NİHÂL ATSIZ'IN SAVUNMASI
NİHÂL ATSIZ'IN SAVUNMASI
Aşağıdaki yazı, NİHÂL ATSIZ'ın kamuoyunda
"Irkçılık-Turancılık Dâvâsı" diye bilinen 1944 Türkçülük dâvâlarında mahkeme
heyetine karşı yaptığı savunmanın tam metnidir. (Savunmanın içerisinde adı geçen
kişilerin kimlikleri yazının sonunda belirtilmiştir.)
DÂVÂNIN MÂHİYETİ
Bu dâvâ, savcının iddiaya uğraştığı gibi yeni bir rejim ve yeni nizam kurmak
dâvâsı değil, Türkçülük düşmanlarının yaygarasına aldanarak kuruntuya
kapılanların hiç yoktan ortaya attıkları bir ?açık kapıları zorlama? dâvâsıdır.
Bu dâvâ; gizli cemiyet, şifre, parola, telsiz, hükûmet darbesi, vatan ihaneti
gibi efsanelerle dünyayı velveleye veren şahsî düşmanlarının, boş ve hayâlî
iddialarını zorla ispat etmek için mâsum insanlara, gerçek yurtseverlere
savurdukları iftiraların dâvâsıdır.
Kâzım Alöç?ün, Turancılar dâvâsını anlaşılmaz bir taassupla ne kadar yanlış bir
zaviyeden gördüğünü, iddialarının ne kadar çürük olduğunu belirtmek, bunun
sonunda da müdafaa hakkımı gereğince kullanmak için, iddiasının mahiyetini açığa
vurup mahkemenin ve bütün dünyanın önüne sermek icap ediyor. Savcı yerinde duran
bu adam her şeyden önce yazılı vesikaları tahrif etmiştir: Ben ?bedava broşür
verelim? diyorum, o bunu ?gizli broşür? şekline sokuyor.
Ben ?Türk illerinin dünkü, bugünkü sınırları? diyorum, o bunu ?yarınki sınırlar?
diye tahrif ediyor.
Ben ?millî ülkülerin üçüncü merhalesi cihanı kaplamaktır? diyorum, cihanı
istilâya kalkıştığımızı ilân ediyor. ?Ölmüş devlet reisinden? bahsediyorum,
?ölmüş reisicumhur? hâline getiriyor. Ne ben acemi bir lise talebesiyim; ne de o
benim tahrir vazifelerimi düzelten bir edebiyat öğretmenidir. Taşıdığı soyadı
bile yanlış olan öğretmenler benim yazılarımı düzeltemez.
Kâzım Alöç yalnız metin tahrifiyle kalmamıştır: Almanlar ve İtalyanlar
aleyhindeki manzum ve mensur yazılarım kendisince malûmken ve Almanların
Balkanlara inerek Türkiye?ye saldırmalarına muhakkak diye bakıldığı bir zamanda
yazılmış olan vasiyetnamem kendinin önünde iken, hele bu vasiyetnamenin oğluma
ait bölümünde Almanlar ve İtalyanlar da millî düşmanlarımız arasında sayılmışken
bana faşist taklitçisi (Son Tahkikat s.31) diyerek metni tahriften daha kötü bir
hakikat tahrifine tenezzül etmiştir. Dâvâ dosyasındaki mektupları görebilseydim
daha birçok tahrif örnekleri verebilirdim. Fakat bu kadarı da ispat ediyor ki
Savcı Kâzım suç teşkil etmeyen yazılarımızı beğenmediği için bunlarda küçücük
değişiklikler yapmakta mahzur görmüyor. Esasen savcı Kâzım hiçbir şeyi
beğenmiyor. Ona göre bizim her hareketimiz bir suç teşkil ediyor: Doktor Hasan
Ferit suçludur, çünkü dargınları barıştırmıştır. Orhan Şaik, o da suçludur,
çünkü dargınları barıştırmamıştır.
Zevcemin ?sıhhatini bildir? diye çektiği telgraf suçtur. Onun için bu telgraf
suç delili olarak dosyaya konmuştur. Orhan Şaik?le birlikte Malatya ve Edirne?de
bulunuşum da suçtur ve Orhan?ın ?Malatya?da beraberdik? deyişi bir itiraftır. Bu
zihniyet ve mantığa göre hakka yakın olmak için Kâzım Alöç?den ırak olmaktan
başka çıkar yol kalmıyor demektir ki o da bizim ihtiyarımız dahilinde değildir.
IRKÇILIK
Irk, aynı kökten gelen insan veya hayvan topluluğu demektir. Arapça olan bu
kelimenin Türkçesi Doğu Türklerinde ?uruk?, Batı Türklerinde ?soy?dur. ?Soy?
dilimizde asalet ifade eder. ?Soylu? demek asil, necip demektir. ?Soysuz? bunun
zıddıdır. Bir şeyin bozulması ?soysuzlaşma?dır. Demek ki soyun varlığı ve iyi
mânâ ifade etmesi, milletin şuurundan tahteşşuuruna kadar, yahut tahteşşuurundan
şuuruna kadar geçmiş ve dilde temellenmiştir. Nitekim soy ve ırk hayvanların
bile asillerinde, değerlilerinde aranır, yarış atlarında olduğu gibi.
Savcı Kâzım, iddianamesinin ikinci sahifesinde ?20'nci asra gelinceye kadar
dünya yüzünde en müfrit milliyetçi memleketlerde bile kan esasına dayanarak ırk
tasfiyelerine rastlanmamıştır? diyor ve bunu yalnız son zamanların Alman
ırkçılığı ile başlamış bir hareket diye gösteriyor. Hâlbuki tarihte ırkçılık
vardır. Uzak ve yakın zamanlarda vardır. Yabancılar bile Türk ırkına övünç
verecek şekilde Türk ırkçılığı yapmıştır: Arap devleti olan Abbasî
İmparatorluğu?nun hükümdarları Türk ırkının üstünlüğünü anlamışlar, ordularını
bu üstün ırkın askerleriyle kurarak kuvvetlenmişler, Türkler başka milletlerle
karışarak soyları bozulmasın diye Türkistan?dan Türk kızları getirip Türk
askerlerinin bunlarla evlenmesini kanun hâline sokmuşlar, hattâ Türkler ahlâkça
da başka milletlerin tesirinde kalmasınlar diye yeni bir şehir kurarak Türk
askerlerini zevceleriyle birlikte o şehre yerleştirmişlerdi. Tarihteki türlü
Türk hanedanlarında hükümdarın Türk zevcesinden doğan şehzade veliaht olurdu.
Osmanlı padişahı İkinci Selim, cinsî hayatta kadın rolü oynayarak Türk halkının
ahlâkını bozuyorlar diye Arnavutların Anadolu?ya geçmelerini yasak etmişti.
İkinci Mahmud, yeni kurduğu Türk ordusunda, zekâlarının azlığından dolayı
Çerkezlerin miralaylıktan daha yukarı terfi etmemeleri için ferman çıkarmıştı.
Vaktiyle Yeniçeri Ocağı?nın kurulmuş olması da ırkçılığın aleyhinde bir hareket
değil, onun tamamlayıcısıdır. Çünkü Osmanlı ordusunun 400.000 kişi olduğu
heybetli günlerde devşirmeler en çok 20.000 kişiyi geçmiyordu. Evlenmeleri yasak
olan bu devşirmeler kapıkulu, yani padişahın köleleri idi. Çünkü Türk devletinde
Türk?ten köle olmazdı.
Tarihte siyasî vakalar olarak görülen ırkçılık ilmî bir mevzudur. Ondokuzuncu
asırdan beri işlene işlene kanunları bulunmuş, tam bir bilim olmuştur. Kendi
tarihini bile bilmeyen Kâzım?ın bir ihtisas şubesi olan ırkçılıktan habersiz
olması mazur görülebilir. Fakat savcı Kâzım?ın aklı ermiyor diye ilim inkâr
olunamaz. Delilik, sara, boy, renk gibi hususiyetler ırsen intikal ettiği gibi
mânevî hasletlerin, hattâ şairlik, musikişinaslık gibi şeylerin geçtiği de ilmî
hakikattir. Musikişinas aileler, cani aileler olduğunu savcı Kâzım belki
gazetelerde veya dergilerde görmüş, hiç olmazsa bazı filmlerde seyretmiştir.
Ailelerde irsî hususiyetler olduğu gibi ırklarda da irsî hususiyetler vardır.
Yüksek ırklarda bu hususiyetler müspet hususiyetlerdir. Bu müspet hususiyetler
ancak aşağı ırklarla karışma neticesinde bozulur. Yüksek ırk pek çabuk bozulur.
İki müsavi ırk olan Norveçliler ile İtalyanlardan yüzer çift evlense doğacak
çocukların aşağı yukarı yarısı Norveçliye yarısı İtalyan?a benzer. Fakat yüz
Türk?le yüz zenci evlense doğacak çocukların hepsi zenciye benzer. Çünkü zenci
aşağı ırktır. Tesâlüpte onun hususiyetleri üstün bir yer tutacaktır. Zenciden
daha üstün, Türk?ten daha aşağı olan öteki ırklarla yapılan karışmalarda da Türk
ırkı üstün hasletlerinden yine kaybeder.
Sayı ile bir örnek vermek gerekirse şunu söyleyebilirim ki; yüz Türk'ün yüz
zenci ile evlenmesinden doğacak çocukların hepsi zenci olursa; yüz Türk'ün yüz
Yahudi yahut yüz Arap veya Kürt; yahut yüz Arnavut, Boşnak, Gürcü veya Rus'la
evlenmesinden doğacak çocukların yüzde yetmişi, sekseni Türk'e benzemez. Bu
benzemeyiş hem gövde yapısında, hem de karakterdedir.
