NE ZAMAN SAVAŞILIR
"Biz, bize saldırılmadıkça savaşmayız" cümlesini siyasiler çok kullanır. Fakat
bu cümlenin pek "sudan" olduğunu anlamak için ufak bir dikkate bile lüzum
yoktur. Çünkü kendisine saldıran bir millet ister istemez savaşacak, aşırı bir
barışçı olsa bile yaşamak için bu uğraşı göze alacaktır.
Tarihin başlangıcından beri yapılan savaşların hemen hepsinde, dikkatle
bakılırsa, bir savunma unsuru vardır. İlk saldıran tarafta bile kendini koruma
içgüdüsü az veya çok bellidir. Dünyaya yayılmaya çalışmak, dünyadan silinmek
korkusunun tepkisidir.
İnsanlık tarihinde, milletlerarası ilişkilerin ana ilkesi "vurmayan vurulur"
olmuştur. Barış, savaşın başka metodlarla devamı ve silahlı savaşa hazırlığın
ayrı bir şeklidir.
Tekniğin gelişmesiyle savaşların çok yıpratıcı ve çok ölümlü olmasından doğan
ürküntü, görünürde milletleri barışa doğru iter gibi olmuşsa da bunun ne kadar
aldatıcı olduğu meydandadır. İkinci Cihan Savaşı 1945'te fiilen bitti. Ondan
sonra, günümüze kadar insanlık bir bütün olarak iki üç yıllık rahat yüzü gördü
mü? Kore'deki savaş, Vietnam Savaşı, Araplarla Yahudiler'in üç defa kapışması,
Güney Amerika ve Afrika savaşları dünyada tam bir barış yılının olmadığını
gösteriyor.
İki millet arasındaki gerginlik ikisi arasında kalmıyorsa bunun sebebi, o ikisi
arasındaki savaş sonunda doğacak durumun şu veya bu milletleri de başka
açılardan ilgilendirecek nitelik taşımasıdır.
Herkes barıştan söz ettiği halde herkes savaşıyor. Çünkü herkes kendi yarınını,
öbür gününü, daha uzak geleceğini emniyete almak istiyor. Çünkü kimse kimseye
güvenmiyor. Çünkü herkes birbirinden korkuyor.
Çinde komünist rejim kurulduktan sonra bu devlet ilk iş olarak Tibet'i zaptetti.
Tibet, ortalama 5000 metre yüksekliğinde verimsiz, değersiz bir toprak
parçasıdır ve dünyanın garip bir milletini barındırmaktadır. Raka'dan
Hindistan'a saldırıp ondan birkaç hektarlık bir toprak parçası kopardı. Sonra
kuzeye yöneldi. Ruslar'a eski tarihi haklardan bahsetti. Fakat karşısındakini
kendisinden güçlü görünce durdu. Daima duracak mı? Çocuk musunuz? Durursa kendi
kendine mahvolur. Ya Hindistan'a, ya Rusya'ya taşacak. Taşmaya mecburdur.
Çekirdek silahlarım geliştirmek, teknikte biraz daha ilerlemek için bekliyor.
Rusya'nın geniş toprakları bugünkü 240 milyon nüfusunun beş katını barındırıp
besleyecek, otarşik bir hayat sürdürecek kadar verimli ve her bakımdan
zengindir. Fakat kendisini emniyette hissetmiyor. Kırımlılar'ın ve Napoleon'un
Moskova'ya girişlerini, Alman ordularından ancak korkunç kış ve Amerikan yardımı
sayesinde kurtulduğunu unutamıyor. Bunun için Varşova Paktı'ndaki uydu
devletleri Batı tehlikesine karşı tampon gibi kullanıyor. Çekoslovakya'nın
işgali aslında Rusya'nın uzaktan savunmasıdır. Yoksa Kremlin'in iddia ettiği
gibi Çekoslovakya'yı Batı Almanya istilâ edecek değildi. Çekoslovakya
komünizmden sıyrılıp tam bir Batı demokrasisi olacak ve bunu önce uydular, sonra
artık iyice uyanmış bulunan Ukraynalılar, Türkler ve öteki iç milletler takip
edecekti. Ruslar bu uzak tehlikeyi önlemek için büyük prestij kaybı pahasına o
istilayı yaptılar.
Amerika'nın Asya macerasını da kuru bir emperyalizm kelimesiyle açıklamaya
kalkmak çok sathi bir görüştür. Araya bazı fabrikaların çıkarı karışmış olsa
bile bu savaşlar, Asya'ya ve oradan Afrika'ya sıçrayıp yayılacak komünizmin daha
sonra Amerikan anavatanını tehdit eder hale gelmesi ihtimaline karşıdır.
İki Cihan Savaşı arasında bir "önleyici savaş" deyimi çıkmıştı. Hitler'in
silahlanmaya başlayarak Almanya'dan intikam seslerinin yükseldiği sıralarda
Fransa'da, Almanya kuvvetlenmeden açılacak bir savaşla onu büyük tehlike
olmaktan çıkarmak düşüncesi uyanmıştı. Bunu yapsalardı Almanya tekrar yenilerek
büyük tehlike olmaktan çıkacak, ikinci Cihan Savaşı olmayacaktı. Fransızlar buna
kıyışamadılar. Bunu tavsiye eden ileri görüşlü devlet adamlarına ve
generallerine aldırmadılar ve bunun cezasını çok acıklı şekilde çektiler.
