Gönderen Konu: GAVUR EKMEĞİ YİYİP; TÜRKLÜĞE KARŞI, GAVUR KILINCI SALLAYANLAR!..  (Okunma sayısı 154443 defa)

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı gurturk

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 330
Akp hükümeti tamda şu sıralar bir çok kritik konulardaki yetkileri belediyelere devretme aşamasıda, işte o zaman  para alan o belediyeler karşılığını vermeye başlıyacaklar.

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2314
  • Kök Teñğri Türk'e Kut ve Utku Versin!
Liste bitecek, sayfalara sığacak gibi değil ki. Gavur ekmeği yiyip, gavur kılıncı sallayanlar devam ediyor

5 - AB’DEN PARA ALAN BELEDİYELER ve PROJELER (DEVAM)

İzmir Bornova Belediyesi

- Belediye Başkanı: Dr.Sırrı Aydoğan

1. Projenin Adı: Kadınlar İçin ‘Hasta ve Yaşlı Bakımı’ Eğitim Programı.

—Tarih: 14.04.2005

AB’den Aldığı Para: 97.088,07 Avro

- Projenin Uygulama Süreci: Bu projeyle toplam 120 kişinin eğitilmesi öngörülmüştür. 20–45 yaşları arasında, en az ilkokul mezunu 120 kişi seçilmiş, 4 dönemde, 30’ar kişilik sınıflarda ikişer aylık kurslar verilmiştir. Eğitimi, yerli eğitmenler vermiştir. Eğitmenler arasında, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun eşi Dr.Türkegül Kocaoğlu da yer almıştır. Kursiyerlere aktif eğitim uyguladıklarını söyleyen Dr.Türkegül Kocaoğlu şunları söylemiştir: “Bu kursun konusu hasta ve yaşlı bakımı. Ancak, çocuklarımı büyütürken ehil olmayan insanlara teslim etmenin sıkıntısını yaşadığım için, bir anne ve hekim olarak konunun önemini biliyorum. Bu nedenle, hepsi bayan olan kursiyerlere çocuk sağlığı ve bakımı konusunda bilgi veriyorum. Özellikle, yanlış bilinen konulara dikkat çekerek, doğru bilgileri hanımlarımıza anlatıyorum. Hanımların ilgisinden memnunum, derslere büyük istekle katılıyorlar. Bebeğin giydirilmesi, beslenmesi, kazalardan korunması, basit ilkyardım önlemleri, hasta çocuğa yaklaşım, çocuk psikolojisi konularını anlatıyorum. Bir tür aktif eğitim uyguluyoruz. Yani karşılıklı sohbet havasında, soru cevaplarla ev hanımlarına bu konularda eğitim veriyoruz.”

2. Projenin Adı: Ara Teknik Elemanları İçin İstihdamı Artırmaya Yönelik Mesleki Yeterliliği Geliştiren Eğitim Programları.

—Tarih: 23.12.2004

—Proje Üretim Aşamasında Belediye Başkanı: Aziz Kocaoğlu (Hâlihazır İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı)
AB’den Aldığı Para: 218.363 Avro

— Projenin Uygulama Süreci: Projeye, Endüstri Meslek Lisesi ile Meslek Yüksek Okulu mezunu olup halen işsiz olanlar başvuruda bulunmuştur. Bu projeyle, 453 ara teknik elemana, mesleklerine yönelik uygulamalı eğitim verilmiştir. Toplam 453 kişi, 10 ayrı konuda 32 adet kurs programında eğitilmiştir. Kurslar, Mimar ve Mühendis Odaları (MMO) İzmir Şubesi bünyesindeki uzman mühendis ve teknik elemanlar tarafından verilmiş ve her eğitim kapsamında uygulama da yapılmıştır. Bu kurslarda eğitilen 453 kursiyere, günde 8 Avro harçlık verilmiştir. Bu proje ile sanayiye ve sanayiciye nitelikli elemanlar yetiştirmeyi hedeflediklerini belirten Aziz Kocaoğlu şunları söylemiştir: “Bu proje ile Bornova Belediyesi’nin AB’ye hazır olduğunu göstermiş olduk. İzmir Büyükşehir Belediyesi olarak bu tür proje çalışmalarının devam etmesi ve AB fonlarından yararlanmayı sağlamak için ilçe belediyelerine her türlü desteği vereceğiz.”

Yorum

İzmir Bornova Belediyesi, 120 vatandaşımıza,‘Hasta ve Yaşlı Bakımı’ eğitimi versin diye, 97 bin Avro hibe eden AB’nin kendi durumuna kısaca göz atalım:

AB’nin ilk 15 ülkesinde, 65 milyon kişi hala fakirlik sınırında yaşamaktadır. Bu fakirlerin;

· 20 milyonunu işsizler,

· 37 milyonunu bedensel ya da zihinsel engelliler,

· 3 milyonunu evsizler,

· 5 milyonunu da yaşlılar oluşturmaktadır.

Bakıma, yardıma muhtaç kendi 5 milyon yaşlısını unutup göz ardı eden AB’nin, Türkiye’ye gelip, İzmir’in Bornova Belediyesine ‘Hasta ve Yaşlı Bakımı’ eğitimi için 97 bin Avro hibe etmesini, sizler nasıl yorumluyorsunuz?

Bornova Belediyesi, 120 vatandaşımıza eğitim veremeyecek kadar bilgisiz ve beceriksiz midir?

120 vatandaşımıza Türk eğitmenler ders vermiş, ama parsayı AB toplamıştır!

Bornova Belediyesi, bir avuç Avro için AB’nin himayesine girmiştir!

Gün gelecek ve AB yetkilileri, tüm dünyaya şöyle duyuracaklardır: ‘Türkler, hastalarına ve yaşlılarına nasıl bakacaklarını bile bilmiyorlardı. Gittik, onları bunu biz öğrettik, hem de cebimizden bir çuval para harcayarak!’.

Böylesine ağır bir suçlamanın cevabını, Bornova Belediye Başkanı Dr.Sırrı Aydoğan verebilecek midir?

Türk halkı, böylesine ağır bir hakareti hak ediyor mu?

Yine Bornova Belediyesi, 453 vatandaşımıza teknik eğitim verebilmek için AB’ye el açıyor ve 218 bin Avro hibe alıyor. Eğitimi verenler, bizim mühendislerimiz. Ama yine parsayı toplayan AB oluyor!

Ulusal onur ve meslek onuru kavramlarından haberi olmadığı anlaşılan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, ‘Bu proje ile Bornova Belediyesi’nin AB’ye hazır olduğunu göstermiş olduk’ diyor.

Aslında bu projeyle, AB’nin himayesine girdiğinin farkında bile olmuyor!


Kaynak:Yılmaz Dikbaş

[1] “AB’ye giden yol”, Hürriyet, 17 Aralık 1999

[2] Yılmaz Dikbaş, “Türk Çocuklarının Eğitim ve Öğrenimi Avrupa Birliği’ne teslim Edildi”, Akdeniz Manşet, 18–21 Ekim 2005

[3] Yılmaz Dikbaş, “Avrupa Birliği’nin Evsizleri”, Zümrüt Rize, 24.08.2005; Akdeniz Körfez, 23–25.08.2005; Müdafaa-i Hukuk Dergisi, sayı 85, Eylül 2005

[4] Mustafa Canbey, “Bu hibenin amacı ne?”, Milli Gazete, 27.11.2005

[5] Yılmaz Dikbaş, “Avrupa Birliği’nde Engelliler”, Akdeniz Gerçek, 25–26.08.2005; Yeni Adana, 24.08.2005; Zümrüt Rize, 27.08.2005; Müdafaa-i Hukuk, sayı 86, Ekim 2005

http://64.233.169.104/search?q=cache:E4IDRXSY8yMJ:jitem.wordpress.com/2007/06/14/abden-para-alan-belediyeler-ve-proj
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı ÇEPNİ FİRUZ

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 180
  • TÜRK IRKÇISI
Bütün yazılanları dehşetle okudum, Hainlerin çokluğu hiçbir dönem bukadar fazla olmamıştı.Avrupa hülyasına kapılıp giden hainlerin. Sattığı değerlerimizi hiçbir Türk evladı kabul edemez. Karşılıksız bir şeyler vermek sadece Tanrıya mahsustur.Verdikleri üç kuruşluk yardım paralarının karşılığında bizim Onur ve Şerefimiz ayaklar altına alınmaktadır. Bu işbirlikçi hainlerin ve Avrupalı yandaşlarının ayak oyunlarına son vermek için muhakkak milli bütünlüğümüz içinde birleşmek gerekiyor. Biz asil Türk kanı taşıyan,Türk evlatları tüm gerçekleri Türk halkına anlatmamız gerekiyor.Sanaldan çıkıp gerçek hayatta fiili anlatımlarla ,söylemlerle ve eylemlerle hainlere karşı savaş vermemiz gerekiyor. Tanrı obamızı ailemizi ve Vatanımızı hainlerden korusun. Türk Türk'ü korusun.    çepni

Kayra Beg

  • Ziyaretçi
Uzun bir ihanet romanı okudum. Mutlu olabilecek hiçbirşeyimiz kalmadı gibi görünüyor. Nereye dönseniz ihanet, nereye dönseniz başkaldırı. Saldırılan ne? TÜRKLÜK.

Uzun yazının içerisinde kendine sağcı diyenleri de, solcu diyenleri de görüyorum maalesef. Akbabalar, çakallar üşüşmüş üstümüze, bağırsaklarımızı, gözlerimizi yiyorlar. Ölmemizi bile beklemeden.

Devlet kadrolarının Türk olmayan unsurlarla doldurulması yeni bir oluşum değildir. Osmanlıdan kalma bir yapılanmanın devamıdır sadece.  Zira Osmanlı, Türk insanını sadece savaşta kılıç sallayacak, diğer zamanlarda çiftçilik ve hayvancılık yapıp vergi verecek ikinci sınıf insanlar olarak görmüş, devşirmeler ve gayri Türk azınlıklarla saray ve bürokrasi kadrolarını doldurmuştur. Savaş bittiğinde Başbuğumuz yeni kurulan devletin kadrolarına atama yapacak adam bulmakta çok zorlanmıştır. Bu nedenle de pek çok kadroya asker kökenli atama yapılmıştır. Yine de malum kadrolardan da kullanılmak zorunda kalınmış, ama sımsıkı denetlenmiştir. Başbuğumuzun uçmağa vardığının ertesi günü ise o ana kadar sessizce bekleyen malum kadrolar, yeni liderlerinin(!) desteği ile gerekli faaliyetlere hemen başlamış ve günden güne artarak tüm devlet kadrolarını ele geçirmişlerdir.

Günümüzde ise tek bir farklılık vardır. O kadroların içerisine yeni akbabalar katılmış, siyasi irticanın yanında, dini irticada siyasetten payını almaya başlamıştır. İşin içine din girince ümmet girmiş, ümmet olunca da nedense Türkler ümmetten sayılmayıp şeyh sait ve torunları ümmet sayılmıştır sadece. Türklerin Kutsal Tanrı Dağı Türke güç verirken, Hira dağını tek kutsal dağ ilan edenler nedense sadece uzanıp yenmeyi beklemesini fısıldamıştır Türk'ün kulağına. 

Yedikleri gövde ise biziz. TÜRKLER.  Üzerine ölü toprağı serilmiş olan biz TÜRKLER.

BİRLEŞELİM!!!!   BİRLEŞMELİYİZ!!!!!!
Yoksa üzerimize serilecek toprakda kalmayacak.

Çevrimdışı TÜRK-KAN

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2181
  • UÇMAĞA VARDI, TANRI DAĞLARINDA!
 Değerli Üçoklu Börü Ağabeyimizin gözler önüne serdiği hain oluşumları ve bunların kendilerini, ülkelerini ne kadara sattıklarını, ibret, nefret ve tiksintiyle okudum.

 Sivil Toplu örgütleri adı verilen TÜRK DÜŞMANI, terörist aşığı haşarat yuvalarının kimlerden ve nerelerden beslendiklerini gördük.

 Değerli kandaşlarım, sizlere yalan bilgiler verme lüksüne sahip değiliz. Size satılmış basın gibi ekonomiide büyük atılım var, istikrar sürüyor, sıcak para Türkiye'yi seçti, Türkiye Avrupa ve Ortadoğu'da başat bir aktör oldu gibi şerefsizce yalan söyleme, haberleri allayıp pullama kabiliyetinde ve kıvraklığında değiliz.

 Ülkemiz Gayri Türkler, bu ihanet şebekesi örgütler ve soysuz ümmetçi bir hükümet tarafından anarşiye, kaosa ve yıkıma doğru götürülmektedir. Amaçları Türk Milleti'ni yok etmektir. Düşmanlarımız güçlüler, ama asla yenilmez değiller. TANRININ YERYÜZÜNDEKİ ASKERLERİ TÜRKLER olarak bu düşmanı da yenecek güce sahibiz. Lakin önce artık şu asırlık Oğuz uykusundan kendimizi bir kurtaralım, silkinelim ve de düşmana karşı derhal BİRLİK içinde saldırıp, ilerleyelim !

 TTK



 
23 EKİM 2023'DE, ELİM BİR TRAFİK KAZASI SONUCU, UÇMAĞA VARDI.
ŞİMDİ; TANRI DAĞINDA, ATALAR YURDUNDA, ATSIZ ATA MAKAMINDA, BAŞBUĞLAR OTAĞINDA, ERİNÇ İÇERİSİNDE!

Çevrimdışı TÜRK-KAN

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2181
  • UÇMAĞA VARDI, TANRI DAĞLARINDA!
TÜRKİYE’DEKİ ALMAN VAKIFLARI RAPORU-Dr. Necip Hablemitoğlu

  Almanya’daki Türkleri biliriz de, Türkiye’deki Almanları bilenimiz var mıdır? Kastedilen, Almanya’daki 2.5 milyon Türk vatandaşına karşılık Türkiye’de yaşayan –çoğu emekli- yaklaşık 100.000 Alman değildir: Türkiye’de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu gerçekleştiren; toplumsal-siyasal-ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren; yerel basında-yerel yönetimlerde-üniversitelerde-sendikalarda-kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde “etki ajanı” ve “Alman sempatizanı” yetiştiren; şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasal partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye’ye, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı olan, ulus-devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek vererek bu ülkeyi alttan oyan –deyim uygunsa- bir avuç Alman istihbaratçısıdır.

 Türkiye’de istihbarat kuruluşları, Almanya’nın Türkiye içindeki “Beşinci Kol” faaliyetlerinin farkında mıdırlar? Elbette ki evet!.. Ne var ki, klasik bürokrat uzlaşmacılık anlayışı, “bu iş benim boyumu aşar” mantığı, siyasal baskılar, siyasal erke güvensizlik, mevcut istihbarat kuruluşları arasındaki olumsuz rekabet ve koordinasyonsuzluk gibi nedenlerle önlem alınamamaktadır. Önlemden vazgeçtik, kamuoyu bilgilendirilememektedir. Bu acizlikte, hiç şüphesiz, sözkonusu istihbarat kuruluşlarımız içindeki şeriatçı ve de etnik görüntülü kadrolaşmaların payını da yadsımamak gerekmektedir (1).