Temiz ve üstün olan şeylerin çabuk bozulması tabiî bir kanundur. Bir bardak saf
suyu bozmak için deniz suyundan bir kaşık yeterse çirkeften bir damla yeter de
artar bile.
İşte ırkçılık budur. Yani Türklerin maddî ve mânevî hasletlerinin bozulmaması
için onun yabancı kanlarla karışmamasını isteyen millî bir düşüncedir. Gerçi
Anadolu'yu açan atalarımız büyük şehirlerde yabancılarla biraz karışmışlardır.
Fakat ırk bilgisinin verilerine göre bir topluluk yalnız belli bir zamanda
karışır da sonra bu karışma devam etmezse kendi kendisini tasfiye ederek bir
müddet sonra eski hâline döner. "Üç göbekten beri Türk olanlara Türk derler"
diyen Kâzım Alöç'ün bana isnat ettiği söz buradan çıkıyor. Duruşma sıralarında
da söylediğim gibi su katılmamış Türk olmak için üç göbekten beri Türk olmak
lâzımdır. Bunu söyleyen de ben değilim, ilimdir. Almanlar Yahudilere,
Amerikalılar da zencilere karşı ilmin bu kanununu tatbik ederek üç göbek
ilerisine kadar kanında Yahudilik veya zencilik bulunan insanları kendi
milletlerinden saymamaktadırlar.
Demek ki Türk milleti dışarıdan gelen yabancılarla aralıksız olarak uzun zaman
karışırsa sonunda bir daha eski hâline gelemeyecek şekilde bozulur, maddî ve
mânevî üstün vasıflarını kaybeder, neticede de tarihte büyük rol oynayan
kahraman Türk olmaktan çıkarak Türkçe konuşmasına, kendisini Türk saymasına
rağmen tarihte hiçbir rolü olmayan geri ve kaba ırklar derecesine iner. Bunun
sonu yıkılıştır.
Hiç şüphesiz her millet kendi arasındaki yabancılardan bir takımını eritip
kendisine benzetebilir ve benzetmiştir. Türkler de Türkiye'deki dokuz asırlık
hayatlarında kendi yapılarının kaldırabildiği kadar yabancıyı eritip kendilerine
benzetmişlerdir. Bu kadarı Türk kanını ve Türk içtimaî yapısını bozmaz. Fakat
yabancılar sonu gelmeyerek Türklükle karışacak olursa nihayet Türk kanını, bunun
neticesinde de Türk seciyesini ve ahlâkını bozar. Bunu fizyolojik bir uzviyetin
yabancı maddeleri sindirip eritmesine benzetebiliriz. Bir vücut nasıl yabancı
maddelerin ancak kendisine yarayacak olanını hazmedip fazlasını kendisinden
atıyorsa içtimaî birer uzviyet olan milletler de aynı şekilde harekete
mecburdurlar. Fizyolojik bir uzviyet hazmedemediği ve çıkarmaya mecbur olduğu
maddeleri çıkaramadığı takdirde nasıl zehirlenirse içtimaî uzviyet olan
milletler de temsili kabil olmayan unsurları çıkaramadığı takdirde zehirlenmeye
mahkûmdur. Fizyolojik uzviyetin hazmedemediği maddeler nasıl o uzviyetten
sayılmazsa ve uzviyet tartılırken nasıl bu gibi temsil olunamamış maddeler
hesaba katılmazsa bir milletin tartısı demek olan nüfus sayımında da temsil
olunmamış tortular o milletten sayılamaz. Temsil olunmamış yabancıları o
milletten saymak hazmolunmamış gıdaları insan vücudundan saymaya benzer.
Yabancı unsur kendisini o vatana kan bağı ile bağlı görmediği için; kendisini
asıl milliyetinden vazgeçmeye mecbur eden millete karşı içinden kin duyduğu
için, o milletin içinde yalnız kendi hususî menfaatlerini güder. Fırsat bulduğu
zaman ihanetten çekinmez. Tarihteki en büyük imparatorluklar olan Roma, Abbasî
ve Osmanlı İmparatorlukları, içlerindeki yabancıların fesadından ve bunların
yüksek mevkilere geçmelerinden dolayı yıkılmışlardır. Bir devlet kuvvetli iken
ona hizmet eden yabancılar daima görülmüştür. Onaltıncı asırda Osmanlı sadrazamı
olan Hırvat dönmesi Sokullu Mehmed Paşa Turancılık yapmış, ondokuzuncu asırda
İngiliz Başvekili olan Yahudi Lord Bikonsfild İngiltere'de Yahudi aleyhtarı
kanunları çıkarmışlardır. Fakat bunlar arızîdir. Türk tarihi, yabancıların
birkaç hizmetine karşılık binlerce ihaneti ile dolup taşan bir ibret tarihidir.
Çin'e sefere çıkan Türk hakanını zehirleyen Çinli prensesten Şerif Hüseyin'e,
Çerkez Ethem'e ve Kürt Şeyh Sait'e kadar binlerce vakası olan bir ihanetler
tarihidir. Memleketin öz çocukları ise hizmet etmek için yüksek mevkilere
geçmeyi beklememişlerdir. Her yerde, her zaman, her şart içinde sessizce,
gösteriş yapmadan hizmet etmişler, kan ve can vergisi vermişlerdir.
Türk milletinin gözünü açmak için ileride büyük ciltler hâlinde neşredeceğimiz
bu ihanet silsilelerini burada saymaya imkân yoktur. Yalnız, eğer açılabilirse,
savcının gözünü açmak için burada birkaç tarihî vakayı anmakla iktifa edeceğim:
1- Namık Kemal'in büyük dedesi olan gazi ve şehit Topal Osman Paşa, Nadir Şah'la
savaşırken Osmanlı ordusunda bulunan Araplar ve Kürtler topyekûn ihanet ederek
ordumuzun bozulmasına sebep olmuşlardır.
2- Balkan Harbinde, Sırplarla yapılan Kumanova Meydan Savaşı'nda Osmanlı
ordusundaki Arnavutlar yine topyekûn ihanet ettikleri için ordumuz savaşı
kaybetmiştir.
3- Yine Balkan Harbinde Selanik'i müdafaa edecek olan 40.000 mevcutlu kolordunun
kumandanı Arnavut Tahsin Paşa, tek fişek atmadan şehri ve kolorduyu Yunanlılara
teslim etmiştir.
4- Birinci Cihan Harbi'nde Araplar İngilizlerle, Ermeniler Ruslarla birleşerek
ordularımızı arkadan vurmuşlar, Türk esirlerini kesip doğrayarak örneksiz
vahşetler yapmışlardır.
5- Türk milletinin idam fermanı olan Sevr Barışını ancak Ermeni aslından Damat
Ferit, Arap Hâdi ve Arnavut Rıza Tevfik imzalamıştır. Rıza Tevfik imzada
kullandığı kalemi Amerikan Kolleji'ne hediye etmiştir.
6- Mütareke yıllarında "Nemrut Mustafa" diye anılan Kürt Mustafa Divân-ı Harbi
sırf ırkî bir taassupla Türk vatanperverlerini idam etmiş, Ermeni tehcirlerini
bahane göstermiştir. Ermeni tehcirini yapan Türkleri idam etmekle İstiklâl
Harbine iştirak eden Türkleri idam etmek arasında mahiyet farkı olmasa gerektir.
7- Kurtuluş Savaşında Çerkez Ethem ve yardakçıları, Düzce ve Bolu havalisindeki
Çerkez ve Abazalar topyekûn millî dâvâya ihanet etmişlerdir. Bunların bir kısmı
Balıkesir havalisinde bir Çerkez devleti kurmaya kalkışmışlardır.
8- Kurtuluş Savaşından sonra Doğu Anadolu'daki Kürt ve Zazalar topyekûn isyan
ederek ayrı devlet kurmak sevdasına kapılmışlardır.
9- Daha sonra Türk ordusunda bir yüzbaşı olan Kürt İhsan Nuri, Ağrı Dağı'ndaki
Kürtlerle birleşerek ve yabancılardan yardım görerek bir isyan hareketi
yapmıştır. Dikkate değer ki İhsan Nuri, kumanda ettiği bölüğü de bu isyana
sürüklemek istediği hâlde Kürt efrat kendisine uymuşlar, fakat Türk erat bunu
kabul etmemişlerdir.
Asırlardan beri içimizdeki yabancılardan gördüğümüz ihanetler Türk halkında
aksülamel ve öfke doğurmuş, Aydın illerinde bir millet kahramanı gibi hâlâ
anılan ve adına kitaplar çıkarılan Çakırcalı Efe, bu kahraman dağ şövalyesi,
Arnavut ve Çerkez mezarlığı yapmaya and içmiş ve andını yerine getirmişti.
Türk milleti içimizdeki yabancıları, gerek bize yaptıkları fenalıkları, gerek
ahlâksızlıkları yüzünden daima aşağı görmüş, tehzil etmiştir. Halkın içinde ve
kitaplarda yaşayan tabirler, darbımeseller ve fıkralar yabancılara karşı Türk
ırkının tiksintisini, gururunu, telâkkisini, inancını göstermektedir.
Savcının anayasaya aykırıdır diye bize yapıştırmak istediği ırkçılığı devlet
bilfiil tatbik etmektedir: Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü ile askerî okullar ve
Hemşire Okulu'na ancak Türk ırkından olan öğrencilerin alınması; 2510 sayılı
iskân kanununun 7, 9, 10, 11, 13'ncü maddeleriyle iskân muafiyetleri
nizamnamesinin üçüncü, dördüncü maddeleri; Millet Meclisi tarafından kanunla
kabul edilen İstiklâl Marşı'nın ve Harp Okulu Marşı'nın Türk ırkını terennüm
etmesi, hep ırkî görüşün mahsûlleridir.
