ÜLKÜLER TAARRUZİDİR
Biyoloji bakımından canlıların, yani hayvanlarla bitkilerin gayesi kendi
soyunun bütün dünyayı bürümesidir. Hiçbir hayvan veya bitki cinsi dünyayı
kaplayamıyorsa bunun sebebi aynı gayeyi güden başka cinslerin mukavemetine maruz
kalmasıdır. Cinslerin aynı gaye için yaptıkları bu tesir ve maruz kaldıkları
tepkiden "hayat kavgası" doğuyor. Bu arada zayıflar eziliyor, azalıyor; güçlüler
yapılıp çoğalıyor; bazı soylar ise yeryüzünden büsbütün kalkıyor.
Milletler arasında da aynı yasa hüküm sürer. Millet, âdeta gayri şuurî olarak
dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin
mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler
kazanır.
İnsan toplulukları yani milletler, yüksek bir şuur mertebesine eriştikleri için
bunlar arasındaki hayat kavgası yalnız tabiatın kanunları içinde sürüp gitmekle
kalmaz. Buna insan şuurunun sistemi ve metodu da eklenir. Bundan da millî
ülküler doğar. Demek ki millî ülkü, milletin tahteşşuurunda bulunan "yayılıp
hâkim olma" sevkitabiisinin başkanlar ve kılavuzlar tarafından şuurlandırılıp
sistemlendirilmiş şeklidir. Ülküye kılavuzluk veya başkanlık eden şahsiyetlerin
irade ve kuvvet ederecesi ülkülerin başarısında birinci derecede âmildir.
Millî ülkülerde azdan çoğa doğru üç dönem vardır: İstiklâl, birlik, fütuhat.
Millî ülkünün ilk dönemi istiklâl kazanmaktır. Müstakil olmayanlar
istiklâllerini kazanmak, kazanmış olanlar da bunu muhafaza edip sağlamlaştırmak
düşüncesi ardında koşarlar.
İrlandalılar sekiz yüzyıldan beri istiklâl için uğraşıyorlardı. Küçük bir millet
oldukları halde fedakârlıkları sayesinde koca İngiltere'nin elinden
istiklâllerini zorla söküp attılar.
Estonlar, Letonlar, Litvanlar asırlardan beri istiklâl rüyası görüyorlardı. İlk
cihan savaşından sonra ülkelerine kavuşmuşlardı. 1940'ta kaybettikleri istiklâli
yeniden elde etmek için şimdi içerde ve dışarda azimle çalışıyorlar.
Eskiden müstakil olup 150 yıl önce istiklâllerini kaybetmiş olan Lehliler büyük
fedakârlıklardan, kanlı ihtilâllerden sonra ilk cihan savaşı sonunda
istiklâllerini kazanmışlardı. 1939'da istiklâli yeniden kaybettiler. Fakat sanki
hiçbir şey olmamış, o kadar felâketi onlar yaşamamış gibi yeniden istiklâl
davası arkasındadırlar. Bir yandan çete savaşlarıyla millî ruhu ayakta tutmaya
çalışırken bir yandan da dışardaki teşkilatları vasıtasıyla her fırsattan
faydalanarak istiklâllerini kurtarmaya çabalıyorlar.
Hindistan, Pakistan, Birmanya, İndonezya da aynı yolun yolcusu olarak, aynı
gayeler için kan dökerek nihayet emellerine kavuştular.
İstiklâl uğrundaki savaşın en tipik örneğini Yahudiler vermiştir: Esâretleri
yirmi asrı geçen, dünyanın her tarafına dağılarak bir anayurtları kalmayan ve
dillerini de kaybeden Yahudiler, istiklâl sevkitabiisinin tesirinde olarak
yaptıkları uzun ve yıpratıcı mücadeleden sonra millî ülkünün ilk merhalesine
erdiler.
Bugün, milletlerin çoğu müstakil olduğu için millî ülkünün bu ilk merhalesi
ardında koşan milletler azdır.
Millî ülkünün ikinci merhalesi birliktir. Yani bir milletin bütün fertlerinin
tek bayrak altında tek devlet hâline gelmesidir. İstiklâlini kazanmış olan her
milletin ilk işi yabancı hâkimiyet altında kalmış olan uruktaşlarını kurtarma
yollarını aramaktır. Yahut bir millet birkaç ayrı devlet hâlinde siyaseten
müstakilse bunların birleşmesi için siyâsî ve askerî faaliyette bulunmaktır.