 Türkiye’deki Alman “Derin Devleti”nin temsilcileri, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan “Bundesnachrichtendienst” (BND) mensubu olup, bir kısmı diplomatik dokunulmazlık kapsamında, bir kısmı gazeteci, akademisyen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyasetbilimci, çevrebilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlıklı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet göstermektedirler (2). Bu araştırmanın konusunu, sadece Alman vakıfçıları oluşturmaktadır (3). Alman istihbaratçılarının Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev yapmalarına, vakıflar mevzuatı olanak tanımamaktadır (4). Buna rağmen, Türkiye’deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değerlendiren Alman istihbaratçıları, Türkiye’yi tanımakla işe başlayıp, kısa sürede hemen her alanda Türkiye’yi yönlendirecek aşamalara gelmişlerdir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle, emperyalizmin hedefi konumundaki ulus-devletlerde ve bu doğrultuda Türkiye’de mevcut işbirlikçi NGO’lara yüklenen misyonların açıklanması gerekmektedir.

1.TÜRKİYE’DEKİ KÜRESELLEŞMECİ YA DA İŞBİRLİKÇİ NGO’LAR

 Küreselleşme sürecinde, uluslararası sermayenin serbest dolaşımının önünde en büyük engel oluşturan ulus-devletlerin zayıflatılması ve mümkünse yıkılması doğrultusunda ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkeler ile AB, NGO’lara (Non-Governmental Organizations) yani hükûmetdışı sivil toplum örgütlerine aşağıdaki görev ve sorumlulukları öngörmektedirler: (a) Yerel kültürlerin yaşatılması kapsamında alt kültür kimliklerinin siyasallaştırılması ve etnik karşıtlıkların belirginleştirilmesi; (b) misyoner faaliyetlerine karşı toplumsal reaksiyonu törpüleyecek sürecin başlatılması ve geliştirilmesi; (c) dinsel özgürlükler kapsamında dinlerarası diyalog ve hoşgörü söylemlerinin kullanılmasıyla, tarikat-cemaat ve benzeri yapılanmaların farklı hukuklarının yaşama geçirilmesi ve eğitim-öğretim birliğine son veren girişimlerin desteklenmesi; (d) hükûmet politikalarını ve kamuoyunu önemli ölçüde yönlendirme gücüne sahip siyasal partilerin, meslek odalarının, medya kuruluşlarının, sendikaların, birliklerin, vakıfların, derneklerin, tarikat ve cemaatlerin ve de illegal örgütlerin, rejim-devlet aleyhine -farklı siyasal kamplarda yeralsalar da- asgari müştereklerde buluşturulması ve kullanılması; (e) demokratik kitle örgütlerinin süratle NGO’laştırılması ve “sivil itaatsizlik” çağrıları ile kitlelerde kamu düzeni-devlet otoritesi aleyhine başkaldırı refleksinin oluşturulması; (f) “sivil denetim” stratejisi ile devlet kurum ve kuruluşlarının denetlenmesi ve hedeflenen gizli bilgilere doğrudan ulaşılması; (g) bağlı NGO’ların baskı grubu olarak kullanılmasıyla hükûmetlerin siyasal, toplumsal, kültürel, hukuksal ve de ekonomik politikalarının doğrudan ya da dolaylı etkilenmesi; (h) resmi ideoloji-sivil ideoloji ayrımı ile mevcut sistemden hoşnut olmayan, ezildiğine, sömürüldüğüne inanan kitlelerin toplumsal dayanışma bağlamında yönlendirilmesi ve resmi ideolojiyi temsil eden tüm kurum ve kuruluşlara, değerlere, resmi politikalara düşmanlaştırılması; (i) etnik ve dinsel amaçlarla yerel yönetimlerin önplana çıkarılması; (ı) “küresel vatandaşlık” kavramının “etki ajanlığı” ile istismar edilmesi, hedef ülkedeki etki ajanlığı potansiyelinin böylece geliştirilip güçlendirilmesi vs. vs.”.

 Küreselleşmeci NGO’ları, ulusal düzeydeki demokratik kitle örgütlerinden ayıran en önemli kriterler ise şöyle belirlenmektedir: Küreselleşmeci NGO’lar, hiçbir şekilde hükûmetten yani resmi makamlardan yardım almayacaklardır. Bu bağlayıcı özellik, onların devlet tarafından teslim alınmalarının ve de kullanılmalarının önüne geçecektir. Ancak, aynı NGO’ların dış ülkelerden yardım almalarında ve yönlendirilmelerinde-kullanılmalarında ise hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle, yasal demokratik kitle örgütleri (dernekler, vakıflar, meslek odaları ve birlikleri, sendikalar vd.) ne kadar ulusal görüntüye ve niteliğe sahiplerse, küreselleşmeci NGO’lar da o ölçüde ulusallık karşıtı-işbirlikçi (agent) görüntü ve niteliğe sahiptirler. Diğer taraftan, küreselleşmeci NGO’lar için, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, ülke ekonomisinin gelişmesi, üretimde ve işgücünde verimlilik, işçi-memur-köylü-öğrenci-esnaf-kadın hakları, sendikal mücadele, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği, bilimsel aktiviteler, sömürü, sömürgeler gibi konu ve kavramlar pratikte hiçbir anlam ve değer ifade etmemektedir. Buna karşılık, küreselleşmeci NGO’ların kayıtsız şartsız savundukları iki temel özgürlük vardır: Dinsel özgürlükler (mezhep, tarikat, cemaat ve hatta yasadışı radikal dinci yapılanmalar arasındaki farklılıkları derinleştirme, kışkırtma) ve de etnik parçalama-parçalanma özgürlüğü. Laik hukuk sisteminin çökmesiyle ya da alt kültür kimliklerinin siyasallaştırılmasıyla ortaya çıkacak iç savaş ve bu iç savaşta ortadan kalkacak olan başta yaşama hakkı olmak üzere, yokolacak tüm temel insan hak ve özgürlüklerinin hesabı hiç önemli değildir. Örneğin, Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde yaşanan etnik temizlik operasyonlarında öldürülen, tecavüz edilen, işkence gören kadınların, çocukların envanterini çıkaran, haklarını arayan ve sorumluların gerçekten izini süren kaç küreselleşmeci NGO vardır küreselleştiği söylenen dünyada? Keza, Irak, Çeçenistan, Kosova, Filistin ve Afganistan gibi ülkelerdeki yansımaları izleyen ve kamuoyunu bilgilendiren, gerçekten takipçi küreselleşmeci NGO’lardan söz edebiliyor muyuz? Kuzey Irak deneyimi göstermiştir ki, “insani yardım” amaçlı yüzü aşkın NGO’nun neredeyse tamamı, ABD, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerin istihbarat servislerinin tamamlayıcı ve kamufle edici unsuru olarak görev üstlenmişler; bu servislere ajan peşmerge devşirmişlerdir (5). Bu bağlamda bölgeye en ciddi insani yardım, NGO’lar arasında adı bile geçmeyen Türk “Kızılay”ından gelmiştir. Bunca yaşananlar ortadayken, küreselleşmeci NGO’lar, eylem yerine, “insan hakları ve özgürlükleri” söylemlerini yeğlemektedirler. Kimlere karşı? Sadece kendi devletine ya da diğer ezilen devletlere karşı, tabii kendilerini yöneten-yönlendiren emperyalist devletin ya da devletlerin verdikleri izin ölçüsünde!..

 Çelişkiler sadece bu kadar mı?!. Elbette ki hayır!.. Tıpkı, örgüt içi demokrasinin (seçimle işbaşına gelmek, kaydıhayat şartıyla yönetimde kalmamak, görev ve sorumlulukları paylaşmak, kişisel çıkar sağlamamak vb.) olmadığı yapılanmaların NGO kabul edilemeyeceğine ilişkin genel tanım ve tutuma rağmen, tarikat ve cemaatlerin bir nevi NGO olarak (Sivil Toplum Cemaatleri) tanınmaya zorlanması gibi. Küreselleşmeci NGO’lar, dinsel mürit-militanlığın ya da etnik faşizmin yolaçacağı sorunları değerlendirmek yerine, “işkenceye hayır”, “düşünceye özgürlük” gibi temelde tüm insanların katılacakları sloganları, sadece hedef hükûmetleri köşeye sıkıştırma aracı olarak kullanmaktadırlar. Örnek mi?!. Türkiye başta olmak üzere tüm hedef ülkelerde, küreselleşmeci-işbirlikçi NGO’lar, haftalık-aylık ve yıllık insan hakları raporları hazırlayıp bunu kendi ülkesini küçük düşürecek, aşağılayacak, şikâyet edecek biçimde yayınlamaktadırlar. Bu raporların sunumu, yönetilip yönlendirildikleri ülkelerin dışişleri bakanlıklarınadır. Bu bağlamda, Türkiye’deki İnsan Hakları Derneği’nin ya da Mazlum-Der’in ya da Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın, ABD, Almanya ya da AB ülkelerindeki insan hakları ihlâllerine ilişkin rapor hazırlamaları kesinlikle sözkonusu değildir. Daha açık ifadeyle, insan hakları ve özgürlüklerine ilişkin konular, küreselleşmeci NGO’larla, kendilerini yöneten-yönlendiren, para aldıkları yabancı devletlerin “müdahale-baskı-şantaj” aracı olarak sürekli gündemde tutulmaktadır, yoksa gerçekten samimi oldukları için değil.

 Tüm bu fonksiyonları ile küreselleşmeci NGO’lar, kendilerini yöneten-yönlendiren ülke silahlı kuvvetlerinin, casuslarının yapamayacakları tüm alanlarda hizmet sunmaya, dolayısıyla da kendi devletine yönelik çok yönlü vatana ihanet suçunu –hem de alenen- işlemeye devam etmektedirler. Satın alınmanın adı, “proje bedeli” olmuştur. Buna karşılık, Türkiye dahil hedef ülkeler, küreselleşmeci NGO’lara karşı yasal önlemleri alamaz konuma getirilmişlerdir. Örneğin, ilgili devlet ya da hükûmet başkanlarının ve parlamenter heyetlerinin Türkiye’ye ziyaretlerinde, sözkonusu küreselleşmeci NGO’ların yöneticileri ile görüşmeleri rutin kabul edilmekte ve gezi programının üst sıralarında yer almaktadır (6). Bu olgu, sözkonusu NGO’lara bir nevi itibar kazandırmakta ve örtülü dokunulmazlık sağlamaktadır.

 Bütün bu olumsuz gelişmelere karşı Türk Devleti ne yapmaktadır? Ulusuna ve tarihine lâyık olmayan ya da “etki ajanı” konumundaki kimi politikacıların, kimi istihbaratçıların, kimi medya mensuplarının, kimi akademisyenlerin, kimi tarikat şeyhlerinin, kimi işadamlarının varlığı, Türk Devleti’nin sözkonusu küreselleşmeci NGO’lar karşısında sadece seyirci konumuna gelmesine neden olmuştur ve olmaktadır. Tipik bir örnek olmak üzere, Başbakanlığa bağlı olarak kurulan İnsan Hakları Üst Kurulu’nun küreselleşmeci benzerlerinden farklı hiçbir fonksiyonu bulunmamaktadır. Ekonomik önlemler için hükûmet, milyonlarca üyesi olan ulusal nitelikli sivil toplum kuruluşları yerine, sıradan bir dernek statüsündeki TÜSİAD’dan öncelikle görüş alırken, eleştirilerinin gereğini de anında yerine getirmektedir. Kısaca, Türk Devleti, kendini savunma mekanizmasını çalıştıramadığından, kendi NGO’larını da kuramamaktadır. Özellikle kurulan devlet kaynaklı vakıfların, kamu çıkarları yerine, kimi devlet bürokratlarına hareket –daha doğrusu harcama- esnekliği ve serbestisi sağlaması, uluslararası literatürde GONGO olarak nitelendirilen “Governmental NGO”ların artışına yol açmaktadır (7). Tapu-Kadastro, Adalet, Polis, MEB, Üniversiteler başta olmak üzere hemen hemen tüm kamu kurum ve kuruluşlarının katrilyonlara hükmeden GONGO’ları, kamu kaynaklarından ve halkın sırtından haksız kazanç sağlamaya devam etmektedir. Sorun sadece bu kadarla kalsa yine kabul edilebilir boyutlarda. Daha kötüsü, sırf kamu kaynaklarını hortumlamak amacı ile kurulan yüzlerce NGO’ya en tipik örnek, vakıf üniversiteleridir. Devlet malına vakıf olunamayacağına ilişkin tarihsel ilkeye rağmen, kurulan vakıf üniversiteleri, kimi sermaye sahiplerine ya da cemaat şeyhlerine, reklâmın yanında, yüzbinlerce metrekarelik bedava arsa, hatta boğaz manzaralı orman arazisi, vergi indirimleri, cari harcamaların % 45’ine varan ölçülerde devlet desteği de sağlanmaktadır. Harcama faturaları biraz şişirildiğinde, vakıf üniversitelerinin neredeyse cari harcamalarının tamamı devlete yükletilirken, zaten maddi olanaksızlıklar içinde kıvranan devlet üniversitelerine bütçe içinde ayrılan pay da giderek azalmaktadır. Özetle söylemek gerekirse, Türk Devleti’nin ne küreselleşmeci NGO’lara, ne kendi GONGO’larına ve ne de halk deyimi ile “hortumcu” NGO’lara karşı belirlenmiş bir politikası bulunmamaktadır. Bu acizlik görüntüsü, 21-22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nde ilk maddede yer alan aşağıdaki yargıyı hatırlara getiriyor: “...hükûmet, üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor” (8).

2.TÜRKİYE’DEKİ ALMAN VAKIFLARININ GENEL KARAKTERİSTİĞİ

 ABD’nin hedef ülkelerdeki küreselleşmeci NGO’lara dolaylı parasal destek için, NED (Demokrasi Milli Fonu) üzerinden Cumhuriyetçi Partiye bağlı IRI (Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü) ve Demokrat Partiye bağlı NDI (Ulusal Demokrasi Enstitüsü) ağırlıkta olmak üzere, CIPE (Uluslararası Özel Girişimciler Merkezi), ACILS (Amerikan Uluslararası İşçi Dayanışması Merkezi), Hoover Enstitüsü gibi merkezlere sahip olduğu biliniyor. NED, ABD Kongresi denetiminde oluşturulmuş resmi bir para fonu olduğundan, harcamalarının gizliliği bulunmuyor. Bu fona sadece Federal Bütçeden kaynak aktarılmıyor, ilâveten uluslararası şirketler ve stratejik müttefik ülkeler de destek sağlıyor. Dolayısıyla, Türkiye dahil hangi üçüncü dünya ülkesinin hangi işbirlikçi NGO’su bu merkezlerden hangi miktarda nakit yardım almış, internete yüklenmiş resmi kaynaklardan kolaylıkla öğreniliyor (9).

 AB ülkelerinin de aynı amaçlı “birinci sınıf” NGO’ları bulunuyor; ancak Türkiye’ye baktığımızda, en etkin Avrupalı NGO’lar arasında, özellikle Almanların başı çektikleri gözlemleniyor. Türkiye’de faaliyet gösteren Alman Kültür Merkezleri’nin yanısıra, Beyrut merkezli “Morgenlaendische Gessellschaft”a bağlı Orient Institut’un İstanbul Şubesi ve Goethe Enstitüsü, Alman NGO’larının Türkiye’deki ilk sıçrama noktaları olarak kabul ediliyor.
 
 Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BND’nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçeden karşılanan “taşeron” NGO’lardır. İşin ilginç tarafı, hemen her vakıf, -aşırı sağcı CSU ve solcu PDS dışında- rejime entegre sorunu olmayan mevcut siyasal partilerin birer yan kuruluşudur. Örneğin, Almanya’nın en büyük partilerinden biri olan Hristiyan Demokratik Birliği-CDU, Konrad Adenauer Vakfı’na, Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfı’na sahiptir. Aynı şekilde, Sosyal Demokrat Partisi-SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı, Hür Demokrat Parti-FDP’nin Friedrich Naumann Vakfı da aynı statü içindeki vakıflar arasında yer almaktadır. Alman Parlamentosu’nda grubu bulunan partilerin bünyesi içindeki bu vakıfların tamamı, iktidar-muhalefet ayrımı yapılmaksızın Federal Hükûmetin “Politik Eğitim Fonu”ndan finanse edilmektedir. Bu vakıfların yurtdışı faaliyet giderleri de tamamiyle Federal Hükûmet tarafından karşılanmaktadır. Resmen Alman Hükûmeti’nden yardım alan sözkonusu vakıflar, dış ülkelere “Hükûmetdışı Sivil Toplum Örgütleri” yani NGO olarak takdim edilmektedir. İşte bu vakıflar, 1984’den itibaren Türkiye’ye gelerek ve de yasal boşluklardan yararlanarak, her biri birer “taşeronun taşeronu” legal Türk NGO’sunun tabelâsı ardında faaliyetlerini sürdürmektedirler.
 
 Sözkonusu Alman vakıflarının yıkıcı-bölücü ve de espiyonaj faaliyetlerine karşı ilk kez Türk kamuoyunu bilgilendirerek uyaran Türkiye’nin tek Doğubilimcisi Tamer Bacınoğlu, sözkonusu vakıflarla ilgili şu çok önemli değerlendirmeyi yapmaktadır:

“... Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO’lardır ve Alman dışpolitikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dışişleri Bakanlığı’nın ... yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür ‘kamuflaj projeleri’ kullanabileceği üzerine bir dizi ‘pratik örnek’ verilmektedir. ‘Politik Vakıflar’ın bu bağlamda ‘diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları’ en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.

 Ankara ve İstanbul’da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükûmet sorunu değil, ‘yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti’ olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir:

A- ‘Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak’ ve buna paralel olarak ‘kürtçü gruplar’ ile Almanya arasında köprü kurmak. B- ‘Toplumun değişik katmanları ile siyasal islâmcıları bir araya getirmek’ ve buna paralel olarak islâmcılar ile Alman devleti arasında köprü kurmak. C- ‘Alevilerin aşırı islâma karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak’.

 İkinci maddedeki etkinlikler, ‘Türkiye’de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak’ amacıyla Almanya’da adı var, kendi yok ‘federal sistem’i Türkiye’ye tanıtmayı hedefler. FDP’nin Friedrich Naumann Vakfı, ‘federalizmi tanıtma’ çabalarını genelde Batı Anadolu’da yürütürken, Yeşillerin Heinrich Böll Vakfı ‘federal yönetimin nimetleri’ni Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir. Yeşiller’in bu vakfı şu sıralar, Türkiye’nin etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ‘araştırma’ enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha ‘global’ bir yaklaşımla ‘Türkiye’de sivil toplum kurulabilmesi’ için çaba gösterirken, daha çok ‘ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı’nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye’de ‘İslâmı demokrasiyle barıştırmak’ yolunda en kapsamlı projeler ise CDU’nun Konrad Adenauer Vakfı’nca yaşama geçiriliyor.

 Vakıf ajandasının üçüncü maddesi, ‘yerli köprübaşları oluşturmayı’ öngörür. Almanya’ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman ‘kalkındırma yardımı’, bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak artırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır....

 Almanya kökenli vakıflar, ‘biz NGO’yuz’ diyor. Ancak ‘sivil toplum’, ‘küresel ekonomi’ ve ‘insan hakları’ için uğraşı verdiklerini iddia ederken, ‘Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır’ da diyebiliyorlar. Hepsi de ‘dost ve müttefik Almanya’ hesabına çalışıyor. Söylev’deki ‘Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette...” sözlerini hep anımsamalıyız” (10)
.
 
 Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Aralık 2000’de yayınlanan “Yeni Türkiye Konsepti”, Alman vakıflarına, rutin faaliyetlerinin yanında –özellikle espiyonaj ağırlıklı- yeni görevler yüklemektedir: “Köylülerde çevre bilincini geliştirmek; köylü kadınları politikaya duyarlı hale getirmek; sistem karşıtı eleştirel ve alternatif medyacılığı teşvik; çevre düşmanı yatırımlara özellikle turizm bölgelerinde gereksiz endüstri tesislerine, otoyollara ve baraj inşaatlarına karşı sivil itaatsizlik eylemleri organize etmek vs. vs.” (11). İşte bu vakıflardan birkaçı ve saptanan faaliyetlerinden bazıları:



23 EKİM 2023'DE, ELİM BİR TRAFİK KAZASI SONUCU, UÇMAĞA VARDI.
ŞİMDİ; TANRI DAĞINDA, ATALAR YURDUNDA, ATSIZ ATA MAKAMINDA, BAŞBUĞLAR OTAĞINDA, ERİNÇ İÇERİSİNDE!

Çevrimdışı TÜRK-KAN

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2181
  • UÇMAĞA VARDI, TANRI DAĞLARINDA!
 2.1. KONRAD ADENAUER VAKFI
 
Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe ile, Türkiye’nin zaaf boyutlarındaki etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplumsal sorunlarını çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından yönetilen bu vakıf, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir. Vakıf Temsilciliği, Ankara’da müstakil bir binaya sahip olup, İstanbul’da da şube düzeyinde temsil edilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye çalışmaktadır (12). Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un ülkemizdeki etkinliği konusunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir fikir verecek düzeydedir:
 
“Bu yılın 6 Temmuzu’nda Ardahan Subay Gazinosu’nda akşam yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet Gazetesinde Türkiye’deki Alman vakıflarının çalışmalarını kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildirdiler. Bize ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gösterip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi, böylece ben de bilgi sahibi olabildim.

 Ardahan ilinde belediye başkanları ve belediyede ve idarede çalışanlar için iki günlük bir seminerin açılışını yapmıştım. Bu semineri uzun yıllar birlikte çalıştığım Türk ortağımız Türk Belediyecilik Derneği (TBD) ile birlikte düzenlemiştik. Seminerin konuları arasında şehircilik, ihaleler, belediye başkanının, belediye meclisinin ve belediyenin görevleri ve birbirleriyle ilişkileri vardı. Ortağımız TBD, her yıl Türkiye’nin bütün yöre ve illerinde aşağı yukarı 100’e yakın bu tür meslek eğitimi semineri düzenlemektedir. TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir yönetim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin bulunmasını ve bağımsız yetkilerle donanmış bir yerel yönetimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu görüşünde birleşiyorlar.

 Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezleri ve ilçelerinden sayısız memurla konuşma fırsatı da bulmuş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında etkilenmiştim. Bu konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamanda bu yöredeki doğanın güzelliği, Türkiye’nin bu ücra köşesindeki insanların özel dostluk ve candanlıklarını da tanımak fırsatını buldum” (13).

 Wulf Schönbohm’un yazdıkları, dev bir gerçeğin küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları, deyim yerindeyse, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye’nin hemen her yerine rahatça girebilmekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Wolfgang Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve sonuçta “kaybolan laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiye’de 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki laz örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır (14). Önceleri, Almanya’da basılan laz alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu istihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak...

2.1.1. K.A.V.’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ

 Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmi kurum ve kuruluş neredeyse sözkonusu değildir. Örneğin, sadece Türk Belediyecilik Derneği değil, tabelâsı ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün yanısıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek etkinlikler düzenlemişlerdir (15).

 Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000’de düzenlediği “Türkiye’de Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar” adını taşıyan kongrede yapmıştır. Bu kongreye, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta “aklanma”, “prestij artırma”, “dokunulmazlık sağlama”, “ilgi odağı olma” yorumlarına yolaçmıştır. Tıpkı bildirilerin toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm’un yazdığı gibi:
 
“... Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut’un kongrenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir” (16).

 Kongrede, BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri “AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu” üzerine katılımcıları Almanya’dan edinilen deneyimler (!) çerçevesinde bilgilendirmiştir (17). Alman iç istihbarat örgütü olan “Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı”nın (BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr. Christian Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi ihmal etmemiştir:

“Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sistemindeki en ağır yaradır.... Ordunun Türk anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye’nin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik Kurulu’yla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da kattığı tespit edilmelidir.... Milli Güvenlik Kurulu kararlarının hukuki açıdan bağlayıcı kararlar değil, sadece hükümete ‘tavsiye’ niteliğinde olması da önemli değildir. Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu’nun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele hususundaki ‘tavsiyelerinin’ çok ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hükûmetinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset sisteminin Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti veya hükümetten daha fazla katkıda bulunmuş olsa da, böylece egemen bir ordunun Avrupa’nın özgürlükçü demokratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Oturumlarda gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi istenmiş, ‘sivillerin’ etkili egemenliği talep edilmiştir.... Kemal Atatürk’ün kendisinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa’nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle Kemalist milliyetçiliğinin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB’ye entegrasyonun beraberinde getirdiği milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir” (18).

 Dr. Rumpf, Atatürk’ün yaşadığı dönem itibariyle çağın koşullarına ve gereksinimlerine tamamiyle zıt “anti-emperyalist” bir mücadele sonrasında ülkesine bağımsızlık kazandırdığı gerçeğini es geçmekte ve Kemalizmin yorumunun saptırılarak AB talepleri çerçevesinde yeniden yapılmasını ima etmektedir. Ancak, Türkiye’nin ergeç yola gireceğinin kanıtı ve emaresi olarak “tüm Türkiye’de faaliyet gösteren İnsan Hakları Derneği ilk defa işkence vakalarında belirgin bir azalma tespit etmiş” diyerek güvenilir, hatta MGK’dan da güvenilir bir kaynağa (!) atıfta bulunmaktadır.

2.1.2. TEHLİKENİN BOYUTU: K.A.V.’NIN ÖNEMLİ ETKİNLİKLERİ

 Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği, her yıl çok sayıda konferans, seminer, atölye çalışması ve sempozyum düzenlemektedir. Vakfın sadece 2000 yılında saptanan 33 etkinliğine katılan davetli sayısı 3.000 olup, toplam 281 etkinliğe katılan davetli sayısı ise 23.400’dür. 2000 Yılı itibariyle üç tartışma forumu düzenlenmiştir. Siyasal diyalog kapsamındaki bu tartışma forumlarının her birine, kendi alanlarında sivrilmiş 100’er davetli katılmıştır: “Orta Ölçekli Sanayinin ve Modern Teknolojinin Bavyera Eyaletinde Teşviki” konulu forumun konuşmacısı Müsteşar Hans Spitzner, “Yüksek Teknolojilerdeki Devrimsel Gelişmeler-Silahlı Kuvvetler İçin Sonuçlar” konulu forumun konuşmacısı Dr. Holger Mey ve “Türkiye’de İnsan Haklarına Saygı Eğitimi” konulu forumun konuşmacısı Prof.Dr. İonna Kuçuradi’dir.
 
 Vakfa göre, “siyasi diyaloğun diğer önemli bir bileşeni, siyasi müşaveredir. Bu hususta Alman siyasetçilere, önemli siyasetçiler ve şahsiyetler ile yerinde görüşme ve durum hakkında yerinde fikir edinme imkânı sağlanır. Bu temasların her iki tarafın çalışmaları için çok faydalı olmakla kalmayıp, aynı zamanda önyargıların tasfiye edilmesi ve karşılıklı diyaloğun sağlamlaştırılmasına önemli bir katkı sağladığı geçmişteki uygulamalarda görülmüştür. 2000 Yılında Avrupa Halk Partisi (EVP) milletvekili Bayan Dr. Renate Sommer’in ziyareti, Bay Dr. Norbert Lammert’in ziyareti (Milletvekili ve Alman Federal Parlamentoda Hristiyan Demokrat Partisi/Hristiyan Sosyal Birliği CDU-CSU dış siyasi sözcüsü) ve milletvekili Manfred Grund başkanlığında Thüring Eyalet Grubunun ziyareti gerçekleşmiştir” (19).

 Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki uluslararası kongreleri düzenlemiştir: “Turkey on Her Way to EU-Membership” başlıklı bir yuvarlak masa tartışması; “Türkiye’de Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi Reformu” konulu sempozyum; “Küreselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik” konulu kongre; “Türkiye’de Anayasa Reformu-İlkeler ve Sonuçlar” konulu kongre; “Karadeniz/Ereğli’de Bölgesel Gelişme” konulu kongre; “Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı” konulu etkinlik; “Alman Okullarında İslâm Din Dersi” konulu kongre; “Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri” konulu kongre; “Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar ve Şanslar” konulu kongre; “Türkiye’de Yerel Yönetimlerin Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri” konulu kongre vd. Vakıf, bu etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV sayesinde, Ankara’daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen ‘Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı’ konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz KAZANILABİLMİŞTİR” (20).

 Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz’ın kazanılmasıyla ilgili bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır. Ancak önemli olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca atılarak kazanılması hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kaldı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı’nca hazırlanan “Alman NGO’larının 2001 Türkiye Konsepti”nde Konrad Adenauer Vakfı’ndan “ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı kurması” istenilmektedir. TDV yani Türk Demokrasi Vakfı’nın Başkanının ANAP milletvekili Bülent Akarcalı olduğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu’nda iki ANAP milletvekilinin Emre Kocaoğlu ve Türkiye’de etnik hobileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlu’nun da bulunduğu gözönüne alınacak olursa, KAV’nın Almanya’dan gelen resmi direktiflere nasıl bağlı kalmakta duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır.

 KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de “kazanılmasına” büyük önem vermektedir. Kendi cümleleriyle işte amaçları: “Gençlerin teşvik edilmesi, özellikle de gençlerin siyasi fikir oluşturma sürecine katılımı, Türkiye’de yoğun olarak ihmal edilen bir sahadır. Bu husus, Türkiye nüfusunun % 70’inin 35 yaşın altında bulunduğu dikkate alındığında özellikle şaşırtıcıdır. KAV bu nedenle geçen yıl toplam üç gençlik konferansı (09.04.2000 tarihinde Gaziantep, 17.05.2000’de Mardin ve 19-21.05.2000’de Van) ve 23-25.11.2000 tarihleri arasında Kuşadası/Aydın’da gençlik günleri konulu bir forum düzenlemiştir. Özellikle ‘Türkiye’nin Geleceği, Geleceğin Türkiyesini Konuşuyor’ çalışma konusu altında düzenlenen Van’daki etkinlik, katılanlar için bir tartışma forumu sunmuştur. Foruma katılan 140 kişi, 4 çalışma grubuna ayrılmış ve muhtelif konuların ele alınması ile görevlendirilmiş olup, sonuçları bir komünikede toplanmıştır. En önemli sonuç, FARKLI MENŞELERE rağmen, kültürel bir birlikte yaşamanın temeli sayılabilecek müşterek ideallerin ve fikirlerin var olduğu yönündeki tespit olmuştur” (21).