Benim ırkçılıktan dolayı hesap verdiğim şu dakikada, Istanbul Emniyet
Müdürlüğünün birinci şubesinde, birinci kısmın bir masasında oturan bir memur
bazı genç öğrencilerin Türk ırkından olup olmadığını incelemekle meşguldür.
Bundan birkaç yıl önce Atatürk'e suikastla itham olunarak Ankara'da muhakemesi
yapılan Ali Saip'in dâvâsında, Savcı Baha Arıkan Ali Saip'i Kürt olmakla itham
etmiş ve Kürtlüğü bir suç gibi yüzüne çarparak Kürt olduğu için devlet başkanına
suikast yapabileceğini ileri sürmüştü. Yani o zaman bir savcı ırkçılık yapmıştı.
Bugün ise başka bir savcı ırkçılığı yurda ihanet gibi göstererek ırkçıları itham
etmektedir. Devletin kanunları savcıların keyfine göre ayrı ayrı mânâlar alamaz.
Millet fertleri de savcılar, kanunları başka başka anlıyorlar diye oyuncak
yerine konulmaz. Ya odur ya da budur. Ceza kanunumuzun birinci maddesi ?kanunun
sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilmez? demesine,
devletin orduda bilfiil ırkçılık yapmasına göre demek ki ırkçılık suç değildir.
Suçsa asırlardan beri ayrı cemaat teşkilâtları, yalnız kendi aralarında
evlenmeleri, dini törenleri ve ayrı mezarlıkları ile bilfiil ırkçılık, hem de
Yahudi ırkçılığı yapan Selânik dönmeleri niçin cezalandırılmıyor da, bu vatanın
hakîkî sahipleri ve bekçileri olan biz Türkler fikir ve nazariyat sahasında
takibata uğruyoruz?
Başvekil Saracoğlu Şükrü, 5 Ağustos 1942?de Millet Meclisi?nde verdiği nutukta:
?Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan
ve kültür meselesidir? diyerek kan, yani ırk esasını kabul etmişti.
26 Birinciteşrin 1941 Pazartesi günü çıkan gazetelerde Istanbul halkına bir veda
demeci neşreden eski Örfî İdare Kumandanı Ali Rıza Artunkal Türk Milleti?ne
değil, asil ve temiz Türk ırkına hitap etmişti.
Görülüyor ki eski Örfî İdare Kumandanı ?asil ve temiz Türk ırkı?ndan bahsederken
yenisi ırkı inkâr ederek ırkçılığı vatan ve millet ihaneti sayıyor. Bunların
hangisi doğrudur? İkincisi doğru ise niçin Ali Rıza Artunkal, Saracoğlu Şükrü ve
orduya bilfiil ırkçılığı koyan Çakmakoğlu Müşir Fevzi Paşa hazretleri de bizim
aramızda değildir? Adaletin eşit olması için aynı suçu işleyen bütün insanların
takibata uğraması icap eder. Aksi takdirde adalet yerine getirilmiş olmaz.
Irkçılık resmî neşriyatla da teyid edilmiş, Maarif Vekâleti neşriyatında,
bilhassa inkılâp derslerinde son haddine varmıştır. Mahmut Esat Bozkurt?un
İnkılâp Tarihi kürsüsünden verip bastırdığı takrirler Türk gençlerinin
kalbindeki yankısını hâlâ kaybetmemiştir. Eski bir adliye vekilinin, resmi bir
hükûmet organı olan kürsüden devletin bugüne ve yarına muzaf düşüncelerini
gösteren bu takrirleri vermesi dikkate değerdir.
Irkçılığı; kabul ettiği iskân kanunuyla sade Millet Meclisi, askerî okullarda
tatbik ettiği usulle ordu, 5 Ağustos 1942 nutkuyla başvekil, neşrettiği
kitaplarla Maarif Vekâleti ve üniversite yapmış değildir. Şimdiye kadar ikisi de
benim tarafımdan olmak üzere çıkarılan Türkçü dergilerde de ırkçı neşriyat
yapıldığı, bunda benim geniş bir payım olduğu halde ne Örfî İdare, ne müddei
umumîlik, ne Emniyet takibat yapmamıştır. 1931?den 1941?e kadar suç olmayan bir
fiilin, ceza kanununda değişiklik olmadığı halde 1944?te birdenbire suç diye
vasıflandırılmasının hesabını vermeye mecbur olan ben değilim, Savcı Kâzım?dır.
Irkçılık Türkiye?de yabancı ırkların tesanüdüne karşı bir aksülamel olarak
doğmuştur. Azınlıklar hususî cemaat teşkilâtları, Türklerle karışmamak
hususundaki gelenekleri, birbirlerini koruyan tesanütleri, ayrı mezarlıkları,
ayrı dilleri ve dinleri, ayrı mektepleri ve soyadlarıyla kendi ırkî
hüviyetlerini inatla sakladıkları, yani, memlekette Türklükten başka ayrı milli
hüviyetler yaşatarak millî birliğe engel oldukları, Türkiye?yi yirmi parçaya
ayırdıkları hâlde bunun suç sayılmayıp da onların bu ayrımcı ve bozguncu
hareketine karşı millî bir reaksiyon gösteren, memlekette tek ve rakipsiz bir
Türk ırkından başka hiçbir ırk kalmamasını isteyen, yani Türkiye?nin mânevi
birliğini özleyen Türklerin, bu memleketi bin parçaya ayırmakla itham edilmesi
gibi bir düşünceye tarihin hiçbir çağında hiçbir yerde, hiçbir millette
rastlanmadığı gibi bugünkü hukuk telâkkileri de buna müsaade etmez. Kâzım
Alöç?ün inatla müdafiliğini yaptığı başka ırklar, her vesile ile kendilerini
Türk?ten ayrı saymakta devam ettiklerini gazetelere verdikleri ilânlarla da
göstermektedirler. Mahkemenize sunduğum iki gazetedeki ölüm ilânları sözlerimin
delilidir. Birinde (4 Kânunuevvel 1944 tarihli Akşam?da) Ümerâ-yı Çerâkese?den
Murat Beyin kerimesi İsmet Hanımın, öbüründe de (30 İkinciteşrin 1944 tarihli
Cumhuriyet?te de) maruf tüccar Sabri Süleymanoviç?in acı ölümlerinden
bahsolunuyor. Irkçılığı millî tefrikacılık sayanlar ve hele bu hususta isterik
bir hassasiyet gösteren Kâzım Alöç bu ilânları görmeli, Çerkezlik ve Boşnaklık
iddiasının gösterişli şekilleri olan bu ilânları verenler hakkında takibat
yapmalıydı.
Burada kendiliğinden bir sual vâki oluyor: Madem ki ırkçılık Kâzım Alöç?e göre
yanlış, sakat bir zihniyetti, o hâlde niçin kendisi bizim ırkımızı aramak
sevdasına kapıldı? Niçin Barıman?ın, Reha?nın, benim ve zevcemin ırklarımızı
aramaya kalkıştı? Burada dördüncü göbek babam hakkında savurduğu Rumluk
iftirasını da reddetmeye mecburum. Belki bunun yeri burası değil gibi gözükür.
Doğrudur. Fakat o duruşmam sırasında buna mâtuf sözlerim durdurularak bunları
müdafaama bırakmam mahkemece bana ihtar olunduğu için ben de buna uyarak bu
meseleyi şimdi ele alıyorum:
21 Temmuz 1944 Cuma günü ilk sorgum yapılırken Kâzım Alöç vasiyetnamemdeki
şeceremi mevzuubahs ederek: ?Siz dördüncü göbek babanızı bilmiyorsunuz ama biz
tahkik edip öğrendik? demiş ve ?kimmiş?? diye vâki olan sualime de ?Tabiî bir
Türk köylüsü? diye cevap vermişti. 22 Temmuz 1944 Cumartesi günü yapılan ikinci
sorgumda dördüncü göbek babamın Rum olduğunu, çünkü Pontus?tan göçerek Midi
köyüne geldiğini söylemiş, bu malûmatın nereden elde edildiği hakkındaki sualime
de ?mütehassıslara yaptırılan inceleme ile? diye cevap vermiş fakat bu hayâli
mütehassısların kimler olduğunu bildirmemişti. Aynı gün zevcemin yine
vasiyetnamede bulunan şeceresini mevzubahis ederek onun da tahkik edildiğini ve
doğru çıktığını, Reha hakkında yapılan incelemede de Reha?nın Berberî ırkından
olduğunu tespit ettiklerini ve Berberîliğin uzak değil, ikinci atadan geldiğini
söylemişti. 7 Eylül 1944?te okuduğu son tahkikat kararında ise Rumluğu biraz
daha yaklaştırarak dördüncü göbek babamdan üçüncü göbeğe indiriyor ve dedemin
babası için ?dönme olduğu mervî Ahmet? diyor. Bu kadar mühim ve tarihi bir
dâvâda bir savcının rivayetlerle değil, riyazi katiyetlerle söz söylemesi icap
ederdi. Duruşma sırasında, Midi köyünde yaşayan doksan yaşındaki ihtiyarın (ki
Kâzım?ın mütehassıs dediği adam herhâlde bu olacak) sözlerine atfen bu rivayetin
çıktığını itiraf eden savcının biraz içtimaiya bilgisi olsaydı bir soyadının
ancak uzun bir zamanda teşekkül edeceğini, bir dönmenin veya oğlunun
?Çiftçioğlu? diye bir soyadı alamayacağını kestirirdi. Biraz Türkiye coğrafyası
bilseydi başka yerlerden Gümüşhane vilâyetine bir muhaceret değil, toprağı
verimsiz ve taşlık olan Gümüşhane vilâyetinde dışarıya doğru göç olduğunu
bilirdi. Biraz istatistik yıllıklarını karıştırmış, eski ihsâî malûmata bakmış
olsaydı Türkiye?nin 63 vilâyeti arasında yüzde hesabiyle Türklerin en kalabalık
olduğu vilâyetin Gümüşhane olduğunu görürdü. Tarih ve etnolojiye biraz vukufu
olsaydı Gümüşhane vilâyetinin Bayındır Türkleriyle dolduğunu, Fatih Sultan
Mehmed?in de buraya Amasya?dan bir yığın Türk getirdiğini hatırlatırdı.
