Devşirme profili
Bir imparatorluğu idare edenlerin, kendi halkını toprağa bağlayarak, vergiye mahkûm ederek, yönetim (bürokrasi) ve ordu gibi stratejik alanları devşirme unsurlarına terketmesi, akıl ve mantıkla açıklanabilecek hususlar değildir. Halil İnalcık'ın yerinde tespiti ile "XVI.yüzyıldan itibaren artık Osmanlı'da Türklük kimliğinin silindiği" görüşü, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Çünkü, Arap ve İran milletlerinde asabiye -kendi kavmini sevme duygusu (community feeling)- en yüksek eğilim olarak yaşamıştır. Kur'an: "Sizi kavimlere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız", Hadis ise: "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz" buyurmaktadır. Osmanlı'da, kavmini tanıma, yönetimde söz sahibi kılma duygusu ve eğilimi imparatorluk yıkılıncaya kadar devam etmiştir
Türk sosyolojisinde, "devşirme" profili üzerine sistematik bir biçimde yapılmış incelemeler ne yazık ki elimizde mevcut değildir. Günümüz üst sınıfların, elit tabakanın anatomisi de analiz edilmiş değildir. Batıda, özellikle Amerikan sosyolojisinde, Wright Mills, Lloyd Warner gibi sosyologlar iktidar elitlerinin dünya görüşü, kültürleri, değerler sistemi, tüketim normları ve etikal eğilimleri üzerinde doyurucu nitelikte araştırmalar yapmışlardır. Ne yazık ki, ülkemiz sosyolojisinde bu tür eğilimler "argo" niteliğinden öteye geçememiştir. Yalnız, "devşirme olgusu" çizgisinde Batı'da ve Balkan ülkelerinde yeni tarihi romanlara, biyografilere rastlamaktayız. Bunlardan birine burada kısaca temas etmek istiyorum. Girit doğumlu Rea Galanaki' nin "İsmail Ferik Paşa'nın Hayatı" adlı romanı paşalığa kadar yükselmiş bir devşirmenin profilini ortaya koymaktadır. Eseri dilimize çeviren Herkül Milas, kaleme aldığı ön sözde aynen şöyle yazıyor: "Bugün kimilerince Yunanlı, kimilerince Türk, kimilerince Mısırlı sayılan Giritli bir Hıristiyan grekofondan dönme, Mısır'da yaşamış, Arnavut dönmesi ve Osmanlı devleti�ni az daha yıkan ve bugün Mısır ulusçuluğunun babası sayılan Kavalalı Mehmet Paşa yanlısı bir İsmail Ferik Paşa, neden Türk okuyucusunun dikkatini çeker?" (.....) "Bir dönme, devşirilen bir çocuk savaşta esir alınıp satılan ama, annesini ve köyünü unutmayan bir insandır İsmail Ferik Paşa. Bu romanın, benzer sorunları dile getiren Orhan Pamuk' un Beyaz Kalesi' ne yakınlığı da kimi araştırmacıların dikkatinden kaçmamıştır."
"İsmail, sonuna kadar Müslüman ve Mısırlı kalır romanda, ve ölür doğal olarak ve bu kimlikle gömülür. Ama bir de iç dünyası vardır; aile, baba evi, çocukluk yıllarının görüntüleriyle bağını koparmayan.." ..Bu çizilen profil, yabana atılır cinsten değildir. Enderun'a alınan köle (esir) çocukları, genellikle 9-14 yaşları arasındadır. İlk sosyalleşme sürecini ailesi ve toplumundan almıştır. Benlik ve kişiliği oluşturan karekter yapısı (idionsyncrascy) olgunlaşmıştır. Sonra dan, farklı bir kültür ve toplum yapısı içinde çocuğun sosyalleşme sürecine tabi tutulması ne ölçüde asli unsurları silebilir? Bu husus tartışmaya açıktır. İsmail Ferik Paşa, romanlara konu da olsa, Herkül Milas'ın belirttiği gibi: "İnsan tek boyutuyla değil; dostlar, resmi, inançlar, şeref sayılan yükümlülükler, ama aynı zamanda, annenin düşlerde uyanan kokusu, suyun öte yanında kalmış kardeşin dokunuşu, bir köy meydanının bir türlü unutulmayan görüntüsüyle de yaşar.. İsmail Ferik Paşa da hem başarılı bir komutan hem de böyle bir insandır."