 Konrad Adenauer Vakfı’nın Güneydoğuya ilgisi, farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt’in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonuna katılması; Diyarbakır’da “biji Apo”, “kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir içmesuyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar (!) Türk istihbarat kurumlarının engin hoşgörüsü (!) altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22).
 
 KAV’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin sorunlarına (!) ilgi yelpazesi öylesine geniştir ki, Türkiye dar gelmekte ve kimi zaman faaliyetler ülke dışına taşmaktadır: “KAV’ın faaliyetleri sadece Türkiye ile sınırlı kalmamıştır. KAV, diğer partnerleri ile birlikte Almanya ve Belçika’da üç etkinlik düzenlemiştir. Bunlar münferit olarak: Berlin’de 21-24.09.2000 tarihlerinde ‘Helsinki’den Sonra Almanya-Türkiye İlişkileri İçin Gelecek Perspektifleri: Gelişmeler ve Şartlar’ konulu uzman toplantısı; Köln’de ‘Yapısal Dönüşüm İçerisinde Bulunan Orta Ölçekli İşletmeler” konusunda Alman/Türk ekonomi toplantısı ve 09.12.2000 tarihinde Brüksel’de ‘Türkiye ve AB’ konulu uluslar arası sempozyum. KAV’ın konsepsiyonel katkıda bulunduğu bu etkinlikte Almanya, Belçika ve Türkiye’den gelen siyasetçiler ve karar organları, fikir alışverişi fırsatı bulmuştur”(23). KAV ayrıca, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Karadeniz Ekonomik İşbirliği Sekreteryası’na sponsor olarak da destek vermektedir (24).

 Konrad Adenauer Vakfı, yerel medya ile öylesine sıkı bir ilişki kurmuştur ki, Vakıf Temsilcisi Dr. Schönbohm, çok iddialı biçimde basına “görüşmediğim yerel basın kalmadı” biçiminde demeçler vermektedir. Bu kapsamdaki faaliyetlerde, Türk ve Alman yerel gazetecilerin katıldıkları seminerler, Türk gazetecilerinin “bilgi ve görgülerini artırmaya yönelik Almanya ziyaretleri” ağırlıklı yer işgal etmektedir. KAV, bu alanda tek “burnunu sokmadığı” alana da el atmış ve 22-23 Haziran 2000’de Kemer/Antalya’da “Uluslararası İhtilafların Çözümü Konusunda Medyanın Rolü” konulu seminere Türk, Alman ve Yunan gazetecilerinin katılımını sağlamıştır (25).

Vakfın, destek verdiği projelerin yanısıra, yayınları da mevcuttur. 2000 Yılında vakıf yayınları arasında çıkan kitap sayısı 14’tür (26). Vakfın 2001’de yaptığı çok sayıda etkinlikler arasında, 4 Nisan 2001’de Ankara’da Türk Kadınlar Konseyi Derneği ile müşterek düzenlenen ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr. Beyza Bilgin’in konuşmacı olarak katıldığı “İslam’da Kadının Rolü-Türkiye’de Kadın” konulu konferans, bu defa 11 Nisan 2001’de Ka-Der (Kadın Adayları Destekleme Derneği) ile müşterek olarak İstanbul’da yinelenmiştir. 27 Nisan 2001’de TOSYÖV Başkanı Işın Çelebi –ki o da ANAP milletvekilidir- Alman Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt ve de Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un müştereken açılışını yaptıkları Alternatif-Yenilenebilen Enerji Kaynaklarına ilişkin sempozyum gerçekleştirilmiştir (27). 3 Mayıs 2001’de ise, KAV Temsilcisi Dr. Schönbohm ile İstanbul Goethe Enstitüsü yöneticisi Dr. Rüdiger Bolz tarafından müştereken gerçekleştirilen “Konrad Adenauer Vakfı’nın 20. Tartışma Forumu”nun konusu ise, “1930’lu Yıllarda Türkiye’deki Alman Göçmenler” olarak belirlenmiştir (28).

 31.05/1.06.2001’de İstanbul’da Konrad Adenauer Vakfı’nın öncülüğünde gerçekleştirilen “Almanya ve Türkiye’de Devlet, Vatandaş ve Sivil Toplum Kuruluşları” konulu Uluslararası Kongre’nin davetiyesinde, açılışta söz alacak konuşmacılar arasında Dr. Wulf Schönbohm’un yanısıra, dönemin iki Bakanı, Yüksel Yalova ve Sadettin Tantan’ın isimleri zikredilmiştir. Kongre’deki konuşmacılar arasında özellikle BND’nin İstanbul’daki “Kürt ve Arap” uzmanı kadrolu elemanı Gottfried Plagemann ile BND’nin Türkiye etnik ve dinsel azınlıklar uzmanı Dr. Günter Seufert dikkati çekerken, Alman Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı BfV bağlantılı faaliyetleri ile yakından tanıdığımız Prof.Dr. Roland Eckert, Prof.Dr. Gerd Mutz, Dr. Konrad Hummel, Christopher Kubaseck, Gisala Anna Erler de Alman Devleti’nin resmi politikalarını anlatmışlardır. Türk konuşmacılar arasında ise şu isimler özellikle dikkatleri çekmiştir: Sermaye kesimini temsilen ABD’den proje bazında destekli TESEV’in Yönetim Kurulu Başkanı Yılmaz Argüden, uluslararası faaliyetleri ile yakından izlenmesi gereken Arı Hareketi’nin Başkanı Kemal Köprülü, muhafazakâr söylemleriyle tanınan Merkez Valisi Recep Yazıcıoğlu, ikinci cumhuriyetçi çizgide kabul gören Ali Bayramoğlu, Prof.Dr. Burhan Şenatalar, Prof.Dr. Zafer Üskül ve Alman vakıflarının gedikli konuşmacısı Prof.Dr. İbrahim Kaboğlu vd. (29).
 
 Konrad Adenauer Vakfı’nın tüm bu etkinlikleri gerçekleştirmedeki niyet ve emellerini bir kenara bırakıp, sadece otel, kokteyl, yemek, çay gibi organizasyon masraflarını hesaplamaya kalktığınızda bile, bu vakfın ve de vakfın arkasındaki Alman Devletinin Türkiye’yi ne kadar sevdiği (!) ve düşündüğü (!) ortaya çıkacaktır... Ama daha da düşündürücü olan gerçeği, KAV’ın Türkiye’deki en önemli “ işbirlik partneri” olan Türk Demokrasi Vakfı’nın Başkanı Bülent Akarcalı’nın aşağıdaki sözlerinde bulmak mümkündür:
 
 “Son iki yıldır vakıf Türkiye Temsilcisi olan Wulf Schönbohm, uzun yıllardır ülkemize gelenler içinde tanıdığım en dengeli ve sorunlarımıza çok müspet bakabilen, ciddi siyasi geçmişi ve inandırıcılığı olan kişidir. BUNA İNANARAK YAZIYORUM... Dolayısıyla sorun, BAŞKALARININ ÜLKEMİZDE NE YAPTIĞI DEĞİLDİR. KALDI Kİ GİTTİKÇE BÜTÜNLEŞEN DÜNYADA BU KAÇINILMAZDIR. Esas sorun, bizim niye dışarıda hiç ama hiçbir şey yapmadığımızdır. Tembelliğin mazereti yabancıya kızmak olmamalıdır” (30).
Unutmadan ekleyelim ki, Bülent Akarcalı, yukarıda da ifade edildiği üzere, aynı zamanda T.B.M.M. üyesidir ve uzun yıllardır iktidara ortak olmuş milliyetçi-muhafazakâr (!) söylemli bir partinin, ANAP’ın mensubudur. Ve tabii ki, yeminini Alman Parlamentosu’nda değil, tıpkı Mesut Yılmaz, Ercan Karakaş, Gökhan Çapoğlu, Leyla Zana, Şevki Yılmaz, Sadettin Tantan, Bülent Ecevit, Hasan Mezarcı ve benzerleri gibi T.B.M.M. kürsüsünde yapmıştır...

23 EKİM 2023'DE, ELİM BİR TRAFİK KAZASI SONUCU, UÇMAĞA VARDI.
ŞİMDİ; TANRI DAĞINDA, ATALAR YURDUNDA, ATSIZ ATA MAKAMINDA, BAŞBUĞLAR OTAĞINDA, ERİNÇ İÇERİSİNDE!

Çevrimdışı TÜRK-KAN

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2181
  • UÇMAĞA VARDI, TANRI DAĞLARINDA!
2.2 HEINRICH BÖLL VAKFI

 Alman Yeşiller Partisi’ne bağlı Heinrich Böll Vakfı, BND’nin espiyonaj faaliyetleri kapsamında en çok kullandığı vakıf olarak dikkat çekmektedir. Türkiye’de son yıllarda gerçekleştirilen rejim karşıtı pek çok etkinliğin ardında Böll Vakfı yeralmaktadır. Ülkemizde en aşırı sağdan en aşırı soluna, ikinci cumhuriyetçilerden etnik bölücülere uzanan çizgide, ortak paydası Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı olan tüm birey ve örgütleri biraraya getirme, ortak platformlar oluşturma çabası içinde görünen vakıf, Türk istihbarat kuruluşları nezdinde dikkat çekmemek için de, özelllikle espiyonaj faaliyetleri dışında tutulan normal bir Türk vatandaşını Temsilci olarak göstermektedir (31).
 
 1988’de Berlin’de kurulan Heinrich Böll Vakfı’nın, tıpkı diğer vakıflar gibi, Alman iç politikasına karışması yasaktır. Hükûmetin öngördüğü sınırlar içinde, misyonunun gereğini yerine getirmede ise, tıpkı diğer vakıflar gibi, oldukça özgürdür. Vakfın Almanya faaliyetleri, iki bölümden oluşmaktadır: Gerçek Almanlara yönelik faaliyetler; “yabancılar”a yönelik faaliyetler. Birinci bölüme yönelik faaliyetler, apolitik çevre projelerinden ibarettir. İkinci bölümdeki faaliyetlerin ağırlık noktasını ise Türkler oluşturmaktadır. Böll Vakfı, bu kapsamda, Türkiye karşıtı tüm etnik, ideolojik ve dinsel yapılanmaların (PKK, Ermeniler, Süryaniler, Pontusçular, Keldaniler, Yezidiler, Milli Görüşçüler, Kaplancılar, Fethullahçılar, Süleymancılar, Nizam-ı Alemciler, DHKP-C ve Tikkocular vd.) yanısıra, Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı, Protestan ve Katolik Kilise Akademileriyle yine bunlara bağlı haber ajansları ve diğer medya kuruluşları ile koordineli organik ilişki içindedir. Vakfın Almanya faaliyetlerinin finansmanı, İçişleri Bakanlığı’nın “global fonları” ve değişik bakanlıkların proje güdümlü kaynaklarından karşılanmaktadır ki, 1999 yılı için -sadece Almanya içi faaliyetlere- Devletten alınan yardım tutarı 67 milyon marktır. Böll Vakfı’nın asıl faaliyet alanı, Almanya için stratejik öneme sahip olan, başta Türkiye olmak üzere, “arka bahçe” ülkeleridir. Yurtdışı faaliyetlerinin tamamı, Federal Dışişleri Bakanlığı ve Federal İstihbarat Servisi’nin (BND) “örtülü fonları”ndan karşılanmaktadır.
 
 Böll Vakfı, Türkiye’de uzmanlaştığı başlıca üç konuda faaliyet göstermektedir: Birincisi, “insan hakları” konusu ki, en yoğun işbirliği yaptıkları Türk sivil toplum kuruluşları arasında İstanbul Barosu, İnsan Hakları Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, KOMKAR, Düşünce Suçuna Karşı Girişim, Alternatif Toplum Merkezi, Mazlum-Der, Türkiye İnsan Hakları Vakfı vd. bulunmaktadır. Bu kuruluşlarla müşterek panel, sempozyum, atölye çalışmaları ve benzeri etkinliklerde, Yücel Sayman, Hüsnü Öndül, Hasip Kaplan, Murat Bozlak, Şanar Yurdatapan gibi isimlerin yanısıra, Claudia Roth, Angelika Graf, Jonathan Sugden gibi Türkiye karşıtı olarak tanınan Avrupalı parlamenterlere, gazetecilere vd. rastlamak genellikle olanaklıdır. Bu etkinliklerin birinde, davetlilere dağıtılan “kendi devletini ihbar anketi”, içeriği itibariyle suç boyutu taşımasına rağmen, sıradan bir belgeymişçesine kamuoyunda tartışılmamış; Cumhuriyet Savcıları da işlem yapmamıştır (32). Benzeri bir ihbar hattı da Mazlum-Der tarafından yaşama geçirilmiştir (33).Vakıf, ayrıca kadın hakları ile ilgili etkinliklere de ilgi göstermektedir. Vakıf broşürlerinde Türkiye, Mali, Sudan ve Mısır’ın yanında ‘kadın haklarının ezildiği ülkeler’ listesinde yer almaktadır. Ayrıca, vakfın İstanbul’da “Pazartesi” adlı feminist ve ordu düşmanı bir periyodiği finanse ettiği kaydedilmektedir. Kaldı ki, Yeşiller Partisi’nin yayın organı olan “TAZ”ın “Perşembe” adlı ekinin içeriği de, aşağı yukarı aynıdır (34). Vakıf, AB ve Kopenhag Kriterleri çerçevesinde Türkiye’deki insan hakları-azınlık hakları konusunu sık sık gündeme getirmektedir (35). Son olarak, İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Azınlık Hakları Çalışma Grubu’nun Heinrich Böll Vakfı işbirliğiyle 8-9 Haziran 2001’de İstanbul’da gerçekleştirdiği etkinliklerden biri olan “Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta AZINLIK HAKLARI (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması)” konulu sempozyum, gerek zamanlama, gerek katılımcılar ve gerekse tebliğ konuları itibariyle oldukça dikkat çekmektedir (36). Bir uzmanın bu sempozyumla ilgili son derece önemli değerlendirmeleri şöyledir:

 “Sempozyumun yabancı konuşmacıları, ülkelerinin azınlık konseptlerini savunan kişilerden oluşuyor. Örneğin, Pakistan asıllı İngiliz Javaid Rehman, Leeds Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olup, çalışma alanı, Pakistan’daki ‘etnik ve dini azınlıklar’dır. Steven Wheatley, ulus-devletleri etno-kültürel kimliklerle parçalama projesinin Anglosakson mimarlarından biri olarak tanınıyor. Nicole Guismazenes’in ilgilendiği alan, ‘yabancılar ve ilticacılar’. Diran Bakar, Türkiye’deki Ermeni vakıflarının avukatı.

