Gönderen Konu: TÜRK'LERİN YETİŞTİRDİĞİ BÜYÜK BİLİM VE SANAT ADAMLARI  (Okunma sayısı 16131 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Atçeken Beği

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 227
  İslâm devrinde Türklerden yetişen büyük ilim adamlarını da zikretmeden geçemeyiz.Filhakika bu devirde Türklerden mühim ilim adamları yetişmiştir.Bunlardan: felsefe sahasında Abu-Nasr Fârâbî (öl.950),lûgat ve edebiyatta Mahmut Kaşgarî,İsma'il-al Fârâbî (öl.1002), İbrahim Horezmi (11. asır),Şemseddin Dhahabi (öl.1348),riyaziyatta Biçur oğulları, İbn Türk al-Khuttalî,Muhammed El-Bîrûnî,Turagay Uluğ-Bek en büyükleridir.Bunlardan bizim methal,mahiyetinde olan bu derslerimizde dahi üzerlerinde ayrıca durulması icap eden iki şahıs; El-Bîrûnî ile Uluğ-Bek'tir.
Oturup düşündüğümde yetim olmadığımı gördüm! Oğuz Han gibi atası, Dede Korkut gibi muallimi, Köroğlu gibi ağabeyi, Mahtumkulu gibi akıl hocası olan birisi hiç yetim olur mu?
Saparmurat Türkmenbaşı

Çevrimdışı Atçeken Beği

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 227
  El-Bîrûnî (973-1051), yalnız İslâm âleminin değil,bütün dünyanın ortaçağlarda yetişmiş en büyük ilim simalarından biridir.İlim tarihin meselâ G.SARTON'un eserinde 11. asrın ilk yarısı ''EL-Bîrûnî'' tesmiye edilmektedir.En çok riyaziyat ve tabiat ilimleriyle meşgul olmuş,fakat en büyük keşifleri,bu sahalarla beraber,coğrafyaya ve kültür tarihine ait bulunmaktadır.İlmî mesaisinde Horezm'deki Irak-oğullariyle Memunîlerin,Gazne'de Sultan Mahmud'la oğlu Sultan Mes'ud'un geniş himayelerini gören ve her iç paytahtta da sarraya mensup olan El-Bîrûnî,zamanın İslâm ve gayrimüslim ilim ehilleriyle geniş mikyasta işbirliği yaparak,kendisini o çağın en yüksek ilim merkezi ve mihveri haline getirebilmiştir.Böylece o,Horezm'de Kât şehrinin tûlünü tayinde,Bağdad'ın büyük riyazimeyli-küllî rasatşaro yapmış ve milâdı 1000 sensine ait muasır hesapların hemen hemen aynını bulmuş olup;bu tetkikatın neticesi olarak Gêodêsie(mesâha) ilminin esaslarını Avrupa'^dan tam 8 asır evvel kurmuştur.El-Bîrûnî coğrafi malûmat toplarken Arap,Süryani ve Yunan menbahalarından başka Gazne'ye gelen Çin(Kıta) ve Uygur elçilerinin,Hindistan'a Mozambek'ten,Cava ve Malay adaları âleminden geçerek Çin'den gelen tüccarların ifadelerini de alarak,Büyük Okyanus'un Yarasûn tesmiye ettiği Ümitburnu'ndaki ceryanlardan,bizde kış ourken cenubî Afrika'da yaz olup meyveler yetiştiğinden,şimali garpte Atlantik Denizi,Şarkî- Boğaz,tesmiye ettiği Bering boğazından bile bahsetmiş; tetkilatında Aristo'nun Gêocentrizm nazariyatını şüphe altına alarak mütalealrda bulunmuş,arkadaşı Ebu Sehl ile birlikte kürei arzın sükûn yahut hareketi mevzuu üzerine bir risale yazmış,fakat bu risale maalesef bize kadar gelmemiştir.El-Bîrûnî, bir aralık Horezm ile Cürcân arasında Oğuzlar bölgesindeki bozlırlarda arzın kutrunu tazin maksadiyle kurduğu rasat ameliyatında,vesaitsizlikten dolayı,muvaffak olamamışsa da Gazneli Mahmud'un himayesinde Hindistan'da Nendene şehri yanında yaptıığı rasatları neticesinde bu mesaisinide ikmal edebilmiştir.Tabiiyat sahasındaki tatkikatında sıcak ve soğuk sular arasındaki siklet farkını 0,041677 olarak tayine muvaffak olacak derecede inceliklere vâsıl olduğu gibi,dağlarda ve çöllerde yerin tabakaları üzerinde taharriyatta bulunarak ya geolojiye ait tamamiyle muasır âlimlerinkine benzer fikirler ortaya atmış ve bu bilgilerin tarih ilmine tatbik etmesini bile anlamıştır..El-Bîrûnî mâdeniyat, nebatat ve eczacılığa da,r tetkikatında, bu sahalara ait kıymettar bilgiler, zamanında malûm yer altı servetleri ve cevahirler hakkındaki malûmat ile beraber,etnografyaya, milletlerin kültür tarihine ve lisaniyata ait paha biçilmez malûmat vermiş, ilim erbabının elinden düşmez kıymettar eser bırakmıştır. El-Bîrûnî, alfabe meselesinde dahi Avrupalıların kullandığı münferit harfli alfabeyi Arap yazısına tercih ederek mütalealarda bulunmuştur.

  El-Bîrûnî,Kât Horezmşahı Muhammed bin Ahmed bin Irak 995 de öldürülünce''Dünya mansablarını terk ederek'' kendisini ilme hasrettiğini söylemiştir, ki bununla bu Horezmşshın nezdinde yüksek bir mevki ihraz ettiğini anlatmış oluyor.Bundan sonra o,Cürcaniye Horezmşahı Me'mun bin Me'mun'un nezdinde de müşavir ve vezir payesinde bulunmuştur.Horasan'da da bazı yeraltı su yolları El-Bîrûnî'nin eseri olarak zikredilmektedir.Bunları o,siyasi nüfuzundan çok,bir mühendis olarak inşa etmiş görünüyor.İlk Selçukluların hayatına ait çok kıymettar malûmatı ihtiva eden bir ''Horezm tarihi'' yazmış ise de,bu eser bugüne kadar bulunmamış, yalnız Ebu'l-Fadl el-Bayki'nin Gazneliler tarihinde bulunan bazı fasılları bize kadar gelebilmiştir.

  Son zamanlara kadar mutaassıp bir acem milliyetçisi telâkki olunan El-Bîrûnî,Hindlilerin Patancel kitabını sanskritçeden tercüme ederken,bu eserini: ''dünyada insanların himmet ve içtihatları muhteliftir ve cihanın nizamıda bu içtihatların tenevvüü ile ka'imdir'' sözleriyle başlayarak anlattığı gibi, taassuplardan uzak bulunmuş ve muhtelif milletlerin din ve fikirlerine ferdlerin içtihatlarına hürmet etmiştir.Kendisinin acem olduğu hakkındaki mütealaların yalanlığıda kendi sözleriyle sabittir.Saydana adlı eserinde Arapça ile Farsça'yı iki yabancı dil sıfatıyla sonradan öğrenmiş olduğundan,yazarken her iki dilde müşkülat çektiğini, kendi ana dilinin ilmi eserler müsaid olmadığını söylemiştir. Horezmlileri kendi eserinde ''farsi ağacının bir dalı'' diye tesmiye ettiğinden,Farsça Horezmlilerce hemen kendi dilleri telâkki olduğundan,El-Bîrûnî'nin Farsça'ya Arapça'ya olduğu kadar yabancı olan ana dilinin Horezmce olmadığını da anlaşılır. Diğer taraftan El-Bîrûnî, Sırderya havzasındaki Sütkentli bir Türkmen tabibin mumyalarından bahsederken bunu, çocukluğunda olduğu gibi gençliğinde de gördüğünü ve onun söylediği sözlerin ''o böyle söyledi'' diyerek Türkmenceyi daha çocukluğunda bilen birisi sıfatıyla anlatmıştır. Kendisi bir şiirinde,babasının avamdan birisi, annesinin de bir odun taşıyan kadın olduğunu zikrettiği gibi Yâkut Hamevi'de,El-Bîrûnî Horezm payıtahtına taşradan geldiği için kendisine Birunî yani ''taşralı'' denildiğini kaydetmiştir. El-Bîrûnî,rasad işleri için bir aralık Dehistan(şimdi Türkmenistan-İran hududundaki Meşhedi Misriyân) ile ''Oğuz Türkleri ülkesi'' arasındaki bir mevkii seçerek orada çalıştığını, fakat vesait yokluğundan bu rasad mevkiini terkettiğini zikretmiştir. Kendisi Türk olmayan göçebe Oğuz Türkleri arasına gidip rasad tetkikatında bulunması, bence muhtemel görünmüyor. Bundan maada, El-Bîrûnî eserlerinde Türk tarihine ve etnografyasına ait malûmat naklederken Türkçe isimleri adeta kendisine has bir Türk şivesiyle yazmaktadır( q yerine kh,g yerine hg istimali, şark Türkçesindeki g lerin y lere tahvili),ki bunların Horezm Türk ve Peçenek şivesi hususiyetleri olduğunu zannediyorum.

