Gönderen Konu: Türkçülük Akımında Din Olgusu Üzerine Aykırı Bir Yaklaşım: Hüseyin Nihâl Atsız  (Okunma sayısı 37387 defa)

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Işbara Tarkan

  • Türkçü-Turancı
  • ***
  • İleti: 103
  • Elçibey'in Askeri
İKİNCİ BÖLÜM
ATSIZ‟IN MAKALERİNDE ve ESERLERİNDE “DİN” OLGUSU

2.1 30‟lı Yıllardaki Makaleleri ve Eserleri Işığında “Atsız ve Din”

   Hayat hikâyesi bahsinde de değinildiği üzere, Atsız‟ın Türk düşün hayatında önemli bir mevkii edinmesi, 1931 yılında çıkartmaya başladığı “Atsız Mecmua” adlı dergiyle başlamıştır. Bu on yıllık zaman dilimi sürecinde, “Orhun” adlı bir dergi de çıkaran Atsız, çeşitli makaleleri ve kitaplarında, “din” olgusu bağlamında, düşüncelerini okuyuculara aktarmıştır.

   Atsız, bir makalesinde, bu dönemde oldukça teveccüh gördüğünü düşündüğü, “komünizm, frenkperestlik ve kozmopolitlik” düşüncelerinin “ülkü” eksikliğinden kaynaklandığını ileri sürmekte ve bu fikirlerin ülke içerisinde gelişmeye hız kazanması karşısında, sarılacak tek dayanağın “Türkçülük” fikri olduğunu savunmaktadır. Atsız‟a göre, “din bir mefkûre olma kuvvetini” kaybetmiştir.183 Burada Atsız, açıkça Türkçülüğü “din” olgusunun yerine ikame edilmesi gereken bir düşünce olarak sunmaktadır.

   Çanakkale Savaşı‟nın anlattığı bir makalesinde ise Atsız‟ın bir önceki paragrafta dile getirdiği düşünceleri somutlaştıran ifadelere rastlamak mümkündür. Türk gençliğine seslenen Atsız şu cümleleri kullanmaktadır: “Sen Arap Muhammed’in mezarını artık bıraktıktan sonra senin kaben Çanakkele, Sakarya ve Dumlupınar değil midir? Sen kabene, rahat bir geminin içinde cazbant dinleyerek mi, yoksa yalçın yollarda, vaktiyle Çanakkale‟de Türk vatanını korumaya koşanların çektiği zahmeti çekerek, yayan mı gitmek istersin?”184Burada Atsız, İslamiyet‟in peygamberi olan Hz.Muhammed‟in etnik kimliğini öne çıkartmakta, Türk gençliğinin artık İslam‟ın kutsal mekânı olan “kabe”yi bıraktığını iddia etmekte ve artık Türk gençliğinin yeni kutsal mekânının “milli” öneme haiz olan, mezkûr yerler olması gerektiğini savunmaktadır.” Çanakkale‟ye Yürüyüş” adlı eserinde ise, Atsız daha da ileri giderek, “Kâbe” öznesini “Arap Muhammed”in mezarı olarak değiştirir ve de Araplar‟ın “ihanet”ine vurgu yaparak, artık o mezarı bırakanların topraklarının “Kâbe” olarak sayılamayacağını öne sürer. 185

   Atsız, Cumhuriyet dönemi ile birlikte “muasır medeniyete ulaşma” parolası ışığında “batı medeniyeti” dairesi içerisine girme arzusuna karşı çıkmaktadır. Bu hususta tarihi referans alan Atsız, dilde yaşanabilecek yabancılaşmayı öne çıkarır. Türklerin tarihte, Manihaizm, Budizm ve İslamiyet dinine girerken dillerini koruyabildiklerini ancak Türkçe‟nin edebiyat dilinin bu medeniyetlerden dolayı oldukça bozulduğunu belirten Atsız; Türklerin İslamiyet‟i kabul ettiği dönemde, bu tehlikeyi anlatabilecek kimselerin bulunmadığından yakınmaktadır.186Atsız, İslamiyet‟in girmesi ile “medeniyet dairesi” değişikliği içerisine giren Türklerin, Arapça ve Acemcenin “istila”sına uğradığını ifade ederken öncelikle, “Allah” ve “Muhammed” lafızlarının girdiğini ve zikredilen kelimeleri bu dillerden gelen yabancı menşeli klişelerin takip ettiğini iddia etmektedir.187 Bir başka makalesinde ise Atsız bu hususta daha sert bir yorum getirerek, “Dilimize önce Allah girerek Tanrı’yı kovdu. Arkasından “Muhammed” geldi”188 ifadesini kullanarak açıkça İslamiyet‟in Türklük nazarında yabancılaştırıcı etkisi olduğuna işaret etmektedir. Atsız, İranlıların, kendi milli dinlerini kılıç korkusuyla değiştirirken eski dinlerini ve ruhlarını koruduklarını, ancak İslamiyet‟i çoğunlukla “iktisadi” sebeplerle kabul eden Türkler‟in milli benliklerini kaybetme noktasına geldiğini iddia etmiştir. Atsız‟a göre her ne kadar Türkler, daha önce mani dininin ve Çin medeniyetinin olumsuz tesirlerine uğrasa da, İslamiyet‟in olumsuz tesiri diğerlerinden çok daha fazla olmuş ve Türkler milli kültürlerini ihmal etmeleri yüzünden birçok belaya maruz kalmıştır.189Atsız bu minvalde, din değiştirmeyi “medeniyet” değiştirme olarak yorumlamakta ve aynı “yanlış”lığın “batı medeniyeti” içerisine girildiğinde, Hıristiyanlığın menfi tesirleri ile tekrarlanacağına inanmaktadır. Zira Atsız‟a göre, İslam‟a girişte yaşanan medeniyet değişimiyle, İslam sadece “din” yoluyla değil, medeniyeti oluşturan dil, kültür gibi unsurlar yoluyla da girmiştir ve Türklerin Hıristiyan olmasıyla birlikte batı medeniyetinin de bütün unsurları Türklüğe zerk edilecektir.190

   Atsız, “batı medeniyeti” dairesine girme arzusunu ve bu yönde yapılan uygulamaları eleştirirken, cumhuriyet döneminde “laiklik” noktasında yapılan bazı reformlara övgüler düzmüştür ve yazılarında “laiklik” konusundaki duyarlılığını dile getirmiştir. Halk içinde kaynaşan aydın sınıfının yıllarca, acıklı ilhamlar almak durumunda kaldığını belirten Atsız; halka doğru yeni ve asil bir hareketin başladığını söylemiştir. Atsız‟ın; “sultanlar kaçıyor, halifeler boğuluyor, halkı bir ejder gibi asırlardan beri istismar eden tekkelerin, tarikatların, beyni kefenli softaların vücutları kaldırılmasa da nüfuzları kırılıyor ve zararları azaltılıyor”191 sözleri bu minvalde, münevverlerin halkı aydınlatmak için daha elverişli bir ortamın sağlanabildiğini ima etmekte ve “laiklik” uygulamalarına övgüler düzmektedir. Dinde Türkçülük adına yapılan Kuran ve Ezan‟ın Türkçe okunması uygulamasını destekleyen Atsız192,bir yazısında Şekip Tunç hakkında olumsuz sözler sarf ederken; “Her ne kadar Şekip Beyin fikirleri arasında eskiden beri Latin harflerini kabul etmek gibi memlekete faydalı olanlar varsa da…” cümlesini kullanır. Bu cümle, kendisinin de “alfabe reformu” konusunda taraftar olduğunu ve bu reformu desteklediğini göstermektedir. Atsız‟ın alfabe değişimi konusunda taraftar olması üzerinde değinmek lazım gelmektedir.

   Bernard Lewis‟e göre, birçok toplumda din ile alfabe arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır ve Osmanlı toplumunda bu ilişki en açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Güney Slavlar‟ın dili, Katolik Hırvatlar tarafından Latin alfabesiyle yazılırken, Ortodoks Sırplar tarafından Kiril alfabesiyle; Suriye‟de Arap dili, Müslümanlar tarafından Arap alfabesiyle yazılırken, Hristiyanlar tarafından Süryani alfabesiyle ve Yahudiler tarafından İbrani alfabesiyle yazılmaktadır. Girit‟te Rumca konuşan Müslümanlar bu dili Arap harfleriyle yazarken, Anadolu‟da Türkçe konuşan Hıristiyanlar kendi dillerini kiliselerine göre Rum ya da Ermeni alfabesiyle yazmışlardır.193Bu bilgiler ışığında, Osmanlı dünyasında toplumların alfabe kullanırken, etnik temellerle değil dini mensubiyetlerine göre alfabe kullandığı sonucuna ulaşılmaktadır. Bu minvalde Atsız‟ın, laikleşmeyle birlikte gelen zihniyet değişimine de uyum sağladığı görülmektedir zira kendisi de zikredilen dünyada doğmuş ve bir yerde o dünyanın yetiştirmiş olduğu nesildendir.194

   Atsız, “laiklik” adına yapılan reformlara sempatiyle yaklaşmanın yanında laikliğin bekası noktasında da duyarlılık göstermiştir. Dönemin gençliğini, “dalkavuk” ve “şarlatan” olarak niteleyen Atsız, bu tespitine emsal olarak şu cümleyi sarfetmektedir: “Kubilay, Türkiye için kafasını kestirdikten biraz sonra Hukuk talebesi çay ziyareti vermişti”195 Bilindiği üzere “Kubilay”, Türk siyasi yazınında “devrim şehidi” olarak simgelenir ve “Kubilay” laikliğin sembolü olarak Türk siyasi literatürüne girmiştir. Kubilay‟ın Türkiye için öldüğünü düşünen Atsız‟ın, bu bağlamda “laikliği” veyahut da “irtica” ile mücadeleyi Türkiye‟nin temel bileşenlerinden biri olarak gördüğü söylenilebilir. Dönemin mevcut Darülfünun‟unu eleştirdiği makalesinde ise Atsız, bu kurum içerisindeki bazı hocaların laikliğe aykırı davrandığını belirtmekte ve eleştirmektedir: “İmtihanda mühim bir meseleymiş gibi İskender‟in atını soran hocalarla, eserinin Mısırdaki Cami-ül Ezherde okunmasıyla övünen müderrislerle bu iş yürümez. Laik bir devletin darülfünunda ders okutan bir adam eserlerinin mutaassıp ve kurunuvustai Cami-ül Ezherde revaç bulmasıyla iftihar ediyor demektir.”196 Alıntı da müşahede edildiği üzere, Atsız dönemin üniversite kadrolarını aleni bir biçimde laikliğe aykırı davranmakla eleştirmekte ve böyle bir durumun “laik” bir devlette kabul edilemez olduğunu ifade etmektedir.