 Türkiye gibi ulus anlayışı dil temeline dayanan bir ülkede, Almanya öncülüğünde bir ‘azınlık hakları’ sempozyumu yapılabilmesi, aymazlığın ve aptallığın zirvesi olsa gerek. Zira, ‘etnik ulus’ düşüncesine Hitler dönemindeki kadar bağlı ‘çağdaş’ Federal Almanya’nın tanıdığı ‘ulusal azınlıklar’ın toplam nüfusu toplam 100 bin kişi!.. Bu rakamın % 60’ı, yani 60 bini Schleswig Eyaletinde oturan Danimarka kökenliler. Almanya Danimarka kökenli yurttaşlarına ‘azınlık statüsü’nü mütekabiliyet esasına göre ve daha da önemlisi, galip güçlerin baskısıyla verdi. Geriye kalan 40 bin kişilik ‘Sorb azınlığı’ ise, istisnasız tamamı kendisini Alman olarak gören insanlardan oluşuyor. Bir başka deyişle Almanya –sırf dış dünyaya azınlık hakları dayatabilmek amacıyla- ‘Sorb’ları göstermelik azınlık olarak pazarlıyor. Almanya ‘Kopenhag Kriterleri’ni eksiksiz uyguladığı için, ‘Sorblar’, kendi dillerinde eğitim hakkına sahipler. Ne var ki, 40 bin kişilik ‘Sorb azınlığı’ içinde ‘Sorbça’ bilenlerin sayısı ikibin; ilkokullarda ‘Sorb dili dersi’ alan öğrencilerinki ise, sadece ikiyüz civarında. Almanya bu harikulâde ‘azınlık’ sistemini Türkiye’ye önerirken, ‘biz nasıl Sorblara, Danimarkalılara azınlık statüsü verdiysek, siz de aynı hakları Kürtlere ve diğer azınlıklara vermelisiniz’ diyor. Not: Museviler, Çingeneler, Polonya asıllılar Almanya’da azınlık kabul edilmiyor. Almanya’da üç milyona yakın Türk toplumunu azınlık olarak kabul etmediği gibi, böyle bir azınlığın doğmaması için, Alman İslâmı projesi uyguluyor” (37).

 Ayrıca, vakfın işbirliği içinde olduğu diğer dış kuruluşlar arasında, Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty International) İstanbul Ofisi ve özellikle de Almanya Şubesi (38), İstanbul Orient Enstitüsü, Konrad Adenauer Vakfı ve diğerleri (Kurdish Human Right Projects, ERNK, International Comittee of the Red Cross, International Centre for Human Rights and Democratic Development) başı çekmektedir.

 Vakfın ikinci faaliyet konusu, “çevre sorunları” üzerinedir. Vakfın bu konudaki hedefi, Türkiye’de sanayileşmenin, madenciliğin ve enerji kapsamında hidroelektrik santrallerin karşısında, bilimsel ve akılcı bir çevrecilik yerine; salt tepkisel ve duygusal boyutlarda bir çevrecilik hareketine dinamizm kazandırmak ve oluşturulan bu dinamik güçleri, Almanya’nın çıkarları lehinde, Türkiye’ye karşı koz kullanmak olarak özetlenebilir. Bu bağlamda, İstanbul Çevre Konseyi, Doğu Akdeniz Çevrecileri, Batı Akdeniz Çevre Platformu, Karadeniz Çevre Platformu, Karadeniz Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Forumu ile yakın ilişkiler kurulmuştur ve amaca uygun etkinlikler düzenlenmektedir. Böll Vakfı, Almanya’nın ekonomik çıkarları doğrultusunda çifte standart esasına göre faaliyet gösteren sözde çevreci FIAN örgütü ile de paslaşmaktadır (39).

 Vakfın üçüncü uzmanlık konusu ise, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarını, süratle küreselleşmeci NGO çizgisine çekmektir. Örneğin, 15-16 Aralık 2000’de, İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka Sosyal Tesislerinde gerçekleştirilen “Türkiye-AB Bütünleşmesinde STK’ların Rolü” konulu 8. STK Sempozyumu’nun ilk çağrısında konumuzla ilgili şu bilgiler verilmektedir: “Sekretaryası Tarih Vakfı tarafından yürütülen bu sempozyumda da, daha önceki yedi sempozyumda uygulanan çalışma yöntemi izlenecek ve ilk gün uzman sunumları, yabancı ülkelerden tecrübe aktarımları ile genel tartışmalar yer alacaktır. İkinci gün ise önceden belirlenmiş konularda atölye çalışmaları gerçekleştirilecektir. Sempozyumun zorunlu giderleri Heinrich Böll Vakfı’nın desteği ve katılımıyla karşılanmaktadır, bu kuruluşa teşekkürlerimizi sunuyoruz”(40). Sözkonusu sempozyumun Düzenleme Kurulu’nda, Böll Vakfı’nın yanısıra, Arı Hareketi, Beyaz Nokta Vakfı, Atlanta Ana Merkezi Uzay ve Teknoloji Derneği, ÇareSİZ Hareketi, Doğa ile Barış Derneği, Doğal Hayatı Koruma Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İstanbul Avrupa Gençlik Forumu Derneği, TESEV, Tarih Vakfı, Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Yeşil Adımlar Çevre ve Eğitim Derneği, 21. Yüzyıl Eğitim ve Kültür Vakfı, Yöret Vakfı gibi sivil toplum kuruluşlarının yeraldığı anlaşılmaktadır. Keza, yine aynı adreste 2-3 Haziran 2001’de toplanan “Sivil Toplum Kuruluşlarında Örgütiçi Demokrasi ve Gönüllülük” konulu 9. STK Sempozyumu’nun Düzenleme Kurulu’nda ise önceki katılımcılara ilâveten Marmara Vakfı da yer almaktadır (41).

 Böll Vakfı, özetle ifade etmek gerekirse, Almanya’nın emperyalist politikalarından habersiz Türk NGO’larını, “sivil itaatsizlik” bağlamında merkezi otoriteye karşı dinamik bir güç olarak örgütlemeye çalışmaktadır.
 
2.3 FREIDRICH EBERT VAKFI VE DİĞERLERİ
 
 Böll Vakfı gibi ilgi ve sorumluluk yelpazesi hayli geniş olan Alman vakıflarından bir diğeri, SDP’ye bağlı, merkezi Bonn’da bulunan Friedrich Ebert Vakfı’dır (42). Vakfın asli görevlerinden biri, Almanya’daki Türklerin arasında yürütülen çalışmaların yanısıra, Türkiye’deki faaliyetlerin bilimsel sonuçlarının raporlaştırılarak Alman Hükûmeti’ne sunulmasıdır. Bu raporlara bakıldığında, Ebert Vakfı’nın Alman emperyalizmine mi, yoksa Türk halkına mı hizmet sunmakta olduğu açıkça görülmektedir (43). Vakfın Türkiye’deki ağırlıklı faaliyet alanı, çalışma ekonomisi ve sendikalar üzerinedir: Türkiye’de iç göç, işçiler, sendikalar, toplumsal ve ekonomik değişim, sendikalarda kadın eğitimi, sendikal eğitim teknikleri, endüstri ilişkileri, işsizlik ve eksik işgücü sorunları, üniversiteler ve sendikalar arasındaki ilişkiler, sosyal demokrat istihdam politikaları gibi konu başlıklarını içeren çok sayıda bilimsel toplantı düzenlenmiştir (44). Ayrıca, Böll Vakfı’nın çalışma alanına girilerek, İslâmi yapılanmalara ilişkin konuların yanısıra, NGO’lar ve üniversitelerle ortak olarak, etnik tarih, medya, dışpolitika ve de Avrupa Birliği konularını içeren konferanslar, paneller, atölye çalışmaları, yayınlar ve benzeri etkinlikler gerçekleştirilmiştir. Ebert Vakfı, Türkiye’deki siyasal partiler içinde en çok CHP ile ilişki içindedir (45).
 
 Körber Vakfı ve Georg Ecker Enstitüsü, Türkiye’deki 47 ayrı etnik halk söylemini yaşama geçirmeye yönelik olarak etnik farklılıkların ortaya çıkarılması ve mevcut farkların derinleştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Özellikle Tarih Vakfı’nın projelerine verilen desteğin yanısıra, Türkiye’de kimlik ve normların değişimi konusu, özellikle Körber Vakfı’nın ilgi alanına girmektedir. Körber Vakfı, Türk-Alman ilişkilerinin geliştirilmesi yolunda, Türkiye’de lise düzeyinden itibaren Alman sempatizanı bir nesil yaratmak gibi geniş vizyonlu (!) bir misyona da sahiptir (46). Friedrich Naumann Vakfı ise, Türkiye’yi etnik ve dinsel açıdan paramparça federal bir yapılanmaya götürecek stratejinin taşeronluğunu üstlenmiştir. Yerel yönetimlerin merkezi hükûmet aleyhine güçlendirilmesi, merkezden kopmak isteyen halkların (!) kendi kaderlerini tayin hakkının ifadesi olarak yerel yönetimleri kullanması, ormancılık, kobiler, çalışan çocuklar, demokratikleşme, insan hakları gibi konular, Naumann Vakfı’nın etkinlik konuları arasında yer almaktadır (47). Gerek Almanya’daki ve gerekse Türkiye’deki etnik bölücü yapılanmalara Alman Devleti’nin tüm olanaklarını dolaylı olarak sunan bir başka merkez ise, Tehdit Altındaki Halklar Derneği’dir (48). Ayrıca, Türkiye’de misyonerlik faaliyeti yürüten Alman merkezleri de mevcuttur. Örneğin, BND kadrolu rahiplerin en ünlüsü olan Wolfgang Jungheim’in temsilciliğini yaptığı Uluslararası Katolik Barış Hareketi, Alman Protestan Kilisesi Konseyi ise, ülke sınırları içinde PKK ile özdeşleştirilen Türk ve Türkiye düşmanı alevilik hareketinin yanısıra, başta süleymancılar, fethullahçılar ve milli görüşçüler olmak üzere, “Alman İslâmı” yaratma projesi doğrultusunda tüm sünni ve şafii yapılanmalara lojistik destek sağlamaktadır (49). Tüm Türkiye’de faaliyet gösteren BND orijinli Alman misyonerleri, farklı kilise gruplarını temsil ediyorlarsa da, ki deprem sonrası Sakarya’da insani yardımla gelip, kısa bir süre sonra ruhani yardım (!) aşamasına geçen Alman Protestan Kilisesi, Türkiye-Alman Kiliseleri Birliği ve Federal Alman Kilisesi buna örnek gösterilebilir, ortak olarak Almanya’nın Türkiye’deki Büyükelçiliği’nin koruması altında bulunmaktadırlar. Ayrıca, tüm bu istihbaratçı-misyonerlerin ikâmet adresi olarak gösterdikleri evlerin her nedense tamamı Alanya’dadır. Mardin, Urfa ve çevresinde Yezidilik, Süryanilik, Asurilik, Keldanilik doğrultusunda destek çalışmalarında bulunan Alman misyonerleri, Doğu ve Güneydoğu’nun yanısıra, Karadeniz bölgesinde de -hedef kitle Kürtler, Lazlar ve Aleviler- din değiştirme faaliyetlerini sürdürmektedirler. Mürted yani din değiştirmiş Türk asıllı misyonerleri ise, hedef bölgelerde iş yapan Alman ya da işbirlikçi Türk şirketlerinde istihdam ederek kamuflajı sağlamaktadırlar (50).

 Türkiye’deki Alman kökenli etnik bölücülüğün en önemli lojistik merkezlerinden biri olarak kabul edilen Orient (Doğu) Enstitüsü, 1961’de Beyrut’da kurulmuştur. Enstitü’nün tüm masrafları Federal Hükûmet (Eğitim ve Araştırma Bakanlığı) tarafından finanse edilmektedir. Almanya’nın Türkiye dahil Orta Doğu’da gözü-kulağı olan ve BND’nin kadrolu elemanlarına “bilimadamı” kamuflajı sağlayan; 1987’de Lübnan’daki iç savaş nedeniyle tüm ajan kadrosunu İstanbul’a nakleden Enstitü, 1994’den itibaren tekrar Beyrut’a taşınmıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Ebenhaussen Bilim ve Politika Vakfı’nın yanısıra, Volkswagen Vakfı, Fritz-Thyssen Vakfı gibi BND ile koordineli ilgili Alman Vakıfları, sözkonusu Enstitüye ek kaynak oluşturmaktadırlar. Türkiye’de Cumhuriyet karşıtı tüm bölücü unsurların “entelektüel” düzeydeki yazar, sanatçı ve gazetecileri, Enstitü’nün İstanbul Şubesi tarafından desteklenmekte, sevk ve idare edilmektedir. Enstitü, ayrıca,Tarih Vakfı’na amaçları doğrultusunda proje desteği de sunmaktadır. Türkiye’nin etnik ve dinsel yapısını en iyi bilen yabancı istihbaratçı olarak nitelendirilen Dr. Günter Seufert’in yönetimindeki Enstitü Şubesi, kimi projelerin finansmanında ve gerçekleştirilmesinde, İstanbul’daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ve AB organları arasındaki koordinasyonu da üstlenmektedir (51). Hamburg’daki Alman Orient Enstitüsü, yine BND’nin doğrudan gözetiminde, Almanya ve AB ülkelerinde yaşayan Türk vatandaşları arasındaki dinsel ve etnik bölücülüğün yanısıra; Türkiye karşıtı tüm örgüt, tarikat ve cemaatlerle ilgilenmektedir (52). Türkiye’deki Goethe Enstitüsü ve Alman Kültür Merkezleri ise, Alman istihbaratçılarının en önemli barındırma-kamuflaj işlevine sahip merkezler olarak nitelendirilmektedir (53).
23 EKİM 2023'DE, ELİM BİR TRAFİK KAZASI SONUCU, UÇMAĞA VARDI.
ŞİMDİ; TANRI DAĞINDA, ATALAR YURDUNDA, ATSIZ ATA MAKAMINDA, BAŞBUĞLAR OTAĞINDA, ERİNÇ İÇERİSİNDE!

Çevrimdışı TÜRK-KAN

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2181
  • UÇMAĞA VARDI, TANRI DAĞLARINDA!
3.TÜRKİYE’DEKİ ALMAN VAKIFLARININ ÇALIŞMA YÖNTEMLERİ

 Türkiye’ye yönelik dış tehditleri kategorize ettiğinizde, iki temel yöntemin kullanıldığını görürsünüz. Örneğin, Yunanistan, İran, Suriye gibi ülkelerin düşmanlığı nettir. Dost görünmek için arada bir zorlasalar da, buna kendileri bile inanmazlar. Tanırsınız, bilirsiniz ve önlemini alırsınız. A.B.D. gibi müttefik ülkelerin “dostluk” anlayışları ise, sadece kendi çıkarları açısından sözkonusudur. Dostluk ya da düşmanlığın nerede başlayıp ne zaman ve nerede biteceğine tek taraflı kendileri karar verirler. Ekonomik-siyasal-kültürel bir egemenliği ve sömürüyü hedeflediklerinden, son derecede gelişmiş yöntemlerle hareket ettiklerinin farkına varırsınız. Örneğin, hedef ülkeleri işgal etmek yerine, dışarıdan Bakan atamak ya da kendi etki ajanlarını doğrudan yönetime getirmek... İşte, Almanya’nın konumu, bu iki temel kategorinin arasındadır. Hem müttefiktir, hem ucundan dostluk gösterir ama buna karşılık en kaba ve sıradışı yöntemlerle sizi önce parçalamaya ve sonra “arka bahçesi” içinde sindirmeye çalışır... Düşmanlığı, doğrudan ulus-devlete ve ulusal bütünlüğümüzedir. Bu bağlamda Alman vakıflarının yukarıda açıklanan faaliyetleri, Türkiye’deki yerli işbirlikçilerin yani etki ajanlarının temini ile güçlendirilmesi amacına yöneliktir. Tipik bir örnek olmak üzere, Alman Büyükelçiliği’nin bünyesinde mevcut Türkische Medien birimi, ulusal ve yerel düzeydeki Türk Basınında Alman sempatizanı ve de “tetikçisi” gazetecileri araştırmak, bulmak, yetiştirmek ve bunları gündem belirleyici olarak etkili medya kuruluşlarında desteklemekle yükümlüdür. Bu birimin yaptırdığı bilimsel araştırmalardan birinin sonucuna göre, Türk Basınında Almanya aleyhine en çok yazı ve haber yayınlanan gazete Hürriyet, Almanya aleyhine hiç yazı ve haber yayınlanmayan gazete ise fethullahçıların Zaman gazetesidir. Sözkonusu birimin temel görevi, Almanya karşıtı medya kuruluşlarını ve mensuplarını pasifize ederek, Zaman gibi medya kuruluşlarının sayısını arttırmaktır. GTZ biriminin görevi ise, etnik bölücülüğü teşvik kapsamında Güneydoğu ve Karadeniz ağırlıklı tüm prestij yatırımlarının takibi ile, Türkiye’deki devlet ihaleleri başta olmak üzere, Almanya’nın çıkarı olan tüm ekonomik gelişmeleri izlemek ve gereğini yerine getirmektir (54).