- Devşirmelik sisteminin Türkleri toprağa mahkum ettiği, onların tarihî gelişimini güdük bıraktığı iddiaları doğru mudur? Doğruysa neden?
Osmanlının devşirme politikasını uzun uzun eleştirmek istemiyoruz. Sadece yorumcu, hatta Marc Bloch'cu tarihselci bir bakış açısıyla konuya eleştirel bir yaklaşımda bulunmak istiyoruz. Zira, devşirme olgusunun giderek Osmanlı toplum yapısında müesseseleşmesi, dal budak salması, yeni bir tabaka oluşturması altı yüz yıllık bir süre içinde gerçekleşmiştir. Cumhuriyetin ilanı ile bu zihniyet iyot gibi havaya uçup gitmemiştir. Reaya, toprağa mahkûm bir biçimde, ekip biçerken, Yemende, Mekke'de, Medine'de vuruşurken, Enderun Sarayları'nda, "alafranga" yaşayışını sürdürüyordu. Doğu ve Güneydoğu darı öğütüp yerken, mağarada yaşarken, birileri Sadabad eğlenceleri içindeydi.Osmanlı bu çelişkili toplumu niçin meydana getirdi? Niçin yönetimi ve orduyu kendi öz halkından esirgeyerek Rum, Ermeni, Hırvat, hatta Yahudi soylulara verdi? Niçin kendisiyle aynı kan bağını taşıyan insanları horlanan, "Etrak-ı bî idrak" durumunagetirdi? Niçin Balkanlarda İslamlaştırma ve Türkleştirme politikasını gündeme getirmeyerek, sadece onların inanç sistemlerini, soylarını ve kültürlerini korumak biçiminde "bir sera azınlık kültürü"nün bekçiliğini yürüttü?
Oysa, birkaç yüzyıl önceleri, kolonial politikalar yürüten bir İngiltere, bir Hollanda, bir Fransa, bir Amerika Osmanlı'dan farklı bir metod izleyerek, masum toplulukları assimile etmemişler midir? İngiltere, Babür İmparatorluğu'ndan daha kısa bir süre içinde Hindistan'a kültürünü aşıladı ve bugün resmi dilin İngilizce olabileceği ortamı hazırladı. Bir Fransa, Cezayir'de beyin yıkayarak, işgalin ertesi günü Fransızca'yı resmi dil yaptı, Arapça'yı gündemden kaldırmadı mı? Bir Hollanda, Hindistan'da insanlar jüt dokumasın diye binlerce masum Hintli'nin sağ veya sol kollarını kesmedi mi? Bir Amerika, 250 etnik grubu, melting-pot adını verdiği bir eritme makinasında, her türlü işkenceyi kullanarak, eritip bitirmedi mi? Kızılderililer'in kültürlerini kökünden kazıyıp insanları parya durumuna getirmedi mi? Tarihin kaydettiği bu korkunç operasyonu Ethel G.Stewart adlı Kanadalı bir araştırmacı kırk yıllık sabır isteyen bir araştırma sonucunda gözler önüne sermedi mi? Bir Rusya, gerek komünizm öncesi, gerekse komünizm sonrası, Türk topluluklarının kültürleri bir yana, beyinlerini de yıkayarak birer "Mankurt" durumuna getirmedi mi? Osmanlı Balkanlar da ne yaptı? Sadece "kültür seracılığını" yürütmekle yetinmedi mi? Otoritelerin, özellikle Ömer Lütfi Barkan ve Tayyib Okiç'in belirttikleri gibi, ne İslamizasyonu ne de Türkifikasyonu gerçekleştirebilmiştir... Buna karşılık, Balkanlar'da bağımsızlık savaşları başlatıldığında, en ağır zulme maruz kalmış, kavm-i sadıka kabul ettiği ve vergiden muaf tutttuğu topluluklar tarafından, arkadan hançerlenmedi mi?