   Atsız‟ın yapmış olduğu “millet” tanımı da bu hususta ilgi çekicidir. Türk olmak için ilk önce Türk kanından gelinmesi şartını öne süren Atsız, daha sonra “dil” unsurunu daha sonra da “dilek birliği” olgusunu öne sürmektedir.197 Burada, Atsız‟ın, milleti oluşturan unsurlar dâhiline “din” ünitesini almadığı görülmektedir. Atsız bu yıllarda yazdığı bir başka makalesinde ise milliyetçilik ile “hilafetçilik-İslamcılık”ın birbirine tamamen zıt iki fikir olduğunu ileri sürmüştür.198

   Atsız, bütün insanların kardeş olmasının, ihtirasın ve kavganın ortadan kalkmasının doğanın kanuna ters olduğunu ifade ederken, bu düşüncenin, medeniyette ilerlemiş olan ilerlemiş milletlerin savaşta mağlup edemedikleri “geri” kalmış olan milletlere yaptığı bir propaganda olarak görmektedir. Atsız‟a göre, bu propagandayı yapan ve “İsa‟nın insanlık “düsturlar”ını telkin eden Amerikalı, İngilizler, Fransızlar ve Alman papazların milletlerinin silahlanmaya yaptıkları yatırımlar bu durumu kanıtlamaktadır.199 Atsız‟ın burada Sosyal-Darwinist bir yorum yaptığı görülmekte ve de Alman düşünür Alexaneder Tille‟nin yukarıda zikredilen; “hümanizm, eşitlik, Hıristiyan ahlakı” gibi düşüncelerin ortaya atılmış bir “hile” olduğu fikrine paralel bir yaklaşımda bulunduğu müşahede edilmektedir.

   Atsız‟ın bu senelerde “din” olgusu ekseninde öne sürdüğü fikirlere bakarak, kendisinin din değiştirmeyi bir medeniyet değişimi olarak gördüğünü; Türklerin daha önce Buda, Mani ve İslamiyet‟e girdikten sonra bu dinlerin olumsuz etkilerine maruz kaldığını öne sürdüğünü ve Türkçülüğün artık Türkler için bir “ülkü” olarak “din” yerine ikame edilmesi gerektiğini savunduğu söylenilebilir. Ancak, Atsız‟ın bu yıllarda yine de din‟in işlevsel yanları olduğunu ve manevi anlamda “din”i gerekli gördüğünü düşündüğünü gösteren ifadelere de rastlamak mümkündür.

   Atsız‟ın bizzat tertip ettiği ve daha sonradan kitaplaştırdığı Çanakkale‟ye yürüyüş adlı eserde, Çanakkale Savaşı‟nda yaşanan “kahramanlık”ları anlatırken şu sözleri kullanması dikkat çekicidir: “ Umumi seferberlik dolayısıyla orduya gelen en ihtiyar efrat bile hiç olmazsa su taşımak suretiyle vazifelerini yaptılar ve bazıları ezan okuyarak maneviyatı takviye ettiler… Bu harpte Türkler büyük bir aşk ve şevkle çarpışmışlardır. Birçok efrat ayak üzerinde çamaşır değiştirip abdest alarak temiz elbise ile şehit olmak üzere harbe giriyorlardı. Bu suretle seçme ve birkaç misli faik Avustralya fırkasını yüz geri ettirmişlerdi…”200

   Fikirler bahsinde de geçtiği üzere Atsız şiddetli bir komünizm muhalifidir ve 30‟lı yıllardaki yazılarında da komünizm fikrini eleştirmekten geri durmamıştır. Bir makalesinde komünizmi tenkit ederken, komünizmin patronla işçi arasındaki eşitsizliği kaldırmak üzere ortaya çıkan bir fikir olduğunu ancak ilk yaptığı faaliyetin “din”leri, “milliyet”leri ve “vatan”ları inkâr etmek olduğunu ileri sürmektedir.201 Atsız‟ın komünizmi eleştirirken, bu fikrin “din”lere de karşı olduğunu düşünerek tenkit etmesi, “din” olgusunu sahiplendiği intibaını uyandırmaktadır.