 Yine yukarıda örnekleri verildiği üzere, Alman vakıfları, işbirliği yaptığı Türk NGO’larına proje başına para vererek kendi yanına çekmekte ve yönlendirmektedir. Yapılan iş hiç şüphesiz legaldir, casusluk değildir. Proje başına para alan Türk NGO’larının ulusal duyarlılıkları sözkonusu olmadığından, yapılan işbirliği etikdışı olarak da algılanmamaktadır. Ve hiçbir Türk NGO’su da, kendilerine proje hazırlatan veya sponsorluk yapan Alman vakıflarının Türk mevzuatına göre yasal konumda olup olmadığını sorgulamamaktadır. Bu yüzden, ulusal ya da uluslararası etkinliklerini beş yıldızlı otellerde yapmak isteyen iddialı NGO’lardan, etkinliklerinde sadece salon tahsisi ve çay-pasta ikramına razı (!) mütevazi NGO’lara kadar uzanan çizgide, Alman vakıfları, tüm taleplere cevap verecek ekonomik serbestiye sahiptirler. Bu ekonomik serbestinin her yıl yüzmilyonlarca mark harcanarak elde edildiğinin altını çizmek gerekmektedir. Bu arada, başta kobiler, kısmen çevrecilik ve kadın sorunları olmak üzere, Alman vakıflarının arada bir gerçekleştirdikleri “sakıncasız” ve “zararsız” etkinliklerinin de hakkını teslim etmek icap etmektedir.

 Almanya, Türk üniversitelerinde ve de bürokraside “etki ajanı” (en olumsuz halde Alman sempatizanı) yetiştirmek için de büyük meblağlar harcamaktadır. Örneğin, Alexander von Humboldt Vakfı, Boehringer Ingelheim Fonds Vakfı, Carl Duisberg Gessellschaft e.v., Deutscher Akademischer Austauschdienst e.v., Friedrich Naumann Vakfı, Fritz Thyssen Vakfı, Hanns Seidel Vakfı v.d. Elbette ki bu vakıflardan burs alan Türk vatandaşlarını potansiyel Alman “etki ajanı” olarak kabul etmek yanlıştır. Kesin olan gerçek şu ki, Türk bursiyerler için her yıl yüzmilyonlarca mark harcayan Alman vakıfları, ABD vakıfları kadar sonuç almada başarılı (!) değillerdir ama bu ileride başarılı olmayacakları anlamına da gelmemektedir. Şimdilerde, eski bursiyerlerle ilişkiyi koparmamak için DAAD yani Alman Akademik Değişim Servisi harekete geçirilmiştir. Tüm bu alandaki faaliyetler, Ankara’daki Büyükelçilik (Kültür Ataşesi) ve İstanbul Başkonsolosluğu üzerinden gerçekleştirilmektedir. BND, tüm bu orta ve uzun vadeli yatırımların meyvelerini toplama aşamasına gelmiştir. Örneğin, Türk Üniversitelerinde görevli çok sayıda akademisyene, projelendirilen kritik konularda çalışmalar yaptırılmıştır ve yaptırılmaya da devam edilmektedir: Türkiye’deki etnik, dinsel, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel farklılıklar ve değişimlerle ilgili, bir başka ifadeyle istihbarat değeri taşıyan konularda bugüne kadar yüzlerce proje, Türk akademisyenlerine yaptırılmıştır. Türkiye’nin güçlü ve zaaf (yumuşak karın) noktalarını ortaya koyan bu bilimsel dosyalar, bugün Alman Devleti’nin istihbarat arşivinde temel başvuru kaynakları arasında yer almaktadır.

 Kısaca, Almanya, “proje bedeli”, “şerefiye”, “burs”, “bedava tatil”, “inceleme gezisi”, “araştırma bedeli”, “masraf”, “telif” gibi adlar altında Türk NGO’larına, gazetecilere, akademisyenlere, mülki ve yerel yöneticilere, başta memur sendikacıları olmak üzere tüm sendikacılara, meslek odaları yöneticilerine, çevrecilere adeta para dağıtmakta; teknik deyimle “çengel atmaya” çalışmaktadır. Amaç, bu ülkede en az ABD’nin olduğu kadar güçlü “etki ajanı” kadrosuna sahip olmaktır. BND, bu amaç doğrultusunda, İzmir Karaburun ve Ayvalık’ın yanısıra, Alanya, Mersin ve İskenderun’da oteller kapatmakta; Türk Devleti’nin istihbarat birimlerinin acizliğinden ve siyasal irade yoksunluğundan istifadeyle, bu otellerde, Türkçe öğrenecek Alman istihbaratçılarına dil eğitiminin yanında, kendilerini anarşist, bölücü, sosyalist olarak tanımlayan en marjinal siyasal gruplar dahil tüm Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarına bedava hizmet sunmaktadır. Bütün bunlar, alenen ve kabaca, gözümüze adeta “soka-soka” yapılırken; ilgililer ve de yetkililer, gözlerini yummaya, kulaklarını tıkamaya devam etmektedirler.

4. TÜRKİYE VE ALMANYA: ÇATIŞAN POLİTİKALAR

 Tüm bu olumsuz gelişmeler karşısında Türk Devleti’nin Almanya’ya karşı uyguladığı bir strateji var mı? Kesinlikle yok!.. Türkiye, faşist Almanya’nın emperyalist politikalarını etkisizleştirecek bir stratejiye maalesef sahip değil!.. Hiçbir konuda alınmış önlemi ya da misilleme politikası bulunmamakta!.. Almanya’nın, Yugoslavya’nın parçalanması aşamasında –Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlıklarını kazanmaları için- Dış İstihbarat Servisi BND’ye tahsis ettiği bütçe 12.000.000.000 (onikimilyar) DM. BND, bu bütçeyi kullanarak Yugoslavya’yı etnik çatışmaya sürükledi ve amacına ulaştı. Ya Türkiye için bugüne kadar harcanan milyarlarca mark?!. Üstelik ellerinde, Türk Toplumunun minimize halini oluşturan, adeta toplumsal laboratuvar gibi çalıştıkları 2.5 milyon Türk var. Sorun, onların Türklükten ve Türkiye’den koparılması olsa, belki bu acizliği bir dereceye kadar hoş gören “nemelâzımcılar” çıkabilir. Ancak sorun, Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğinin, bağımsızlığının tehlikede olması!.. Türkiye’de yönetenler değişmediği sürece, bu kısır döngü bir karayazgı biçimde tecelliye devam edecek. Tıpkı, tarafımdan yazılan ve geçen yıl yayınlanan “Türkiye’de Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar Raporu” başlıklı makalede yeralan aşağıdaki satırlara rağmen hiçbir şeyin değişmediği gibi:

“Türkiye dahilinde kontr-espiyonaj faaliyetlerini yürütmek MİT'nın asli görevidir. Askeri alanlarda da hiç şüphesiz TSK istihbarat kuruluşları faaliyet gösterme yetkisine sahiptir? Ya etki ajanları ya da nüfuz casusları için?!. Türkiye'de maalesef böyle bir misyonu olan resmi kurum yok!.. Olmadığı için de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kendini savunma mekanizması felç olmuş durumda!.. İşte, hedef ülkelerde etki ajanlarını en yoğun biçimde kullanan ve kendi ülkesinde ise hasım ülkelerin etki ajanlarına hayat hakkı tanımayan örnek: Almanya!..

 Almanya'da kontr-espiyonaj, etki ajanlığı ve benzeri faaliyetlerle mücadeleyi üstlenen Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı BfV (Bundesamt für Verfassungsschutz)'ın yanısıra, ulusal polis örgütü ve de dış istihbarat servisi BND (Bundesnachrichtendienst) arasında koordinasyonu sağlamakla yükümlü ve de geniş yetkiye sahip -Ernest Uhrlau'nun yönetiminde- ayrı bir birim daha bulunmaktadır. Almanya'daki Türklere yönelik olarak bu istihbarat servislerinin koordineli biçimde yürüttükleri faaliyet sonrasında, Türkiye'deki siyasal-dinsel ve de etnik bölünmüşlüğün küçük bir modeli oluşturulmuştur. Almanya'da faaliyet gösteren her türlü şeriatçı-mezhepçi, nizâm-ı âlem ülkücüsü, ikinci cumhuriyetçi, bölücü, marksist terör örgütleri, yine Türk kimliğine, Türk Devletine, Cumhuriyete, laik hukuk sistemine, kısaca Türkiye'ye karşıdırlar. Yalnız bir farkla, kuklalaştırılmış sözkonusu örgütlerin tamamı, Alman istihbarat servislerince sımsıkı kontrol altında -Türkiye'ye karşı- sevk ve idare edilmektedirler. Alman istihbarat servislerinin kontr-espiyonaj ve etki ajanlığı faaliyetlerine karşı kendi ülkesindeki duyarlılığı, kabul edilebilir sınırlar dışında, adeta paranoya derecesindedir. Örneğin, kendi vatandaşlarının sorunları ile ilgilenmek gibi asli görevlerini yerine getiren diplomatlarımızdan yedisi, geçtiğimiz yılın başında, iki grup halinde (önce üç, sonra dört) olmak üzere- casusluk suçlamasıyla sınırdışı edilmek istenmiştir. Türkiye, bu iş için bizzat Ankara'ya gelen Almanya İstihbarat Servisleri Koordinatörü Ernest Uhrlau'nun baskılarına -koşullu da olsa- sonuçta boyun eğmiş; diplomatlarımız geri çekilmiştir. Resmi gerekçe her ne kadar, sözkonusu diplomatlarımızın, 350 Türk vatandaşının ölümünden doğrudan sorumlu olan PKK'nın sözde komutanı Cemal kod adlı Murat Karayılan'ı izleyerek casusluk (!) faaliyetinde bulunmaları ise de, gerçek gerekçenin bir misillemeden ibaret olduğu yadsınamayacak ölçüde açıktır: Önceki MİT Müsteşarı döneminde, MİT'i kontrol altında tutma ve yönlendirme çabalarındaki başarıları bilinen BND, halihazırdaki MİT Müsteşarı döneminde -ki bu dönemde Almanya'nın desteğindeki PKK'nın üst düzey yöneticilerine yönelik iki başarılı sınırdışı operasyonu: "Yarasa Operasyonu" (Şemdin Sakık ve Arif Sakık), "Safari Operasyonu" (Abdullah Öcalan) gerçekleştirilmiştir- kendilerine yönelik tüm bilgi akışının kesilmesinden dolayı paniklerken, üstüne üstlük PKK'nın bir başka katili olan Cevat Soysal'ın 21 Temmuz 1999'da Moldova'da MİT görevlilerince derdest edilerek Türkiye'ye getirilmesi ile tüm dünya istihbarat servislerinin önünde resmen aşağılanmıştır. Zira, Soysal'ın yakalanmasının açıklaması, Almanya'nın Dışişleri Bakanı Joschka Fisher'in Türkiye ziyareti sırasında -özellikle- yapılmıştır. Ve Alman Bakana, cani Soysal'ın üzerinden çıkan Mönchengladbach (Eyalet Ofisi-LfV) mahreçli 0790937 No.lu seyahat belgesi gösterilerek açıklama istenmiştir. Ve MİT Müsteşarı, bu gelişmelere tavır olarak Almanya'ya yapacağı planlı gezisini iptal etmiştir. İlk kez Türkiye'ye yönelik düşmanca faaliyetlerden dolayı hem de resmi bir belgenin hesabının sorulması ve de tavır konulması, işte sözkonusu misillemenin kaynağını oluşturmuştur. Bu konularda Almanya'nın tek yanlı kural tanımazlığı, diplomatik nezaketsizliği, hatta saldırganlığı yeni bir olgu değildir, tıpkı son olmayacağı gibi. Hâlâ hatırlardadır, 1989'da Stuttgart Başkonsolosluğumuzda görev yapan iki, Berlin Konsolosluğumuzda görev yapan iki, Bonn'da, Nürnberg'de, Hamburg'da ve Köln'de görev yapan birer diplomatımız olmak üzere, toplan sekiz diplomatımızın "casus" suçlaması ile Türkiye'ye dönmeleri sağlanmıştı. Keza, 1994'de Bonn'daki Büyükelçiliğimizde iki, Berlin'de ise bir diplomatımız, yine "casusluk" suçlaması ile geri gönderilmişti.
 
