Klinik ölümün gerçekleşmesinden sonra, omuriliğin zedelenmeye başlamasına kadar, kalbin altında kalan organlar 30 dakika kadar yaşamaya devam ederler. Kontrol altında tutularak vücuttan koparılan kollar ve bacaklar, 6 saat kadar yaşamayı sürdürürler. Kemikler, tendonlar ve deri ise klinik ölümden sonra 8-12 saat daha yaşarlar. Ancak kalpten sonra, en hızlı ölecek organ beyindir. Beyin, kalbin durmasından, yani klinik ölümden sonra 3 dakika içerisinde kısım kısım ölmeye başlar. Ölümünün tamamlanması, durumdan duruma değişiklik gösterebilse de, beyindeki en hassas nöronlara sahip olan ve hafızayla ilişkili olan hipokampus bölgesi 10 dakika oksijen alamadıktan sonra tamamen ölür.
3) Yasal Ölüm: Yasalara bağlı olarak ülkeden ülkeye bu tanım değişse de, temel olarak, bir hastayı kurtarmak adına denenebilecek, elde bulunan bütün tıbbi ve bilimsel yöntemler tükendiğinde, hasta halen klinik ölüm halindeyse, yasal olarak ölümünün gerçekleştiği söylenir. Pek de bilim ile alakalı olmayan bu tanımı sadece bilgi olarak vermek istedik.
4) Beyin Ölümü: Beyin ölümü, beyni ve sinir sistemi olan canlılarda, ölümün gerçekleştiğini belirtmenin faydalı yollarından biridir. Bir canlı, hücreler yığınıdır ve bu hücreler, bir araya gelerek doku ve organları oluştururlar. Beyin, bu organları kontrol eden organın adıdır. Dolayısıyla beyin ölümü gerçekleşen bir canlıda, vücudun geri kalanının herhangi bir özelliği kalmayacaktır. Ancak burada kafa karıştıran nokta şudur: beyin ölümünün gerçekleşmesi, vücudun tamamen öldüğü anlamına gelmez. Tıbbi olarak makinalar aracılığıyla birey canlı tutulabileceği gibi, bu makinalara başvurulmasa da beyin ölümünden sonra saatlerce vücudun farklı noktalarındaki hücreler, bireysel olarak yaşamaya devam edeceklerdir. Dolayısıyla beyin ölümü, bir organizmanın bütün parçalarıyla birlikte öldüğünü değil, artık eskisi gibi bir bütün olarak yaşamasının olanaksız olduğunu gösteren ölüm tanımıdır. Dediğimiz gibi, beyni ve sinir sistemi olan, özellikle de çok hücreli canlılarda kullanılması son derece işlevsel ve faydalı olan bir tanımdır. Yukarıda tanımlananın yanısıra, pek çok yasa ölümün beyin ölümüyle birlikte gerçekleştiğini kabul eder.
Beyin ölümünün gerçekleşmesi için şu semptomlar aranır:
- Acıya tepkisizlik
- Yüz kaslarında tepkisizlik
- Göz bebeğinde (pupil) tepkisizlik
- Okulosefalik refleksin yitirilmesi (kafa hareket ettirildiğinde gözlerin sabitlenmemesi durumu)
- Korneal refleksin yitirilmesi (göze cisim yaklaştırıldığında gözkapaklarının refleksif olarak kapanmaması durumu)
- Kalorik refleks testine cevap vermeme (kulağa kanalına enjekte edilen suya refleksif olarak tepki verememe durumu)
- Spontane nefes almanın sona ermesi
5) Biyolojik Ölüm: Canlılar, tek bir hücreden oluşabilecekleri gibi, trilyonlarca hücrenin bir araya gelmesinden de oluşabilirler. Yukarıda açıkladığımız beyin ölümü, beyni ve sinir sistemi olmayan canlılar için geçerli değildir. Tek hücreli bir canlı için; ya da bir çok hücreli canlı içerisinde bulunan, bireysel bir hücre için ölüm tanımı ayrı olarak yapılmalıdır. Biyoloji'de, genel olarak kabul edilen ölüm tanımı, bir organizmanın, bünyesindeki tüm hücrelerle birlikte işlev göremeyecek şekilde bütünlüğünün bozulması olarak tanımlanır. Dolayısıyla bu tanıma göre beyin ölümü, fizyolojik ölümü veya klinink ölümü gerçekleşmiş bir canlı, daha saatlerce biyolojik olarak ölmez; çünkü vücudundaki hücreler yaşamaya devam ederler. Ne zaman ki bünyedeki son hücre de, fizyolojik ve biyokimyasal işlevini yürütemeyecek şekilde dağılırsa, o zaman biyolojik ölümün gerçekleştiği söylenir.
