Gönderen Konu: YASAKLANMIŞ FİKİRLER 2 - ASLOLAN SAVAŞTIR  (Okunma sayısı 3283 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Kanpusat

  • Türkçü-Turancı
  • **
  • İleti: 63
Dünya'da egemen ya da baskın durumda olduğunu söyleyebileceğimiz çevrelerin kendi işlerine gelecek şekilde ve zayıf düşmüş milletlerin aleyhine olan bazı konularda sahte gerçekler gösteren propagandaları şiddetle yürüttüğünü belirten bir makalemizi "Yasaklanmış Fikirler 1 – Türk Irkçılığı" başlığı altında kaleme alarak Türk ırkçılığının nasıl öcü gibi gösterildiğini ama aslında milletimizin geleceği için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışmıştık. "Yasaklanmış Fikirler 2" yazısında ise "barışçılık" dalgasının, vurduğu sahillerden çaldığı değerli taşları gözler önüne sereceğiz.

Barış ve sulh oldukça eski sözcükler.. Savaş ve harp de öyle. Ancak dilbilimde değil de toplumsal yaşantıda “barış dönemleri” ile “savaş dönemleri” ni karşılaştırırsak ortaya çıkacak sonuçlar herhalde ilginç olacaktır. Türk tarihinde küçük ya da büyük savaş yaşanmamış hemen hemen hiçbir dönem olmamıştır. Aynı şekilde Avrupa’da sadece İngiltere-Fransa arasındaki savaşlar dahi Ortaçağ’ın ciddi bir kısmını kapsamaktadır. Yeniçağ’da yeni teknolojiler ile savaşların kapsamı genişlemiş, Yakınçağ’da ise iki büyük dünya savaşı vukû bulmuştur. 1. ve bilhassa 2. Dünya Savaşları’nın neticeleri günümüz dünyasını şekillendiren başlıca etkenlerdendir. İkinci Dünya Savaşı galibi Rusya, rejim değiştirmesine, çöküp parçalanmasına rağmen yeniden bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. Batı cephesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin durumu ise zaten ortadadır. Kısacası kaybedenler kaybetmeye devam etmişler (Almanya hariç olmak üzere) ve kazananlar kendilerini gün geçtikçe güçlendirmişlerdir. Barut ve demir bu ülkelere zenginlik ve refah getirmiştir. Diğerlerine ise acı… Şimdi mantıklı düşünelim: Kötü olan savaş mı yoksa kaybetmek mi? Kazanmak iyi kaybetmek kötü ise doğru olan kazanmaya çalışmaktır. Nasıl kazanılır? Barış nutukları atarak ve etliye sütlüye karışmayarak, herkesle iyi geçinerek mi? Tarih göstermiştir ki arada kalan, tavır alamayan devletler her zaman mağlup olmuşlardır. Bu yüzden, korkak ve pasif politikalar milletleri hiçbir yere taşımazlar. Atatürk döneminin ihtişamının yanında İnönü döneminin karanlığını düşünelim. Başbuğ zamanında Türkiye yeni ve güçsüz bir devlet olmasına rağmen dünyada sözünü dinlettirebiliyordu. İnönü döneminde ise herkesle (hatta aynı anda hem Nazi Almanya’sı ile hem SSCB ile) iyi geçinmemize rağmen itibarımız sarsılmıştı. Batı da Rusya da bizi sadece kukla ya da figüran olarak görüyordu. Çünkü Başbuğ dönemindeki aktif siyasetten vazgeçilmiş ve sonu gelmez bir “ne pahasına olursa olsun barış” mantalitesine kendimizi kaptırmıştık. Artık Hatay’ı isteyen İtalyanlara çizmelerini giyip silahını beline takarak “Biz hazırız, gelip alın” diyecek bir devlet yöneticimiz yoktu. Onun yerine başkalarından medet uman kafalar hakim olmuştu. İşte bir savaş ve bir barış dönemi ve işte aradaki büyük fark, derin uçurum.

Barışçılık denilen nesnenin nasıl ortaya çıktığını anlatmak çok da gerekli değil aslında.. Zira gören gözler görüyor. Biz yine de tekrarlayalım. Son büyük savaşların galibi olup dünyada hakimiyet sağlayan toplumlar egemenliklerini kaybetmemek için elbette ortaya bir “barışçılık” salgını yayacaklardı. Çünkü kendileri bu salgına karşı bağışıklık geliştirmişlerdi ve bu hastalık savaşlardan yılmış, yorulmuş olan zayıf devletlerin halklarında çok daha kolayca yayılabilirdi. Öyle de oldu. ABD o tarihten beri birçok savaşa girip kendisini sürekli geliştirdiği hâlde Türkiye içine kapandıkça kapandı ve sonuçta acaba AB’ye kapağı atabilir miyiz diye on yıllarca oyalandı, bugünkü hâle getirildi. Artık barışa o kadar alıştık ki bu barış adına tarihî mirasımız olan, soydaşlarımızla meskûn Musul ve Kerkük’te “adaletli” bir yönetim olmasını ABD’den bekliyoruz. Öyle de gözüküyor ki elin Amerikalısı bizim haklarımızı korumaya pek niyetli değil.