 Gelelim Türkiye'deki "Almanya"ya. Türkiye'nin Almanya'nın ulusal bütünlüğü aleyhine hiçbir amacı ya da girişimi yok. Almanların irredandist-şoven ırkçılığı ise, sadece insan hakları ve de işçilerimizin can güvenliği ile sınırlı olarak takip ediliyor, hepsi o kadar. Türkiye'nin 2.500.000 vatandaşının mevcudiyetine karşın, Almanya'da geçerli bir “etki ajanlığı” programı bile bulunmuyor. Her ne kadar tek yanlı çalışan Gümrük Birliği Anlaşması dolayısıyla aksi mümkün olmasa da, Alman şirketlerine yönelik ihale ya da ithal kısıtlaması sözkonusu değil. Kısaca hiçbir olumsuz önyargımız olmadığı gibi, olumsuz yaptırım politikamız da yok. Türkiye'nin Almanya'daki vatandaşlarının ulusal kimliklerinin korunması, huzur ve can güvenliklerinin sağlanması yolunda izlemede bulunması sadece bir hak değil, uluslararası mevzuata göre de kabul edilmiş bir yükümlülük. Tıpkı, Almanya'nın Türkiye'de yaşayan 100.000 civarındaki etnik Alman vatandaşını izleme, koruma, hak ve hukukunu savunma yükümlülüğü gibi. Türkiye Almanya'nın bu yükümlülüğüne saygı duyuyor. Almanya ise asla. Almanya, Rusya Federasyonu, ABD, Çin, İran gibi stratejik önemi olan ülkeler gibi Türkiye'de de görev yapan tüm diplomatlarını (Büyükelçi, Müsteşar, Başkonsolos ve tüm Konsoloslar, her derecedeki Sekreterler, Basın-Eğitim-Kültür Ataşeleri) BND kadrosundan atamaktadır. Askeri ataşelerinin bile ANBw (Amt für Fernmeldwesen Bundeswehr) mensubu olduğu tüm ilgililerce bilinmektedir. Örneğin, bu ülkenin Ankara Büyükelçiliği'ne geçtiğimiz yılın başında atanan Dr. Rudolf Schmidt'in ilk işi, KDP'nin İrtibat Bürosu'nda (sözde Kürdistan Büyükelçiliği) verilen izinsiz nevruz resepsiyonuna katılmak olmuştur. Arkasından, Alman Dışişleri Müsteşarının "artık kürtler için federasyonun tartışmaya açılması" talebi gelmiştir. Büyükelçi, 27.6.2000'de, Diyarbakır'da 39.5 milyon DM'a malolacak atıksu arıtma tesisinin temel atma törenine, "kürdistan" mizanseni içinde katılarak şov yapmıştır. Bir başka deyişle, bölge halkına ülkesi adına doğrudan destek mesajı vermiştir. Akabinde, Alman Kalkınma Enstitüsü Başkanı Prof.Dr. Peter Trevner başkanlığındaki heyetin sözde yatırım amaçlı gezisi -hem de iki ay içinde iki kez- sözkonusu olurken, bunu diğer Alman heyetleri izlemiştir. Nedense ziyaretler, Mondros Mütarekesi ile Sevr Antlaşması'nda yeralan "vilâyat-ı sitte"ye yapılmaktadır, yoksa ekonomik açıdan çok daha geri olan Kastamonu'ya, Bolu'ya, Yozgat'a değil. Türkiye'deki şeriatçı yapılanmalarla doğrudan ilişki içinde bulunan BND ajanları, bir başka koldan "misyonerlik" kisvesi altında da faaliyet sürdürmektedirler. Alman Sefaretinin diplomatik dokunulmazlığı ile gerçekten dokunulamayan BND misyonerleri, binlerce Türk vatandaşını İslâmiyetten koparmayı başarmışlardır. Örneğin, sözde depremin yaralarını sarma gibi son derecede insancıl amaçlarla izin alarak Adapazarı'na gelip de burada psikolojik sorunlarını devam eden depremzedelere din değiştirme telkinatı yapan BND bağlantılı üç örgüt: "Alman Protestan Kilisesi", "Federal Alman Kilisesi" ve "Türkiye-Alman Kiliseleri Birliği", yıkıcı faaliyetlerini el'an sürdürmektedirler. Türkiye, bugüne kadar hiçbir Alman diplomatını ve de görevlisini sınırdışı etme irade ve kararlılığını gösterememiştir. Bu, nasıl bir sorumsuzluk ve onursuzluktur?

 Kaydedilen o ki, BND'nin kontrolünde Türkiye'de etki ajanı bulan-yetiştiren, sevk ve idare eden "Humboldt Vakfı", "Konrad Adenauer Vakfı", "Heinrich Böll Vakfı" gibi vakıfların yanısıra, gazeteci, araştırmacı, arkeolog, sosyolog, işadamı, çevreci vb. kimliğinde -yüzlerce değil- binlerce BND ajanı Türkiye'de, Türkiye aleyhine faaliyet yürütmektedir. Ama Türkiye, misilleme politikası uygulamamaktadır; daha doğru deyişle, -karar mekanizmalarına yuvalanan Alman etki ajanlarının engellemesiyle- uygulayamamaktadır. Hatta o kadar ki, İçişleri Bakanlığı'nın 24.3.2000 tarihinde yürürlüğe koyduğu, Türkiye'ye girilmesine izin verilmeyecek 56 kişilik sakıncalılar listesinde, Yeni Zellanda'dan Romanya'ya kadar pek çok ülkeden isim bulunurken bir tek Alman'ın ismine rastlanılmamaktadır. Bunun adı, vatanseverlik ya da devlet adamlılığı değildir. Bağımsızlığın, bağımsız dışpolitikanın olmazsa olmaz türünden en önemli ilkesinin biri ulusal güç kaynaklarını harekete geçirmekse, en az onun kadar önemli olan bir diğeri misilleme yapmaktır. Hem ulusal güç kaynaklarını harekete geçiremeyeceksiniz ve hem de misilleme politikalarını üretip yürürlüğe koyamayacaksınız. Bunun adı, olsa olsa manda zihniyetli maşalıktır, etki ajanlığıdır ya da gafilliktir
” (55).
 
 Türkiye’deki Almanya’nın gücünü ifade etmek için, yukarıda verilen bilgiler son derecede yetersiz ve yüzeyel kalmaktadır. Almanya tehlikesini görmek, sahip olduğu bilgi ve kadro gücünün Türkiye’nin çıkarları aleyhine nasıl kullanılabileceğini anlamak için, öncelikle “Fian Örgütü-Bergama Dosyası”nın sayfalarını açmanız gerekecektir. Bu dosya bilinmeden, hasım Almanya’yı tanımak, anlamak ve de Almanya’ya karşı sağlıklı politikalar üretmek tek kelime ile olanaksızdır. Alman emperyalizmi adına, emperyalist karşıtı söylemlerin nasıl ifade edildiği; Türk ulusalcılarının, antiemperyalist kesimlerin, çevrecilerin, alevi kökenli protest karakterli Türk köylülerinin nasıl kullanıldığı, tüm belge ve ayrıntıları ile ikinci bölümdeki dosya içinde yeralacaktır.
23 EKİM 2023'DE, ELİM BİR TRAFİK KAZASI SONUCU, UÇMAĞA VARDI.
ŞİMDİ; TANRI DAĞINDA, ATALAR YURDUNDA, ATSIZ ATA MAKAMINDA, BAŞBUĞLAR OTAĞINDA, ERİNÇ İÇERİSİNDE!

Çevrimdışı TÜRK-KAN

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2181
  • UÇMAĞA VARDI, TANRI DAĞLARINDA!
DİPNOTLAR :

1. Türk istihbarat birimleri arasında yıllardır var olduğu bilinen “Çerkezci”, “Gürcücü”, “Arnavutçu” vb. kadrolaşma hareketi, 12 Eylül 1980 sonrasında Fethullahçıların ve Nakşibendilerin de devreye girmesiyle daha da sakil bir çeşitlilik kazanmıştır. Son polis eyleminde atılan sloganlar, İstanbul Emniyet Müdürü ve Valisi arasında yaşanan gerginlikle ortaya çıkan belgeler, bu olgunun hâlâ var olduğunu ortaya koyan somut gelişmelerdir. Tipik ve güncel bir örnek olmak üzere bkz. Zübeyr Kındıra, Fethullah’ın Copları. (İstanbul: Su Yayını, 2000). Türkiye’de yürütülen Alman ve ABD orijinli espiyonaj faaliyetlerinin üzerine gidilmemesi de, istihbarat birimlerindeki bu etnik ve dinsel zaafiyetin bir sonucudur. Görünen acizliğin sorumluluk almama, inisiyatif kullanmama boyutu ayrı bir araştırma konusudur. Ayrıca ilgili diğer bilgiler için internet üzerinden bkz. http://www.hablemitoglu2002.cjb.net

2. Almanya'nın birbirleriyle koordinasyonlu biçimde faaliyet gösteren, genel emniyet hizmet sınıfından ayrı üç grupta kümelenen farklı istihbarat örgütleri bulunmaktadır: Başbakanlığa bağlı Federal İstihbarat Servisi (Bundesnachrichtendienst-BND); İçişleri Bakanlığı'na bağlı Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı (Bundesamt für Verfassungsschutz-BfV) ile 16 ayrı Anayasayı Koruma Eyalet Teşkilâtı (Landesamt für Verfassungsschutz-LfV) ve ayrıca Enformasyon Teknolojisi Güvenliği Federal Teşkilâtı (Bundesamt für Sicherheit in der Informationstechnik-BSI); Savunma Bakanlığı'na bağlı Federal Silâhlı Kuvvetler İstihbarat Teşkilâtı (Amt für Nachrichtenwesen der Bundeswehr-ANBw), Federal Silâhlı Kuvvetler Radyo İzleme Teşkilâtı (Amt für Fernmeldwesen Bundeswehr-AFMBw), Askeri Güvenlik Servisi (Militaerischer Abschirmdienst-MAD). Federal Hükûmetçe yayınlanan 27.6.1973 tarihli İşbirliği Tüzüğü ile tüm bu örgütlerin işbirliği esasları belirlenmiş olup, bir de yetkili koordinatörlük tesis edilmiştir. Almanya'nın Federal İstihbarat Servisi olan BND (Bundesnachrichtendienst), doğrudan Başbakanlığa bağlıdır ve Almanya dışı Espiyonaj, K/Espiyonaj faaliyetlerini yürütmekle yükümlüdür. BND, Almanya'nın dış ülkelerdeki güç ve imajı ile doğru orantılı kadroya, ekipmana ve bütçeye sahip prestijli bir istihbarat servisidir. II. Dünya Savaşı sonrasında C.I.A. tarafından yeniden yapılandırılan BND, özellikle Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya'ya karşı faaliyet gösterdiği "Soğuk Savaş" döneminde, 7.600 personele sahip, anti-komünist karakterde ancak Almanya'nın kısmen müttefik işgali altında bulunması nedeniyle bağımlı bir statüye sahiptir. A.B.D. tarafından Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyelerine yönelik espiyonaj-ajitasyon-propaganda amacıyla Alman topraklarında konuşlandırılan "Hür Avrupa Radyosu", "Özgürlük Radyosu", "Sovyetler Birliği'ni Öğrenme Enstitüsü" gibi kuruluşlar, BND için deneyim kazanılan "staj yeri" olarak önem taşımıştır. Bugün, çok iyi yetişmiş 6.300 kadrolu personele ve mükemmel ötesi teknolojik olanaklara sahip bulunmaktadır. 2000'li yıllarda personel sayısını 4.500'e çekmeyi planlayan BND'nin Almanya dışında 1500 kadrolu personeli mevcuttur. Personelinin yaklaşık 1/10'unu askeri istihbaratçılar oluşturmaktadır (askeri haberalma, izleme, ANBw-AFMBw ve MAD ile koordinasyonu sağlamak üzere). Toplam kadrolu personelinin yarısına yakın sözleşmeli personel de çalıştıran BND'nin merkezi Münih - Pullach'tadır. Batılı istihbarat servislerinin yanısıra ve onlardan farklı olarak, İran, Irak, Libya ve Çin Halk Cumhuriyeti istihbarat servisleri ile de ikili istihbarat antlaşmalarına (eğitim ve bilgi değişimi dahil) taraf olarak büyük güç ve etkinlik kazanan BND, dünyanın hemen her tarafındaki istasyonlarından online olarak gelen durum raporlarını, değerlendirme ile birlikte, GÜNDE 2 KEZ, Başbakanlık, Dışişleri, İçişleri ve diğer ilgili departmanlara iletmekle yükümlüdür. BND, Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar, gerek bu ülkede ve gerekse Doğu Almanya'da, Romanya'da, Yugoslavya'da, Polonya'da, Türkiye'de ağırlıklı espiyonaj faaliyetleri gösterirken; Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra faaliyetlerini globalleştirmiştir. Ancak, bölgesel faaliyetlere de özel bir önem verilmiştir. Doğu Almanya'nın koparılması ve iki Almanya'nın birleştirilmesi; Slovenya'nın ve Hırvatistan'ın bağımsızlığını ilân etmesi; Arnavutluk, Bosna ve Kosova'daki gelişmeler, Türkiye’deki etnik ve dinsel ayrılıkların derinleştirilmesi, BND'nin rüşdünü ispat ettiği bölgesel faaliyetler kapsamındadır. BND, ayrıca, Belçika sınırındaki Hoefen'de çok iyi kamufle edilmiş bir telekomünikasyon istasyonu çalıştırmaktadır. Ayrıca, telekomünikasyon istatistikleri için özel bir birim oluşturmuştur. BND'nin toplanan tüm verileri kaydettiği yüksek kapasiteli ve çok gelişmiş bir bilgisayar sistemi bulunmaktadır. BND, müttefiki olmasına rağmen, A.B.D.'ni ve tüm Atlantik ötesini izleyen güçlü bir istasyonu, Schleswig-Holstein'in batı kıyısında tesis ile işletmektedir. Bu tesis, A.B.D.'nin tüm dünyadaki telefon, faks, e-mail dahil elektronik haberleşmeyi ve elektronik arşiv belgelerini -hem de gizli belgelerin şifrelerini çözerek- izleyen ve bu doğrultuda sürekli kendini geliştiren "Echelon ağı"nı kullanan Ulusal Güvenlik Ajansı'na (NSA) muadil olarak inşa edilmiştir. İngiltere'nin AB ülkesi olmasına rağmen NSA'ya lojistik destek vermesinden rahatsız olan Almanya, benzeri bir istasyonun Fransa'da da kurulması için bu ülkeye telkinin yanısıra, teknik yardımda da bulunmaktadır. Yine Schleswig-Holstein'deki Husom'da bir bilgi toplama merkezi ve arşivi yeralmaktadır. Aynı şekilde, Alman diplomatların yanısıra, Federal Hükûmetten maaş alarak yurtdışına görevlendirilen görevlilerin tümü, BND "hizmetiçi akademisi"nde gidecekleri ülke ile ilgili eğitime tabi tutulmaktadır. Ayrıca, Almanya'nın yurtdışındaki sefaretlerinde görev yapan genellikle 2., 3. ve 4. sekreterlerin; ataşelerin ve müsteşarların tamamının, hedef ülkelerde ise Büyükelçilerin de BND'nin kadrolu-bağlantılı elemanları arasından atanmasına dikkat edilmektedir. 1970'li yıllardan bu yana Türkiye'de görev yapan Alman Büyükelçilerinin tamamının bağlantılı BND elemanı oldukları; Türkiye'de görev yapan Alman gazetecilerin ise doğrudan sözleşmeli BND elemanı oldukları kaydedilmektedir. BND, kuruluşu ve tüm kadrosu itibariyle ırkçı eski-yeni Nazilerden oluşmaktadır. Zamanın Almanya Başbakanı Konrad Adenauer’in, BND’nin başına, Hitler’in Doğu Cephesi İstihbarat Şefi General Reinhard Gehlen’i getirmesi ile başlayan ırkçı gelenek, bugün de ödünsüz sürdürülmektedir. Örneğin, en son atanan Almanya Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt, daha Türk Dışişleri Bakanı İsmail Cem'i ziyaret bile etmeden, -tabiri caizse- ayağının tozu ile, 21 Mart 2000'de, sözde Kürdistan Devleti'nin lideri Barzani'nin Temsilcisi tarafından Ankara'da verilen skandal resepsiyona katılmıştır. Aynı diplomatik nezaketsizlik, hiç şüphesiz Rusya Federasyonu, A.B.D., İngiltere, İsveç dahil pek çok ülke için de sözkonusudur. İstihbaratçı diplomatlara en tipik bir örnek olarak, görev süresi içinde HADEP yöneticileri ile sıkı ilişkileriyle dikkat çeken ve Şubat 2000'in son haftasında Türkiye'deki görevi sona eren Fransa'nın Ankara'daki Büyükelçisi Jean Claude Cosserand, doğrudan Fransa İstihbarat Örgütü Başkanlığı'na getirilmiştir. Geniş bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoglu, “Türkiye (M.İ.T.) ve Almanya (B.N.D./BfV) Arasındaki Yüzyıllık Güç Kavgası”, http://www.hablemitoglu2002.cjb.net

3. Bu vakıflar arasında Konrad Adenauer Vakfı, Körber Vakfı, Alexander von Humboldt Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Hans Seidel Vakfı özellikle dikkat çekenleridir. Ayrıca, Alman Orient Enstitüsü, Goethe Enstitüsü, Alman Kültür Merkezi, Georg Eckert Enstitüsü, Fian Örgütü de mutlaka izlenmesi gereken Alman merkezleri arasındadır. Alman “derin devleti”ni en iyi tanıyan Türk akademisyenlerinden Dr. Yavuz Dedegil, BND ve Alman vakıfları arasındaki organik ilişkiyi şu cümlelerle değerlendirmektedir: “Eyaletler ve özellikle federal düzeyde ise, kamuoyunu yönlendirme daha büyük boyutlardadır. Prof.Dr. Schmith-Eenboom, Undercover isimli kitabında, bütün Alman medyası ile devlet istihbarat teşkilâtı arasındaki geniş ilişkileri sıralamıştır. Alman İstihbarat Teşkilâtı (BND), medya içinde doğrudan elemanlara sahip olduğu gibi, ‘Dpa’ veya ‘Reuter’ gibi enternasyonal çalışan haber ajansları ile organik bağlar içindedir. İstihbarat teşkilâtı kendi içinde ‘haber fabrikaları’ kurmuştur ve istediği haberleri değiştirmekte veya kendisi üretmektedir. Bu meyanda Alman siyasi partilerinin ‘kendi vakıfları’nın da, birinci derecede federal yönetim tarafından finanse edildiği ve devletin ‘sivil toplum örgütleri’ni oluşturdukları da bilinmelidir”. Dr. Dedegil’in Ankara’da 16-17 Aralık 2000’de gerçekleştirilen “AB ve Türkiye Sempozyumu”na sunduğu “Almanya’da Kamuoyu Oluşumu ve Yabancılaşma” başlıklı tebliğden.
 
