BU BİLGİLERİ BİLMEYENLER AŞAĞIDAKİ YAZIYI OKUSUNLAR
ZİYA GÖKALP'İN HAYATI
Cumhuriyet ülküsünün yerleşmesinde ve Atatürk devrimlerinin gerçekleşmesinde düşünceleri en büyük esin kaynaklarından biri olan Ziya Gökalp,1876’da Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Mehmed Ziya’dır. Gökalp adı ilk kez ‘Altın Destan’ şiirinde kullandığı ÖzTürkçe takma addır. Babası il evkaf müdürlüğü,nüfus müdürlüğü,il yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulunan ve ‘Diyarıbekir’ gazetesinin başyazarlığını yapan Mehmed Tevfik Efendidir.Ziya Gökalp,4 yaşında babasını yitirdi.
Orta öğrenimini Mekteb-i Rüştiye-i Askeriye’de tamamladıktan sonra 1886’da Mekteb-i İdadi-i Mülkiye’ye girdi; ancak beş yıllık olan bu okul, kendisi son sınıftayken yedi yıla çıkarıldığı ve son sınıf öğrencilerine beş yılda bitirme olanağı tanınmadığı için 1894’te okuldan ayrıldı.
Daha önce amcası müderris Hacı Hasib Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri almış, yine amcasının etkisiyle İslam felsefesi ve tasavvuf konularında çalışmıştı. Lisedeyse, okul müdüründen Fransızca dersleri aldı. Birbirine karşıt bu iki eğilim, Osmanlı ülkesinde olduğu gibi genç Ziya’nın iç dünyasında da sarsıntılara, bunalımlara yol açtı. Ayrıca II.Abdülhamid baskısına direnme duyguları içinde yaşayan genç Ziya, bir ruh kargaşası içindeydi.O yıllarda İdadi’de öğrencileri üç defa ‘Padişahım çok yaşa!’ diye bağırtmak usulü vardı.Çoğu yazarlar,dördüncü sınıf öğrencisi genç Ziya’nın bir gün ’Milletim çok yaşa!’ diye bağırdığını,bu yüzden soruşturma açılmışsa da,anlayışlı yöneticilerin bu sözü ’Padişahım,milletinle çok yaşa!’ kılığına sokarak olayı örtbas ettiklerini yazmışlardır.
Bir süre sonra yüksek öğrenim görmek için İstanbul’a gitmeye karar verdi. Ancak kendisini büyüten amcası ve dayısı, bu isteğini kabul etmeyerek, Diyarbakır’da kalmasını istediler. Aslında yeğenlerini siyasal ve toplumsal karışıklıklar ve güçlükler içindeki başkente göndermek istememeleri pek de haksız değildir. Bundan dolayı Ziya’nın bunalımları daha da arttı. Bir gün kafasına bir kurşun sıkarak canına kıymak istedi; ama kurşun kafatasında kaldı, bu nedenle ölmedi. Azrail,ileride ulu bir bilge olarak Türk milletinin hafızasında yer edecek olan Ziya Gökalp’i hayattan alamamıştı.
1895’te İstanbul’a gitti; parasız yatılı olduğu için sınavla Baytar Mektebi’ne girdi. Ancak kültürel bunalımına da bir çare bulması gerekiyordu; bundan dolayı, o sırada tanıştığı Dr. Abdullah Cevdet’in etkisiyle, Abdülhamid yönetimine karşı gizli çalışan derneklerle bağlantı kurdu. Paris’e kaçmış olan Jön Türklerle mektuplaşmaya başladı. Son sınıfta dinlence maksatlı Diyarbakır’a gitti. Burada da rahat durmadı; yasak kitaplar okuduğu, zararlı eylemlerde bulunduğu gerekçesiyle 1898’de tutuklandı. Bir süre tutuklu kaldıktan sonra İstanbul’a, okuluna döndü. Ne var ki okula dönünce, gençleri Diyarbakır’da valiye karşı kışkırttığı konusunda ihbar bulunduğu, inceleme yapıldığı gerekçesiyle okula alınmadı. İncelemenin sonucunu bir otelde beklerken yeniden tutuklandı; on üç ay tutuklu kaldıktan sonra da 1900 yılında memleketi Diyarbakır’a sürgün edildi.
Okulunu bitirmekten umudunu kesince, Diyarbakır Ticaret Odası’nda yazman olarak çalışmaya başladı, daha sonra Diyarbakır Vilayet İdare Meclisi yazmanlığı yaptı. Bu arada o sırada ölmüş olan amcası Hasib Bey’in kızı Vecihe Hanım’la evlendi.