Hepsinden sarf-ı nazar biraz mantıkî düşünebilseydi Karadeniz kıyılarında
balıkçılık eden Rumların Zıgana Dağları?nı aşarak Dorul?a gelip çiftçilik
yapmayacaklarını, sahil ahalisinin daima sahillere hicret ettiğini
düşünebilirdi. Bütün bunlardan sonra beni bütün psikolojimle tanımak iddiasında
bulunan Kâzım beni cidden tanısaydı, eserlerimi okusaydı bende bir dönme
torununun psikolojisi bulunmadığını idrak ederdi. Dönme psikolojisinin nasıl
olduğunu Kâzım Alöç çok iyi bilir. Nihayet şunu da hatırlatmak isterim ki bugün
Midi köyünde yaşadığı iddia olunan doksan yaşındaki ihtiyar, hakikaten mevcutsa,
benim ne dördüncü ne de üçüncü göbek babamı görüp tanımış olamaz. Babamın ve
dedemin malûm olan doğum yıllarına göre bu, imkânsız bir fantezidir. Mahkemeyi
bir de karışık rakamlarla yormamak için bu hesapları göstermekten vazgeçiyorum.
Çünkü diğer delillerim her yerde olduğu gibi burada da bir iftiraya uğramış
olduğumu kâfi miktarda ispat etmektedir.
Şimdi: Eski atamın ilk önce ?Türk?, ikinci seferde ?Rum?, üçüncü seferde
?rivayete göre? dönme olduğunu söyleyen, yani bir meseleyi üç seferde üç ayrı
şekilde ortaya atan Kâzım?ın sözlerinden hangisi doğrudur? Ve biz onun
sözlerinden hangisine inanıp hangisine inanmayacağız nasıl kestiririz? Belli ki
bu iftira benim ırkçılık prensibimi çürütmek için ortaya atılmıştır. Fakat
çürütülemez. Farzımuhâl benim, ana ve baba tarafımdan bütün ecdadım gayr-ı Türk
olsa bile yine bununla ırkçılık ülküsü çürütülemez. Çünkü îlmi hakikatler ve
tarihi zaruretler, şahısların hususi durumuna bağlı olarak değildir. Eğer ben
hâlis Türk değilsem ırkçılık dâvâsını gütmem hem samimi olduğumu, hem de bu
dâvânın haklı ve kuvvetli olduğunu gösterir. Çünkü ırkçılık ülküsünün zaferinde
şahsi hiçbir kazancım yoktur.
Savcının ırkçılıktan dolayı bana yakıştırdığı 142'nci maddenin ırkçılıkla ilgisi
olamaz. Ceza Kanununu iyi karıştırsın. Irkçılığı suç sayan başka bir madde
bulabilirse onu ileri sürsün. Çünkü 142'nci maddede zikr olunan içtimai ve
iktisadi zümreler değil, millî, ırkî veya kavmî zümrelerdir. 142'nci madde
memleketin iktisadî nizamını bozmak ve içtimaî bir zümre olan amele sınıfının
diğerleri üzerine tahakkümünü mümkün kılmak için faaliyete geçen komünistlere
karşı konulmuştur. Komünistler için kullanılan madde, komünist düşmanları için
de kullanılmaz. Irkçılığı reddetmek günün birinde bu devletin başına Yahudi bir
devlet başkanı, yahut Ermeni bir başvekil, zenci ordu kumandanları, çingene
profesörler görmeye razı olmak demektir. Irkçılığı inkâr etmekle savcının böyle
bir duruma razı olduğu anlaşılıyor. Fakat ben asla kabul etmeyeceğim.
TURANCILIK
Turancılığa gelince: Bunun hakkında fazla söz söylemeyi lüzumsuz buluyorum.
Dünyanın hiçbir yerinde kendi devletini büyütmek isteyenlere ?vatan haini?
denmemiştir. Biz Ziya Gökalp?ın, Mehmet Emin?in şiirleriyle beslendik.
Haritalarda, ırkımızın yaşadığı yerlere baktık. Milletimize fenalık edenleri
tarihte okuduk. Ve milli kini ateşten damgalar gibi kalbimize yazdık.
Irkçı ve Turancı olduğumuz için vatan ve millet haini olduğumuzu gazetelerde
ilân eden örfî idare kumandanıyla duruşmamızı yapan hâkimlerin garip bir
tesadüfle hep Turancılığa ait adlar taşıması Allah?ın bir lütfu ve bir
ihtarıdır. Mahkeme reisi generalin soyadı ?Yazgan? kâtip manasına gelen bir
kelimenin Türkistan telaffuzudur. General pekalâ ?Yazan? veya ?Yazıcı? diye bir
soyadı alabilirdi. Bunun Türkistan telaffuzuyla olan şeklini almakla hiç
şüphesiz kalbinde oraya karşı olan sevgisini göstermiştir. Albayın soyadı ?Kaan?
Turan imparatorlarının unvanı olan bir kelimedir. Hâkim Osman Cevdet?in soyadı
olan ?Erkut? Altay destanlarındaki bir kahramana aittir. Fazla olarak Millet
Meclisi reis vekilinin ?Günaltay?, bir orgeneralin ?Altay?, genelkurmay
başkanının ?Omurtak?, Isparta mebusunun ?Turan? soyalarını taşıdığını, ?Turan?
diye bir vilayet gazetesi çıktığını zikredebilirim. Görülüyor ki Turan ülküsü ve
sevgisi bütün milletin gönlünde, şuurunda, tahteşşuurunda yaşamakta, biz farkına
varmadan soyadlarımıza kadar geçmektedir.
Bir gözcü nasıl yalnız sağ gözü tedavi ile iktifa edemezse, bir Türkçü de öylece
yalnız Türkiye Türklerini düşünmekle kalamaz. Nitekim hükümet de dış Türklerle
ilgisini kesmemiş, ilk uygun fırsatta Antakya Sancağı?nı ilhak etmiştir. Halep
ve Musul da Milli Misaka dahildir. Antakya?yı istemekle ırkımızın beşiği olan
ülkeleri istemek arasında mahiyet farkı yoktur. Kimseden haksız bir şey talep
etmiyoruz. Atalarımızdan kalan mirasın, mefahirimizin gömülü olduğu toprakların
bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Oraları unutmamak istiyoruz. Ben
bunları şahsım için istemiyorum. Oralarda çiftlik yahut apartman yapacak
değilim. Milletim için düşündüğüm haklardan dolayı da kimse bana ?vatan haini?
diyemez. Bu çirkef iftirayı iadeye tenezzül etmiyorum. Kimin hain, kimin
vatanperver olduğunu tarih tayin edecektir. Hattâ etmiştir bile.
Mahmut Esat Bozkurt?un ?Atatürk İhtilali? adlı kitabında ve Atsız Mecmua, Orhun,
Bozkurt, Çınaraltı ve Tanrıdağ dergilerinde Turancılık için çıkan yazılardan
hiçbirinin takibe uğramaması bir gaflet eseri değildir. Çünkü bir devletin
1931?den 1944?e kadar gaflet etmesine imkan yoktur. Kanunlarımızda Turancılığı
suç sayan musarrah bir madde olmadığı için şimdiye kadar kanunî takibat
yapılmamıştır. Anayasamızda Turancılıktan bahis yoktur. Fakat Anayasamızda
ahlâktan da bahis yoktur. Kâzım Alöç?ün mantığı ile yürürsek ahlâkı müdafaa eden
insanları da anayasanın ana vasıflarını bozmakla itham ederek cezalandırmak icap
eder. Turancılığın yüksek bir ülkü, uğrunda can verilecek millî bir fazilet
olduğunu ben tespit ettim. suç olup olmadığını da mahkemeniz takdir edecek.
HÜKÛMETİ TAHKİR
Hükûmeti tahkir ettiğim hakkında Kâzım Alöç?ün dayandığı en sağlam delil
Cihat?ın ifadesidir. Cihat hakkında ise mahkemeniz elbette bir kanaat
edinmiştir. Reha?nın ?seni Nafia Vekili yaparız? diye yaptığı bir şakayı doğru
sanacak kadar şuurdan mahrum ve ırsiyetinde delilik olan Cihat?ın, hükûmeti
tahkir ettiğim yollu ifadesinin hukukî değeri olabilir mi? En yakın vakaları
bile hatırlamayan ve ifadelerine daima ?kati olarak hatırlayamıyorum ama...?
diye başlayan Cihat?ın, 1941?de hükûmete sövdüğümü nasıl hatırlayabildiği
düşünülmeye değer. Duruşma sırasında İsmet Rasin?in dört kişilik küçük
otomobiline aralarında Hamza gibi iki kişilik yeri kaplayacak birisi de dahil
olmak üzere yedi kişiyi sığdıran; Çınaraltı idarehanesindeki tesadüfî bir
konuşmayı kapalı perdeler arkasında yapılmış esrarengiz bir toplantı gibi
gösteren bu kanı bozuk beyinli mütereddi 27 Kânunuevvel 1944 Çarşamba tarihli
duruşmada, öğleden sonraki celsede hükûmete sövdüğümü pek hatırlayamadığını
ifade etmiştir. Öteki maznunlar da bunu teyit etmiştir.