4. Türkiye, Vakıflar mevzuatının kesinlikle izin vermemesine rağmen, gelmiş geçmiş hükûmetlerin siyasal irade ve kararlılık gösterememeleri nedeniyle, Alman vakıflarının espiyonaj ve ajitasyon faaliyetlerine gözyummak konumundadır. Aynı şekilde, Alman ya da ABD vakıf ya da resmi kurumları ile birebir parasal ilişki ve işbirliği içinde olan Türk dernek ve vakıflarının da yerine getirmeleri gereken zorunlu prosedürlere uymadıkları bilinmektedir. Siyasal irade ve kararlılık yokluğu, yabancı istihbaratçıları ve yerli işbirlikçilerini giderek pervasızlaştırmaktadır: Tam bağımsızlık kavramının içi boşaltılırken, ulusal egemenlik ilkesi ise, giderek Berlin’e veya Washington’a ya da Brüksel’e koşulsuz teslimiyet ilkesine dönüştürülmektedir. Yabancı vakıfların ve yerli işbirlikçileri küreselleşmeci NGO’ların yarattığı bu rahatsızlık, 8. Beş Yıllık Planda da ifadesini bulmuştur ancak nedense gereği bir türlü yapılmamaktadır. Sorumlulardan eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, sadece bir tek girişimde bulunmuştur; o da yabancı istihbarat servisi elemanlarına ya da sahte NGO’larına değil, şahsıma. Konuyla ilgili bir makalemden dolayı 25.000.000.000 TL manevi tazminat davası açarken, Basın Savcılığı vasıtasıyla da İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmamı sağlamıştır. Dava konusu makale için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, “Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar Raporu”, Yeni Hayat, 6:70, Ağustos 2000, s. 13-29. Ayrıca internet üzerinden bkz. http://www.hablemitoglu2002.cjb.net

5. 1990’lı yılların başında, Kuzey Irak’da bir Kürt Devleti’nin oluşumu için faaliyet gösteren sözde “insani yardım” amaçlı NGO’ların sayısı 100’ü geçmekteydi (Zaho, Duhok, Erbil Süleymaniye vd.). Birleşmiş Milletlerin ve AB’nin insani yardımları, Kızılhaç üzerinden değil de sözkonusu NGO’lar üzerinden ulaştırılmaktaydı. Çatışmaların şiddetlenmesiyle, bütün bu NGO’lar sessizce bölgeden çekilirken, bölgede en güçlü kadroya sahip olan CIA de, sözkonusu elemanlarının dışında, yaklaşık 7.500 yerli ajanını Türkiye üzerinden bir operasyon gerçekleştirerek Guam adasına nakletmiştir. Halen Batılı istihbarat servislerinin sevk ve yönetimindeki bu NGO’ların büyük bölümü tekrar geri dönerek “insani yardım” faaliyetlerini sürdürmeye başlamışlardır. Konunun en acı olan tarafı, bu NGO’ların içyüzlerinin bilinmesine rağmen, bir tek istihbaratçıya yönelik bir tek saldırı bile sözkonusu olmazken; Türk Kızılayının görevlileri, peşmergelerin vahşi saldırısına uğramıştır. Türk Kızılayının bu bölgede “insani yardım” faaliyeti göstermesini istemeyen sözkonusu NGO’lar, işkence ile vahşice öldürülen Türk Kızılayının mensupları için en küçük tepki göstermemişlerdir.

6. Örnek oluşturacak tipik bir haber: “Alman Cumhurbaşkanı Johannes Rau, dün insan hakları örgütleri ile bir toplantı yaptı. Toplantıya, Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, TİHV Genel Başkanı Yavuz Önen, ÇHD Gn. Başkanı Ali Ersin Gür, TİHAK Başkanı Nevzat Helvacı, Avukat Yusuf Alataş ve İnsan Hakları Eğitimi Ulusal Komitesi Başkanı Prof.Dr. İonna Kuçuradi katıldı. Türkiye’deki insan hakları, düşünce özgürlüğü, idam cezasının kaldırılması, demokratikleşme, yargı reformu ve işkence konularının gündeme geldiği toplantıda Alman Cumhurbaşkanı Rau, insan haklarından sorumlu Devlet Bakanı M. Ali İrtemçelik’in geçtiğimiz yıl Kasım ayında NGO’larla yaptığı toplantının devamının gelip gelmediğini sordu. Türkiye’de NGO’larla siyasi irade arasında bir kopukluk olduğu ve NGO’ların düşüncelerinin kaale alınmadığı tespitini yapan Rau’nun, ‘siyasi irade NGO’ların düşüncelerini dikkate alması gerekir’ dediği belirtildi. Türkiye’deki insan hakları sorunlarının çözümlenmesinde asıl görevin Türkiye’nin iç kamuoyuna düştüğünü belirten Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, bu bağlamda DIŞ DİNAMİKLERİN de önemli olduğunu kaydetti. Ensaroğlu, AB üyesi ülkelerin, Türkiye’nin insan hakları ihlallerine ilkeli ve KUŞATICI yaklaşmalarını, seçici davranmamalarını, insan haklarının uluslararası çıkarlara feda edilmemesini istedi. İnsan hakları alanındaki adımlarda ulusal ve uluslararası demokratik kamuoyuna güvendiklerini belirten İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül ise, bu faktörün insan hakları standardının gelişmesinin önünü açağını ifade etti” (Zaman, 8 Nisan 2000).

7. Gönüllü kuruluşların (NGO’ların) kazandıkları prestij, sahip oldukları cazibe, bürokrasinin katı kurallarından uzak olan esneklik ve hareket kabiliyeti, zaman zaman hükûmetleri, daha doğrusu kamu otoritesini de NGO’lar kurmaya yöneltiyor. Bunlara, yine İngilizce’de, azıcık şaka yollu, “Governmental Non-governmental Organization” veya “Governmental NGO”, daha da kısaltılarak “GONGO” deniyor. GONGO’lar; gönüllü kuruluş kavramını, dernek ve vakıf kavramını zedeleyen, zaman zaman belli ölçüde kamu gücünün devredildiği, ama; bürokratik kurallara uymadan at oynatılan kuruluşlardır. Bkz. “Gongoları Ayıklayalım”, Çevre, 86, Mart 2001, s. 1.

8. Ayrıntılı bilgi için bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1961, s. 22-23; Tayyib Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, Ankara, 1959, s. 146-148. “Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005”de mevzuat ve uygulamadaki boşluklara dikkat çekilmektedir: “(1972) Özellikle uluslararası bağışçıların ve teknik yardım sağlayanların, yardımlarını belirli şartlara bağlamaları, idari kontrol sağlama ve yönlendirme gayretleri Sivil Toplum Organizasyonlarının inisiyatif kullanmalarını etkileyebilmektedir. Bu durum, ülke çıkarlarının gözetilmesi ve milli politikaların gösterdiği hedefler doğrultusunda faaliyette bulunmalarının sağlanması açısından STO’ların demokratik bir şekilde yapılanmalarını, idari ve mali açıdan şeffaf olmalarını gerektirmektedir. (1974) Ulusal ve uluslararası kaynakların harekete geçirilerek kalkınma çabalarının güçlendirilmesi amacıyla, STO’ların milli politika hedefleri istikametinde faaliyet göstermeleri sağlanacaktır. (1978) STO’ların katkı yaptıkları kesimlere, kendi üyelerine ve devlete yönelik olarak demokratik, şeffaf ve sorumlu bir çerçevede faaliyetlerini sürdürmesi sağlanacaktır. (1979) Sivil Toplum Organizasyonlarıyla ilgili gerekli yasal düzenlemeler yapılacaktır” (s. 203).

9. CIA bağlantılı merkezlerden sadece NED’den “proje bedeli” adı altında para alan Türk STK’larından TESEV, TÜSES, TUSİAD, Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı en tanınmışları. Elaltından verilen yardımların (!) kanıtlanması mümkün olmamakla birlikte, resmen verilenler bellidir. Örneğin, Doğu Ergil’in TOSAV’ına Türk-Kürt sorunu çözüm çalışmaları için 92.000 ABD doları ile 6250 pound, Gökhan Çapoğlu’nun ANSAV’ına parti örgütlenmesi için 189.604 dolar, Stratejik Araştırmalar Vakfı’na 190.193 dolar, Bülent Akarcalı’nın Türk Demokrasi Vakfı’na 106.100 dolar, Liberal Düşünce Topluluğu’na 111.500 dolar, Türk Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’na 1.111.000 dolar vd. IRI’den “proje bedeli” alanlar arasında ise ARI Grubu 278.500 dolar ile dikkat çekmektedir. NDI’nin diğer Türk STK’larına verdiği 824.900 doların yanısıra, Yeni FORUM Dergisine verilen bedel 150 bin dolar ve ayrıca 11.766 dolar, vs. vs. Sözkonusu merkezler hakkında derli toplu bilgi için bkz. Mustafa Yıldırım, “Şifre Çözücü: Project Democracy 1”, Müdafaa-i Hukuk, 32: Mart-Nisan 2001, s. 23-39; 33: Mayıs 2001 s. 39-56; Attila İlhan, “Çok Veren Maldan mı?”, Cumhuriyet, 26.1.2001. Ve de bu yardım (!) merkezlerinin internetteki web sayfaları.

10. “Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi sanırım Steinbach’dır. 15 Eylül 1998 günü Katolik Kilisesine bağlı Lingen Akademisi’nin çağrısı üzerine verdiği ‘İslâmın Avrupa İçin Önemi’ konferansında şöyle demiştir: ‘Sorun, Atatürk’ün bir Paşa fermanıyla yarattığı yapay bir ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye’de yaşayan Kürt/Türk, Müslüman/Laik, Alevi/Devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yokettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez...’ Alman devletinin finanse ettiği Steinbach’ın enstitüsünün Türkiye’de bağlantısı olmadığı Alman vakfı ya da ‘araştırma kurumu’ yoktur. Örneğin, Steinbach’ın elemanlarından ‘Alevilik ve Kürtlük uzmanı’ Heidi Wedel, hem SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı ile yakın ilişkidedir, hem de Amnesty International adına Türkiye raporları hazırlar. Alman Doğu Enstitüsü’nün İstanbul şubesi bünyesinde ‘Gazi Mahallesi Araştırması’nı da yapmıştır. Bu enstitü, Türkiye’de çalışan tüm Alman vakıflarına ‘bilimsel’ yol göstericilik görevini üstlenmiştir”. Geniş bilgi için bkz. Tamer Bacınoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.

11. “Konseptin mesajı açık: ‘Lider sultası altındaki partilerle Türkiye’de sivil toplum inşa edilemez. Örgütlenme tabandan başlatılmalı; yerel düzlemde örgütlenmelere gidilmeli, özellikle köylü hareketlerine öncelik tanınmalıdır. Türk halkı bu konularda tecrübesiz olduğu için, Alman NGO’lar teorik, parasal ve lojistik yardım sunmalıdırlar”: Argun Erbay, “Alman NGO’larının 2001 Türkiye Programı”, Aydınlık, 21 Ocak 2001.

12. Konrad Adenauer Vakfı ile en yoğun ilişki içinde olan Türk Demokrasi Vakfı’nın yönetiminde, Bülent Akarcalı, Yılmaz Karakoyunlu, Emre Kocaoğlu gibi ANAP mensubu milletvekilleri yer almaktadır. Aynı binadaki bu iki vakıf arasındaki koordinasyonu, Proje Koordinatörü Zuhal Yeşilyurt sağlamaktadır. Vakfın AB projeleri başta olmak üzere diğer enternasyonal faaliyetlerini ise Kamil B. Raif ve Jülide Mollaoğlu yürütmektedir. Konrad Adenauer Vakfı’nın adresi: Ahmet Rasim Sok. No. 27 06550 Çankaya-Ankara. Vakfın telefonları: (312) 440.40.80, Fax: (312) 440.32.48 ve 441.27.82 e-posta: kas konrad.org.tr, kaswulf dominet.in.com.tr Vakfın İstanbul Bürosu ise Yeni Çarşı Cad. No. 52 Beyoğlu adresinde faaliyet göstermektedir. Vakıf Bürosunun telefonları: (212) 249.54.36-91, 292.96.24. Fax: (212) 292.96.25.

13. Wulf Schönbohm, “Alman-Türk Dostluğunu Güçlendirme”, Cumhuriyet, 23.7.1999. Dr. Wulf Schönbohm, 1941’de Doğu Almanya’da Bad Saarow’da (Berlin) doğdu. Sovyetler Birliği’nden Batı Almanya’ya geçtikten sonra, üç yıl Orduda teğmen olarak görev yapan Schönbohm, kendisini Batı’ya geçiren BfV-BND ekseninde ve kontrolünde “aşırı solcu” kimlikle öğrencilik hareketlerinde rol aldı. Master ve Doktorasını Bonn Üniversitesi’nde yapan Schönbohm, daha sonra “sosyal demokrat” kimlikle CDU’da ve Konrad Adenauer Vakfı’nın bir departmanında yönetici olarak çalıştı. Anayasa’yı Koruma Eyalet Teşkilâtı’nın (LfV) Stutgart Ofisi’nde de çalışan Dr. Wulf Schönbohm, 1997’den bu yana Türkiye’de K.A.V. Temsilcisi olarak görev yapmaktadır. Schönbohm, Dr. Günter Seufert ile birlikte, Türkiye’de ikâmeti acilen gözden geçirilecekler arasında yer almaktadır.

23 EKİM 2023'DE, ELİM BİR TRAFİK KAZASI SONUCU, UÇMAĞA VARDI.
ŞİMDİ; TANRI DAĞINDA, ATALAR YURDUNDA, ATSIZ ATA MAKAMINDA, BAŞBUĞLAR OTAĞINDA, ERİNÇ İÇERİSİNDE!