Diyarbakır’da vaktinin çoğunu okumakla ve yazmakla geçiriyordu. Bir yandan da siyasetle uğraşıyordu.İlk yazılarını, Diyarıbekir gazetesinde yayımladı. Abdülhamid karşıtı olan derneklerle de bağlantısını sürdürüyordu. Bu sırada sarayın tuttuğu İbrahim Paşa adlı bir Kürt reisinin Türklere eziyet etmesi üzerine, çevresinde topladığı gençlerle, telgrafhaneyi basıp saraya telgraf yollayarak ve bu arada halkı ayaklandırarak, İbrahim Paşa’nın kentten sürülmesini sağladı. Bu olayla ilgili olarak 1908’de Şaki İbrahim Destanı’nı yazdı.
II.Meşrutiyet ilan edilince, 1908’de İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbakır şubesini kurdu.1909’da Peyman gazetesini çıkardı. Siyasal ve kültürel yazılarını hem çıkardığı gazetede hem de Diyarıbekir gazetesinde sürdürdü. Hazırladığı bir raporun dikkat çekmesi üzerine, 1909’da İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik’teki kongresine Diyarbakır Temsilcisi olarak çağrıldı. 1910’da cemiyetin yönetim kurulu üyeliğine seçildi.
1911’de Ömer Seyfettin ve Ali Canip Yöntem’le birlikte Genç Kalemler dergisinde görev aldı ve yazılar yazdı. 1912’de Ergani Sancağı Milletvekili olarak Meclis-i Mebusan’a girdi. Ancak, meclis kısa bir süre sonra kapatıldı. 1913’de Darülfünun’da yeni öğretilmeye başlanan toplumbilim dersi profesörlüğüne getirildi ve bu görevi 1919’a dek sürdürdü. Bu arada İttihad ve Terakki’deki düşünce önderliği görevini de sürdürüyor; özellikle Milli Tetebbular Mecmuası’nda yazdığı makalelerdeki düşünceler, Türkçülük hareketinin de temelini oluşturuyordu. I.Dünya Savaşı’nın zorlu günlerinde Yeni Mecmua’yı çıkarmaya başladı. Bu dergi çevresinde toplanan aydınlar Türkçülük konusunda, Cumhuriyet dönemi aydınlarını derinden etkileyecek yazılar yayımladılar.
İstanbul’un işgalinden sonra,1919’da işgalci İngilizlerce tutuklandı. İttihad ve Terakki Partisi’nin yöneticileriyle birlikte Malta adasına sürüldü.1921’de Ankara Hükümeti’nin de kararlı çabalarıyla yurda döndü; bir kaç ay Ankara’da kaldıktan sonra Diyarbakır’a gitti. Burada düşünsel çabalarını sürdürdü. 1922 Haziranı’ndan, 1923 Martı’na dek; Küçük Mecmua’yı çıkardı. Aynı yıl Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ikinci dönem milletvekili olarak seçildi.
Bir yıl kadar sonra hastalandı ve 25 Eylül 1924’te Uçmağa vardı.
Mezarı Sultan Mahmud türbesindedir.
ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK
Fikir tarihimizde birinci plânda yer alan şahsiyetler arasında Ziya Gökalp'in özel bir yeri vardır. Gökalp, üstün tarih ve edebiyat bilgisinin yanı sıra çok iyi bir toplumbilimcidir ve Türkiye’nin ilk toplumbilim profesörü ünvanını taşımaktadır. Öz Türk Yurdu Diyarbakır’ın evladı Gökalp’i Türk Fikir Tarihi’nde bu kadar önemli kılan, Türklük için yapmış olduğu hizmetlerdir.
Ziya Gökalp’in Türklüğe yaptığı en büyük hizmet, Türkçülük alanındadır. Kendisine daha sonraları bu özelliğinden dolayı ‘Türkçülüğün Babası’ yakıştırması yapılmıştır. Tarihinin eski devirlerinden beri mevcudiyeti kesin olan ancak Tanzimat’tan sonraki devirlerde deyim yerindeyse kendini bulan Türkçülük Hareketini sistemleştiren ve düzene koyan Ziya Gökalp’tir. En önemli eseri Türkçülüğü programa bağladığı Türkçülüğün Esasları adlı eseridir.
Gökalp, Türklük meselesini bu şekilde ortaya koyduktan sonra, milletimizin bu tek ülküsünün ne olacağım tespite çalışmıştır. Gökalp’e göre, Türk Ülküsü’nü yakın ve uzak ülkü olmak üzere ikiye ayırmak gerekir. Yakın ülkümüz, Oğuz Birliği’dir. Çünkü, kültürce birleşmeleri en kolay olan Türkler, Oğuz Türkleridir. Türkiye Türkleri’nden başka Azerbaycan, İran ve Harzem ülkelerinin Türkleri de Oğuz boyundandır.