Reha?nın aleyhimde verdiği ifadenin bana kanunî bir suç tahmil edip etmeyeceğini
bilmiyorum. Emniyet Müdürlüğünde işkence odasındaki feryatlarını kendi hücremden
ızdırapla dinlediğim, mahkemede ilk tahkikattakine aykırı ifade verirse yeniden
aynı işkenceye sokulmakla tehdit edildiğini bildiğim Reha, benim gibi maznun
olan Reha hakikaten onun yanında hükûmeti tahkir etseydim, aramızdaki
düşmanlığın en had devrinde yazdığı, benim için iftiralar taşan kitabına bunu
almaz mıydı?
Cemal Oğuz?un sözlerine gelince: Duruşma sırasında her şeyi zuhûlle izah eden bu
Filorinalı Nazım?ın hayrülhalefi hakkında mahkemeniz bilhassa yaptığı o manzum
müdafaadan sonra tam bir kanaat edinmiştir. Tam bir Kemalist olduğunu söyleyerek
Turancılığı reddetmesine rağmen manzumelerinde boyuna Turan?dan bahsetmesi bir
zuhûldür. Irkçılığı kabul etmemesine rağmen bir mecmuada ırkçılığı benimsemesi
yine bir zuhûldür. Ankara gençliğinin bana gösterdiği konukseverliği kendine
inhisar ettirmesi: O da bir zuhûldür. Ülkü ve feragat sözü ağzından düşmediği
hâlde kitabını sırf çok satıyor diye Aylı Kurt yayını olarak bastırmak istemesi,
yani âdi bir ticarî maksatla hareket etmesi de elbette zuhûldür. Kendisini altı
yıldır tanıdığım hâlde benimle 12 yıllık aile dostu oluşu, tabiî yine bir
zuhûldür. Velhasıl bu zavallı mahlûkun bizzat kendisi bir zuhûldür. Tabiatın ve
hilkatin zuhûlü.
Onun manzume kitabından sırf Atatürk ve İnönü adlarını çıkardığım hakkındaki
sözlerinin bir zuhûl olması icap eder. Çünkü ben bu kitaptan Atatürk?ü ve
İnönü?yü değil, dalkavukluğu çıkardım. Bir ismi bir kitaptan çıkarmak hakaret
değildir. Fakat bazen bir ismi bir kitapta bırakmak o isme hakaret olabilir.
Ahlâk ve sanat endişesiyle yaptığım, kendisince de malûm birkaç düzeltmeden
dolayı, manzumelerinde ordulara meydan okuyan; ölümü, azabı hiçe sayan bu sahte
kahramanın, ilk işkence tehdidi karşısında ödü patlayarak kendisini kurtarmak
için bana zuhûlen iftira atacağını nereden bilirdim? Onun manzumelerinde
münhasıran Atatürk ve İnönü adlarını çıkarmış olsam bile hakaret bunun
neresinde? Bunu hakaret saymak da savcının bir zuhûlü olsa gerek. Fiilen veya
matbuat sahasında muhasama yapmadığımız diğer maznunlar ve şahitler benden
tahkir yollu söz işitmediklerini ittifakla bildirmişlerdir.
Geriye savcının elinde kala kala Tevet?e ve Sançar?a yazılmış mektuplar
kalmaktadır ki bunda da aleniyet olup olmadığını mahkemeniz takdir edecektir.
Savcı Kâzım zoraki bir aleniyet yaratmak için çırpınmakta ve hiç kimseye
gösterilmemiş olan vasiyetnamemi de suç delili gibi ortaya sürmekte ise de
gayreti boşunadır. Kâzım Alöç?ün dostu olsaydım, onun da böyle baştan başa
vatanperverlik ve ahlâk dersi olan vasiyetnamesi bulunmasını temenni ederdim.
Onun yerinde olsaydım bunu sahibine iade ederdim.
Kimsenin görüp bilmediği vasiyetnamede bazı şahısları sevmediğim için beni
hiçbir kanun, hiçbir mahkeme mahkûm edemez. Ben herkesin sevdiği insanları
sevmeye mecbur değilim. Hele psikanalizin ortaya koyduğu hakikatlerden sonra;
tahteş şuurlarındaki zulmetlerle, gönüllerinde yaşayan ifritlerle hiçbir insanı
sevilmeyi lâyık bulmuyorum. Bütün didinmelerden sonra büyük kâinat manzumesinde
meçhul bir zerre olacağımızı düşünüyor ve bu kadar boş bir neticeye varmadan
önceki şu kısa misafirlikte insanların vicdanına karışmak hamakatını
gösterenlere acıyorum. Hiçbir hakikî bahtiyarlığın bulunmadığına kani olduğum
dünyada tek vazife ve teselli bildiğim ülkü, şahıslardan sıyrılmış yüksek bir
duygu ve düşüncedir. O, çirkin yüzlü ölümü bile güzelleştirip bir sevgili gibi
bağrımıza bastırır. Hayatın zehir zemberek kasırgalarını ruhumuzda nisan rüzgarı
gibi estirir. Acıların önünde bizi granit heykeller gibi susturur. Ben bu yolun
üzerindeyim. Onun içindir ki oğluma zengin olmasını, bahtiyarlık için
çalışmasını değil, Turan?ı kurtarmak için yapılacak kutlu savaşta şehit olmasını
vasiyet ediyorum. Savcı beğenmese de, bütün dünya hoşlanmasa da ben böyleyim
işte... Vasiyetnameyi suç saymak insanların beyinlerinden geçen düşünceleri suç
saymaya benzer. Acaba Kâzım Alöç yirmi üç maznunun kafalarında kendisi için
dolaşan mahrem fikirlerden dolayı da herhangi bir kanunî maddenin tatbikini
isteye bilir mi?
ANKARA NÜMAYİŞİ
Savcının hakkımdaki iddialarının en garibi Ankara nümayişini hazırladığım
hakkındaki sözleridir. Duruşmada elbette anlaşılmıştır ki bu nümayişi hazırlayan
ben değilim. Yaradılışım ve seciyem buna elverişli değildir. Ankara?ya gittiğim
zaman, nümayişe iştirak etmiş olanlardan yalnız Cemal Oğuz?u tanıyordum.
Tanıdıkları ve avukatları ziyaret ederek, bana gelen yüzlerce gençle konuşarak
geçen zamanda bir nümayiş hazırlamak bu kadar kolay mıdır? Bu gençleri,
farzumuhal bir nümayişe tahrik etsem, beni sabahtan akşama kadar kontrol eden
polisler farkına varmaz mıydı?
13 Teşrinisâni 1944 tarihli duruşmada Cemal Oğuz, Tevetoğlu?na yazdığı bir
mektuba dair söz söylerken: ?Atsız?la Sabahattin Ali?nin dâvâlarına ait duruşma
sırasında ıslık çalmak suretiyle Sabahattin Ali?ye ve onun şahsında bütün
komünistlere karşı tezahüratta bulunacağımızı da yazmıştım? diyor. Bu mektup,
son tahkikat kararının 15'inci sahifesinden anlaşıldığı üzere 21 Nisan 1944?te
yani ben Ankara?ya gitmeden önce yazılmıştır. Nümayiş muhakkak bir kararla
yapıldıysa görülüyor ki bu karardan benim haberim yoktur. 2 Mayıs 1944 günü
nümayişi yapmak için Cabbar, Sait, Cemal Oğuz ve benim aramda verilmiş karar
Sebat Oteli?nde, savcı Kâzım?ın hayâlhanesinde hazırlanmıştır. Nitekim bu
husustaki iddiasında da zapt ü rapt yoktur:
1- Son tahkikat kararının 14'üncü sahifesinde Cabbar?la Sait?in idaresinde
toplanan ve adları tespit edilen 15 kadar gencin Samanpazarı?nda toplanarak
nümayiş kararlaştırdıklarını söylemektedir.
2- Son tahkikat kararının 15'inci sahifesinde nümayişin Kadastro Okulunda
hazırlandığını iddia etmektedir.
3- Diğer taraftan nümayişin Sebat Oteli?nde dört kişi (ben, Sait, Cabbar, Cemal)
arasında hazırlandığını ileri sürmektedir.
4- İddianamede ise Sait?i bu komplodan çıkararak nümayişin üç kişi (ben, Cabbar,
Cemal) arasında hazırlandığını ispata çalışmaktadır.
Duruşmadaki ifadelerinde Cabbar, Sait ve Cemal Oğuz benim nümayişle hiçbir ilgim
olmadığını söylediler. Şahit Osman Yüksel ve Nezahat da bunları teyit ettiler.
Yalnız Ülker aleyhime ifade verdi. Bununla beraber bu ifadenin de inanılır bir
tarafı olmasa gerek. İnsan ilk defa gördüğü bir genç kıza ?şimdi size bir sır
vereceğiz? diyerek hazırlamakta olduğu suçu haber verir mi? Ülker?in nasıl bir
tesir altında bu ifadeyi verdiğini belirtmek için mahkemeye şu hakikatî
söylemeye macburum: Ülker ve Nezahat âmme şahidi olarak gösterildikleri hâlde
hakikatte Ankara?da tevkif olunarak Istanbul?a getirilmişler, fakat Nezahat?in
askerî hâkim olan babasının hususî müdahalesiyle serbest bırakılmışlardır.