183 Atsız, “Maziyi İnkâr Edenler, Darülfünun ve Milli Tarih Kongresi”,Atsız Mecmua, sayı:16,15 Ağustos 1932,Makaleler II, s.213. Türk modernleşmesi sürecinde, bu tip “pozitivist” yorumlar batıcı cenahtan da gelmiştir. Mesela, Celal Nuri(İleri), “Mukadderat-ı Tarihiye” adlı eserinde Türkiye‟de artık dini hislerin yerini milli hislerin aldığını söylemektedir. Bkz, Nuray Mert, “Cumhuriyet Türkiyesi‟nde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu”,Modern Türkiye‟de Siyasal Düşünceler, s.198.
184 Atsız, “Çanakkale Savaşı”,Atsız Mecmua, sayı:17,1932,Makaleler I, s.165. Mehmet Özay‟a göre, insanlık din duygusundan bağımsız bir yaşam sürmediği gibi, dini etkinin süreklilik içermesiyle birlikte her zaman bir “kutsal” arayışı içerisinde olmuştur. Bundan ötürü, değişim nasıl bir toplumsal gerçeklikse, “kutsal arayışı” da o denli toplumsal bir gerçekliktir. Bkz, Mehmet Özay, Sekülerleşme ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul,2007,s.67.
185 Atsız, Çanakkale‟ye Yürüyüş, s.6. 1933 yılında Atsız, içerisinde daha sonradan eşi olacak olan Bedriye Atsız, Demokrat Parti‟nin Milli Eğitim Bakanlığı‟nı yapacak olan Tevfik İleri ve Türkçülüğün tanınmış simalarından olan Fethi Tevetoğlu‟nun bulunduğu 9 arkadaşı ile Çanakkale‟ye yürüyüş tertip etmiştir. Bkz, Fethi Tevetoğlu, “Bir Üstün Karakter Adamı”,Boğaziçi, Aralık 1985,s.19.
186 Atsız, “Aynı Tarihi Yanlışlığa Düşüyoruz”,Atsız Mecmua, sayı:12,1931,Makaleler I, s.464.
187 a.g.m, s.465.
188 Atsız, “Türk Dili”,Orhun, sayı:2,1934,Makaleler I, s.328.
189 Atsız, “Aynı Tarihi Yanlışlığa Düşüyor muyuz?”,Atsız Mecmua, sayı:11,1932,Makaleler III, s.458-459.
190 Atsız‟ın bu bağlamda, Hıristiyanlaşmayı, milli ölçekte “yabancılaşma” olarak gördüğü anlaşılmaktadır. İşin ilginç kısmı da bundadır. Atsız, Hıristiyanlığı “dini” referanslarla değil, tarihi ve sosyolojik referanslar kullanarak “kabul edilemez” görmüştür. Medenileşme süreci ile Hıristiyanlığa eğilim gösteren bir zümrenin peyda olduğunu düşünen Atsız bu zümreyi şu şekilde tarif etmiştir: “ Onlara göre İsa‟nın insani ve şiirli dini dururken Muhammed‟in kurban bayramı yapan barbar dinine kadar bir yanlışlık tasavvur edilemez. İnsaniyetperver İsa kullarının vahşetleri bile efendiler nazarında „temdin‟dir. Bkz, Atsız, “Aynı Tarihi Yanlışlığa Düşüyoruz”,Makaleler III, s.463-464.
191 Atsız, “Halk ve Münevver”, Makaleler IV, s.122.
192 Atsız, “Aynı Tarihi Yanlışlığa Düşüyoruz”,Makaleler IV, s.464.
193 Bernard Lewis,a.g.e, s.574.
194 Burada, Osmanlı toplumunda bilhassa 19.yüzyılla beraber gelişen fikirlerin mirasının göz ardı edildiği sonucu çıkarılmamalıdır. Meşrutiyet döneminde itibaren Osmanlı aydınları, “Arap yazısını Türk fonetiğine uygun bir biçimde ıslah etme”, “Doğrudan doğruya Latin harflerinin alınması” ve “İslamiyet öncesinde kullanılan Türk yazısını alma” görüşleri etrafında toplanmışlardır. Bkz, Niyazi Berkes, Türkiye‟de Çağdaşlaşma, s.548.Osmanlı Devleti‟nin son dönemlerinde bu düşünceler pratiğe de geçmiştir. Mesela, II. Meşrutiyet döneminde kurulan ve Türkçü bir niteliğe haiz olan “Türk Derneği” üyelerinden Milaslı Hakkı Bey, yeni bir alfabe icat etmiştir. Bu yeni alfabe, normal Arap harflerinin bitişik olmadan ayrı ayrı yazılması ve harekeler vasıtasıyla fonetik sorununun çözülmesi amacıyla oluşturulmuştur. Bkz, Füsun Üstel, a.g.e,s.32.Latin harflerinin kullanılmasına da bu dönemde başlanılmıştır. 1911 yılında kurulan Genç Kalemler dergisinin ilk sayfasında Arap harfleriyle yazılan başlığın altına Latin harfleriyle “Guaındj-Kalemlaır” yazılmıştır. Bkz, Masami Arai,a.g.e,s.51. Alfabe reformu 1 Kasım 1928‟de kabul edilmezden evvel, kamuoyunda bu konuda tartışmalar yapılmaktadır. Türkçülüğün önemli bir mümessili olan Necip Asım, 1924 yılında eski Türk harflerini ve Arap alfabesini milli yapının önemli bir unsuru saymakta, Fuat Köprülü, Latin alfabesinin alınmasına doğrudan karşı çıkmaktadır. Yine Türkçü olan Ayaz İshaki, Arap harflerinin yetersizliğini kabul etse de, çözümün Latin alfabesinin kabul edilmesinde değil, Arap harflerinin ıslahında bulur. Bkz, Niyazi Berkes,a.g.e,s.549. Atsız‟ın, alfabe değişikliği konusunda taraftar olması üstüne üstlük eski Türk harflerinin kabul edilmesine yönelik herhangi bir söz kullanmayıp Latin harflerinin kabulünü “memleket adına hayırlı” olarak görmesi bu bakımdan ilgiye değerdir.
195 Atsız, “Milli Uyanıklık”,Atsız Mecmua, sayı:13,1933,Makaleler III, s.223.
196 Atsız, “Maziyi İnkâr Edenler, Darülfünun ve Milli Tarih Kongresi”,Makaleler III, s.214.Şerif Mardin‟e göre 1930‟lı yıllarda Türk milliyetçiliği baştan sona “laik”tir. Türklerde yerleştirilmek istenen milliyetçilik imajı içen seçilen imgeler İslamiyet‟e geçmeden önce kazanılan başarılardan seçilmiştir. Bkz, Şerif Mardin, Türkiye‟de Din ve Siyaset, Der. Mümtaz‟er Türköne/Tuncay Önder,14.B,İletişim Yayınları, İstanbul,2008,s.231.
197 Atsız, “Yirminci Asırda Türk Meselesi II Türk Irkı=Türk Milleti”,Orhun, sayı:9,16 Temmuz 1934,Makaleler III, s.146. Atsız‟ın burada, “millet” anlayışını, “etnik milliyetçilik” düşüncesinde olduğu gibi “ırk” ve “dil” unsurlarına dayandırdığı gözlemlenmektedir. Zaten Atsız da, makalenin içerisinde, Almanların “millet” tarifinde ırkı esas aldığını belirtmekte ve de Almanların ırkı esas almasının sebebinin “bir Cermen ırkının” var olmasında olduğunu iddia etmektedir. Atsız‟a göre, Fransızların ya da Amerikalıların “millet” tanımlamasında “ırk” bileşeninin inkâr edilmesinin sebebi ise bu iki milletin tek bir ırka dayanmamasında aranmalıdır. Bkz, a.g.m,s.139.
198 Atsız, “Askerlik Aleyhtarlığı”,Atsız Mecmua, sayı:17,Makaleler IV, s.481.
199 Atsız, “Milli Mefkûre”,Atsız Mecmua,15 Haziran 1932,Makaleler III, s.174.
200 Atsız, Çanakkale‟ye Yürüyüş, s.51,53.
201 Atsız, “Komünist, Yahudi ve Dalkavuk”, Orhun, sayı:5,12 Mart 1934,Makaleler III, s.171.
"Süt verirken öz anam, Böyle demişti bana: Seni kurban besliyorum Türk Yurduna, Vatana, Bu dünyada azatlığı şan şöhretten üstün tut, Alçaklığı, yaltaklığı, rezilliği sen unut! Senin sevgin vatan olsun, millet olsun, ben olum, Sütüm sana haram olsun; hıyanet etsen oğlum!"

Ahmet Cevat

Çevrimdışı Işbara Tarkan

  • Türkçü-Turancı
  • ***
  • İleti: 103
  • Elçibey'in Askeri
2.2 40‟lı Yıllardaki Makaleleri ve Eserleri Işığında “Atsız ve Din”

   Türkçülük fikri, yukarıda da bahsedildiği üzere 40‟lı yıllarda bir “düşünsel çiçeklenme” dönemine girmiş ve bu durum neşriyat anlamında önemli bir zenginliği beraberinde getirmiştir. Atsız bu zenginliğe katkı yapan isimlerin başında gelmektedir. Ancak bu dönemi Atsız adına ikiye ayırmak yerinde olur. İlk dönem, “Irkçılık-Turancılık” davasına kadar geçen süreçtir ki, dönemin zengin neşriyat alanı bu safhada oluşmuştur. İkinci dönem ise Atsız‟ın hapishaneden çıktıktan sonra kâh kendi ismiyle kâh müstear isimle bazı dergilerde yazdığı yazılardan oluşmaktadır.

    Atsız, ülkülerin “maddi faydası nedir” gibi faydacı gerekçelerle sorgulamanın doğru olmadığını çünkü hiçbir “inanç” unsurunun matematiksel mantıkla sorgulanamayacağını iddia etmektedir. Atsız‟a göre bu mantıktan yola çıkıldığı takdir de, varlığı matematiksel olarak ispatlanamayan Tanrı‟nın varlığı da aynı bağlam içerisine girmelidir. Ancak, yüz milyonlarca insan Tanrı‟nın varlığına inanmakta ve bu inançtan güç almaktadır. Ülküleri de bu surette değerlendirmek gerekir.202 Burada Atsız‟ın, daha önce de değinildiği üzere Türkçülük ile özdeşleştirdiği, “ülkü” düşüncesini “din” düşüncesiyle bir tuttuğunu veya başka bir ifadeyle “Türkçülük” düşüncesini “din”leştirdiği çıkarımı yapılabilir. Mesela Atsız bu yıllardaki bir yazısında 30‟lu yıllarda söylediği fikre paralel olarak, “milli kabe” terimini kullandığına şahit olunmaktadır. Türk milletinin kahramanları adına bir “şeref şehrah(yol)”ı yapılması gerektiğini ifade ettiği bir yazısında, bu şehrahın “Meçhul Asker” anıtı ile birlikte Türk milletinin “milli kabe”si olacağını dile getirmektedir.203

   Atsız, başka bir makalesinde, Hun devrinde yaşayan Türkleri referans olarak vererek, o dönemde askeri ruhun, toplumun ve hayatın her yerinde hâkim olduğunu belirtir ve bu insanların savaşta ölmekten gurur duyduklarını hatta yatakta ölmekten çekindiklerini ifade eder. Atsız, bu insanların İslamiyet‟in “cennet vaadi” gibi bir menfaatlerinin olmadığı halde “şeref”leri uğruna öldüklerini204 ifade ederek bu dönemi yüceltmektedir. Burada Atsız‟ın İslamiyet öncesi dönemi “ahlak” babında daha üstte tuttuğu yorumu yapılabilir. Atsız, burada Türklerin “şaman” inancına mensup olduğu dönemi kast etmektedir. Atsız, “milli din” olarak tanımladığı Şamanizm‟i şu şekilde tarif etmektedir: “Gök Türklerde “Tengri” yani sema bütün dünyayı ve beşeriyeti yaratan bir Tanrı değil, Türk Tanrısıdır. Yine Gök Türklerde „Umay‟ adında bir kadın Tanrı tanıtılıyordu ki bu da iyilik ve acıma Tanrısı idi. İşte Türklerin bu milli dinine Şamanizm diyoruz”.205 O dönemi betimleyen başka bir yazısında ise, şu sözleri sarf etmiştir: “Tanrı’nın Türk Tanrısı olduğuna, mavi gökle kara toprak arasındaki insanoğullarının yalnız Türklerden ibaret bulunduğuna, kendi ırklarının başkalarına hâkim olarak yaratıldığına inanan atalarımız için kahramanlık bir tabiat, fazilet bir huydu…”.206 Atsız‟ın bu sözlerinden yola çıkarak, Şamanizm‟i sadece Türkler adına “milli” bir din olarak görmediğini, bu dindeki “Tanrı” kimliğini de “Türk” olarak tasvir ettiğini görmekteyiz.

   Atsız birer İslami terim olan “şehit” ve “gazi” olarak adlandırdığı askerleri anarken ise Tanrı‟ya meydan okuyacak kadar cesurdur: “Burada her şey bir savaştır. Tabiata karşı, düşmana karşı ve hatta Tanrı’ya karşı günümüz bir gazadır… Bu yurt baştanbaşa şehitler ve gaziler diyarıdır. Bu vatan bir boydan bir boya tunç heykeller otağıdır… Bu ebedi heykeli artık, dünyanın nizamını kurmuş olan Tanrı bile deviremez.”207 Burada Atsız‟ın Tanrı kavramını geniş mana da mı kullandığı, yoksa semavi dinlerin “Tanrı” olgusunu mu kast ettiği açık değildir. Ancak, görüldüğü üzere dört yıl ara ile yazdığı iki farklı makalenin birisinde, pagan dönemin “Tanrı” inancını överken, diğer makalede nasıl bir mahiyette kullandığı belli olmayan “Tanrı” inancına meydan okumaktadır.