  El-Bîrûnî'nin Hind medeni hayatı ile tarih ve etnografyasına ait eseri 1887'de ilk defa neşrolunduğunda,Rus Ulûm Akademisi âzası BARON V.ROSEN, şunları yazmıştır: Bu eser hindologlar için olan değerinden başka, muhtelif ilim mütehassıslarını ilgilendiren hususiyetlere de maliktir. Bu eser nev'i şahsına münhasır kalan,garp ve şarkın, eski ve ortacağ edebiyatının bütününde hiç bir benzeri olmayan bir âbidedir.Bunda dini,milli ve sınıfî adâvetten tam âzade bitaraf bir intikad ruhu havası esiyor. Öyle bir intikat ruhu, ki ihtiyatlı, her tarafı düşünen, basiretli olduğu kadar asrımızdaki ilmin en kuvvetli silahı olan mukayese metoduna parlak bir surette malik bulunuyor, ilmin hududunun neresi olduğunu yakinen biliyor. Kifayetsiz ve tahlili eksik olaylar üzerine kurulmuş istintaçların yerine,sükûtu tercih ediyor. Bu eserde insanı hayrette bırakacak derecede bariz olan bir noktai nazar genişliği görülüyor. Bu eserden, kelimenin muasır manasıyla, hakiki ilim ruhu esiyor. Diğer taraftan bu eserde hakikate susamış, hakikati her şeyden yüksek tutan,ona atılan,yolundan hiç sapmadan ve durmadan ona doğru yürüyen bir ruh hakim bulunmaktadır.O, kendi muhitine müsamaha ve affedici nazariyle bakabilen bir ruhtur. Zira o, bu muhitin idrak edemediği bir çok şeyleri biliyor,fakat o bu idealin peşinde koşarken hayali idealizmden âzâd kalıyor;o, avamında her zaman her yerde idealden çok uzak kaldığını ve kalacağını anlıyor.Kendisine azıcıkta olsa yaklaşabilecek güzide insanların pek az olduğunu, bunların da, bütün samimiyetleri ile istedikleri halde, kendisine yaklaşamadıklarını cidden biliyor. 11. asırda böyle bir eserin yazılışı, o zamanın muhitinde(Orta Asya) böyle bir alimin zuhur etmesi,öyle bir eserin böyle bir dilde(Arapça) tasnif edilmiş olması,El-Bîrûnî'nin eserlerinin medeniyet tarihindeki ehemmiyetini bir kat daha artırıyor.

  Zamanımızda medeniyet tarihi ile meşgul olan her alimin okuması muhakkak zaruri olan bu eserin, bu şartlar altında nasıl vücude gelebildiği keyfiyetide dikkati çekiyor. Bu eserin bütün azametini anlayabilmek için, biz kendimizi fikren o zamanın Avrupasına nakletmeliyiz.O zamanda Avrupadan bazı adamlar ''Mavr''lara (yani islâm memleketlerine) giderek riyaziyata,tıbba,kimyaya ve hey'ete ait eserleri Lâtinceye tercüme ettiler;fakat bunlardan hiç birisi,Hind muhitinin içerlerine girerek Sanskritçeyi ve Sanskrit edebiyatını ve felsefesini öğrenen El-Bîrûnî gibi ''Mavr'' (yani islam) âleminin içlerine dalarak onların dillerini öğrenmemiş, daha ziyade Yahudilerden tercüme ettirmekle iktifa etmişlerdir. Bunlardan hiç birisi ''Mavr'' aleminin iç kültürüyle,Hindistan'da çalışan El-Bîrûnî kadar candan alâkadar olup, onu huzuru kalble ve etraflıca tasvir edememiştir. El-Bîrûnî asrındaki Avrupa'da yabancı milletlerin dinini izah etmek işine tahsis edilen eserler yazılmış ise, onlar da elbette yalnız bir tek maksat takip edilebilmiştir: İblis'in oyunlarını meydana çıkarmak mü'min Hristiyanları bu İblis'in kurduğu tuzaklardan uzaklaştırmak (!).

  El-Bîrûnî'nin büyüklüğünün sırrı budur, ki o insaniyet tarihindeki büyük bir inkilâbın, İslâm milletlerinin kalkınmasının doğurduğu geniş inkişafın en yüksek safhasını doldurmaktadır. Bu kültür(İslâm kültürü),durgunluğa uğramış eski kültür ırklarına yeni kan(ruh) ve yeni mücahitler vermiş;o,Orta Asya'nın eski medeniyetini Arapların taze idealleriyle,eski ırklara göçebeler arasından kalkıp gelen yeni unsurlar karıştırmıştır.İslâmiyete,Horasanlı Ebu Müslim'in eliyle yerli kültürler ve Abbasilerin eli ilede Yunan kültürü karışmış.İptidaî Arap hareketi, işte bu yolla cihanşümul bir medeniyet hareketi şeklini almıştır.
Oturup düşündüğümde yetim olmadığımı gördüm! Oğuz Han gibi atası, Dede Korkut gibi muallimi, Köroğlu gibi ağabeyi, Mahtumkulu gibi akıl hocası olan birisi hiç yetim olur mu?
Saparmurat Türkmenbaşı

Çevrimdışı Atçeken Beği

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 227
  Uluğ Bek(1393-1449), Temür'ün âlim torunudur. 11 yaşında Kur'an'ı hıfzettiği, Arapçayı mükemmel öğrendiği,daha gençliğinde riyazi ilimlere ait müşkül meselelerin halinden hoşlandığı, muasırları tarafından hayranlıkla zikredilmiştir. Şehzadelik ve padişahlığı devrinde bütün varlığını riyazi ilimlere vermişti. Yazdığı Zic'inde ''ihtiyar olmasına rağman saçları ağarmayan, dünyada din ve millet ihtilâfları yüzünden kendisine değişme tozu düşmeyen bir ilm de, hikmet(riyaziyat ve felsefe) ilimleridir'' dediğinden Uluğ Bek'in de El-Bîrûnî gibi,riyazi ilimleri ve felsefeyi, bütün dünyanın medeni hayatı mahsulü olarak anlamış olduğu görülmektedir.

  Daha İbn Tıqtaqa ''Türkler felsefe ve edebiyat ilimlerini bir tarafa bırakarak,ekseriya riyaziyat,siyakat,tıb ve nücum gibi ilimlere ehemmiyet verirler'' demiştir. Uluğ Bek, Türklerin bunu tam olarak nasıl yaptığını göstermiştir.O, dini ilimlerin ve tasavvufun tedrisi için ''Khânaqâh''lar ayırdı.Bilhassa arabiyatın ve riyazi ilimlerin tedrisine tahsis ederekte Buhara'da (1418) ve Semerkand'da (1417-1420) kendi adına medreseler bina etti ve Semerkand medresesinde bizzat kendisi tedrisatta bulundu. Semerkand medresesinde riyaziyat müderrisi olan GIYASEDDİN ÇEMŞİD'in burada vücude getirdiği Zic-i Khâqani kitabının bir nüshası Ayasofya'da bulunmaktadır. Uluğ Bek, bu Zic'den daha mükemmelini vücude getirmeyi düşünüyordu. Bu yolda maiyetindeki riyaziyecilerden KADI ZADE ALİ KUŞÇİ ve diğer birçoklarıyla mütamadiyyen çalıştı, nihayet Semerkand'ın şimalindeki Kehük'te, o güne kadar İslâm aleminde misli görülmeyen bir mükemmeliyette, büyük bir rasadhane bina ettirdi. İnşaası 1420'de tamam olan bu rasadhanenin yer üstündeki kısmı üç katlı olup,irtifa kutbunu tâyin için kullanılan rubu' dairenin, Ayasofya Camii kubbesine muadil olduğunu,muasırları naklediyor. Rasadhanenin bütün duvarları ve tavanları ecrâmi semâviyenin manzaralarını, sistemlerini gösteren resimlerle dolu olup, ortasında da iklimleri, dağları, nehir, deniz ve sahraları gösteren arz küresi bulunduğu Abdurrezzak Semerkandî ve Hoca Hasan Buharî tarafından anlatılmıştır.