Bu bakımdan, Türkçülüğün yakın ülküsü bu boydan olan Türklerin birleşmesi, yani Oğuz birliği veya Türkmen birliğidir.
Uzak ülkümüz ise Turan'dır. Turan Ülküsü, Turanlı kavimlerin birleşmesiyle meydana gelecek bir kavimler karışımı değil, sadece Türkler’in Birliği’dir.
Turan Ülküsü, bugün için bir hayal gibi görünmekle beraber, tarihte bir gerçektir. Çünkü Türkler tarihte birkaç kere birleşmişlerdir. Hayal kuramayan ve idealleri doğrultusunda bir arpa boyu yol alamayan milletlerin sonları da hep hazin olmuştur.
Gökalp; Türkçülük akımının en büyük temsilcisi sıfatıyla Türk düşünce ve siyaset hayatını kuvvetle etkilemiş, Milli Edebiyat akımı içinde verdiği eserlerle Türk edebiyatının biçim ve dil yönünden yenileşmesini sağlamıştır. Yazdığı halk hikayeleri ve şiirler; Türkçü fikir yapısının hem öğretici nitelikli hem de edebi açıdan kuvvetli yapıtlardır. Dilde sadeleşme hareketlerinin öncüleri arasında yer alan Gökalp, milli duyguları, tarih bilincini, bilime ve tekniğe değer veren düşünceyi her şeyin üstünde tutan şiirleriyle çevresini geniş ölçüde etkilemiştir.
İlk şiirlerini aruzla yazan Gökalp’in şair olarak verimine bakıldığında, onun şiiri yalnızca düşüncelerini yayma aracı olarak gördüğü, bu nedenle de yazdıklarının manzumeden öteye gitmediği söylenebilir. Ancak, şiire bu bakış açısını da bilinçli olarak seçmiştir. Kendi ifadesiyle:
‘Şuur devrinde şiir susar, şiir devrinde şuur seyirci kalır. İçinde bulunduğumuz zaman, galiba birinci devreye aittir: Şairler müzlerinden uzak düşmüş, vezinle şuurlu müteşairler eline geçmiş… Bu hali, çocukların hayatında da görürüz: Ders saatleri arasında oyun araları var... Aynı zamanda çocuk terbiyesinde bir takım dersler oyun tarzında verilir; Bunun gibi halk terbiyesinde de bazı fikirlerin vezin kisvesinde arz edilmesi fena mı olur?’
Gökalp’in ifadesinden de anlaşılacağı üzere o şiiri düşüncesini kitlelere yaymak amacıyla kullanmıştır.
Ziya Gökalp, bilimsel alanda da ilk toplumbilimcimizdir. Üniversitede ilk toplumbilim dersi veren müderristir. Kendisini bu yönde en çok, Emile Durkheim’ın toplumbilim anlayışı etkilemiştir. Gökalp’e göre toplumsal olguların yorumlanmasında ve açıklanmasında iki toplumbilim sistemi vardır. Bunlar tarihsel maddecilik ve toplumsal ülkücülüktür. Bunlardan birincisi Karl Marx tarafından, ikincisi Emile Durkheim tarafından ortaya atıldı. Ziya Gökalp, Türk milletine uygun olarak Emile Durkheim’ın sistemini benimsemiştir. Çünkü ona göre sınıf bilinci, ulusal bilinçten sonra ortaya çıkar; bu nedenle Marx’ın toplumbilimi, Osmanlı ülkesi için geçerli değildir. Yine ona göre, önce Türkoğlu’na neden Osmanlı olmadığını, neden Türk olduğunu anlatmak, dilden inanca, ekonomiden aile yaşamına dek binlerce yılda ortaya çıkan bilinç birikiminin, toplumsal yaşamda yeniden egemen olmasını sağlamak gerekir.
Gökalp’i her devirde tehlike olarak gören ve ona her fırsatta iftira atan çevreler her zaman olmuştur. Gökalp düşmanlığını, Türk ve Türkçülük düşmanlığı ile aynı kefeye koymak gerekir. Türk’ün kendini bulmasından korkan şer odakları, Türklüğü çoğu zaman ulu bilgelerine iftira atarak yıpratmaya çalışmışlardır. Bu çaşıtlardan en iyi örneği Ali Kemal olarak gösterebiliriz. Gökalp’e Farsi bir kavmi yakıştırmış olan Ali Kemal’e en güzel cevabı yine Ziya Gökalp vermiştir.