Aslında bir jest
Osmanlının bu absurd diyebileceğimiz hoşgörüsünün bir tecellisine de 1492'de İspanya ve Portekiz'de işkencelere, soykırımlarına maruz kalan Yahudiler'i kabul etmesi, onlara kucak açması olayında tanık olmaktayız. Aslında, bunlar insanlık jestidir. Ancak, aynı dönemde Endülüs'de Müslümanlar ve zorla Hıristiyanlaştırılan Moriskolar (Moriscos) da vardı. Bunlar da Moritanya'dan gelen Müslümanlardı. Endülüs'ün ünlü şairi Ebu'l Bekâ Salih b. Şerif er Rundi (ö.684/1285)'nin kaleme aldığı ağıtı Müslüman ülkelerin, Endülüs'deki cinayetlere, camilerin yıkılmasına, kadın ve kızların esir pazarlarında satılmalarına nasıl kayıtsız kaldıklarını hazin bir dille açıklamaktadır:
"Sen uyu bakalım.
Ama zaman için ne demek dinlenme, ne demek uyku?
Endülüs'ten, Endülüs'ün zavallı halkından var mı haberin?
Her yer onların felaketini duydu;
Sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz mefluç mu?".
Avdetîler
Osmanlı-Endülüs ilişkilerinin II. Bayezid döneminden itibaren ancak ele alınabildiği hususunda bilgi sahibiyiz. Kanuni döneminde ise, Moriskolar'a yardımların uzanabildiğine tanık olmaktayız. Yahudiler de iki grup halinde İspanya ve Portekiz'den çıkarıldılar. Bunlar; 1-Sefaradlar ki, Akdeniz civarında yaşıyorlar ve Judeo-İspanyol dilini konuşuyorlardı. 2-Aşkenazlar ise Doğu ve Orta Avrupa'da yaşıyorlar ve Almanca ağırlık bir dil (Yidiş) kullanıyorlardı. İşte bu Sefarad Yahudileri 1492 yılında İspanya göçü sonrasında Osmanlı topraklarına kabul edilmişlerdir. Ancak, Polonya ve Ukrayna'da 1658'de başlayan ve yüz binlerce Yahudi'nin katliamıyla sonuçlanan soykırımı ve bunun ardından yaşanan 1665 olayları Yahudi dünyasını büyük bir yeise sürüklemiştir. İşte 1626'da İzmir'de doğan Sabetay Sevi ki, Yahudi hayal gücüne dayanan bir mistik felsefi inacı savunuyordu, beklenen Mehdi olarak ortaya çıkıyordu. Bu sıralarda Osmanlı topraklarında da mehdilik hareketlerine rastlıyoruz. Bu durum Musevi inancını taşıyan Yahudilerle, Sabetaycılar arasında derin yarılmalara neden oldu ve konu dönemin padişahına yansıtıldı. Sabetay, 1666'da idamından korkarak Müslüman oldu ve Aziz Mehmet adını aldı. Ilgaz Zorlu'ya göre, daha önce ona inananlar, tekrar Yahudiliğe girerken, (200) kadar aile din değiştirir gibi yapıp Sabetaycılığı yürüttükleri için bunlara (Avdeti) veya dönme denildi. Zorlu'ya göre, "Sabetaycılık Müslüman görünmekle beraber gizli olarak Yahudiliğin devam ettirilmesidir." Bu nedenle "iki kimlikli"dirler. 1924 Ahali Mübadelesi ile 20 bin kişilik Sabetaycı grup Selanik ve Arnavutluk'tan Türkiye'ye gelmişlerdir. Ancak, 1948' de tekrar Yahudiliğe dönmek istemişlerse de bu önerileri bizzat İsrail tarafından reddedilmiştir. Ilgaz Zorlu'ya göre, Türkiye'de, şu anda sayıları yüz bini bulan Sabetaycılar asıl kimliklerini gizlemektedirler...