   Atsız, 1943 yılında kaleme aldığı “Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eserinde, Türklerin İslamiyet‟i kabul etmesinin sebeplerini açıklarken, oldukça aykırı sözler ifade etmektedir. 8.yüzyılın orta dönemlerinde, yani Göktürk devrinin son dönemlerinde, bazı Türklerin Abbasi İmparatorluğunda “paralı asker” olmak için İslamiyet‟i kabul ettiğini ifade eden Atsız, yine de “İslam tüccarlarının” ya da “din propagandacılarının” faaliyetinin fazla tesirli olmadığını iddia etmektedir.208 Hatırlanacağı üzere Atsız, 1930‟lı yıllarda yazdığı bir makale de Türklerin İslamiyet‟i kabul etmesini “iktisadi” amillere bağlamıştır. Atsız‟a göre Türklerin bir kitle halinde İslamiyet‟i kabul etmesinin sebebi, Abbasi Hükümeti tarafından takibata uğradıkları için Horasan‟dan kaçıp Türklerin arasına sığınan Ebu Müslim taraftarlarıdır. Türkler Müslüman olmasa dünyanın siyasi ve toplumsal koşullarının çok daha farklı olacağını iddia eden Atsız, Türklerin ilk kabul ettiği İslamiyet‟in “öz Müslümanlık” olmadığını, Şamanizm ile karışık bir Müslümanlığın hâsıl olduğunu ifade etmektedir.209

   Atsız‟a göre, Türklerin ilk kabul ettiği ve Şamanizm ile karışık olan İslamiyet, Türklerin, “Araplar arasında çıkmış olan” İslamiyet‟in bazı müeyyidelerini kendi gelenekleri doğrultusunda dönüştürmesi ile olmuştur. Bu sayede Türkler hem Müslümanlığa daha kuvvetle bağlanmış hem de kendi geleneklerini korumayı başarabilmişlerdir. Bu durum sağlayan harekete “Türk tasavvufu” öncülük etmiştir. Atsız‟a göre bu Türk tasavvufu “yüksek bir karaktere” dayanmaktadır çünkü İslamiyet‟e aykırı bir hareket olan kadınla erkekler ayinlerde birlikte bulunmaktadırlar.210 Bu cümle tersten okunduğunda Atsız‟ın, İslam‟ın emrettiğini düşündüğü kadın-erkek ayırımına “ahlaksızlık” gözüyle baktığı düşünülebilir. Bu yorum biraz abartılı olmakla beraber Atsız‟ın yine de “milli” olan gelenekleri, İslam‟ın kaidelerinden yüce tuttuğu söylenebilir. Atsız, “Türk tasavvufu” bahsinde Ahmet Yesevi‟yi örnek göstermektedir. Yesevi‟nin tarikatının yaptığı bazı ayinlerde Türklerin tabiata taptıkları zamanlardan esintilerin bulunduğu söyleyen ve bu durumu öven Atsız, Yesevi‟nin “hikmet” adı verilen şiirlerini de tahlil etmektedir. Bu “hikmet”lerin derinliğinin olmadığını düşünen Atsız‟a göre, bu “öğüt” kılıklı manzumeler, İslamiyet‟in günah kıldığı şeylerin alıkonulması adına Türkleri “cehennem” ve “kıyamet günü” ile korkutmaktan ibarettir.211

   Atsız bu yıllarda verdiği eserlerde de Türklerin İslamiyet‟e girişinin Türklük nezdinde yabancılaştırıcı ve olumsuz tesirleri olduğu kanısındadır. Karahanlılar devletinin kuruluşunun, Türk tarihinin en önemli meselelerinden biri olarak niteleyen Atsız, bunun sebebini bu dönemde İslamiyet‟in kabul edilmesine bağlamaktadır. Atsız‟a göre Uzakdoğu medeniyetini bırakıp, Doğu ve İslam medeniyetini kabul eden Türkler, “büyük sarsıntılar” ve “büyük buhranlar” yaşamıştır.212 Bu eserde İslam‟ın edebi anlamda getirdiği yabancılaşmayı getirdiğini dile getiren Atsız, bu hususta emsal olarak Oğuz destanından bahsetmektedir. Türklerin İslamiyet‟i kabul etmeden önce yazıya geçirdiği Oğuz Kaan Destanı ile İslamiyet‟i kabul ettikten sonra yazıya geçirdiği Oğuz Kaan Destanı arasında mukayese yapan Atsız, bir destanın zamanla ne kadar değişikliğe maruz kalabileceğini ifade etmektedir.213 Hiç şüphesiz, Atsız‟ın mezkûr destanın eski halini yeğlediği açıktır ve Atsız daha sonra yazıya geçirilmiş olan destanı, Oğuz Kaan‟ı Müslüman gibi gösterip “evliya” mertebesine geçirdiklerini düşündüğünden ötürü eleştirmektedir.214 Türklerin İslamiyet‟ten önce oldukça sade bir hayat yaşadığını belirten Atsız, bu durumun beraberinde sınıf ve zümre farkına dayanmaksızın bütün millete hitap eden bir edebiyatın teşkilini getirdiğini ifade etmektedir.215 Ayrıca Atsız eski Türklerde daima kadına saygın bir yerin verildiğini, daha sonraki yıllardaki eserlerde kadına “aşağı ve kötü bir mahlûk” olarak bakılmasının İslam ve İran düşüncesinin getirisi olduğunu iddia etmektedir.216

   Atsız bu yıllarda “Dilde Türkçülük” hususunda da birçok makale neşretmiş, yazılarında bu konuya yer vermiştir. Atsız, Türkçenin tarihsel arka planda üç adet buhrandan geçtiğini söylemekte ve üç buhranı; Türklerin mani dinini kabul etmesi, İslamiyet‟e geçişi ve “batılılaşma” süreci olarak belirtmektedir. Atsız, Türklerin 8.yüzyılda “mani” dinini kabul etmeleri ile birlikte birçok yabancı terimin Türkçeye girdiğini, başka dillerden Türkçeye giren bir çok kelimede Türk dilinin kurallarına riayet edilmediğini ifade etmekte fakat bu krizin “hafif” geçtiğini eklemektedir.217 Atsız, “buhran” diye nitelendirdiği bu vakıanın hafif geçmesine sebep olarak Türklerin Mani dinini topyekûn olarak kabul etmemesini gösterir. Bundan ötürü, “ikinci buhran” olarak nitelendirdiği Türklerin İslamiyet‟i kabulünün “geniş” bir buhran yarattığını ifade etmektedir. Buna sebep olarak ise, Türkçe‟nin Arapça ve Farsçanın tesirlerine maruz kalmasını göstermektedir. Atsız‟a göre bu durum Türkçenin “melezleşmesine” yol açmış ve halk dilini fakirleşmiştir.218 Atsız, “Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eserinde de bu vakıaya değinmekte ve eğer İslam‟dan sonra Arapçaya ve Farsçaya olan eğilim olmasa, bugünkü nesillerin Göktürk yazıtlarını daha iyi anlayabileceğini ve bu yazıtlara Arapların “cahiliye” devrinde yazıkları şiirlere verdikleri değer kadar önem verileceğini söylemektedir.219 Üçüncü buhran ise, Türklerin batı medeniyetine girme arzusu ile birlikte bu medeniyeti temsil eden İngilizce ve Fransızca kelimelerin Türkçeyi “tehdit” etmesidir.220 Hatırlanacağı üzere Atsız “dil” unsurunu milleti oluşturan temel birimlerden biri olarak görmektedir ve “yabancılaşma” sorunsalını kendi ihtisas alanı olan “dil” bağlamında somutlaştırmaya çalışmaktadır. Bu minvalde Atsız, “dilde Türkçülük” alanında da fikirler öne sürmüştür.

   Atsız “dilde Türkçülük” konusunda saf ve arınmış bir Türkçe‟nin taraftarı olmuştur. Bir dilin, başka dillerden kelime alarak zenginleştiği savına katılmayan Atsız bu durumu “yabancı göçmenler” ile benzeştirmekte ve nasıl ki “yabancı göçmenler” bir ülkenin nüfusunu zenginleştirmiyorsa, yabancı menşeli kelimelerin de bir dili zenginleştirmediğini iddia etmektedir.221 Türk ırkının tabiatında, dilini korumak yattığını ifade eden Atsız bu hususta Kazak Türklerinden örnekler vermektedir. Kazak Türklerinin diline “yabancı” bir kelimenin giremeyeceğini belirten Atsız222, böylece “konar-göçer” ve izole yaşayan bir toplumu, saflıklarını korumuş oldukları için övmektedir. Başka bir makalesinde ise Atsız, yaşanan dil tartışmalarında iki grubun bulunduğunu, ilk grubu temsil edenlerin, “ölü” ek ve kelimelerin dirilemeyeceği sebebiyle yabancı dillerden kelime alınmasını savunduklarını, ikinci grubun ise bir kısım “eski” kelimelerin dirilterek Türkçeye yeniden kazandırılması gerektiğini düşündüklerini belirtmektedir. Atsız, kendisinin ikinci gruba dâhil olduğunu belirtmekte ve eklemektedir: “Ölü İbrani dili bile dirildikten sonra, kahraman bir ırkın dili olarak yaşayan Türkçedeki ölü kelimelerin biz istersek, dirilebileceğine inancım var”.223 Dil ile din ilişkisi oldukça önemlidir çünkü mensup bulunduğun dinin terimleri, klişeleri ister istemez dilin içerisinde yer almaktadır. Atsız, buna rağmen dilde saflaşmayı, arınmayı şiddetli bir şekilde savunmuştur çünkü onun için her mesele “millilik” ölçüsünde değerlendirilmelidir.