  Rasadhanenin 1908'de kazılarak meydana çıkarılan yeraltı kısımları, eserin azametini tam olarak meydana koymuş ve bunda hep mermerden yapılmış olan muazzam rasad merdivenlerinin her tarafında hendesî işaretler ve ecramî semâviyeisimleri hattatlar tarafından maharetle oyulmuş olduğu görülmüştür. Rasadın eski, bilhassa İlhanlılar zamanının ve Gıyaseddi Çemşid'in rasadlarının yeniden kontrolü ve yeni rasad işleri rasadhanenin binasından sonra tam 12 sene sürmüş, fakat bizzat Uluğ Bek, kendi idaresi altında icra olunan bu ilmi-fennî mesaisinin neticelerini,ancak 1437 de Zic-i Uluğ Bek adıyla büyük bir eser olarak meydana çıkarabilmiştir. Kütüphanelerimizde müteaddit nüshaları bulunan bu eserin Farsçası 1842'de, Fransızca tercümesi 1853'te SEDİLLOT tarafından neşredilmiştir.

  Uluğ Bek, Semerkand'da büyük bir kütüphane de vücude getirmişti.Buradan çıkan bazı kitaplar İstanbul ve Avrupa'da ki İslâm yazma eserleri toplamarında bulunmaktadır. Aynı zamanda büyük bir avcı olan Uluğ Bek,Türkistan'daki kuşların nevilerine dair de bir eser tertip etmiş ise de, bu eser bize kadar gelmemiştir.

  Gıyaseddin Çemşid hesap ilmine ait eserinde, Uluğ Bek'i ''Mukaddes ve mübarek ruh sahibi,insan kemâlâtını ve melekler ahlâkını, Hz. Muhammed'in karakterini taşıyan bir zat'' olarak tasvif ederken,onun ilim ve fünuna olan sonsuz aşkınıda anlatmıştır. Uluğ Bek'in Türk tarihine dair bir eseride vardır. O gerek bu eserinde gerek üzerinde Türkçe yazılan sikkelerinde ''Temûr Bek himmeditin Uluğ Bek küregân sözüm'' diye yazarak büyük babası Temür'ün manevi huzuru namına hareket ettiğini bildirmekle, milli Türk an'anelerine karşı derin bağlılığını göstermiş,eski yasa, türe ve an'aneleri bilen Emir Hudadad Duglat'ı Kaşgar'dan getirdiğinde de kendisinden bu yolda istifade etmek istemiştir.

  Uluğ Bek, san'at sahalarından bilhassa çiniye ehemniyet verip, Çin'den en makbul ve nadide vazolar ve diğer bir takım âsâr getirerek Kühek'teki çinili sarayında bu nevi san'at eserleri kolleksiyonunu toplamıştı. Muavini olan Ali Kuşçi Bey'ide, sık sık gönderdiği sefaret heyetlerinden biri ile Çin'e göndermişti. Bunu o, rasad işlerinde Çin ilminden istifade etmek maksadiyle yapmış olsa gerektir. Nasıl ki resim ve minyatüre aşık olan kardeşi Baysungur Mirza'da,Çin'e gönderilen elçi heyetine kendi ressamlarından Gıyaseddin Nakkaş'ı terfik etmişti. El-Bîrûnî, Kafdağı hikayelerinin İslâmiyete Budizm'den geçtiğini söylemiş,dindar olmakla beraber, ilmi hurafelerden temizlenmiş olduğu gibi; Uluğ Bek'te, mutekit müslüman olmakla beraber İslâmiyetin dünya ve siyaset işlerine karışmasına, saltanat şeriatından sayılan içki ve kadın rakkaselerin bulunduğu ziyafetlere, Türk türesine, Moğol vergi sistemine ve faizli kredi meselelerine müdahale etmesine asla yol vermemiştir.

  BARON V. ROSEN, El-Bîrûnî'nin mesaisini ''İslâm kültürünün, durgunluğa uğramış olan eski kültür ırklarına yeni kan ve ruh aşılayan yeni mücahitler vermesi ve eski medeni ırklara göçebeler arasından kalkıp gelen yeni temiz unsurlar karıştırması'' neticesi olarak tanıtmıştır. Bir siyasi devlet adamı olduğu halde, ilmede bu kadar vakit ayırabilmiş olan Uluğ Bek'te, bu eski medeni ırkları göçebe ve yarıgöçebe Türkler arasından gelip katılan büyük bir şahsiyet olmuştur.Gerek  El-Bîrûnî ve gerek Uluğ Bek, Türklerin İslâm camiasına iltihâkından evvel gelmeleri mutasavver olmayan, aynı zamanda İslâm kültürünü de kemâline erdiren büyük şahsiyetlerdir.

Ord.Prof.Dr. Zeki Velidi Togan

Not: Kitaptan okuyarak yazdığım için küçük hatalar olabilir.Umarım otağa katkısı bulunur.

Esenlikler.
Oturup düşündüğümde yetim olmadığımı gördüm! Oğuz Han gibi atası, Dede Korkut gibi muallimi, Köroğlu gibi ağabeyi, Mahtumkulu gibi akıl hocası olan birisi hiç yetim olur mu?
Saparmurat Türkmenbaşı

Çevrimdışı TÜRK-KAN

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2182
  • UÇMAĞA VARDI, TANRI DAĞLARINDA!
 Güzel bir derleme, çalışma ve paylaşım olmuş.  Sağolun İstemi Yabgu Anda...

 Türk milleti çağlar boyunca yanızca büyük Askerler, Komutanlar, Savaşçılar ve Cihangirler değil, aynı zamanda pek Bilim, İlim  ve Fikir adamlarını da dünya literatürüne kazandırmışlardır.

23 EKİM 2023'DE, ELİM BİR TRAFİK KAZASI SONUCU, UÇMAĞA VARDI.
ŞİMDİ; TANRI DAĞINDA, ATALAR YURDUNDA, ATSIZ ATA MAKAMINDA, BAŞBUĞLAR OTAĞINDA, ERİNÇ İÇERİSİNDE!

Çevrimdışı Kurtkaya

  • Otağ Sorumlusu
  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 412
İbn-i Sina (980-1037)

Büyük Türk bilginidir. Ailesi Belh'ten gelerek Buhara'ya yerleşmişti. İbni Sinâ, babası Abdullah, maliyeye ait bir görevle Afşan'dayken orada doğdu. Olağanüstü bir zekâ sahibi olduğu için daha 10 yaşındayken Kur‘an-ı Kerim'i ezberledi. 18 yaşında çağının bütün ilimlerini öğrendi. 57 yaşındayken Hemedan'da öldüğü zaman 150'den fazla eser bıraktı. Eserleri Latince’ye ve Almanca’ya çevrilmiş, tıp, kimya ve felsefe alanında Avrupa’ya ışık vermiştir. Onu Latinler “Avicenna” adıyla anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler.

İbni Sinâ, daha çocukluğunda, çevresini hayrete düşüren bir zekâ ve hafıza örneği göstermiştir. Küçük yaşta çağının bütün, ilimlerini öğrenmişti. Gündüz ve gece okumakla vakit geçirir, mum ışığında saatlerce, çoğu zaman sabahlara kadar çalışırdı. Pek az uyurdu. Kafası öylesine doluydu ki, uyanık iken çözemediği bir takım meseleleri uykusunda çözer ve uyandığı zaman cevaplandırılmış bulurdu.Bir keresinde, Aristo metafiziğini inceliyordu. Defalarca okuduğu halde bir türlü esasını kavrayamamıştı. Buhara çarşısında gezerken sergide bir kitap gördü. Mezat tellâlı, bunu satın almasını, bu sayede birçok meseleyi kolayca halledebileceğini söyledi. Bir mezat tellâlının bildiği kitabı bilememek, İbni Sînâ'ya çok güç geldi. Onun okuma huyunu herkes öğrendiği için, bilhassa kitap satıcıları kendisini tanıyorlardı. İbni Sînâ, kendisine tavsiye edilen Fârabî'nin Aristo'ya ait şerhini satın aldı. Bir defa okumakla, o çözemediği noktaların büyük bir açıklığa kavuştuğunu gördü: “Şükür sana Yârabbi!” diye secdeye kapandı ve Fârabî'nin yolunda fukaralara sadaka dağıttı. Oysa, İbni Sinâ doğduğu zaman Fârabî otuz yaşındaydı ve bu olay geçtiği sırada da hayattaydı.

Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u ağır bir hastalıktan kurtardı ve bu yüzden de Samanoğulları sarayının kütüphenisinde çalışma iznini aldı. Bu sayede pek çok eseri elinin altında bulduğu için vaktini kitap okumak ve yazmakla geçirdi. Hükümdar öldüğü zaman o, henüz yirmi yaşındaydı ve Buhârâ'dan ayrılarak Harzem'e gitti: EI-Bîrûni gibi büyük bir şöhret ve değerin, onun çalışkanlığına, bilgisine değer vermesi, kendisini yanına kabul etmesi, beraber çalışması, hakkında kıskançlığa yol açtı. Bu yüzden takibata bile uğradı. Harzem'de barınamayarak yeniden yollara düştü. Şehirden şehre dolaşarak nihayet Hemedan'a kadar geldi ve orada kalmaya karar verdi.

İbni Sînâ, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak 150 civarında eser yazmıştı. Farsça olan birkaçı dışında bunların hepsi Arapça'dır. Çünkü o devirde ilim eserlerini Arap diliyle yazmak âdetti. Arapça'ya bu bakımdan değer verilirdi. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir. Kendisinden sonra yetişen Gazâli, Fârabî'yi' ondan öğrenmiştir. Düşünce ve anlayış bakımından İbn-i Sina, Farabî ile İmam Gazâlî arasında bir köprü vazifesi görür. Yunan felsefesini İslâm ilmi olan Kelâm ile, yâni Tanrı bilgisiyle bağdaştırmaya uğraşmıştır. Eğer o gelmeseydi, Farabî'nin kurduğu temel Gazâli'nin yorumuyla gelişemeyecek, arada büyük bir boşluk hasıl olacaktı.

Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ, yanlış olarak bir süre Avrupa'da İranlı hekim ve filozof olarak tanınmıştır. Bunun da sebebi, eserlerini Türkçe yazmamış olmasındandır... Bununla beraber, batılılar da kendisini Hâkim-i Tıb, yani hekimlerin piri ve hükümdarı olarak kabul etmişlerdir. 16 yaşındayken pratik hekimliğe başlayan İbni Sinâ, resmî saray doktorluğu da yapmıştır. Ama şöhreti her ne kadar tip ilmiyle ilgiliyse de asıl kişiliği, Ortaçağda uzun süre tartışma konusu olan Tanrı varlığının mutlak bir zorunluluk olduğu konusundaki Kelâm meselelerine getirdiği kesin çözüm yolundan ileri gelmektedir.

Matematik, astronomi, geometri alanlarında geniş araştırmaları vardır. İnsan bilgisinin Tanrıyı ve kâinatı mutlak şekilde anlamaya elverişli olmadığını söylerken, aklın varlığını kabul eder. İnsandan bağımsız bir ruhun varoluşu, İbni Sînâ'ya göre Tanrıdan yansıyan bir delildir. İbni Sînâ, tıp araştırmaları yaparken bazı hastalıkların bulaşmasında göze görünmeyen birtakım yaratıkların etkisi olduğunu, yani mikropların varlığını sezmiş ve bu bilinmeyen mahluklardan eserlerinde sık sık bahsetmiştir. Mikroskobun henüz bilinmediği bir devirde böyle bir yargıya varmak çok ilginçtir.

Şifa adlı eseri bir felsefe ansiklopedisidir. Diğer eserlerine gelince bunlar arasında en tanınmış olanlarından: el-Kanun fi’t-Tıb isimli kitabı tamamen bir tıp ansiklopedisidir. Necât ve İşârât adlı kitapları ve Aristo’nun felsefesini anlatan yirmi ciltlik Kitâbü’l-İnsâf’ı başta gelen eserlerindendir.İbni Sina kimya alanında da çalıştı ve önemli keşiflerde bulundu. Bu hususta Berthelet, kimya ilminin bugünkü hale gelmesinde İbni Sina’nın büyük yardımı olduğunu söyler.Bu çalışmaları ve etkileriyle İbni Sina Doğu ve Batı kültürünü geliştiren büyük bilginlerden biri oldu. Bütün bunlardan başka İbni Sina çok güzel şiirler yazdı. Hatta Türkçe olarak yazmış olduğu şiirler de vardır.

İbni Sina, 1037 tarihinde Hemedan’da mide hastalığından öldü.

İbn-i Sina’nın asıl büyüklüğü doktorluğundadır. Şifâ adındaki 18 ciltlik ansiklopedisi, ismine rağmen tıptan çok matematik, fizik, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset ve musiki konularını içine alır. Onun tıp şaheseri, kısaca Kanûn diye bilinen el-Kanûn Fi’t-Tıb adlı büyük kitabıdır. Eser, fizyoloji, hıfzıssıhha, tedavi ve farmakoloji bahislerine ayrılmıştır. Konular dikkatle incelendiğinde İbn-i Sina’nın bugünkü tıp için bile geçerli olan pek çok ileri görüşleri bulunduğunu; mesela mikroskop olmadığı halde, hastalıkların ‘mikrop’ mefhumuna benzer yaratıklarca meydana getirildiğini sezebildiğini görürüz.

İbn-i Sina’nın Kanûn adlı eseri XII. yüzyılda Latince’ye çevrildi ve Batı tıp aleminde bir patlama tesiri yaptı. Roma’nın Galen’i de, Er Razi’de ilimde eriştikleri tahtlarından indirildiler ve çağın Fransa’sının en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Lauvain Üniversiteleri’nin temel kitabı Kanûn oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupa’nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi’nin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-i Sina’nın Kanûn’u yer almıştır.

Bugün hala Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki Müslüman doktorun duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbn-i Sina ve er-Razi’ye aittir.

İbn Sina, gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkiledi. Gazali, özellikle, ruh anlayışında ondan etkilendi. İbn Sina'nın deneyci yanı, Gazali'yi kuşkuculuk'a götürdü. Yapıtları 12.yy'da Latince'ye çevrildi, ünü yayıldı. Tanrıbilimci filozof Albertus Magnus, tin ve us ile güçleri konusunda İbn Sina'dan yararlandı.

YAPITLAR (başlıca): el-Kanun fi't-Tıb, (ö.s), 1593, ("Hekimlik Yasası"); Kitabü'l-Necat, (ö.s), 1593, ("Kurtuluş Kitabı"); Risale fi-İlmü'l-Ahlak, (ö.s), 1880, ("Ahlak Konusunda Kitapçık"); İşarat ve'l-Tembihat, (ö.s), 1892, ("Belirtiler ve Uyarılar"); Kitabü'ş-Şifa, (ö.s), 1927, ("Sağlık Kitabı").

Kaynak : Kültür Bakanlığı


Çevrimdışı Kurtkaya

  • Otağ Sorumlusu
  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 412
Ali Kuşçu ( .... - 1474)

Onbeşinci yüzyılda yaşamış olan önemli bir astronomi ve matematik bilginidir. Babası Timur'un (1369-1405) torunu olan Uluğ Bey'in doğancıbaşısı idi. "Kuşçu" lâkabı buradan gelmektedir.

Ali Kuşçu, Semerkand'da doğmuş ve burada yetişmiştir. Burada bulunduğu sıralarda, Uluğ Bey de dahil olmak üzere, Kadızâde-i Rûmî (1337-1420) ve Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşî (?-1429) gibi dönemin önemli bilim adamlarından matematik ve astronomi dersleri almıştır. Ali Kuşçu bir aralık, öğrenimini tamamlamak amacı ile, Uluğ Bey'den habersiz Kirman'a gitmiş ve orada yazdığı Hall el-Eşkâl el-Kamer adlı risalesi ile geri dönmüştür. Dönüşünde risaleyi Uluğ Bey'e armağan etmiş ve Ali Kuşçu'nun kendisinden izin almadan Kirman'a gitmesine kızan Uluğ Bey, risaleyi okuduktan sonra onu takdir etmiştir.

Ali Kuşçu, Semerkand'a dönüşünden sonra, Semerkand Gözlemevi'nin müdürü olan Kadızâde-i Rûmî'nin ölümü üzerine gözlemevinin başına geçmiş ve Uluğ Bey Zîci'nin tamamlanmasına yardımcı olmuştur. Ancak, Uluğ Bey'in ölümü üzerine Ali Kuşçu Semerkand'dan ayrılmış ve Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitmiştir. Daha sonra Uzun Hasan tarafından, Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında barışı sağlamak amacı ile Fatih'e elçi olarak gönderilmiştir.

