ve daha  genel anlamıyla "kendisini" yüceltme arzusundan ileri gelmektedir. Ölümü, "sonsuz bir yokluk" olarak algılamaktansa, "yüce bir kavuşma" olarak görmeyi tercih ederler; bu da evrimsel sebeplerle akıl sağlığının korunması için mantıklıdır. Ancak 21. yüzyılda, gelişmiş bir düşünce yapısına sahip biri, zaten argümanın kendisinin yanlış olduğunu bilimsel yöntemlerle algılayabilecektir: Ölüm, "sonsuz bir yokluk" değildir; çünkü yokluğu algılayabilecek bir beyniniz dahi var olmayacaktır. Dolayısıyla, öldükten sonra eğer "bir şey yoksa", kendinizi "kapana sıkışmış" gibi hissetmeyeceksiniz. Tam tersine, hiçbir şey hissetmiyor ve hissedemiyor olacaksınız. Tüm bu yanılgılar, insanın vücudundan bağımsız bir "ruh"u olduğunu sanmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki böyle bir şey olmadığını anlayan bir bireyin, ölümden korkması için hiçbir sebep kalmayacaktır. Ancak binlerce yıl öncesine ait ilkel bilgilerle yola çıkan insanlar, doğal olarak bu kadar kapsamlı ve bilimsel bir yaklaşımda bulunamamışlardır ve bunun sonucunda da ardı arkası kesilmez hikayeler ve efsaneler zinciri, insan  kültürünün evriminin bir parçası haline gelmiştir.
GEÇMİŞLERİN GECESİNDEN IŞIK ALIRIZ...