- Devşirmeyi bir "dönme" olarak görmek mümkün mü?
Bu açıklamaların ışığında "devşirmeyi bir dönme olarak görmek mümkün mü?" tarzındaki sorunuza: "Her devşirme bir dönmedir, fakat her dönme bir devşirme değildir" diye karşılık vermek mümkündür. Aslında, her ikisi de bir ihtida (conversos) olayıdır. Osmanlı, Sabetaycılar'a (avdeti) dönme diyordu.
- Devşirmelik mekanizması Türkler'in devlet adamı olma yollarını kesmiş midir?
Yukarıdan beri yapmış olduğumuz geniş açıklamaların ışığında konuya şöyle bir yaklaşımda bulunmak mümkündür: I. Murad'dan XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar sürüp giden uzun dönem içinde yönetici ve militarist kadronun Saraylılar'dan (Enderun) seçilmesi geleneği, büyük ölçüde elitist tabakanın milli köklerinden yoksun olduğunu ,değerlerine yabancı kaldığını göstermektedir. Gökalp'in deyimi ile kozmopolit kimlikli bir aydın kadro ile karşı karşıya kaldığımız söylenebilir. Değerlerine ve inanç sistemine saygılı bir aydın grubun, iş başına geçememesi, çoğu kez, halkıyla bütünleşmelerini ve uyum sağlamalarını engeller, toplum yapısında derin yarılmalara neden olur. Batılı anlamda, aydın bir kapı koruyucusudur (gate keeper). Dışardan sızabilecek her çeşit görüşlere karşı toplumu koruyacak süzgeç rolünü oynarlar. Milli aydın, batılı anlamda bir "gate keeper" veya Gökalp'in teşhisiyle gümrükçü kimliğine sahiptir. Enderun aydını bu değerlerden yoksun olduğu için benzeri rolü oynayamaz. Çoğu kez, Atatürkçü görünerek, yönetimde şöyle kararlar alabilirdi: Örnek olarak, Güneydoğu'da özellikle Diyarbakır'da: "Halkın modernleşmesi için en önemli girişimin çağdaş eğitimi güçlendirmek, müzik, tiyatro ve bale okulları açarak, hizbullahvari irticai olayları önlemekti. Ancak, Diyarbakır'ı tanımayan, okuma-yazma oranının, yoksulluğun birinci derecede öne çıktığı bir yörede, milli aydının tek hedefi, Gandi'nin belirttiği üzere: Günde iki defa yiyecek bulamayan insanlar için gıda bulmak" uyarısına uygun girişimlerde bulunma iken, bale ve dans okullarının açılması türü Enderuni teklifler son derece şaşırtıcı kalır. Buna da şaşmamak gerekir. Zira bu teklifler, aslında Enderuni geleneğin, eğitim sistemimizi yönlendirmesi sonucu, halkımıza yönelik bir bakış açısının yansımasıdır. Bununla, kuşkusuz bir devşirme kimliği ileri sürülmemekte, sadece tarihimizde gelenekselleşen Enderun zihniyetinin yönlendirdiği eğitim-öğretim programları sonucu, yetişen kuşakların dünya görüşleri ve felsefeleri kastedilmektedir. Enderun şartlandırılması sonucu yetişen bu tutuma biz Enderuni kimlik diyoruz.
- Günümüz dünyasında modern devletlerin azınlık ya da farklı dinden kabiliyetli insanları "vatandaşlık" potasında devşirerek siyasal, sosyal, kültürel ve askeri teşkilatlarında kullanmalarıyla Osmanlının devşirmelik sistemi arasında bir paralellik olduğu söylenebilir mi?