Bir kültür merkezi oluşturmanın şartlarından birinin de bilim adamlarını biraraya toplamak olduğunu bilen Fatih, Ali Kuşçu'ya İstanbul'da kalmasını ve medresede ders vermesini teklif eder. Ali Kuşçu, bunun üzerine, Tebriz'e dönerek elçilik görevini tamamlar ve tekrar İstanbul'a geri döner. İstanbul'a dönüşünde Ali Kuşçu, Fatih tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından sınırda karşılanır. Kendisi için ayrıca karşılama töreni yapılır. Ali Kuşçu'yu karşılayanlar arasında, zamanın ulemâsı İstanbul kadısı Hocazâde Müslihü'd-Din Mustafa ve diğer bilim adamları da vardır. İstanbul'a gelen Ali Kuşçu'ya 200 altın maaş bağlanır ve Ayasofya'ya müderris olarak atanır. Ali Kuşçu, burada Fatih Külliyesi'nin programlarını hazırlamış, astronomi ve matematik dersleri vermiştir. Ayrıca İstanbul'un enlem ve boylamını ölçmüş ve çeşitli Güneş saatleri de yapmıştır. Ali Kuşçu'nun medreselerde matematik derslerinin okutulmasında önemli rolü olmuştur. Verdiği dersler olağanüstü rağbet görmüş ve önemli bilim adamları tarafında da izlenmiştir. Ayrıca dönemin matematikçilerinden Sinan Paşa da öğrencilerinden Molla Lütfi aracılığı ile Ali Kuşçu'nun derslerini takip etmiştir. Nitekim etkisi onaltıncı yüzyılda ürünlerini verecektir.

Ali Kuşçu'nun astronomi ve matematik alanında yazmış olduğu iki önemli eseri vardır. Bunlardan birisi, Otlukbeli Savaşı sırasında bitirilip zaferden sonra Fatih'e sunulduğu için Fethiye adı verilen astronomi kitabıdır. Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde gezegenlerin küreleri ele alınmakta ve gezegenlerin hareketlerinden bahsedilmektedir. İkinci bölüm Yer'in şekli ve yedi iklim üzerinedir. Son bölümde ise Ali Kuşçu, Yer'e ilişkin ölçüleri ve gezegenlerin uzaklıklarını vermektedir. Döneminde hayli etkin olmuş olan bu astronomi eseri küçük bir elkitabı niteliğindedir ve yeni bulgular ortaya koymaktan çok, medreselerde astronomi öğretimi için yazılmıştır. Ali Kuşçu'nun diğer önemli eseri ise, Fatih'in adına atfen Muhammediye adını verdiği matematik kitabıdır.

Kaynak :FORSNET

Çevrimdışı Kurtkaya

  • Otağ Sorumlusu
  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 412
Piri Reis (d. 1465-70, Gelibolu - ö. 1554)

Türk denizcisi. Amerika'yı gösteren Dünya haritaları ve Kitab-ı Bahriye adlı denizcilik kitabıyla tanınmıştır.

Piri Reis eşsiz bir kartograf ve deniz bilimleri üstadı olmasının yanı sıra, Osmanlı deniz tarihinde izler bırakmış bir kaptandır. Türk denizciliği ekolünün piri sayılan Karamanlı Kemal Reis'in yeğenidir. Asıl adı Muhiddin olan Piri Reis, 1465 yılında Karaman'da doğmuştur. O dönemde Karamanoğulları Osmanlı devletine katılmış, Fatih Sultan Mehmet'in emriyle, Beyliğin ileri gelenleri İstanbul'a göç ettirilmiştir. Kemal Reis ve ailesi önce İstanbul'a, bir süre sonra Gelibolu'ya giderek orada yerleşmiştir.

Piri ve amcası Kemal Reis, uzun yıllar Akdeniz'de korsanlık yaptılar. 1486'da Granada’nın (Gırnata) Osmanlı Devleti'nden yardım istemesi üzerine 1487-1493 yılları arasında Piri ve amcası, gemilerle Granadalı (Gırnatalı) müslümanları İspanya'dan Kuzey Afrika'ya taşıdılar. 1499-1502 yıllarında Osmanlı Donanması'nın Venedik Donanması'na karşı sağlamaya çalıştığı deniz kontrolü mücadelesinde Osmanlı gemi komutanı idi. Piri Reis Akdeniz'de yaptığı seyirler sırasında gördüğü yerleri ve yaşadığı olayları, daha sonra Kitab-ı Bahriye adıyla dünya denizciliğinin de ilk kılavuz kitabı olma özelliğini taşıyacak olan kitabının taslağı olarak kaydetti.

Piri Reis, 1511'de amcasının ölümünden sonra, bir süre için açık denizlere açılmadı ve Gelibolu'ya yerleşti. Burada, önce 1513 tarihli ilk dünya haritasını çizdi. Atlas Okyanusu, İber Yarımadası, Afrika'nın batısı ile yeni dünya Amerika'nın doğu kıyılarını kapsayan üçte birlik parça, işte bu haritanın elde bulunan bölümüdür. Bu haritayı dünya ölçeğinde önemli kılan, Kristof Kolomb'un hala bulunamamış olan Amerika haritasındaki bilgileri içeriyor olmasıdır.

Piri Reis haritasını, Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında, 1517'de padişaha sundu.

Bazı tarihçilere göre, Osmanlı padişahı dünya haritasına bakmış ve 'Dünya ne kadar küçük...' demiştir. Sonra da, haritayı ikiye bölmüş ve 'biz doğu tarafını elimizde tutacağız..' demiştir.. Padişah, daha sonra 1929'da bulunacak olan diğer yarıyı atmıştır. Bazı kaynaklarca, günümüzde bulunamamış olan doğu yarısını, Hint Okyanusu'nun ve onun Baharat yolunun kontrolünü ele geçirmek için Padişahın yapacağı olası bir sefer için kullanmak istediği bile iddia edilmektedir...

Piri Reis seferden sonra, tuttuğu notlardan Bahriye için bir kitap yapmak amacıyla Gelibolu'ya döndü. Derlediği denizcilik notlarını bir Denizcilik Kitabı (Seyir Kılavuzu) olan Kitab-ı Bahriye'de bir araya getirdi..

Kanuni Sultan Süleyman'ın dönemi, büyük fetihler dönemiydi. Piri, 1523'deki Rodos seferi sırasında da Osmanlı Donanması'na katıldı. 1524'de Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı sadrazam Pergeli İbrahim Paşa'nın takdiri ve desteğini kazanınca, 1526'da gözden geçirdiği Kitab-ı Bahriye'sini Kanuni'ye sundu.

Piri Reis'in 1526'ya kadar olan yaşamı Kitab-ı Bahriye'den izlenebilir. Piri Reis, 1528'de de ikinci dünya haritasını çizdi. Bugün elimizde olan Kuzey Amerika haritası bu haritanın bir parçasıdır.

Sonraki yıllarda, güney sularında devlet için çalışan Piri Reis, bu dönemde, Hint Kaptanlığı yapmış, Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi'ndeki deniz görevlerinde yaşlandı.

Piri Reis'in Osmanlı donanmasında yaptığı son görev, acı olaylarla biten Mısır Kaptanlığı'dır. 1552'de çıktığı ikinci seferin son durağı Basra'da, tamire ve dinlenmeye muhtaç donanmayı bırakıp ganimet yüklü üç gemi ile Mısır'a döndüğü için, burada hapsedildi. Donanmayı Basra'da bırakması, Basra valisi Kubat Paşa'ya ganimetten istediği haracı vermemesi, Mısır Beylerbeyi Mehmet Paşa'nın politik hırsı yüzünden 1554'te hizmette kusurla suçlandı ve idam edildi. Ne var ki O, yarattığı evrensel boyuttaki eserleri olan, iki dünya haritası ve çağdaş denizciliğin ilk önemli yapıtlarından birisi sayılan Kitab-ı Bahriye ile günümüzde de halen yaşamaktadır...

Öldüğünde 80 yaşının üzerinde olan Piri Reis'in terekesine devletçe el konuldu.

Osmanlı Türklerinde gerçek anlamda haritacılık Piri Reis'le başlar. Bu acemice, emekleyen bir görüntünün aksine, mükemmel bir çıkıştır. Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye adlı kitabı bir Türk'ün meydana getirdiği en önemli denizcilik eseri olarak dünyaca selamlanmıştır. Dünya haritası ve Kuzey Amerika haritasının çizimlerindeki isabet ve projeksiyon sistemindeki mükemmellik, tüm dünyada büyük hayranlık ve hayret uyandırmaktadır.

Kaynak : FORSNET

Çevrimdışı Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2239
Bizim yanık Fuzuli'miz engin bir deniz!
Karşısında bir göl kalır sizin danteniz!