Aynı önleyici savaşı Habeşler de İtalyanlara karşı yapabilir, Mussolini
Habeşistan'ı istila fikriyle Süveyş Kanalı'ndan yavaş yavaş askeri birlikler
geçirerek Eritre ve Somali'ye yığarken, iptidaî silahla, fakat kalabalık
ordularıyla saldırarak İtalyan yığınağını bozabilirlerdi. O zamanki araçlarla
haftada ancak birkaç bin asker taşıyan İtalyanlar bunun üstesinden gelemezler,
Habeşistan kurtulurdu. Fakat Habeş İmparatoru korktu. Askerî müşaviri olan Vehip
Paşa'nın fikirlerine iltifat etmedi. Hatta İtalyanlar'ı tahrik ediyor gözükmemek
için askerlerini sınırdan geri çekti. Sonu malûm...
Şimdi Irak Devleti Başkan Yardımcısı General Ammâş Türkiye'ye gelirken
yukarıdaki örnekleri, ki bunlar daha da çoğaltılabilir, hatırlamakta fayda
vardır.
Irak, Osmanlı İmparatorluğunun Musul, Bağdat ve Basra Vilâyetleri üzerinde
kurulmuştur. Musul "Milli Mîsak"ın içinde olduğu halde sırf Kerkük petrolleri
yüzünden İngilizler direnmişler, bu yüzden Şeyh Said isyanını çıkarmışlar;
Balkan , Cihan ve Kurtuluş Savaşları'ndan bitkin ve yıkık bir halde çıkan
Türkiye yeni bir savaşa girecek güçte olmadığı için nihayet Kerkük Türkleri ile
birlikte Musul'u da feda etmek zorunda kalmıştı.
Bu eski Musul vilâyetimizin güney bölümlerinde "Türkmen" denilen Irak Türkleri
yaşamaktadır. Sayıları 750.000 kadar olan bu Türkler millî şuur bakımından örnek
seviyede bir topluluktur. Bu topluluktan Irak Hükümeti bunlara gereğince bir
azınlık hakkı tanımamıştır. Aksine, kendisine isyan eden ve dağlık bölgelerde
tutunup Rus, Amerikan, İngiliz ve Acem yardımı gören Kürtler'e haklar ve
tavizler verirken Türklerin varlığını bile unutmuş gibi gözükmüştür. Türkiye'ye
gelen bu General Ammâş, bir süre önce bir Türk gazetecisiyle yaptığı konuşmada
"Bu meseleyi fazla kurcalamayın. Hem Türkler ancak 150.000 kişidir" demek
suretiyle bir devlet adamına yakışmayan bîr ağız kullanmıştır.
Ammâş, milletlerin değer ve ehemmiyetinin nüfus sayısıyla ölçülemeyeceğini
unutmuş gözüküyor. Irak Türkleri 150.000 kişi de olsa Türk ve büyük bir tarihî
mirasın neticesi oldukları için bir buçuk milyon Kürt'ten daha mühimdir.
Ehemmiyet sayı ile orantılı olsaydı 100 milyon Arap iki buçuk milyon Yahudi'ye
yenilmezdi.
Irak Devleti de hemen bütün Arap devletleri gibi istikrarsız bir devlettir ve
varlığının emniyete alınması şartlarının başında Türkiye ile iyi geçinmek gelir.
Bugün Kuzey Irak'ta Barzânî'ye muhtariyet vermek, Irak kabinesine birkaç Kürt
almak , onların her türlü azınlık haklarını tanımak ve "Irak Devleti Arap ve
Kürtler'den mürekkep bir devlettir" diyerek Türkler'i kaale almamak Irak'ın
akıbeti bakımından hiç de hayırlı değildir.
Burada Türk Devleti'ne düşen görev de mühimdir. Büyük bir geçmişin hâtıraları
olarak şurda burda kalan Türk topluluklarını ihmal edemeyiz. Türkiye sadece
taviz mi verecek? Siyasî sınırlar dışında kalan Türkler'in hakkı aranmayacak mı?
Aciz Irak Devleti yarın Barzânî'nin Türkiye'deki Kızıl Kürtleri kışkırtarak
başımıza yeni gaileler açmasına kadar bekleyecek miyiz?
Bir Kürt devleti, Türkiye için hiçbir zaman bir tehlike olamaz. Fakat bir Kürt
devleti, hele kızıl bir Kürt devleti dışarı düşman kuvvetlerin üssü haline
gelirse, ki böyle olacağı muhakkaktır, Türkiye'nin zayıf bir anında buhranlar
doğurabilir.
Türkiye, Kıbrıs Türkleri'nin haklarını korumak istediği zaman karşısında
basiretsiz Amerika'yı bulmuştu. Bulgaristan Türkleri'nin hakkını korumak isterse
karşısında basiretli Rusya'yı bulur. Fakat Irak Türkleri'nin hakkını korumak
için bir hareket yaparsa karşısında hiç kimseyi bulmaz.
Beş on günde bitirilecek olan böyle bir hareket milli ahlâk, milli siyaset,
yarınki emniyet bakımından bir zaruret değil mi? Türkiye'nin uyuşuk değil,
dinamik ve çetin olduğunu göstermesi bakımından da terbiyevi bir tesiri yok mu?
38-3403