   Atsız‟ın “dil” gibi önem verdiği bir diğer alanda “tarih”tir. Tarihi konuları sık sık gündeme getiren Atsız, bazı konularda “tarih” alanını referans olarak kullanmaktadır. Mesela bir yazısında “din-siyaset” ilişkisi bağlamında Fatih Sultan Mehmet‟i konu edinmektedir. A.Buharalı isimli bir yazarla girdiği bir polemikte, Fatih‟in “Allah‟ın Gölgesi” sıfatını kullanmadığını iddia eden Atsız, buna sebep olarak da Fatih‟in böyle bir sıfatı kullanmaya mecbur olmadığını ifade etmektedir. Atsız‟a göre Fatih‟in kendisi böyle bir sıfatı kullanmaz çünkü “o zamana kadar görülmemiş büyük toplar döktürerek bunların balistik hesaplarını bizzat yapan, karadan gemiler yürüten, altı dil bilen… hükümdar, bilgin ve şair Fatih kendisine Allah‟ın gölgesi demeğe muhtaç değildir.”224 Atsız, Fatih‟in ilmi alanında derinliğine vurgu yaparak O‟nun bir İslami terim olan “Allah‟ın gölgesi”(Zillullah) sıfatını kullanmayacağını ifade etmesi ilginçtir. Başka bir yazısında ise Atsız, Şah İsmail‟i şu sözlerle eleştirmektedir: “Şah İsmail kendisi Türk olduğu halde, malumdur ki şeceresini siyasi maksatlarla Peygambere ulaştırıyordu. Böyle düşünen bir adamın mensup bulunduğu uruk veya boyun adını taşımayacağı şüphesizdir”225 Bu bilgiler ışığında Atsız‟ın “din”in siyasi amaçlar uğruna kullanılmasına eleştiri ile yaklaştığı söylenilebilir.

   Atsız‟ın Fatih ile alakalı mezkûr sözleri sarf ettiği yazıda “milli mukaddesat”tan söz ederken, tarihi kahramanlardan, bayraktan ve ata yurdundan bahsederken dini herhangi bir kavramı dile getirmemesi de ilgiye değerdir. Hatta yazı içerisinde Atsız, milli mukaddesatın bir unsuru olarak gördüğü tarihi kahramanlardan Oğuz Han‟ı örnek gösterir ve şu sözler söyler: “Herhalde yabandan gelen zehirli fikirlerle şerefsizliğin müdafaa olunmaya başladığı 20-30 öncesine kadar hiçbir Müslüman Türkün çıkıp da Şamanî Oğuz Han‟a sövdüğü görülmüş değildir.”226 Atsız‟ın burada hangi grubu kast ettiği açık olmamakla beraber, İslamcıları ima ettiği söylenebilir çünkü Batıcıların ya da sair grupların “Şamanî Oğuz” ile bir derdinin olması pek mümkün gözükmemektedir. Atsız, “ahlak” bahsinde de “mukaddesat” bahsinde olduğu gibi “milli” olma önkoşulunu ortaya koyar. Atsız‟a göre, gençlik ahlaki bir muhit içinde yaşamalıdır. Bu muhit içerisinde okulu, hayatı, sinemayı, plajı, sokağı, vapuru ve tramvayı ihtiva etmektedir.227

   Bütün bu bilgilere mukabil Atsız‟ın “din” olgusu ekseninde olumlu fikirlerini yansıtan görüşler de bu yıllarda makalelerine yansımıştır. Mesela, “savaş” fenomenini yücelttiği bir makalede, bir “ülkü”yü ya da “din”i yaymak için girişilen savaşların “iyi” olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylemiştir.228Mehmet Akif‟e övgüler düzdüğü bir başka makalede ise Mehmet Akif‟in politik kişiliği ile ilgili sözleri ise şaşırtıcıdır: “İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü İslamcılık da o idi. Esasen İslamcılık Osmanlı Türklerinin milli mefkûresiydi. On dördüncü asırdan beri Türklerden beri başka hiçbir Müslüman millet… İslamcılık mefkûresi görmüş değillerdi. Bir Osmanlı şairi olan Akif de milli mefkûre kemaline ermiş, fakat yeni bir milli mefkûrenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı görünmüştür…”.229 Bu iki örnek Atsız‟ın, “din” olgusunu bir ülkü olarak değerlendirildiği vakit yararlı olduğu kanaatinde oluşunu gösterir. Eğer ki “din” ülküyü yayma noktasında yararlılık gösteriyorsa o zaman önemlidir. 1930‟lı yıllarda, “hilafetçilik ve İslamcılılık” milliyetçiliğin karşıtıdır diyen Atsız‟ın bu sözleri söylemesi ilginç gelebilir. Ancak, Atsız‟ın bir “ülkü” olarak gördüğü dinin geçerliliği Osmanlı Devleti‟ni bir cihan imparatorluğu haline getirdiğini düşündüğü ideoloji olmasındadır. Atsız için artık “Türkçülük” bu fikrin yerini almıştır. Atsız ayrıca “din”in manevi anlamda katkılarını gündeme getirmektedir. II. Dünya Savaşında Alman ordusu safında savaşan Türk kökenli halklara ithafen yazdığı bir makalede, bu orduda savaşan Türklerin Çanakkale‟de Tanrı‟ya dua ettiğini ve şimdi de Türkiye Türklerinin onlar için Tanrı‟ya dua ettiğini belirtmektedir.230
"Süt verirken öz anam, Böyle demişti bana: Seni kurban besliyorum Türk Yurduna, Vatana, Bu dünyada azatlığı şan şöhretten üstün tut, Alçaklığı, yaltaklığı, rezilliği sen unut! Senin sevgin vatan olsun, millet olsun, ben olum, Sütüm sana haram olsun; hıyanet etsen oğlum!"

Ahmet Cevat

Çevrimdışı Işbara Tarkan

  • Türkçü-Turancı
  • ***
  • İleti: 103
  • Elçibey'in Askeri
   1930‟yıllardaki bir yazısında, “millet” kavramını kan, dil ve dilek birliği unsurları dairesinde tarif eden Atsız‟ın, bu yıllarda yazdığı bir makalede Türk cemiyetinin temel dayanaklarından biri olarak “din” düşüncesini ileri sürdüğü müşahede edilmektedir. Atsız, bu makaleyi o yıllarda çıkan “Doğan Kardeş” dergisinde yayınlanan bir yazı üzerine kaleme almıştır. “Doğan Kardeş” adlı dergide yayınlanan; “Hey insanoğlu, insanoğlu! Sen Allahın bol, insanın kıt yerinde, geldin beni kurtardın. Seni sırtımda yedi yıl, yedi derya dolaştırsam gene hakkını ödeyemem. Veren Allah ne muradın varsa versin. Ama ne olur ne olmaz. Allah‟ın işinde pek güvenilmez. Bazen kuyruğu ile oynar, bazen kulları ile…” cümlelerini ağır bir şekilde eleştiren Atsız, bu cümleleri “körpe beyinlere akıtılan bir zehir” olarak nitelendirmiştir. “Allah Allah” diyerek can veren ve “Allah” uğrunda gaza edenlerin nesillerinin, bu sözlerle aldatılmak istendiğini ifade eden Atsız, “Allah düşüncesi”, yurt, millet sevgisi olmayan bir neslin her türlü yabancı istilaya açık hale geleceğini iddia etmektedir.231 Atsız‟ın burada, “Tanrı” inancına yapılan saygısız ifadeleri eleştirirken, “Allah” lafzını savunması daha önce ileri sürdüğü düşüncelerle çelişki içerisinde bulunduğunu göstermektedir. Zira Atsız‟a göre, “Allah” lafzı İslamiyet‟ten sonra Türkçeye girmiş ve beraberinde birçok yabancı kelimeyi Türkçeye getirerek “yabancılaşmayı” beraberinde getirmiştir. Hatta hatırlanacağı üzere Atsız, 1934 yılında Orkun‟da yazdığı “Türk Dili” adlı makalede; “Dilimize önce Allah girerek Tanrı‟yı kovdu” cümlesini kullanmıştır.

   Şiddetli bir komünizm muhalifi olan Atsız, 40‟lı yıllarda da bu hususta düşünceler ileri sürmüştür. 40‟lı yılların siyasi ve düşünsel ortamı içerisinde Atsız‟ın komünizm ile olan mücadelesi bu yıllarda şiddetini arttırmış ve bu durum da yazılarına yansımıştır. Dönemin Başbakanı olan Şükrü Saraçoğlu‟ya gönderdiği ikinci mektupta komünistlerin kendilerini açıkça ortaya atmadıklarını ve CHP‟nin altı okundan “halkçılık” fikri altında saklandıklarını ileri süren Atsız, komünistleri anlamanın kolay olduğunu iddia etmektedir. Atsız‟a göre “ırk ve aile düşmanlığı”, “din ve savaş aleyhtarlığı”, “azınlık sevgisi” ve her olayı “iktisadi” boyutta tahlil eden ifadeleri kullananlar komünisttir.232 Bir önceki paragrafta belirtilen Atsız‟ın tutumu ile bu cümleler arasında bir rabıta bulunmaktadır. Atsız, “din” düşmanı olarak gördüğü komünizmi eleştirmekte ve “din” düşüncesini komünizme karşı bir nevi “kalkan” olarak görmektedir.