On dördüncü asırda Türkiye Türkleri yirmi, otuz ayrı hükûmetle idare olunuyordu.
Birleşme kanunu dolayısıyla bunlar bir buçuk asır birbirleriyle çarpıştılar.
151'te birliği tamamladılar.
İtalya da aynı şekilde hareket ettikten sonra gözünü yabancı hakimiyeti altında
kalmış olan İtalyanlara çevirdi. İlk cihan savaşında İtalya'nın müttefiklerine
ihaneti, Avusturya idaresinde yaşayan birkaç yüz bir İtalyan'ı kurtarmak içindi.
İkinci cihan savaşında Fransa ve Yugoslavya ile yaptığı savaşlarda o iki
ülkedeki birkaç yüz bin İtalyan için yapıldı.
Ayrı müstakil devletler hâlinde yaşayan Almanlar 1870'te yaptıkları büyük bir
atışla siyasî birliklerini anaçizgileriyle kurduktan sonra bunu tamamlamak için
1938'de başlayan bir seri hamleler daha yaptılar. Gerçi bu büyük işi
başaramadılar. Fakat başarmalarına ramak kalmıştı. Bugün Avusturya ayrılmış ve
Almanya da iki ayrı parçaya bölünmüş olduğu halde Alman önderlerinin bir birlik
ardında koştukları görülmektedir. Hatta, Batı Almanya Meclisinde Doğu ile
birleşmek konusu üzerine sözler söylenirken bazı milletvekilleri Avusturya ile
de birleşmek istediklerini haykırarak açığa vurmuşlardır.
Romen Birliği, Eflak ve Boğdan Beyliklerinin birleşmesiyle başlamış ve Romanya
bundan uruktaşlarını kurtarmak için 1913, 1914-1918 ve 1941 savaşlarına
girmiştir.
Finler, Rusya idaresinde bulunan Karalya Finlerini kurtarmak için Almanya'nın
yanında savaşa girmişlerse de kaybetmişlerdir. Fakat ilerde mutlaka kazanacaklar
ve büyük Finlandiyayı kuracaklardır.
Macarların, Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların da son asırdaki tarihlerinde
aynı kanunla hareket ettiklerini vukuat pek açık olarak göstermiştir.
Bazı çok yeni ve zayıf, askerî kudreti sıfır derecesinde veya kültür seviyesi
çok aşağı olan milletlerde de aynı kanunla hareket edildiğini görüyoruz. Meselâ
Efganistan aşağı yukarı 10-12 milyonluk geri bir memleket olduğu halde 100
milyonluk Pakistan'la davâlıdır. Pakistan sınırları içinde yaşayan ve Peşto yani
Efgan dili konuşan uruktaşlarını istiyor.
Yanında müttefikleri olduğu hâlde Yahudilere yenilen Mısır ise İngiltere'den
Sudan'ı ve Trablus'la Bingazi'yi istiyor. Bütün nüfusu 400 bin kişi bile olmayan
Ürdün Beyliği, Suriye ve Filistin'in hepsini istiyordu. Bu kadarını elde edemedi
ama Yahudilerden arta kalan Filistin parçasını eklemesini becerebildi.
Habeşistan, Eritreyi istemektedir. Yahudiler ise millî birlik için Irak ve
Yemen'deki yüz bine yakın Yahudiyi uçaklarla İsrail'e taşıdılar.
Millî ülkünün üçüncü merhalesi ise fütuhattır. Çünkü millî birliğini tamamlamış
olan milletler kendi soylarını yeryüzüne yayıp hâkim kılmak için istilâ ve
fütuhat yapmak mecburiyetindedirler. Hattâ bir millet bazen kendi millî
birliğini tamamlamadan önce de fütuhata başlayabilir. Meselâ Osmanlılar
Türkiye'deki Türk birliğini tamamlamadan önce Avrupa'da geniş fütuhat
yapmışlardı. İtalyanlar ve almanlar da millî birlik işi bitmeden önce sömürge
fetihlerine kalkışmışlardır. Fakat böyle tek istisnâlar umumî kaideyi bozmaz.