Uluğ Bilge Atsız Ata


Fuzuli ( 1480 - 1556 )

Türk Divan şairi. Temelini bireysel duygu ve sevgide bulan bir şiir anlayışını geliştirmiştir. Gerçek adı Mehmed b. Süleyman'dır. Kerbelâ'da doğdu, doğum yılı kesinlikle bilinmiyorsa da, kimi kaynaklara göre 1480 dolaylarındadır. 1556'da Kerbelâ'da öldü.

Yaşamı, özellikle gençlik dönemi ve öğrenimi konusunda yeterli bilgi yoktur. Şiirde "Fuzûlî" adını, kendi şiirlerinin başkalarınınkilerle, başkalarının şiirlerinin de kendisininkilerle karşılaştırılması için aldığını, böyle bir takma adı kimsenin beğenmeyeceğini düşündüğünden kullandığını, Farsça Divan'ının girişinde açıklar. Ama "işe yaramayan", "gereksiz" gibi anlamlara gelen "fuzûlî" sözcüğünün başka bir anlamı da "erdem"dir. Onun bu iki kaşıt anlamdan yararlanmak amacını güttüğünü ileri sürenler de vardır.

Fuzûlî'nin yaşamı konusunda bilgi veren kaynaklar birbirini tutmamakta, genellikle söylenceyle gerçeği ayırma olanağı bulunmamaktadır. Onunla ilgili güvenilir bilgiler, yapıtlarının incelenmesinden, kimi şiirlerinin açıklanışından kaynaklanmaktadır. Bunlardan anlaşıldığına göre Fuzûlî iyi bir öğrenim görmüş, özellikle İslam bilimleri, tasavvuf, İran edebiyatı konularında çalışmalar yapmıştır. Şiirlerinde görülen kavramlardan simya, gökbilim konularıyla ilgilendiği, İslam ülkelerinde pek yaygın olan ve gelecekteki olayları bildirmeyi amaçlayan "gizli bilimler"le ilişkili bulunduğu anlaşılmaktadır.

İslam bilimleri içinde hadis, fıkıh, tefsir ve kelam üzerinde durduğu, gene yapıtlarında yer alan kavramların incelenmesinden ortaya çıkmaktadır. Türkçe, Arapça, Farsça divanlarında bulunan şiirleri, bu üç dili de çok iyi kullandığını, onların bütün inceliklerini kavradığını göstermektedir. Yapıtları incelendiğinde İran şairlerinden Hâfız, Türk şairlerinden de Nesîmî, Nevâî ve Necati'yi izlediği, onların şiir anlayışını, duygu ve düşüncelerini benimsediği görülür.

Türkçe ve Farsça divanlarında Ali ve onun soyundan gelen imamlara bağlılığını konu edinen birçok şiir vardır. Bir aralık Bağdat'ı ele geçiren İsmail Safevi'ye yazdığı övgünün kaynağı da bu sevgidir. Fuzûlî'nin, geçimini Kerbelâ, Necef ve Bağdat'ta bulunan On İki İmam'la ilgili vakıfların gelirlerinden sağladığı Farsça Divan'ındaki "Dürr-i sadef-i sıdk cenâb-ı mütevelli" (Doğruluk sedefinin incisi yüce görevli) dizesiyle başlayan şiirden anlaşılmaktadır. Fuzûlî, yaşadığı dönemin geleneğine uyarak, Bağdat'ı ele geçiren Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a ve Rüstem Paşa, Mehmed Paşa, İbrahim Bey, Cafer Bey gibi devlet büyüklerine övgüler yazmıştır.

Fuzûlî'nin bütün yaratıcı gücü, yaşam ve evren anlayışını, insanla ilgili düşüncelerini sergilediği şiirlerinde görülür. Ona göre şiirin özünü sevgi, temelini bilim oluşturur. "Bilimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir" anlayışından yola çıkarak sevgiyi evrenin özünü kuran bir öğe diye anlar, bu nedenle "evrende ne varsa sevgidir, sevgi dışında kalan bilim bir dedikodudur" yargısına varır. Sevginin yanında, şiirin örgüsünü bütünlüğe kavuşturan ikinci öğe üzüntüdür, sevgiliye kavuşma özleminden, ondan ayrı kalıştan kaynaklanan üzüntü.

Üzüntünün, ayrılık acısının, kavuşma özleminin odaklaştığı başlıca yapıtı Leylâ ile Mecnun'dur. Burada seven insan, bütün varlığıyla kendini sevdiği kimseye adamıştır, ancak sevilen kimsede yoğunlaşan sevgi tanrısal varlığı erek edinmiş derin bir özlem niteliğindedir. Sevilen insan bir araç, onun varlığında görünüş alanına çıkan Tanrı, tek erektir. Fuzûlî, bu konuda Yeni-Platonculuk'tan beslenen tasavvufun insan-Tanrı anlayışına bağlı kalarak, varlık birliği görüşünü işlemiştir. Ona göre gerçek varlık Tanrı'dır, bütün nesneler ve onları kuşatan evren Tanrı'nın bir görünüş alanıdır.

Bu nedenle yaratılış, tanrısal varlığın görünüş alanına çıkışı, bir ışık (nûr) olan "Tanrı özü'nden dışa taşmasıdır (sudûr); "Zihî zâtın nihân u ol nihandan mâsivâ peydâ" (Senin özün gizlidir, bu görünen evren o gizli özünden var olmuştur).

Fuzûlî'nin anlayışına göre insan "seven bir varlık"tır, bu sevgi Tanrı ile insan arasındaki bağın özünü oluşturur, ayrıca insanın Tanrı'ya yaklaşmasını sağlar. Bu nedenle de yalnız insan sevebilir. Varlık türlerinin en yetkini, en olgunu olan insan Tanrı'nın gören gözü, konuşan dili, duyan kulağıdır. İnsanda Tanrı istenci dışında bir eylemi gerçekleştirme olanağı yoktur. İnsan biri gövde, öteki ruh olmak üzere iki ayrı özden kurulu bir varlıktır.

Gövdenin toprak, yel (hava), od (ateş) ve su gibi dört oluşturucu öğesi vardır. Ruh ise tanrısaldır, gövdede, gene Tanrı buyruğuyla bir süre kaldıktan sonra, kaynağına, tanrısal evrene dönecektir, bu nedenle ölümsüzdür. İnsanın yeryüzünde yaşadığı sürece ruhunun kutsallığına yaraşır biçimde davranması, doğruluk, iyilik, erdem, güzellik gibi değerlerden ayrılmaması, özünü bilgiyle süslemesi gerekir. Fuzûlî, "maarif" adını verdiği gönül bilgisini kişinin özünü ışıklandırması için bir kaynak diye yorumlar, "ey güzel zâtın maârif birle tezyîn edegör" dizesiyle bu konudaki görüşünü açıklar.

Onun ahlâkla ilgili görüşlerinin temelini kuran doğruluk, iyilik ve erdem gibi üç öğedir. Bu üç öğenin karşıtı baskı (zulm), ikiyüzlülük (riyâ) ve bilgisizliktir (cehl). "Selâm verdim rüşvet değildir deyu almadılar" diye başlayan Şikayet-nâme'sinde çağının yolsuzluklarını, ahlaka, İslâm dininin özüne aykırı davranışları sergilenirken, Türkçe Divan'ında da "zalimin zulm ile akçe toplayıp yardım edermiş gibi başkalarına dağıttığını, oysa cennete rüşvetle girilmeyeceği" anlamındaki dizelere geniş yer verir.

Ona göre bu yeryüzü bir alışveriş yeridir, herkes elindekini ortaya döker. Bilgiyi seven erdem ve beceriyi, dünyayı seven de altını, gümüşü sergiler:

Dehr bir bâzârdır her kim metâın arz eder
Ehl-i dünya sîm ü zer ehl-i hüner fazl u kemal

Fuzûlî, inanç konusunda da erdemin, doğruluğun, Kuran'ın özüne bağlı kalmanın gereğini savunur. Ona göre oruç, namaz, zekât gibi görevler gösteriş için değil, kişinin özünü kötülükten arındırmak, olgunlaştırmak içindir. Oysa içinde yaşanan çağın insanı İslâm dininin temel ilkelerini bir çıkar aracı olarak kullanmakta, gerçeğinden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle İslam'ın özünden ayrılmak istemeyen bir kimsenin uygulaması gereken yöntem "namaz ehline uyma, onlar ile durma oturma" biçiminde özetlenebilir.