Ölümü biyolojik olarak ele alacak olursak, 4 aşamada incelememiz mümkündür: Çöküş (descent), Sistem İflası (system collapse), Ölüm (mortification), Eskime (expiration).
Görüldüğü gibi pek çok farklı çeşit ölüm tanımı mevcuttur. Bilimin gelişmesi ile eski tabuların yıkılması, ölüm tanımlarını daha da netleştirmektedir. Artık, bedenden ayrı bir ruha sahip olmadığımızı bilimsel olarak bilebildiğimiz gibi, ölümden sonra varlığın devam edebildiği herhangi bir yer olmadığını da biliyoruz. Bunlar, yazımızın en başında bahsettiğimiz, ölümü anlayamayan, binlerce yıl önce yaşamış atalarımızın, zihinsel sağlıklarını korumak ve meraklarını dindirmek için yarattıkları hikayelerdir ve herhangi bir bilimsel geçerliliğe sahip değildirler. Ancak tabii ki bilime tam olarak güvenmeyen biri, böyle hikayelerden teselli umacaktır; bu, kişilerin kendi tercihidir. Ancak bilinmesi gerekir ki bilimin, bu tip farazi açıklamalara ihtiyacı yoktur.
Hayvanlarda (ve dolayısıyla insanlarda) Ölümün ve "Ölüm-Sonrası"nın Bilimsel Olarak Açıklanması Bildiğimiz üzere ölümle ilgili pek çok felsefi ve özellikle dini betimleme yapılmıştır. Bunların kökeninde genel olarak "yok olma korkusu" ve "emeklerin boşa gitmesi endişesi" bulunur ve hemen hemen tümü bilim-dışıdır.
Bilim insanları olarak bizlerin desteklediği düşünce sistemi ise, ölüme doğum kadar normal bakmaktan geçer. Yani nasıl ki kimse "biri doğum yapacak" diye endişelenmiyorsa ve bununla ilgili efsanevi hikayeler uydurmuyorsa veya "doğum-öncesi"ni anlatan ve sağlayan mitolojik karakterler betimlemiyorsa, "ölüm-sonrası" ile ilgili de hikayelere aldanmak yerine, konuya bilimsel ve tarafsız olarak yaklaşmak gerekir.
Biz, Evrim Ağacı olarak ölüm tanımları arasında, beyni ve sinir sistemi olan canlılar için Beyin Ölümü tanımını, geri kalan tüm canlılar için ise Biyolojik Ölüm tanımını kullanacağız. Dolayısıyla bir insanın, beyin ölümünün gerçekleşmesiyle öldüğünü varsayacağız. Ancak yukarıdaki açıklamalarımız dahilinde beyni ölmüş bir insanın halen hücrelerinin bir kısmının yaşadığını; ancak vücut bütünlüğünün artık aranmayacağını hatırlatmak isteriz.