   Atsız‟ın, “Irkçılık-Turancılık” davası sonrasında başkalarının(İhsan Koloğlu- Altın-Işık, Haluk Karamağralıoğlu-Kür Şad, Mustafa Tatlısu-Kızılelma) çıkartmakta olduğu dergilerde, “din” olgusu ekseninde daha ılımlı bir dil kullanıldığına rastlanmaktadır. Bu durumun zuhur etmesinde, hiç şüphesiz 1946-1950 arası dönemin siyasi havası da önemli rol oynamıştır.233

202 Atsız, “Kızılelma”,Kızılelma, sayı:1,1947,Makaleler IV, s.233.
203 Atsız, “Türk Milletinin Şeref Şehrahı”,Kopuz, sayı:1,1943,Makaleler I, s.79.
204 Atsız, “Türk Ahlakı”,Çınaraltı, sayı:7,20 Eylül 1941,Makaleler III, s.162.
205 Atsız, Türk Edebiyatı Tarihi,4.B,İrfan Yayınları, İstanbul,1997, s.25.
206 Atsız, “En Büyük Türk Kahramanı Kür Şad”,Kür şad, sayı:1,1947,Makaleler II, s.23.
207 Atsız, “Gaza Topraklarının Gazi ve Şehit Çocukları”,Orhun, sayı:7,1943,Makaleler I, s.221.Bu cümlelerin ayrıca Sosyal-Darwinist izler taşıdığı gözlemlenmektedir.
208 Atsız, Türk Edebiyatı Tarihi, s.132.
209 a.g.e,s.133.
210 a.g.e,s.169.
211 a.g.e, s.171.
212 a.g.e, s.139.
213 a.g.e, s.49.
214 a.g.e, s.49.
215 a.g.e, s.81.
216 a.g.e, s.154.
217 Atsız, “Dilimizi Türkleştirmek İçin Ameli Yollar”,Çınaraltı, sayı:5,1941,Makaleler I,s351.
218 a.g.m, s.352.Kemal Karpat, İslam medeniyetinin Arap ve Fars kültürleri ile biçimlendirildiğini ve dünyevileştirildiğini ileri sürmektedir. Hatta Farsça ve Arapça arasında çatışmalar olmuş ve bu çatışmalar “din” alanında değil “dil” alanında dönmüştür. Buna mukabil, Osmanlı kendine özgü bir medeniyet kurmuş olsa da bunu Araplar ve Farslar gibi kavmi kökene bağlamamıştır ve ondan ötürü kimliğini dünyaya kabul ettirememiştir. Bkz, Kemal Karpat, Elitler ve Din, Çev. Güneş Ayaş,2.B,Timaş Yayınları, İstanbul,2009,s.10. Bu yorum, “dil” ve “din” arasındaki örtük ilişkiyi göstermesi açısında önemli sayılabilir.
219 Atsız, Türk Edebiyatı Tarihi, s.123.
220 Atsız, “Dilimizi Türkleştirmek İçin Ameli Yollar”,Makeleler I, s.353.
221 Atsız, “Dil Meselesi”,Çınaraltı, sayı:42,11 Temmuz 1942,Makaleler I, s.333.
222 a.g.m, s.334.
223 Atsız, “Türk Dilinde Ekler ve Kökler”,Çınaraltı, sayı:38,7Haziran 1942,Makaleler I, s.361. Dilde Türkçülük tartışmaları 19.yüzyılın sonlarından itibaren Türk entelektüellerinin mesai harcadıkları bir alan olmuştur. Ancak 19.yüzyılının sonunda yetişen ilk kuşak Türkçülerinin dilde tasfiyeciliğe şüpheyle yaklaştıkları vakidir. Mesela, “Lastik Rauf” namı ile anılan Fuat Raif, arınmış Türkçe fikrini savunmuş ancak Türkçülerin hücumuna uğramıştır. Bkz,Hilmi Ziya Ülken,a.g.e,s.347.Mesela Ziya Gökalp, 1923 zamanında yazmış olduğu “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde “dahi” bu akımı eleştirmektedir: “İkdam gazetesi etrafında toplanan Türkçülerden bilhassa Fuat Rauf Bey‟in Türkçeyi sadeleştirmek hususunda yanlış bir nazariyeyi takip etmesi,Türkçülük cereyanının kıymetten düşmesine sebep oldu…Tasfiyecilik lisanımızdan Arap,Acem kökünden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk kökünden doğmuş eski kelimeleri,yahut Türk kökünden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten ibarettir.”Bkz,Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları,Haz.Mehmet Kaplan,Milli Eğitim Yayınevi,İstanbul,1976,s.6-7. “1923‟te yazdığı kitapta dahi” derken “dahi” sözcüğü bilinçli bir şekilde kullanılmaktadır çünkü Ziya Gökalp, 1911 yılında “Genç Kalemler” adlı derginin yazarların birisidir ve Genç Kalemler, dilde tasfiyeciliğe karşı çıkan ve cumhuriyet döneminde eski ve kullanılmayan kelimeyi diriltme hareketinden farklı düşünen bir ekoldür.Bkz,Masami Arai,a.g.e.,s.62.Berk Balçık, cumhuriyet dönemindeki “dil” politikalarının aynı zamanda Türklüğü “doğu” ve “İslam” etkilerinden koparmak adına yapılan bir eylem olarak nitelemiştir.Bkz,M.Berk Balçık, “Milliyetçilik ve Dil Politikaları”,Modern Türkiye‟de Siyasal Düşünce:4 Milliyetçilik,s.786.Atsız‟ın dilde tasfiyeciliği savunması bu bilgiler ışığında değerlendirilmelidir.
224 Atsız, “Milli Mukaddesat Düşmanları”,Altın Işık, sayı:2,21 Ocak 1947,Makaleler III, s.291.
225 Atsız, “İran Türkleri(I),Çınaraltı, sayı:36,1942,Makaleler I, s.53.
226 Atsız, “Milli Mukaddesat Düşmanları”,Makaleler III, s.286-287.
227 Atsız, “Gençlik ve Ahlak”,Kızılelma, Nisan 1948,Makaleler III, s.159. Atsız bu makalede radikal öneriler getirmekte ve “milli ahlakın mezbahası” olarak gördüğü, bar, meyhane ve baloların yasaklanmasını istemektedir. Bkz, a.g.m, s.159.Ancak oğlu Yağmur Atsız‟ın anılarına baktığımızda Atsız‟ın da “meyhane” kültürü olan biri olduğu görülmektedir. Hatta meyhane arkadaşlarından birisi bir dönem Yaşar Kemal olmuştur! Bkz, Y.Atsız, a.g.e, s.40,101.
228 Atsız, “Savaş Aleyhtarlığı”,Orhun, sayı:12,1943,Makaleler IV, s.475.
229 Atsız, “M.Akif”,Kızılelma, sayı:9,1947,Makaleler II, s.51-52.Nihal Atsız, Osmanlı Devleti‟ni öven makalelerinden dolayı bazı Türkçüler tarafından şiddetli bir şekilde eleştirilmiştir. Bkz, Ali Kemal Meram, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969,s.225-233.Atsız‟ın Osmanlı algısı, Mehmet Akif bağlamında söylediği düşünceler ekseninde değerlendirildiğinde anlaşılabilir.
230 Atsız, “Yabancı Bayraklarda Ölenlere Ağıt”,Orkun, sayı:14,1943,Makaleler IV, s.449.
231 Atsız, “Propaganda”,Altın-Işık, sayı:3,15 Mart 1947,Makaleler IV, s.162.
232 Atsız, “Başvekil Saracoğlu Şükrü‟ye Açık Mektup”,Makaleler IV, s.19.
233 1947 yılında Milli Eğitim Bakanlığı ilkokulların programına seçmeli din dersleri koymuş, bu tutumu dini tören ve ibadetleri serbest bırakan yeni adımlar izlemiştir. Bu adımlar, 1948 yılında Hacca gitmek isteyenlere döviz verilmeye başlanması ve 1949‟da türbelerin yeniden ziyarete açılmasıdır. Bkz, Şerif Mardin, Türkiye‟de Din ve Siyaset, s.122.Bu yıllarda din derneklerinin tüm derneklere oranının da arttığı görülmektedir.1946 yılında %1,3 orana sahip olan din dernekleri, 1947 yılında %2,5, 1948 yılında %4,1 ve 1949 yılında %7,1‟e ulaşmıştır. Bkz, Cemil Koçak, “Türk Milliyetçiliğinin İslam‟la Buluşması: Büyük Doğu”,Modern Türkiye‟de Siyasal Düşünce:4 Milliyetçilik, s.603.Mardin‟e göre Türkiye‟nin çok partili demokrasiye geçişi ve küçük kasaba görünüşünün Türk politikasına nüfuz etmesi, “gelenekselciliğin” Türk milliyetçiliğine arka plan oluşturmasına vesile olmuştur. Mesela bu bağlamda Sultan II. Mehmed ön plana çıkmaya başlamıştır ve bu eğilim Osmanlı kültürünün ve bu kültürde İslam‟ın yerinin yeniden tespitine varmıştır. Bkz, Şerif Mardin, Türkiye‟de Siyaset ve Din, s.232.Atsız‟ın, tam da bu yıllarda II. Mehmed‟e övgüler düzdüğü makale için bkz, Atsız, “Milli Mukaddesat Düşmanları”,Makaleler IV, s.290-293.
"Süt verirken öz anam, Böyle demişti bana: Seni kurban besliyorum Türk Yurduna, Vatana, Bu dünyada azatlığı şan şöhretten üstün tut, Alçaklığı, yaltaklığı, rezilliği sen unut! Senin sevgin vatan olsun, millet olsun, ben olum, Sütüm sana haram olsun; hıyanet etsen oğlum!"