Fuzûlî'nin dili Azeri söyleyişidir, özellikle Nevâî ve Nesîmî'yi anımsatan bir nitelik taşır. Şiirde uyumu sağlayan öğe genellikle, sözcükler arasında ses benzerliğinden kaynaklanır. Aruz ölçüsüne uymayan Türkçe sözcüklerde görülen uzatma ve kısaltmalar Arapça ve Farsça sözcüklerle uyum içine girer. Dilde biri ses uyumu, öteki anlam olmak üzere iki temel öğe dizeler arasında, ses uyumuna dayanan bağlantıdır. Farsça'nın şiire daha yatkın bir dil olduğunu, Türkçe şiir söylemenin güçlüğünü ileri sürmesine karşılık, Türkçe şiirlerinde daha çok başarılı olmuştur.

Hadikatü's-Süedâ adlı yapıtında şiir söylemeye pek elverişle olmayan Türkçe'yi başarıyla kullanacağını, bu dili güçlü, elverişli bir şiir durumuna getireceğini ileri süren Fuzûlî'de halk dilinde geçen sözcükler, deyimler, atasözleri önemli bir yer tutar. Kimi şiirlerinde Kuran ve Hadisler'den alıntılarla dizenin anlamı güçlendirilir.

Divan şiirinin bütün ölçülerini, biçimlerini kullanan Fuzûlî'nin yaratıcı gücü, düşünce derinliği, söyleyiş akıcılığı daha çok gazellerinde görülür. Kerbelâ olayıyla ilgili şiirlerinde üzüntüyü çok geniş boyutlar içinde ele alarak şiirinin bütününe yayar, inanan, seven insanı bir "acı çeken varlık" olarak gösterir. Bu tür şiirlerinde sevgi ve aşk birbirini bütünleyen iki öğe niteliğine bürünür. Leylâ ile Mecnun adlı yapıtında işlenen derin özlem, ayrılıktan duyulan acı, ağıt özelliği taşıyan şiirlerinde ölüm karşısında duyulan derin sarsıntıya dönüşür.

Şiir, Fuzûlî için, düşünceleri, duyguları ortaya koymaya, insanı anlatmaya, kimi sorunları sergilemeye yarayan bir yaratıdır. Şiir, yalnız şiir olsun diye söylenmez, bir varlık görüşünü dile getirmeyi amaçlar. Şiiri oluşturan özlü ve anlamlı sözdür, söz ile kişi kendini ortaya koyar. Öte yandan söz bir yaratma öğesidir:"Bû ne sırdır kim eder her lahza yoktan vâr söz". Söz, onu söyleyenle bağlantılıdır, onun bulunduğu bilgi ve duygu aşamasını, değer basamağını gösterir.

Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır
Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler ol mikdâr söz

Dizelerinde sergilenen düşünceye göre sözün değerini artıran kendi değerini artırır, kişinin kendi neyse söylediği sözle açığa vurduğu da odur. Söz kişinin aynasıdır.

Fuzûlî, kendinden sonra gelen Türk Divan şairleri arasında Bâkî, Ruhî, Nâilâ, Neşâti, Nedim ve Şeyh Galib gibi sevgiyi şiirlerinin odağı durumuna getiren şairleri etkilemiştir. Öte yandan kimi Alevi ozanlarca da bir "inanç ulusu" olarak benimsenmiş, saygı görmüştür.

Kaynak : TÜRK YİĞİTLERİ


Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Atçeken Beği

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 227
''Zeki Velidi Togan'ın öğrencisi olmaktan gurur duyarız''
Hüseyin Nihal Atsız

Ord.Prof.Dr Zeki Velidi Togan

 

10 Aralık 1890 tarihinde Başkurt ilinde İsterlitamak'a bağlı Küzen köyünde doğmuştur. Togan soyadı onun beşinci nesil dedesi olan İş Togan'dan gelmektedir. Babası Ahmet Şah, annesi Ümmü'l-Hayat idi.

Daha ilk mederse tahsilini yaparken bir yandan da özel Rusça dersleri alıyordu. Öğretmen olan annesinden Farsça öğrenmeyi de ihmal etmiyordu. 1902 yılında orta tahsil için Ütek'e bulunan dayısı Habib Neccar'ın medresesine gitti. Buradaki öğrenimi sırasında Arapça dersler alarak dil bilgisini geliştirdi.

1908'de köyünden kaçarak Kazan'a gelip burada özel dersler aldı. Bu arada Katanov ve Aşmarin gibi bilginlerle tanıştı. 1909 yılında mezun olduğu Kasımiye medresesine “Türk Tarihi ve Arap Edebiyatı Tarihi Muallimi” oldu. 4 yıl süren bu öğretmenliği sırasında 1911 sonlarında yayınladığı Türk ve Tatar Tarihi adlı kitabı sayesinde meşhur olmaya başladı. Bu eserin iyi yankıları sayesinde Kazan Üniversitesi Arkeoloji ve Tarih Cemiyeti'ne aza seçildi.
 

1913'te Fergana'ya, 1914'te Buhara'ya araştırmalar yapmak için gönderildi. Bu seyahat neticelerine ait hazırlamış olduğu raporlar başta Petersburg Arkeoloji Cemiyeti olmak üzere Kazan ve Taşkent Arkeoloji cemiyetleri mecmualarında yayınlandı. Bu arada Prof. Katanov'un şimdi İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü'nün esas nüvesini teşkil edecek olan kitaplarının Türkiye'ye gönderilmesine vesile oldu.
 

Daha sonra Rus Millet Meclisi Duma'da Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak bulunmak üzere Petersburg'a gitti. Bilimsel çalışmalarına siyasî çalışmalarını da eklemiş oluyordu. Bu sırada Bolşevik ihtilâli patlak verince o da Türklerin durumunun düzelmesi için mücadeleye girişti.
 

Bolşevik İhtilâli'nden 22 gün sonra 29 Kasım 1917'de Başkurt ilinin muhtariyeti ilan edildi. Örenburg'u 18 Şubat 1918'de işgal eden Sovyetler onu tutukladılarsa da 7 Haziran'da hapisten kaçtı. Başkurt hükümeti kurulduğunda Togan, Harbiye Nazırı oldu. Bundan sonra Lenin, Stalin ve Troçki ile defalarca görüşüp onlarırn ihanetini iyice anlayınca Türkistan'a çekilip orada mücadeleye karar verdi.
 

1920-23 yıllarında Türkistan'da amansız bir mücadeleye girişti ise de başarılı olamadı. Basmacı Hareketi'nin içinde bulundu. Türkistan Millî Birliği'nin kurucusu ve ilk başkanıdır.
 

Neticeye ulaşamadığı üç senelik mücadelenin, savaşın sonrasında silah arkadaşı Abdülkadir İnan'la 1923'te İran'a geçtiler. Meşhed'e vardıklarında o zamana kadar hiç bir oryantalistin görmediği Ravza Kütüphanesi'nde yaptığı araştırmalarla önemli eserler keşfetti. Türk kültür tarihinin en değerli eserlerinden İbn-i Fadlan Seyahatnamesi bulunan kitapların arasında idi. Sonra Afganistan'a giderek Kabil kütüphanelerinde araştırmalar yaptı.
 

Hindistan Bombay'dan Kasım 1923'te İstanbul'a gelirlerse de İngilizlerin hoş karşılaması nedeniyle girişlerine izin verilmediği için geldikleri gibi yine gemiyle Marsilya'ya, oradan Paris'e gittiler.
 

1923 sonlarından itibaren Avrupa'da hem ilmî hem siyasî ilişkiler içerisine girdi. Bu arada bir çok ünlü oryantalistle tanıştı. Berlin'de “Türkistan Millî Birliği” adlı cemiyeti kurdu.
 

Paris, Londra ve Berlin'deki bir çok Orta-Asya tarihçisi onunla çalışmak istemesine rağmen, devrin Türkiye Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, Fuat Köprülü, Rıza Nur, Yusuf Akçura'nın istekleri sayesinde Türkiye'den davet aldı.
 

20 Mayıs 1925'te geldiği Türkiye'de Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni'ne tayin edilmiştir. O zamanki Ankara'nın kitap açısından yetersiz olması yüzünden kendi isteği ile İstanbul Darülfünun'u Türk Tarihi Müderris Muavinliği'ne tayin edildi.
 

Bundan sonra İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde hummalı çalışmalarına başladı. Fakat, 1932'de I. Türk Tarih Kongresi'nde tıp doktoru Reşit Galip'in sunduğu Orta Asya'da iç deniz olduğu ve bunun sonradan kuruduğu konusu hakkındaki tebliğini eleştirince, Togan aleyhine bir kamuoyu oluştu. Kendisine takınılan bu kötü tutum üzerine ülkeyi terk etme kararını verdi. 8 Temmuz 1932'de istifa ederek Viyana'ya gitti.
 