Bununla beraber serbest bırakılma karşılığı olarak istenilen şekilde ifade
vermeye icbar edilmişlerdir. Ülker, mahkeme huzurunda verdiği ifadede
Istanbul?da bir otelde kaldığını söylediği hâlde Emniyet Müdürlüğünde kalmış ve
mahkemeye polis nezareti altında gelmiştir. Bunun mânâsını takdir akl-ı selime
aittir.
Benim anladığıma göre Ankara nümayişi gençliğin müşterek ve fevri bir
hareketidir. Cabbar?ın Sait?in ve İsfendiyar Barıönü?nün ifadelerinden
anlaşıldığına göre daha ben Ankara?ya gelmeden çok önce Rasih Kaplan, Reşad
Şemşettin, Behçet Kemal, Rebiî Barkın, Suut Kemal, Tahsin Banguoğlu gibi
mebusların şifahî telkinleriyle komünistlere karşı tahrik edilen gençler
Sabahattin Ali?ye hakaret etmeye karar vermişler; Sabahattin Ali de benimle olan
duruşmasında ?Atsız bu dâvâyı ülkü dâvâsı şekline sokarsa bundan hem kendisinin
hem de devletin zarar göreceğini ihtar ederim? diye tehdit savunarak mahkeme
salonunu dolduran Türkçü Türk gençlerini hiddetlendirip tahrik etmiş. 3 Mayıs
duruşmasında mahkeme salonuna alınmayarak Adliye Sarayı önüne biriken gençlerin
içlerindeki kin duygusu nümayiş şekline dökülmüştür. Amme şahidi diye dinlenen
Osman Yüksel ve Ülker bu nümayişin yalnız ve ancak komünistlere, yahut yeni adı
ile Turoçkistlere karşı yapıldığını kesin olarak söylemişlerdir. Sait?in
ifadesine göre nümayiş kafilesinin başında Ankara emniyet Müdürü Şinasi?nin
bulunması ve kafile Ulus Meydanına gelinceye kadar polisin müdahale etmeyişi
dikkate değer. Bundan sonra polisin yaptığı müdahale, telâşlı ve izam edici bir
adam olduğu anlaşılan Ankara valisinin teşebbüsü ile olmuştur. Hüseyin Namık
Orkun ile çektirdiğim resmi bir suç vesikası sayacak kadar mübalağacı olan
Ankara valisinin milli bir tezahürü ihtilal sanmasının ceremesini on aydır biz
çekiyoruz. Müdafaa şahidi diye gösterdiğim Ankara Emniyet Birinci Şubesi
memurlarından Zühtü ve Mahmut?un şahadetlerini dinlemeye mahkemeniz lüzum
görmedi. Beni adım adım takip ettiklerini tevkifimden sonra öğrendiğim bu iki
memur dinlenmiş olsaydı en salâhiyetli insanlar olarak bildireceklerdi.
Maarif kadrosunda mühim yerler tutan ve vaktiyle komünizm suçundan dolayı hepsi
de sabıkalı olan birkaç yerli komüniste karşı yapılan suçsa, teccemmüât kanununa
göre vasıflandırılması gereken bu milli hareketi dallandırıp budaklandıran,
benim iki şahsi düşmanım olan Falih Rıfkı ile Hasan Âli olmuştur.
Falih Rıfkı, Ankara nümayişinden mevkuf olan gençlerin henüz polis tahkikatı
(ilk tahkikatı) yapılırken Ulus gazetesinde kışkırtıcı ve iftiracı yazılarla
vakayı büyütmüş, efkâr-ı umûmîyede heyecan uyandırmıştır. 3 Mayıs?ta polis
tarafından tevkif olunan yüze yakın gencin henüz sorgusu bile yapılmadan Falih
Rıfkı 7 Mayıs?ta kışkırtıcı neşriyata başlamış, bu yalan 8, 9, 11, 13, 14, 18
Mayıs tarihli Ulus?larda devam etmiş, hiç yoktan ortaya bir Irkçılık ?
Turancılık dâvâsı çıkarmıştır.
Aleyhime dâvâ açması için Hasan Âli ile birlikte Sabahattin Ali?yi tahrik eden
de yine Falif Rıfkı olmuş ve Ulus gazetesinin avukatını fahrî bir hukuk müşaviri
gibi Sabahattin Ali?ye vermiştir. Kendisini Hasan Âli ile Falih Rıfkı?nın tahrik
ettiğini Sabahattin Ali Orhan Şaik?e söylemiş, Orhan Şaik de bunu duruşma
sırasında mahkemeye bildirmişse de maalesef bu sözleri zabta geçmemiştir.
Hasan Âli, bir kitabını vaktiyle Orhun?da tenkit ederek cehaletini açığa
vurduğum için, Maarif Vekâletinde orta öğrenim müdürü olduğu zamandan başlayarak
bana şahsî kin gütmüş, selefi Safvet Arıkan?ın son zamanında bir mebusun kendi
kendine yaptığı teşebbüsle resmî bir liseye tayinim tahakkuk etmek üzere
buluşmuşken Maarif Vekâletine geçerek ilk icraat olmaz üzere benim tayinimi
durdurmuştur.
Bütün bunlar Hasan Âli ile Falih Rıfkı?nın benim aleyhimde nasıl bir kinle
hareket ettiklerini açıkca göstermektedir. Ankara nümayişi olunca bu iki düşman
bundan istifade etmek için fırsatı ganimet bildiler. Ve bu nümayişin âdeta
hükûmeti devirmek için yapılmış bir ihtilâl olduğunu velvele ile etrafa yayarak
fikirleri bulandırdılar.
Şimdi soruyorum Zevceme ve benden Ankara mahkemesinin tafsilâtını istemiş olan
iki iyi talebe duruşma safahatını ve Sabahattin Ali?nin mahkemeden kaçtığını
yazdım diye beni tahrikçilikle itham eden savcı Kâzım, daha ben tevkif olunmadan
ve hükûmet resmi tebliği neşretmeden önce Ulus gazetesiyle efkâr-ı umumiyeyi
bulandıran Falif Rıfkı ve meta?mış gibi onun makalelerini günde dört defa
tekrarlayan Ankara radyosu hakkında niçin takibat yapmadı? Ulus gazetesiyle
Ankara radyosu olmasaydı Ankara nümayişi denilen hadise iki günde unutulup
gidecekti. Bu hadise gazete ve radyolarla bütün dünyaya mübalağalı bir şekilde
anlatılırken, bunu bir mektupla zevceme bildirmemin bir tahrik olduğunu iddia
etmek ne demektir? Hüküm vermeyi mahkemeye ve namuslu insanların vicdanlarına
bırakıyorum.
Hasan Âli?nin şahsî garezle hareket ettiğinin en bariz delillerinden biri de
şudur: Erenköy Kız Lisesi?nde tarih öğretmeni olan zevcem Bedriye Atsız 16
Mayıs?ta tevkif edildiği halde tevkifinden üç gün önce vekâlet emrine alınmış,
yetmiş iki günlük mevkufiyetten sonra tahliye olunduğunu ve vekâlete dilekçe ile
başvurduğu hâlde vazifesi verilmemiş, verilemeyeceği de Hasan Âli?nin imzasıyla
gelen bir kağıtla kendisine bildirilmiştir. Hâlbuki aynı şekilde vekâlet emrine
alınmış olan Reşide Sançar ile Ziya Özkaynak tekrar öğretmenliğe getirilmiştir.
Demek ki vekâlet emrine almalar ve tayinler tamamiyle bana karşı olan kinle
ayarlanmıştır. Nitekim Ankara?da kendilerini ziyaret ettiğim Orhan Şaik, Hüseyin
Namık, Osman Turan, da sırf bu yüzden vekâlet emrine alınmışlardır.
Bu kadar büyük, âdeta cihanşümul bir dâvânın sorgusunu üzerine alan Kâzım Alöç,
dâvânın azameti ile uygun şahsî bir ikbal temini hevesiyle işe başlamış,
müzelerdeki heybetli mankenlerin altından iki değnek parçası çıktığı gibi bu
hâilevi tahkikatın altından da bir iki manyakla masum ve vatanperverler çıkınca
inanamamış, muhakkak resmî sözlere uygun ifadeler almak için maznunlara Emniyet
Müdürlüğündeki yardımcıları ile birlikte her türlü işkenceler yapmaktan
çekinmemiştir. İnsanların insan gibi hava ve güneş görerek yaşayacağı kocaman
bir askerî cezaevi varken maznunları sıkışık, pis bir karyolanın ancak sığdığı
hücrelerinde güneş bulunmayan, yaz günlerinde musluklarından su akmayan Emniyet
Müdürlüğü nezarethanesine niçin götürüldüğü elbette mahkemenizce takdir
olunmuştur.
Bütün bunlardan sonra iddianamesinin ikinci sahifesinde benim için
?muvazenesizliği ile mâruf olan Nihâl Atsız şecaat arz etme kabilinden
huzurunuzda ölmüş bir reisicumhura karşı hakareti kanunlarımız suç saymaz demek
suretiyle kendi şahsî kin ve ihtirası uğrunda millî mukaddesata bile dil
uzatmaktan hayâ etmeyen vicdansız olduğunu ortaya koymuştur? diyerek bana
hakaret etmekten çekinmiyor.
Gerçi savcı Kâzım?ın haykırarak savurduğu bu küfürler benim şerefimin safiyeti
bulanamaz. Çünkü benim şerefim bir değil, birkaç yüz Kâzım Alöç?ün
alçaltamayacağı kadar yüksektir. Beşinci sınıf askerî hâkim Kâzım Alöç bu
dünyadan şöylece bir gelip geçecektir. Fakat ben muhteşem anamızın bağrında,
yani vatan topraklarında yatarken yarınki nesiller benim ektiğim tohumun
yemişlerini devşireceklerdir.