Barışçılığın saçmalığını anlatırken elbette gereksiz yere savaşlar açmaktan bahsetmiyoruz. Türklüğün menfaatinin barışta olduğu zamanlarda kesinlikle barışın korunması için uğraş verilmelidir. Peki ya menfaatlerimizin savaşta olduğu vakitlerde? Kendimizi sadece bir kavram için mahkûm mu edeceğiz? “Bundan sonra savaş olmayacak” diyenlerin bu sözü ilk dile getirişlerinden bugüne onlarca savaş yaşandı. Bundan sonra yaşanmayacak mı? Şu durumda aklı başında olan devletin yapacağı iş ordusunu küçültmek ve silâhsızlanmak değil, sürekli yeni tekniklerle, yeni teknolojilerle, ilmî gelişmelere paralel olarak ordusunu güçlendirmektir. Türkiye’de asker sayısının azaltılması için yapılan çalışmaları Avrupa’daki asker/nüfus oranına bağlayanlar yanılıyorlar. İsveç’in komşuları Norveç, Danimarka ve Finlandiya iken Türkiye’nin komşuları arasında İran, Suriye, Ermenistan, Yunanistan vardır. Türkiye Orta ve Batı Avrupa devletlerine nazaran çok daha tehlikeli bir coğrafyada bulunmaktadır. Kaldı ki AB içerisinde yer alan Yunanistan dahi Türkiye’ye göre çok az olan nüfusuna rağmen 200.000’e yakın askere sahiptir. Böyle bir durumda Türkiye’den ordusunu küçültmesini istemek, bir insandan elindeki siyanürü içmesini istemek kadar kötü niyetli ve mantık dışı bir harekettir.

Dünya’da gidişatı her zaman savaşlar belirliyor. Bu gerçeği böylece kabûl edip savaşa hazırlanmalıyız. İyi donanımlı ve savaşa hazır bir ordu, hem güvenliğimizi sağlayacak hem de gerektiğinde askerî müdahaleler ve savaşlarla hakkımızı elde etmemize olanak sağlayacaktır. Atamızın deyimiyle “askeri zaferleri iktisâdi zaferlerle taçlandırmamız” gerekmektedir. Ancak Musul ve Kerkük örneğinde görüldüğü gibi askerî zafer yoksa iktisâdî zaferlerle taçlandırılacak bir nesne de yok demektir. ABD hakkı olmayanı elde etmek için Orta Doğu’ya bomba yağdırıyor. Afrika’nın kabileleri bile savaş hâlindeler. Ama biz Türkler dünyanın iyilik meleği (başkalarına göre başka sıfatlar da veriliyordur) olarak kendi hakkımızı korumak için askerî harekette bulunmaktan kaçınıyoruz. Bu sessiz tavrımız düşmanlarımızı öyle cesaretlendiriyor ki bizden istemedikleri taviz kalmadı. Oysa sadece gerektiği bir zaman Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin gücünü göstermesine fırsat verilse, bütün dünya Türklerin kolay lokma olmadığını görecektir. Çünkü, Tanrı’ya şükür, ordumuza diz çöktürecek bir güç dünyaya gelmedi.

“Roma Barış Dönemi”, “Osmanlı Barış Dönemi”, “Hazar Barış Dönemi” gibi barış dönemleri hep kanlı savaşlarla kurulmuştur. Hayatta kalmanın ilk şartı onun kurallarını iyi öğrenmektir. Yaşamak isteyen milletler savaşa hazır olmalıdırlar. Ne barış ne savaş ne de başka bir şey... Hiçbir şey Türk milletinin hayatı kadar önemli değildir. Ama öyle görünüyor ki yaşamanın şartı da buna azmetmek, savaşmak! Çünkü bu dünya toz pembe hayâller ile değil, kan kırmızı gerçeklerle yürüyor.

Türk Şad


23 Haziran 2005
 
Türkler, Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğudur. Nihâl ATSIZ

Türkçü; eyyamcı ve dalkavuk olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir. Nihâl ATSIZ