1935'te doktora çalışmalarını bitirdikten sonra Bonn Üniversitesi'nde, 1938'de Göttingen Üniversitesi'nde ders verdi. 1939'da Millî Eğitim Bakanı'nın daveti üzerine tekrar Türkiye'ye geldi. İstanbul Üniversitesi'nde Umumî Türk Tarihi Kürsüsü'nü kurdu.
 

8 Nisan 1940'ta Romanya'lı Ömer kızı Nazmiye Hanım ile evlendi. İki evladı oldu. Kızı İsenbike ve oğlu Sübidey...
 

İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Türkiye'de Sovyetler aleyhine faaliyet ve Turancılık suçundan tutuklanıp mahkeme edildi. 10 yıl hapse mahkum edildiyse de Askerî Mahkeme kararı bozdu ve Togan beraat etti.
 

1948'de yeniden döndüğü üniversitedeki görevine ölümüne kadar devam etti. 1951'de İstanbul'da toplanan XXI. Müsteşrikler Kongresi'ne Başkanlık etti. Bu onun bilimsel alandaki şöhretini çok daha artırdı.
 

26 Temmuz 1970'te İstanbul'da vefat etti.
 

Zeki Velidi Togan, ilk defa 1911'de başladığı yayın faaliyetine ölümüne kadar büyük bir hız ve gayret, hummalı çalışma içerisinde devam etmiştir.
Zeki Velidi Togan'ın 337'den fazla yayınlanmış çalışması bulunmaktadır.
 

İlmî araştırmalarında, gezilerinde, gördüğü bulduğu her tarihî kaynağı (vesika, yazma eser, minyatür vb.) dünya ilim alemine tanıtmak en büyük özelliği idi
Yaklaşık 40 cilt yayınlanmış müstakil kitabı vardır. Bunların 12 adedi hacimli birer eser iken 10'dan fazlası üniversitede okuttuğu derslerin basılmış notlarıdır. Diğerleri ise küçük büroşür-kitapçık hüviyetindedir. Yayınladığı ilk kitabı Türk ve Tatar Tarihi adlı eseri, kendisinin Kazan ve Rusya'da şöhret olmasına sebep olurken onu esas dünya ilim alemine tanıtan hiç şüphesiz İbn-i Fadlan Seyahatnamesi'dir.
 

Öte yandan Tarihte Usul, Türkiye'de tarih bilimi için yazılmış ilk metod kitabıdır. Yine, Umumî Türk Tarihine Giriş, sahasında tek olduğu gibi Türk tarihinin genel çerçevesini çizmesi açısından çok mühimdir. Horezmce Tercümeli Mukaddemetü'l-Edep, Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, On The Miniatures In Istanbul Libraries, Hatıralar, Oğuz Destanı, Kur‘an ve Türkler onun ilminin yüksekliğini gösteren en güzel delillerdendir.
 

Ölümünden bir sene önce yazdığı hatıraları hayatı boyunca yaptığı mücadeleleri anlatmasının yanında, yakın tarihimiz için de çok önemli vesikaları ihtiva etmektedir. En büyük millî destanlarımız arasında yeralan Oğuz Destanı gibi bir kültür hazinesinin yayınlanması şüphesiz Türk ilim alemi için iyi bir kazanç olmuştur.
Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi adlı eserde Orta Asya'daki Türk illerinin yakın dönem tarihi ve istiklallerinin kaybedilişi anlatılmıştır. Türklüğün Mukadderatı Üzerine adlı eserinde de dünya Türklüğünün bugünkü durumu ve geleceği hakkında görüşlerini açıklamıştır. Baskıları yapılan üniversitede okuttuğu ders nokları ise genel olarak Moğallar devri Türk Tarihi, Moğol İstilası, Cengiz Han ve Timur dönemlerini ihtiva etmekte ise de yine üniversitede okuttuğu Karahanlılar Devri, Başkırtlar Tarihi, Asya Tarihi, XIX. ve XX. yüzyıllarda Orta ve Önasya'da fikir ve kültür hayatı gibi konulara da ilgilidir.
 

Yerli yabancı ilmî araştırma dergilerinde 91 makalesi yayınlanan Togan, bunların yaklaşık 20'sinde konu araştırması yapmıştır. Çok büyük çoğunluğunda da en belirgin özelliği olan kaynak tanıtımını ele almıştır. Bu özelliklerinden dolayıdır ki, bilhassa oryantalistler arasında şöhreti daha da artmıştır. 14'ten fazla olan tenkid yazılarında ise Batı ilim aleminde yapılan çalışmaları Türkiye'ye tanıtma gayesini gütmüş, ayrıca gerekli kriterlerini yapmaktan geri kalmamıştır.
 

İlmî dergilerde çıkan makalelerinin yaklaşık yarısı yabancı dildedir. Bunlardan İngilizce, Almanca, Fransızca gibi popüler batı dillerinin yanında Rusça ve Farsça kaleme alınanlar da vardır.
 

Milletler arası kongrelerde merhum hocanın sunmuş olduğu 9 tebliğin kongre zabıtlarında basıldığı görülmektedir. Bu tebliğlerin hepsi hocanın uzmanlık alanı ile ilgilidir ve onun çalışma şekli olan belge tanıtımını ihtiva etmektedir. Sunulan tebliğlerin hepsinin milletlerarası kongrelerde oluşu, ayrıca İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi popüler batı dillerinde yayınlanması dikkat çekicidir.
 

Milletlerarası ilmî ağırlığı olan 4 ansiklopedide 39 madde Togan tarafından telif edilmiştir. Bunların yine çoğu yabancı dilde, diğerleri Türkçe'dir. 12 madde biyografi, iki Başkurt ve Hazar gibi Türk kavimleri, diğerleri ise coğrafî mekân (şehir, nehir vb. gibi) hakkındadır. Arapça ve Farsça tarihî kaynakların ışığında yazılmış olan söz konusu maddelerde ilgili olan bütün batı literatüründen de faydalanılmıştır. Bu konuların hepsi Orta Asya tarihi açısından büyük önem taşımaktadır.
 

Aylık ve haftalık yayınlanan dergilerde yaklaşık 109 makaleyi kaleme almıştır. 1940'lı yıllara kadar bu tür dergilerde ilmî konuları ele almaya çalışan Togan, sonraları çeşitli siyasî görüşlerini bazı konularda fikirlerini, bazı kişilere cevaplarını, hatıralarını da yazmıştır.
 

Günlük yayınlanan gazetelerde ise merhum hocanın 48 makaleyi kaleme aldığı anlaşılmaktadır. Çoğunlukla kendi fikirlerini ihtiva eden bu yazılarında zaman zaman tarihî konulara inerek onların sayesinde geleceğe ışık tutmak, Türk milletine ders vermek istemiştir. Millletlerarası kongreleri de gazete yazılarında işleyerek yine Türk kamuoyunu bunlardan haberdar etmeye çalışmıştır. Kamuoyunda yanlış aksettirilen bazı konularda da inandığı gerçekleri açıklamaktan geri kalmamıştır.
 

Merhum hocanın ihtisas sahası olan İslamiyetten sonra Türk ve Moğol Tarihi konularında İslam bilginleri hakkında hazırlanmış fakat yayınlama fırsatını bulamamış kitapları da vardır. Timur ve Oğulları Tarihi, El-Birunî'ye dair, Başkırt Tarihi, Ali Şir Nevaî: Hayatı ve Eserleri, Reşideddin: Hayatı ve Eserleri, Sakaların Tarihi, Türklerin Menşe Efsaneleri, Resimlerle Türkistan başlıcalarıdır.



Alıntıdır.
Oturup düşündüğümde yetim olmadığımı gördüm! Oğuz Han gibi atası, Dede Korkut gibi muallimi, Köroğlu gibi ağabeyi, Mahtumkulu gibi akıl hocası olan birisi hiç yetim olur mu?
Saparmurat Türkmenbaşı

Çevrimdışı TiginNoyan

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 549
  • Inançu Apa Yargan Tarkan Köl Tigin
    • Steppe History Forum
Çok güzel bilgiler; paylaşım için sağolun andalar.

Yalnız İbn Sînâ Türk değildir.


Türük Oguz begleri bodun eşid: üze teŋri basmasar asra yir telinmeser Türük Bodun iliŋin törügün kim artatı utaçı erti? Türük Bodun ertin, ökün!