?Ölmüş olan devlet reislerine hakaret kanunî bir suç değildir? derken ben kanuna
uygun bir söz söyledim. Kanun adamı olması gereken ve hukukî bir cevap vermesi
icap eden Kâzım buna ?hayâ etmeyen, vicdansız? kelimeleriyle karşılık verdi. Bu
iki çirkin sıfat tarih denilen yıkılmaz ve aşınmaz kayanın duvarlarına çarptı,
fakat henüz bir yankı hâlinde dönmüş ve bize erişmiş değildir. O yankı bize
eriştiği zaman bu dâvâ yeniden görülecek, fakat bu sefer yanılmaz tarihin
temyizsiz hüküm verdiği bir mahkemede maznun ve mahkûm mevkiinde Kâzım Alöç
oturacaktır.
Mahkemede Fehiman?ın sorgusunun yapıldığı 29 Eylül 1944 tarihli celsede hepimize
birden ?katiller, caniler? diye bağıran;
Bize Pera Palas Otelinin tahsis edemeyeceğini ileri sürerek istihza kabiliyetini
ispata yeltenen;
?Elbette her türlü işkenceyi göreceklerdir? diye şecaat arz eden;
istediği şekilde ifade almak için anayasamızla yasak edilen işkence yollarına
saparak Reha?yı, Hamza?yı, Hikmet?i, Osman Yüksel?i, Orhan Şaik?i ?tabutluk?
denilen, tepesinde beş yüzer mumluk üç ampul yanan, bir insanın ancak ayakta
durabileceği kadar da bir hücreye sokan;
?Amme şahidi diye ifadesini okuttuğu Külâhlıoğlu Mehmet?e falaka attıran;
Nejdet Sançar?ı ne bir penceresi ne de bir hava deliği olmayan bir hücrede yirmi
iki gün tutan;
Zeki Velidî?yi iki gün aç bırakan;
Beni toprağın beş metre altında, küflü ve rutubetli havasında kibrit yanmayan ve
eşyalar küflenen, duvarlarından lâğım borusu sızan bir mezarda bir hafta tutan;
Masum zevcemi tevkif ettirerek yavrusundan zorla ayırıp o zaman dört yaşında
bulunan küçük oğlumu anası babası sağken öksüz bırakan bu adamın vicdansız
diyerek beni tahkire cüret etmesi vicdana karşı bir iftira ve işgal ettiği
makama hakarettir.
Emniyet Müdürlüğünde bütün ifadeler bu şekilde işkencelerden sonra veyâ işkence
tehditleriyle alınmış, ifadeler alınırken de kanunî bir hak ve salâhiyetleri
olmadığı halde Emniyet Umum Müdürlüğü Müdür Muavini Kâmuran Çıkrık, Istanbul
Emniyet Müdürü Ahmet Demir, Birinci Şube Müdürü Said zaman zaman hazır
bulunmuşlar, maznunlara sualler sormuşlar, hakaret etmişlerdir.
Yirmi milyonun selâmeti için çırpındığını, nedense sesi titreyerek söyleyen
Kâzım Alöç?ü bu vatanperverliğinden dolayı tebrik ederim. Fakat o yirmi milyonun
arasında Yahudilerden, Arnavutlardan, Boşnaklardan önce Türk ırkından gelenlerin
de bulunduğunu kendisine hatırlatırım. Anayasada yalnız 88'inci maddeye
saplanmamasını, mânâsını yanlış anladığı o maddeden önce 73'üncü maddeyi de
ezberlemesini tavsiye ederim.
SONUÇ
Netice olarak şunları söylüyorum:
1- Türkçüyüm. Türkçülük milliyetçiliktir. Irkçılık ve Turancılık da bunun
şümûlüne dahildir. Memleket ya bu iki temel üzerinde yükselecek veya
yıkılacaktır. Irkçılık ve Turancılık Anayasaya aykırı değildir. Ceza Kanununda
sarahatle suç olduğu yazılmayan bir hakaretten dolayı kimse suçlandırılamaz.
Devlet de icraatıyla açıkça ırkçı, Hatay?ı ilhak etmekle de Turancıdır.
2- Yalnız gönderilenlere malûm mektuplara ve herkese meçhul vasiyetnameme
bakılarak hükûmeti alenen tahkir ettiğim iddia olunamaz. Bunlar polisin başka
bir mesele için yaptığı arama dolayısıyla elde edilmiştir. Hükûmeti tahkir
ettiğim hakkında bir şikayet veya ihbar yapılmış değildir. Şu dakikada böyle
mektuplar yazmış veya vasiyetname hazırlamış kaç bin kişinin bulunduğunu Tanrı
bilir. Anayasaya göre istediğim gibi düşünmekte serbestim. Çünkü eşit adaletin
hüküm sürdüğü hür vatandaşlar diyarının vatandaşıyım.
3- Ankara nümayişini hazırlamadım. Bu nümayiş mebusların teşvik ve Sabahattin
Ali?nin tahrik ettiği milliyetçi gençliğin kalbinden kopmuş maşerî ve millî bir
harekettir. Bunu hükûmet aleyhinde bir hareket diye gösteren benim şahsi ve
barışmaz düşmanlarım olan Hasan Âli ile Falih Rıfkı olmuştur.
Sözlerimi bitirirken tarihî bir misâl zikretmeden kendimi alamıyorum: Taşa
tutularak öldürülecek bir maznun hakkında İsa Peygamber?e fikrini sordukları
zaman ilk önce hiçbir söz söylememiş. Israr olununca ?içinizde hiç günahsız olan
kim ise ilk taşı o atsın? diye cevap vermiş.
Siz de, eğer bir parça olsun benim gibi düşünmüyorsanız, iyi veya kötü daima
doğruyu söylediğime kani değilseniz istediğiniz şekilde karar verin. Siz
hâkimler de insan olduğunuz için belki insanlık icabı zuhûllerde
bulunabilirsiniz. Fakat yanılmaz hâkim olan zaman, yani tarih, hepimiz hakkında
en âdil kararı verecek, Irkçı ve Turancı olduğum için mahkûm olursam bu
mahkûmluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.
Pazartesi Saat 16.55
19 Şubat 1945
NİHÂL ATSIZ
Savunmanın içerisinde adı geçen
kişilerin kimlikleri:
Kazım Alöç:
Türkçülük Dâvâsının görüldüğü Sıkıyönetim Mahkemesinin savcısı. Hatıralarını,
aradan yirmi yıl geçtikten sonra, 1960?larda Yeni Gazete?de yayınlamıştır.
Şerif Hüseyin: Osmanlı Devleti'nin, 1916'ya kadar
Mekke emiri, Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlerin kışkırtmaları ve para
yardımları ile Osmanlı Devleti'ne isyan etti. Hicaz krallığına getirildi. Ancak
Suudîlere yenilince 1924'te krallıktan çekildi. Ölümü 1931.
Çerkez Ethem: Millî Mücadelenin Kuvay-ı Milliye
döneminde silâhlı çeteleriyle Yunanlılara karşı direndi. TBMM Hükûmeti'ne karşı
girişilen isyanların bastırılmasında yararlı hizmetler yaptı. Ancak, düzenli
ordu kurulunca disiplin altına girmek istemedi ve bu defa, yeni Türk ordusuna
karşı savaştı. Yenilince Yunanlılara sığındı. Atina'ya ve oradan Ürdün'e gitti.
Ölümü: Suriye, 1950.
Kürt Şeyh Said: Lozan Barış görüşmelerinde sonuca
bağlanamayan Musul meselesi görüşüleceği sırada. İngilizler, doğu illerindeki
aşiretler üzerinde nüfuzu bulunan Şeyh Sait'i, para ve silâh vererek ayaklanmaya
teşvik ettiler. Şeyh Sait, Kürt bağımsızlığını savunan çevrelerle de iş birliği
içindeydi. Din silâhını kullanarak ayaklandı (1 Şubat 1925). Bu ayaklanma, kısa
sürede Kürt hareketi şekline dönüştü. Şeyh Sait, Doğu Anadolu'da bazı şehir ve
kasabaları eline geçirdi. Üzerine gönderilen birlikleri dağıttı. Ancak,
hükûmetin aldığı ciddî tedbirler üzerine başarısızlığa uğradı. İki buçuk ay
süren isyan, Şeyh Sait'in yakalanmasıyla sona erdi. Şark İstiklâl Mahkemesi'nde
yargılanan Şeyh
Sait idam edildi.
Arnavut Rıza Tevfik: Ünlü Şair ve filozof Rıza
Tevfik Bölükbaşı. Sevr Antlaşması'nı imzalayan
heyette yer aldığı için 150'likler listesine dahil edildi ve 1922'de yurt dışına
çıkarıldı. Önce Ürdün'e, sonra Lübnan'a yerleşti. 1943'te Türkiye'ye döndü.
Osmanlı Devleti'nin son döneminde Şûray-ı
Devlet (Danıştay) reisliği ve Maarif Nazırlığı da yapmış olan Rıza Tevfik
1949'da İstanbul'da öldü.
Ali Rıza Artunkal: Emekli olduktan sonra
milletvekilliği ve bakanlık yapmıştır.
Mahmut Esat Bozkurt: Eski Adliye Vekili. Daha sonra
üniversitede İnkılâp Tarihi dersleri vermiştir
Nurullah Barıman: Türkçülük dâvâsı sanıklarından.
Gazeteci.
Mehmet Emin Yurdakul: Türkçü şiirleriyle ün
kazanmış şair.
Şemsettin Günaltay: Tarih bilgini, profesör. 1948 ?