Ölüm, tam olarak bilimsel olmasa da, biraz felsefi bir bakış açısıyla
uzatılmış ve geri dönülmez uyku hali olarak tanımlanabilir. Bu açıklama, tam olarak bilimsel değildir; çünkü ölümden sonra canlı için herhangi bir şeyden bahsetmek son derece anlamsızdır. Ölüm, canlılığın bir bütün olarak sona erdiği ve bir daha hiçbir şekilde, asla başlamayacağı bir sondur. Dolayısıyla, bu gerçekten korkan insanların yarattıkları mitler bir yana, bilimsel olarak zaten bir canlı için ölümden "sonra"sı hakkında bahsetmek abes ve anlamsızdır. Yine de, koyu olarak yazdığımız uyku betimelemesini biraz açarak bu uzun konumuzu noktalayacağız. Bu betimleme, ölümden korkulacak hiçbir şey olmadığını ve son derece sıradan, biyolojik bir gerçek olduğunu ve sonrasında bizlerin algılayabileceği herhangi bir şey olamayacağını anlatmak için idealdir. Yeri geldikçe, gerekli açıklamaları zaten yapacağız; ancak bu betimlemenin gerçek ile birebir uyuşmadığını hatırlatmak isteriz (çünkü az önce açıkladığımız gibi, böyle bir açıklama yapmak bile gereksizdir; sadece size bilimsel gerçekleri göstermek için kullanacağız).
Sizden istediğimiz, uyuduğunuz ancak rüya görmediğiniz bir anı hatırlamaya çalışmanızdır. O anda hangi pozisyonda yattığınızı veya saatin kaç olduğunu veya vücudunuzdaki herhangi bir değişimi, hatta genel olarak herhangi bir şeyi hissetme durumunuz hemen hemen hiçbir zaman söz konusu değildir. Çünkü beyin, duyu organlarından gelen ve belirli bir eşiğin altında kalan pek çok uyarıya karşı tepkilerini kapatmış ve kendini uyku sırasında yapması gereken işlere vermiştir (uykuyla ilgili notumuza bakabilirsiniz). O anda sizin için, en azından algı boyutunda, pek çok işleviniz kapalıdır ve uyandığınızda o anları çok büyük bir çoğunlukla asla hatırlayamazsınız. Benzer şekilde, şoka ve komaya giren insanlar da bunu yaşarlar. Kısaca, beynin uyku ve hatta uyku-altı döneme geçmesiyle, algılarda ciddi bir azalma olmaktadır. Elbette, uyku halindeki birine bağırır, dürter, ıslatır, yakar ya da herhangi bir ciddi uyaranda bulunursanız, beyin hızla kendini açacak ve algılarınızı geri kazandıracaktır. Zaten bu yüzden yukarıdaki tanımda "geri döndürülemez" kalıbını eklememiz bu yüzdendir.
Ölüm de, uykuya az çok benzer şekilde, sonsuz bir "algısızlık" halidir; tabii ki uykunun birkaç adım ötesinde, algı kaybına, vücut bütünlüğünün dağılması da eklenir, çünkü uyku halinde biyokimyasal aktivite sürer; ancak ölüm durumunda bu düzen de bozulur. Uykuda, hemen her zaman geri dönüş imkanı varken, ölüm, geri döndürülemez bir uyku halidir ve uykudan daha da "derin"dir. Aslında burada, bir "neden-sonuç ilişkisi yanılgısı" vardır: Ölümden dolayı hayat sona ermez; hayatın sona ermesine ölüm denir. Bu farka dikkat etmekte fayda vardır; çünkü teleolojik (amaç merkezli) bir argümandan bilimsel olarak kaçınmakta fayda vardır.
İşte bu "derin ve geri döndürülemez uyku" halinde, beyninizin tüm algıları ve temel olarak işlevleri sona erdiği için, bir daha asla geri döndürülemezsiniz ve asla herhangi bir başka şeyi deneyimleme şansınız kalmaz. İşte bu ölümün gerçekleşmesiyle, birkaç sene önce içerisinden geldiğiniz doğaya dönüşünüz tamamlanmış olur. Unutmayın! Vücudunuzdaki her bir kimyasal, doğaya aittir ve doğadan kaynaklanır. Dolayısıyla, doğumdan öncesine kafa yormadığımız gibi, ölümden sonrasına da yormanın herhangi bir bilimsel anlamı yoktur. Tabii içinizi rahat ettirecekse, herhangi bir geçerliliği olmayan mitlere bel bağlamakta özgürsünüz; bu kişinin kendi tercihidir.