Üçüncü Cihan Savaşı, millî birliklerini tamamlamış olan Alman, İtalyan, Japon ve
Rusların üçüncü merhaleye varmak gayretlerinden başka bir şey değildir. Şimdi
yalnız Rusya bu yolda yürümek istiyor ve tabiî bir sonuç olarak başkalarının
mukavemeti ile karşılaşıyor. Başka millî ülkülerin muzaffer oluşu da yakında
Rusya'yı çökertecektir...
Görülüyor ki ülküler taarruzîdir. Müstakil olmayan millet istiklâlini kazanmak
için kendisine hâkim olan milleti yenmeye mecburdur. Yani taarruzî bir maksatla
hareket edecektir. Birliğini tamamlamamış olan millet bu birliği elde etmek için
uruktaşlarını esaret altında tutan millet veya milletlerle çarpışacak, onlardan
toprak alacaktır. Millî birliğini kurmuş olanlar ise fütuhat yapmak için
başkalarını yeneceklerdir. Demek ki millî ülkülerin her üç dönemi de
taarruzîdir.
Acaba tedafüî ülkü olamaz mı? Bir millet malik olduğu sınırlar içinde yaşayıp
refaha kavuşmak ülküsünü güdemez mi? Hayır! Çünkü mevcut sınırları muhafaza
etmek ve zengin olmak düşüncesi hiçbir zaman bir ülkü olamaz. Bunlar bir millet
için en küçük ve alelade bir istek değildir. Ülkü biraz hayal ile karışık, uzak,
güç bir hedeftir. Ülkü, o ülkü ile tutuşmuş millet fertlerini heyecan içinde
yaşatan kutlu ve tatlı düşüncedir. Ülküler kanla, fedakârlıkla, kahramanlıkla
beslenir. Bir millet, ülküsüne varmak için ırmaklar gibi kan akıtır, yığınlarla
can harcar. Ülkülere kanla, kılıçla, dövüşle, millî kinle varılır. Ülkü çelik
yürekler, demir bilekler, sarsılmaz irâdeler, yüksek ahlâklar ister. Ülkü bir
dindir. Kahramanlar ve şehitler ister.
Geçmişte birlik kurmuş, fütuhat yapmış olan milletler eski ululuğu yeniden
diriltmek için uğraşırlar. Çünkü (mazide tarihî hakikat olan şeyler, âtide de
tarihî hakikat olabilirler). Ülküler hiçbir kayıtla, hiçbir siyâsî ve insanî
düşünce ile sınırlandırılamaz. Bir ülküye bel bağlamış, gönül vermiş milletlerin
tarihî düşmanları vardır. O düşmanlar mutlaka tepelenecektir. O düşman
milletlerle dostluk andlaşmaları yapılmış olabilir. Bu geçici dostlukların
hiçbir değeri yoktur. Tarihî düşmanlar ancak dışişleri bakanlarının dostudur.
Milletin asla!...
Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak
uyumaktır. Büyümek istemiyen millet küçülmeye mahkumdur. Saldırmayan millete
saldırırlar.
(Yurtta barış, cihanda barış) yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok)
gibi sefilane bir siyasî umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya
bilmeyerek söndürenler, zaten mahvolmuş Almanya'ya savaş açarak Türk tarihinde
asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar, fakat Bulgaristan
ve adalardaki Türkleri topraklarıyla birlikte kurtarmak fırsatını tarih
yaratmışken en denî ve cebîn bir hareketle bundan kaçanlar hiç şüphesiz Türk
birliğini tamamlamak yolunda bir adım atamazlardı. Çünkü onlar bu memlekette
Moskofçuluğu için için yaşatmak, Türkçülüğü açıkça yok etmek istiyen
devşirmelerdi.
Hayat bir savaşken ve onu kazanmak için mutlaka taarruz etmek gerekirken millî
ülkü yolunda yapılacak taarruzun çirkinliğini haykırmak ya gaflet, ya ihanettir.
Devletlerin sorumlu yerlerinde bulunanlar siyasî nezaket veya menfaat
dolayısıyla böyle sözler söyleyebilirler. Fakat milletin gençliğine hitab
edenler; yani öğretmenler, şairler, gazeteciler, yazıcılar bize barış afyonu
yutturmak isterlerse onların şecerelerini ve evlerindeki gizli evrâkı araştırmak
tarihin, bilhassa Türk tarihinin değişmez hakikatını bir defa daha teyid
edecektir.
59-2419