İsabetli bir yaklaşım. Bazı odak noktalaları, Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyanın her yerinde beyin güçlerine kapılarını açarak, onları belirli alanlarda istihdamını, Osmanlı'nın devşirme modelinin bir uygulaması olarak algılamaları, eğer gaflet değilse önemli bir yanılgıdır. Osmanlı modeli, bürokrasi ve militarist alanlarda kapılarını sadece ve sadece devşirme modeline açmış ve onları kurumlaştırmıştır. Kendi halkından bu alanları esirgemiştir. Oysa, Amerika Birleşik Devletleri'nin beyin gücü drenajı bundan tamamıyle farklı bir süreçtir. Her toplum ihtiyacı olan sektörlerde yetenekli vatandaşı kabul edebilir, ona kollarını açabilir. II. Dünya Savaşı sonucu, Naziler'in her alandaki beyin güçleri, ya Sovyetler'in ya da Amerika Birleşik Devletleri'nin ellerine geçmiş, uzay fiziğinde önemli roller oynamışlardır. Ülkemizde de çok sayıda Yahudi beyin gücü istihdam edilmiş, onlardan yararlanılmıştır. Bu nedenle, iki olay arasında bağ kurarken son derece dikkatli olmamız gerekmektedir. Amerika Birleşik Devletleri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, koyu ırk ayırımı ortamından gelen bir toplum modelini yansıtır. Bu ülkede, hâlâ siyah-beyaz bakış açılarının izlerinin silindiği ileri sürülemez. Dünyanın en büyük ırkçı milletidir.
- Modern Türkiye'nin bir "devşirmelik" problemi var mı?
Buna derhal "hayır" diyebiliriz. Devletin kurucusu Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyeti "Türklük" bilinci çerçevesinde hazırlamıştır. Bin yıllık tarihimizde diyebiliriz ki, bir örneğini Orhun anıtlarında gözlediğimiz gibi, Bilge Kağan'dan sonra ilk kez "Türk yaratılmak medarı iftiharımdır" diyen kişidir. Türklüğün unutulmuş olması, Etrak-ı bî idrak (İdraksiz Türk) biçiminde horlanması, hatta Taşlıcalı Yahya'da gözlediğimiz üzere:
"İmamın biri azıtır işini,
Alır bir yaban Türkünün kızını"
Arnavud asıllılığı ile övünen Taşlıcalı Yahya'ya göre, bir imamın bir Türk kızıyla evlenmesi işini azıtmak biçimide yorumlanmaktadır. Ancak, kendisi bir mesnevisinde soyu ile öğünmekten geri kalmayacaktır:
"Fakir Arnavud aslıyam gaaziyem.
O taşlu vilayetlerün bâziyem.
Şecaat kılıcın çalanlardanam.
Şikârım evvelalanlardanam"
Görüldüğü üzere, Taşlıcalı Yahya İzvornikli bir Arnavut'tur ve ölüm tarihi 1582'dir.
Osmanlı sarayında dönmeler cirit oynatırken, divan şairi olarak soyunu yüceltmekte, Türk�ü de aşağılamaktadır. Hem de, bu cüreti bir zamanlar kendi soyunun Oğuz Han'dan geldiğini ileri sürerek övünen Osmanlı padişahının gölgesinde gösterebilmektedir. Ancak, Atatürk yukarıda da belirttiğimiz üzere, 1921 yılında irad buyurduğu bir nutkunda: "Memleketin sahibi ve devletin kurucusu biz Türkler, kavm-i necip adı altında Araplara ve sarayın sadık hadimi Arnavutlara feda edildik" demek suretiyle tarihi yanılgıya son verecektir..
Türklük, temel motif olmak üzere, milletleşme tezini gündeme getirecek ve bu tezini: "Ne mutlu Türküm diyene" dövizi ile sembolleştirecektir. Ancak, bu model günümüzde Enderuni aydınlar ve bazı İslamcı kanat tarafından tasvip görmeyecektir. Hatta, İslamcı kanat, Akif'i de dışlayarak Osmanlı'dan kalma kendi etnisitesinin bilinci içinde Osmanlı amalgamasyonuna sahip çıkmakta,onu desteklemektedir.