Ahmet Cevat

Çevrimdışı Işbara Tarkan

  • Türkçü-Turancı
  • ***
  • İleti: 103
  • Elçibey'in Askeri
2.3. 50‟li Yıllardaki Makaleleri ve Eserleri Işığında “Atsız ve Din”

   Hayat hikâyesi kısmında da değinildiği üzere, 1950‟li yıllar Atsız için önce heyecanların daha sonra da hayal kırıklıklarının yaşandığı seneler olmuştur. Daha önceki “on yıllık” zaman dilimlerine göre bu yıllarda Atsız daha az eser vermiştir. Bunda hiç kuşkusuz “Türk Milliyetçileri Derneği”nin kapatılması ve Orkun dergisinin yayınlanmasının 1952 yılında durdurulması önemli bir rol oynamıştır. Daha önceki bölümün safhasında da incelendiği üzere bu yıllarda ülke genelinde dine yönelimin ivme kazandığı görülmektedir. Camii yapımının ve camilere katılımın daha fazla olması, “hac” ibadeti için Mekke‟ye gidenlerin sayısında önemli bir artışın bulunması, çeşitli dini tarikatların güçlenmesi bu döneme tesadüf etmektedir.234

   “Türkçülük” fikri ile özdeşleştirdiği “ülkü” düşüncesini tarif eden Atsız, ülkünün hayal unsurları ile karışık olan, uzak bir hedef olduğunu belirtmekte ve “alelade” bir istek olmadığını ifade etmektedir. Atsız‟a göre bir milletin fertleri, “ülkü” sayesinde heyecan içinde yaşar. “Kan”, “fedakârlık” ve “kahramanlık” gibi unsurlar sayesinde beslenen “ülkülere” varılmak için “milli kin”e gereksinim duyulur. “Ülkülere kanla, kılıçla, dövüşle, milli kinle varılır… Ülkü bir dindir. Kahramanlar ve şehitler ister”235 Atsız‟ın bu yılların yazdığı bu makalede, “Türkçülük” ülküsünü yine bir “din” olarak addetmektedir. Bu nitelemeyi yaparken bir dini terim olan “şehit” ifadesi kullanması manidardır. Burada bir diğer ilgi çekici olan kelime “milli kin” ibaresidir. Atsız, Türkçülük fikrini bir yerde “kin” duygusuyla inşa etmiştir. Bir başka yazısında bu bağlamda şu sözleri sarf etmektedir: “Irkımıza, devletimize, yurdumuza, mukaddesatımıza, şerefimize fenalık etmiş olan her millete, her dine, fikre, cemiyete, ferde düşmanız; kinimiz dinimizdir”.236 Bu yazıda ayrıca Türkçülük fikrini yine “din” olarak addetmekte ve bu fikrin, “din gibi derin, tasavvuf gibi mistik” bir sistem olduğunu öne sürmektedir. Atsız‟a göre Türkçülük fikri ihtişamlıdır ve O‟nun uğrunda ölmek yücedir ve “ancak ruhunda istidat olanlar” bu yüceliği algılayabilir.237 Atsız‟ın “kin” düşüncesi “diyalektik” fikrine istinat etmektedir. Hayat var oldukça her şeyin karşıtı ile anlaşılmaya devam edebileceğini savunan Atsız‟a göre, “kin olmadan sevgi olmaz”. Bundan ötürü “milli ülkü” yolunda “sevgi”nin yanına “nefret” eklenmelidir.238

   1930‟lı yıllarda “millet kavramını, “kan, dil ve dilek birliği” unsurları çerçevesinde tarif eden ancak 1940‟lı yıllarda Türk toplumunun temel dayanağı olarak “din” öğesini da ekleyen Atsız, bu yıllarda yazdığı “Veda” adlı makalede milleti oluşturan unsurlar arasında “din” olgusunun da bulunduğunu ifade etmektedir. Türklerin dininin “hiç şüphesiz Müslümanlık” olduğunu söyleyen Atsız‟a göre Şamanlıktan da esintiler taşıyan bir “Türk Müslümanlığı” zuhur etmiştir. “Türk Müslümanlığı” haline gelen bu din on asırdan beri Türklerin “milli din”i olmuştur.239 Şamanizm‟i, Türkler adına “milli din” olarak addeden ve İslam‟ın Türkler adına ciddi tahribatlar oluşturduğu kanaatinde olan Atsız‟ın bu yıllarda İslam adına “milli din” sıfatını kullanması ilgi çekicidir. Ancak Atsız burada dahi “İslam” öğesinin önüne Türk lafzını kullanmak suretiyle “milliliği” ön planda tutmaya çalışmıştır.

   Atsız, bu makalede ilk defa çeşitli dinlere ve mezheplere inanan Türkler arasında oluşan sorunlara değinmektedir. Her ne kadar Türklerin dininin “hiç şüphesiz Müslümanlık” olduğunu söylese de her Türk‟ün mutlaka Müslüman olmasına gerek olmadığını iddia eden Atsız‟a göre, din ayrılığı yüzünden az sayıda bulunan Şaman, Hıristiyan ve Musevi Türkleri Türklükten çıkarılamaz. Bu tespitlerden sonra Atsız, menşe olarak Hıristiyan olan Gagavuz Türklerinin, Türkiye‟ye yerleştikten sonra, “Türklüğün bir lâzımesi olarak gördükleri için” ihtida ettiğini ileri sürmektedir.240 Atsız‟ın buradaki sözlerinden Türklük ile Müslümanlığı özdeşleştirdiği yorumu yapılabilir zira Atsız Gagavuz Türklerini örnek göstererek, kurulacak bir Turan Devletinde diğer gayri-Müslim unsurların da ihtida edebileceklerini ima etmektedir. Zaten yazının devamında imayı somutlaştırmakta ve “eğer Türk birliği gerçekleşirse, Şamanî ve Hıristiyan Türkleri Müslüman olacaktır” öngörüsünde bulunmaktadır. Atsız‟ın Şiilik-Sünnilik çekişmesinde de öngörüsü benzerdir. Atsız‟a göre, “Vaktiyle Türkler arasında bir ayrılık unsuru olan Sünnilik-Şiilik meselesi artık bahis konusu yapılamaz”.241 Görüldüğü üzere, Atsız, müstakbel Türk Birliği yolunda “din” ve “mezhep” farklılıklarını önemsememekte ve oluşabilecek sorunlar karşısında iyimser bir düşünce ileri sürmektedir. Burada esas ilginç olan taraf ise, Atsız‟ın sair din ve mezheplerin İslam potasında eriyeceğine dair yaptığı imalar ve tespitleridir.

   Atsız‟ın İslam‟ın Türklük nazarında rolü ekseninde yaptığı ve daha önceki yıllara göre oldukça farklı olan bu yorumlar, “İsimde Türkçülük” alanında da kendisini gösterecektir. Milli kültür ile alakalı yazdığı makalede önerilerini madde madde sıralayan Atsız, beşince maddede, doğacak olan bütün çocukların Türkçe isimlerden alması mecburiyetinin konulmasını tavsiye eder. Bunun için bir “ad cetvelinin” hazırlanmasının elzem olduğunu belirten Atsız, isteyenlerin çocuklarına İslami bir ismi “göbek adı” olmak suretiyle koyabileceğini ifade etmektedir.242 Atsız‟ın burada her ne kadar Türklüğü, Müslümanlığın önüne koymuş olduğu bariz bir surette görünse de, İslam‟a tali derecede de olsa “milli kültür” bahsinde yer vermesi fikirlerinde bir dönüşümün bulunduğuna delalet etmektedir.

   1959 yılında yazmaya başladığı anılarında, 1944 öncesi dönemi kendi penceresinden tasvir eden Atsız, komünistlerin “dinsizlik” telkini yaptığını ve “her türlü dinin” ilerlemeye karşı olduğu tezini güttüklerini belirtmektedir. Bahsi geçen bu yazıda Atsız‟a göre komünizme karşı “ya milliyetçilikle ya dinle durulabilir. Bunların ikisini birden kullanmak daha akıllıca olur”243. Atsız‟ın İslamiyet‟i komünizme karşı bir panzehir olarak gördüğü anlaşılmaktadır. “Din-milliyetçilik” işbirliği bağlamında cümleler kullandığı bir başka yazısında ise dönemin hükümetinin “komünizm ve irtica” aleyhinde hazırladığı bir yasa tasarısının yaylım ateşine tutulduğunu belirten Atsız, bu yaylım ateşinin “din ve milliyete” yönelmekte olduğunu belirtmektedir. Basının “Müslümanlık” ile birlikte Türkçülüğe karşı olduğunu düşünen Atsız‟a göre, bu yaylım ateşi doğal karşılanmalıdır zira dönemin basını “gayri Türklerden” oluşmaktadır.244 Bütün bu bilgiler ışığında Atsız‟ın, Türkçülüğü savunanlar ile “Müslümanlık” hassasiyeti üst derecede olanları aynı cephenin safları olarak gördüğü ileri sürülebilir.