Elbette bu yaklaşımın hatalı noktası daha önce de değindiğimiz gibi şudur: Uykuda, beyin hücrelerinizin bütünlüğü dağılmaz ve dediğimiz gibi, bir uyarı eşiği aşıldığı anda beyniniz uykudan uyanır. Ayrıca kimi durumda, nadir vakalarda uyuyan kişi, uyuduğunun farkındadır (rüya gördüğünüzün farkında olmanıza benzer; ancak daha farklıdır). Ölümde ise hiçbir farkındalık kalmaz, kalamaz; çünkü beyin bütünlüğünü yitirmiş ve ölüm gerçekleşmiştir. Belki hücrelerinizin bir kısmı yaşamaya devam ediyordur; ancak bu sizi "siz" yapan özelliklerin hiçbirini geri getirmeyecektir ve sonunda onlar da ölecektir. Dolayısıyla ölümü, sonsuz, hissiz ve geri dönüşsüz bir uykuya benzetmek, insana en azından "bilimsel bir teselli" sunacakken; her zaman ölümün uykudan tamamen farklı bir biyolojik olay olduğunu akılda tutmak gerekmektedir.
Uzun lafın kısası, ölüm, hayatın bir gerçeğidir ve korkmayı gerektirecek hiçbir unsur içermez. İnsanoğlu, var oluşuyla ilgili olağanüstü emeller belirleme çabasında olduğu için, hayatı aşırı yüceltmiş, hayatın "çöküşü" olan ölüm de, bu sebeple katlanarak korkutucu bir hal almıştır. Halbuki insandan başka hiçbir canlı, ölüm hakkında belirli bir farkındalığı olsa bile (sinir sistemi ve beyni olan her canlıda zeka olduğunu hatırlayın), ölümden korkmaz. Çünkü bu, onlar için doğanın, doğallığın bir parçasıdır ve olmazsa olmazdır. İnsanın korkusunun temel sebebi, hayatı ve ölümü ve daha genel anlamıyla "kendisini" yüceltme arzusundan ileri gelmektedir. Ölümü, "sonsuz bir yokluk" olarak algılamaktansa, "yüce bir kavuşma" olarak görmeyi tercih ederler; bu da evrimsel sebeplerle akıl sağlığının korunması için mantıklıdır. Ancak 21. yüzyılda, gelişmiş bir düşünce yapısına sahip biri, zaten argümanın kendisinin yanlış olduğunu bilimsel yöntemlerle algılayabilecektir: Ölüm, "sonsuz bir yokluk" değildir; çünkü yokluğu algılayabilecek bir beyniniz dahi var olmayacaktır. Dolayısıyla, öldükten sonra eğer "bir şey yoksa", kendinizi "kapana sıkışmış" gibi hissetmeyeceksiniz. Tam tersine, hiçbir şey hissetmiyor ve hissedemiyor olacaksınız. Tüm bu yanılgılar, insanın vücudundan bağımsız bir "ruh"u olduğunu sanmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki böyle bir şey olmadığını anlayan bir bireyin, ölümden korkması için hiçbir sebep kalmayacaktır. Ancak binlerce yıl öncesine ait ilkel bilgilerle yola çıkan insanlar, doğal olarak bu kadar kapsamlı ve bilimsel bir yaklaşımda bulunamamışlardır ve bunun sonucunda da ardı arkası kesilmez hikayeler ve efsaneler zinciri, insan kültürünün evriminin bir parçası haline gelmiştir.