1950 arasında CHP iktidarının son başbakanı.
Cihat Savaş Fer: 1944?te yargılanan Türkçülerden. O
sırada Mühendis Mektebi (İTÜ) öğrencisiydi.
İsmet Tümtürk: Türkçülük dâvâsı sanıklarından. O
sırada İstanbul Belediyesinde murakıptı. Daha sonra, emekli olana kadar
avukatlık yaptı. Atsız?la birlikte Orkun dergisini (1950-1952) , 1960
darbesinden sonra Milli Yol dergisini(1962) yayınladı. Türkçüler Derneğinin
kuruluşunda önemli payı vardır. Bu derneğin ilk genel yönetim kurulu üyesi. Yeni
Orkun (1988 ? 1990) dergisinin ilk
sayılarında yer aldığı Orkun (1998 - ...) dergisinin ilk sayısı yayımlanırken
bir trafik kazasında vefat etti. (1998)
Hamza Sadi Özbek: 1944?te yargılanan Türkçülerden.
Çınaraltı Dergisi: İkinci Dünya Savaşı yıllarında
Yusuf Ziya Ortaç ? Orhan Seyfi Orhon ikilisinin çıkarttıkları, türkçü görüşlerin
ağırlık taşıdığı haftalık fikir ve edebiyat dergisi. Atsız?ın da
Çınaraltı?nda bir çok makalesi yayımlanmıştır.
Reha Oğuz Türkkan: Çok genç yaşlarda Türkçülük
mücadelesine atıldı. Bozkurt, Gök Börü, Ergenekon, dergilerini ve Türkçülükle
ilgili kitaplar yayınladı. Kitap Sevenler Kurumu?nun
kuruluşuna önderlik etti. 1944?te tutuklandı. Türkçülük dâvâsında tabutlukta
işkence gördü. Beraat ettikten sonra amerika?ya gitti ve orada iş hayatına
atıldı. Türkiye?ye kesin olarak döndükten sonra (1974) Yay-Kur?un kuruluşuna ön
ayak oldu. Tabutluktan Gurbete, Biz Kimiz, Yükselen Milliyetçilik gibi eserler
yayınladı. Türk 2000 Vakfı?nı kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yaptı. Orkun
yazarı.
Cemal Oğuz Öcal: Türkçülük dâvâsı sanıklarından.
Ateşli şiirleriyle tanınmıştır. Öğretmen.
Aylı Kurt Yayınları: Atsız ve arkadaşlarının
yönetiminde Türk tarihine ve Türkçülüğe ait kitaplar, broşürler bu isim altında
yayınlanırdı.
Dr. Fethi Tevetoğlu: (1916 ? 1989) askerî tabip
üsteğmen iken tutuklandı. Atsız?la genç yaşta tanışmış ve şiirlerini ?Atsız?a
Yoldaş? adıyla yayınlamış. Kopuz dergisini çıkarmıştı. Beraat ettikten sonra
askerî hizmetlerine devam etti. Amerika?ya gönderildi. Oradan dönüşte Samsun?da
serbest hekim olarak çaılştı. Samsun senatörlüğü (1961 ? 1973), Senato Dış
İşleri Komisyon Başkanlığı, AP senato grup başkanlığı yaptı. 1973seçimlerini
kaybedince almanya?ya giderek hekimlik mesleğine devam etti. İslâm Konferansı
genel sekreter yardımcısı oldu. (1976 ? 1986) Türk Ocaklarında çeşitli
dönemlerde görev aldı. Hars Heyeti başkanlığı yaptı.
Nejdet Sançar: Doğumu 1910. Atsız?ın kardeşi.
Balıkesir?de edebiyat öğretmeni iken tutuklandı ve Türkçülük dâvâsından
yargılandı. Bakanlık emrine alınmışken, beraat ettikten sonra da kendisine
uzun süre görev verilmedi. Zonguldak?ta edebiyat öğretmenliğine tayin edilince,
burada Komünizmle Mücadele Derneği?ni kurdu ve bu derneğin yayınlarını yönetti.
Daha sonra Ankara?ya tayin edildi. Polis Koleji?nde ders verdi. Millî
Kütüphane?deki memurluk hayatından sonra emekli oldu ve İstanbul?a yerleşti.
Ancak az sonra vefat etti. (1975) Türk ? İtalyan Savaşları, Türklük Sevgisi,
Hasan Âli ile Hesaplaşma adlı kitapları vardır. Genç yaşta kaybettiği oğlunun
adına kurduğu ?Afşın Yayınları?nı yönetmiştir.
Sabahattin Ali: Ünlü hikaye ve roman yazarı.
Gençlik yıllarında milliyetçi olan Sabahattin Ali, Atsız?ın çıkardığı Atsız
Mecmua?da yazılar yazmıştı. Daha sonra, Atatürk?e hakaretten hapis cezası aldı.
Hapisten çıktıktan sonra Marksist gruplara katıldı. Turancılar aleyhinde
?İçimizdeki Şeytan? adıyla roman yayımladı. Millî Eğitim?de görev aldı. 1946?dan
sonra Aziz Nesin?le birlikte Marko Paşa adlı
mizah gazetesini çıkardı. Bulgaristan?a kaçmak isterken sınıra yakın bir yerde
öldürüldü.
Cabbar Ertürk: 1944?te yargılanan Türkçülerden. O
sırada Hukuk Fakültesi öğrencisiydi. Daha sonra hâkimlik yaptı. Yassıada
duruşmalarından önceki sorgu heyetinde görev aldı.
Sait Bilgiç: 1944?te yargılanan Türkçülerden. Daha
sonra avukatlık, Isparta milletvekilliği (1950 ? 1960) ve Türk Milliyetçiler
Derneği genel başkanlığı, MHP genel başkan yardımcılığı yaptı. 1988?de vefat
etti.
Osman Yüksel Serdengeçti: 1944?te DTCF felsefe
bölümü öğrencisiydi. 1950?li yıllarda
Serdengeçti dergisini yayımladı. Malatya suikastı dolayısıyla tutuklandı.
1965?te Antalya milletvekili seçildi. 1983?te İstanbul?da öldü.
Nevzat Tandoğan: 1944?te Ankara Valisiydi. Bir
dâvâya adı karıştığı için makamında intihar etti.
Falih Rıfkı Atay: O dönemde milletvekili ve Ulus
gazetesinin başyazarı. Ulus, CHP iktidarının yarı
resmî yayın organı idi.
Hasan Âli Yücel: Felsefeci ve eğitimci. Türkçülük
Dâvâsı sırasında Millî Eğitim Bakanı.
Reşide Sançar: Atsız?ın kardeşi Nejdet Sançar?ın
eşi. Kimya öğretmeni.
Orhan Şaik Gökyay: Atsız?ın Edebiyat Fakültesinden
sınıf arkadaşı. 1944?te Ankara?da Konservatuar müdürüydü. Sabahattin ali ile
olan dâvâsı dolayısıyla Ankara?ya gelen Atsız?ı bir gece evinde misafir etmişti.
Bu sırada kendisine gelen talimatla Atsız?ı evinden çıkarması istenmişti. Gökyay
bu isteğe uymadı. Türkçülere karşı saldırı başlayınca görevinden alınarak
tutuklandı ve Türkçülük dâvâsının sanıkları arasına katıldı. Edebiyat
tenkidleri, incelemeleri ve şiirleriyle ün yapmıştır. 1995?te İstanbul?da vefat
etti.
Hüseyin Namık Orkun: Tarihçi, öğretmen, müellif.
Türkçülük dâvâsının sanıklarından. Eski Türk Yazıtları, Türk Tarihi, Türkçülüğün
Tarihi ve Yeryüzünde Türkler başlıca eserleridir.
Osman Turan: O sırada Ankara Üniversitesi Dil-Tarih
ve Coğrafya Fakültesi?nde doçentti. Atsız, Ankara?ya gittiği zaman Fakültede onu
ziyaret etmiş ve bu yüzden Osman Turan, hükûmet çevrelerince mimlenmiştir. Daha
sonra profesör, Türk Ocağı genel başkanı, milletvekili ve AP genel başkan
yardımcısı oldu. Selçuklu ve Orta Çağ tarihinin tanınmış uzmanlarından.
Fehiman Altan: Türkçülük dâvâsı sanıklarından. O
sırada Mühendis Mektebi (İTÜ) talebesi. Hâlen hayattadır.
Hikmet Tanyu: Türkçülük dâvâsının sanıklarından. O
sırada İç İşleri Bakanlığında memurdu. Daha sonra öğretmenlik yaptı. Ankara
İlâhiyat Fakültesi?nde profesör ve dekan oldu. Tutuklu Türkçülere yapılan
işkencelerin sorumluları hakkında dâvâ açtı ve onları mahkûm ettirdi. Ancak,
1950?den sonra çıkarılan af kanunu, bu mahkûmiyetleri geçersiz kıldı.
Mehmet Külâhlıoğlu: Sorguya çekilen, ancak dâvâ
dışı bırakılan Türkçülerden. O sırada Tıp Fakültesi öğrencisiydi. Daha sonra
memleketi olan Erzincan?da uzun yıllar hekim olarak çalıştı.
Zeki Velidi Togan: Tanınmış tarihçi. Atsız?ın
Edebiyat Fakültesi?nden hocası. Türkçülük dâvâsı sanıklarından. Ölümü: İstanbul
1970
Kâmuran Çukruh: Daha sonra valiliğe getirilmiştir.
Atsız, Türkçülere yapılan işkencelerden sorumlu tuttuğu Çukruh?un soyadını, onu
aşağılamak amacıyla ve bilerek ?Çıkrık? şekline sokmuştur.
63-9072