   1930‟lu yıllarda, dönemin idarecilerinin reformlarına övgü dizen Atsız‟ın, bu yıllarda ciddi bir sistem eleştirisi içerisinde bulunduğu da gözlenmektedir. “Din” olgusunu halkın ruhuna işlemiş bir kuvvet olarak “milli enerji” ve “savunma” kaynağı olduğunu belirten Atsız; Halk Partisi‟nin “laiklik” ilkesini kabul etmesiyle birlikte kendilerini tamamen “dinsiz” hissettiğini iddia etmektedir. Atsız, CHP‟nin medreseleri kapatıp, tekkeleri kaldırdığı dönemde “yüksek bir İlahiyat enstitüsü veya fakültesi” kurulması ve bu sayede batı dillerini bilen, felsefeye vakıf, kültürlü ve doktora yapmış din adamlarının yetişmesini sağlaması lazım geldiğini ancak bunu yapmayarak “en büyük hatasını” gerçekleştirdiğini ifade etmektedir.245 Başka bir makalesinde ise cumhuriyet döneminde “laiklik” ilkesi gereğince yapılan bazı reformları; “ Nerde o mukaddesata saldıran Kemalist inkılâpları” şeklinde değerlendiren Atsız, artık milletin dinine baskının yapılmadığını, “ecdat türbelerinin” kilitlenmediğini ve tugay kumandanlarının Kuran‟ı öpmesinin yasaklanmadığını ifade etmektedir.246

   Hayat hikâyesi bahsinde de değinildiği üzere, Atsız Demokrat Parti‟nin iktidara gelişini memnuniyetle karşılamıştır. Ancak Atsız‟ın bu dönemde teveccüh gösterdiği tek siyasal parti Demokrat Parti olmamıştır. Atsız, şerefli bir kumandan saydığı ve “Dalkavuklar Gecesi” adlı romanında da kahraman sıfatıyla andığı247 Fevzi Çakmak‟ın kurmuş olduğu “Millet Partisi”ni de destekleyen cümleler sarf etmiştir. “Daha ileri bir halkçılık ve dindarlık” isteyen bir parti olarak tanımladığı Millet Partisi‟nin, “bozguncu” sayılamayacağını belirten Atsız; ilginç bir şekilde “demokrasi” ilkesini öne sürmüş ve her fikrin çoğunluğu kazanınca iktidara gelebileceğini savunmuştur.248

   Atsız‟ın bu on yıllık zaman diliminde “din” olgusu bağlamındaki sözleri ve özellikle İslam‟ın rolü noktasında yaptığı çıkışların, daha önceki dönemlere nazaran oldukça değişik olduğu meydandadır. Mesela, memnuiyetle karşıladığı DP iktidarının “Türkçe ezanı” zorunlu kılan maddeyi kaldırması hakkında herhangi bir yorum yapmaması ilginçtir. Bu durumda kuşkusuz, yükselen “komünizm” dalgasının, Türk siyasi hayatında yaşanan radikal değişikliklerin ve CHP karşıtlığının etken olduğu düşünülebilir. Bu dönemde dikkat çeken diğer bir durum da, Atsız‟ın önemli ölçüde yazı yazamamış olmasıdır.1952 yılında Orkun dergisini çeşitli sebeplerden ötürü kapatan Atsız‟ın daha sonra herhangi bir dergi çıkartmak teşebbüsünde bulunmaması, 1952 yılından sonra Atsız‟ın fikri anlamda düşüncelerinin dönem içerisinde ne surette değiştiği/değişmediği noktasında tespit yapmayı zorlaştırmaktadır.

234 Bernard Lewis, “Islamic Revival in Turkey”,Royal Institute of International Affairs, sayı:28,1952,s.42.
235 Atsız, “Ülküler Taaruzidir”, Makaleler III, s.88.
236 Atsız, “Veda” ,Makaleler III, s.108. Bu ibare daha sonra aşırı Türk milliyetçileri tarafından “slogan” olarak kullanılacaktır.
237 a.g.m, s.115.
238 Atsız, “Tarihin Barışmaz Düşmanları”, Orkun, sayı:5,3 Kasım 1950,Makaleler III, s.304.Diyalektik düşünce Heraklitos‟un “her şeyin zıttı” ile var olabileceği fikrine dayanmaktadır. Heraklitos‟un felsefi görüşleri daha sonradan Hegel ve Marx tarafından siyasal anlamda değer kazanmıştır. Bkz, Kıvanç Ertop-ÇetinYetkin,Sosyo-Ekonomik Temelleriyle Siyasal Düşünceler Tarihi I,Say Yayınları,İstanbul,1985,s.121-122.
239 Atsız, “Veda”,Makaleler III, s.104.
240 a.g.m,104.
241 a.g.m,s.104.
242 Atsız, “Milli Kültürü Koruma Kanunu”,Orkun, sayı:55,1951,Makaleler III, s.276.
243 Atsız, Türkçüğe Karşı Haçlı Seferleri, s.242.
244 Atsız, “Faruk Nafiz‟e Bir İhtar”,Makaleler III, s.66.
245 Atsız, Türkülüğe Karşı Haçlı Seferleri, s.243. Daha önce de zikredildiği üzere Atsız‟ın, “Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri” adı anıları 1959 yılında, Necip Fazıl Kısakürek‟in çıkartmakta olduğu “Büyük Doğu” adlı dergide yayınlanmıştır. Yalçın Küçük‟ün “Aydın Üzerine Tezler(1830-1980) adlı eserinden aktaran Cemil Koçak, bu derginin 1943 yılında yayımlanan ilk sayısında Azra Erhat,Pertev Naili Boratav,Sait Faik,Oktay Akbal gibi isimlerin yazmış olduğunu belirtmektedir.Bkz,Koçak, “Türk Milliyetçiliğinin İslam‟la Buluşması,Büyük Doğu”,Modern Türkiye‟de Siyasal Düşünce:4 Milliyetçilik,s.610. Ancak Atsız ile Necip Fazıl arasındaki münasebet daha ziyade, 1950‟li yılların CHP‟ye karşı “ortak cephe” ortamında filizlendiği söylenilebilir. Necip Fazıl, “Bab-ı Ali” adlı otobiyografisinde Atsız‟ı şu şekilde tanıtmaktadır: “Havası, esprisi, mizaç renkleri olmayan biri... Konuştuk. Büyük Doğu'ya hayranlığını ve hele "îdeolocya Örgüsü"ne diyalektiği bakımından büyük alâka duyduğunu belirtti. Onunla komünizma ve belli başlı bir şahsa düşmanlık mevzuunda birleşiyorduk; fakat bu (antitez)lere karşılık asıl (tez) bahsinde apayrıydık. O, Türkçülük hissinden geliyor, bizse İslam fikrinden yola çıkıyorduk. O, ideolocyalaştırılması imkânsız bir duygunun adamıydı; bizse her hissi potasında eriten bir düşüncenin bağlısı... Bir gün onu evime çağırdım. Tam bir nefs ve dünya muhasebesine girişelim diye... Yanına iki arkadaşını alıp geldi: Fethi Tevetoğlu ve Nurullah Banman... Sabaha kadar konuştuk. Kafa ve ruh çilesine sahip bir insan olmaktan çok uzak göründü bana... Bir milletin hayrı diye bir dava olamazdı. Ancak bütün insanlığa dağıtımı kabil, beşeriyet çapında bir dâva... Ona sordum: İslâmiyet hakkında ne düşünüyorsunuz? Hemen cevap verdi: Milletimin dinidir; hürmet ederim! Ya milletinizin dini Şamanlık olsaydı? İslama böyle bir iltifat, onu topyekûn reddetmekten beterdi. Kıymet, millete verilmiş ve İslâm tâbi mevkiine düşürülmüş oluyordu. Hâlbuki biz, Türk'ü Müslüman olduğu için sevecek ve Müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı peşindeydik ve bu anlayışa "Anadoluculuk" ismini veriyorduk…”. Bkz, Necip Fazıl Kısakürek, Babıâli,3.B,Büyük Doğu Yayınevi, İstanbul,1985, s.187.Altan Deliorman, Babıâli tefrikasının ilk baskısında Atsız ile alakalı hiçbir söz içermediğini, ancak Atsız‟ın ölümünden sonra yapılan ikinci baskıda yukarıda zikredilen diyalogun yer aldığını belirtmektedir. Bkz, Altan Deliorman, Tanıdığım Atsız, s.62.
246 Atsız, “Milli Birlik”,Orkun, sayı:21,1951,Makaleler III, s.235. Atsız‟ın bu dönemde cumhuriyet dönemi reformlarına olan eleştirisi “din” alanıyla sınırlı olmamıştır. Bir makalesinde “binlerce yıllık kültürü, bilhassa manevi-ahlaki kültürü olan Türk milleti Frenk kanunları ile idare edilemez” ifadesini kullanan Atsız; Türk milletinin ancak kendi yasalarıyla idare edildiği takdirde “Türkleşeceğini” savunmuştur. Bkz, Atsız,“Türkiye‟nin Türkleşmesi”,Orkun, sayı:10,8 Aralık 1950,Makaleler IV, s.445.
247 Tek parti döneminin yöneticilerinin hicvedildiği “Dalkavuklar Gecesi” adlı eserde “temiz kana sahip” olan ve kahraman mertebesinde bulunan ordu komutanı “Tutaşil” Fevzi Çakmak‟ın sembolleştirildiği karakterdir. Bkz, Atsız, Dalkavuklar Gecesi, 2009.
248 Atsız, “Milli Birlik”,Makaleler III, s.234.Demokrat Parti bünyesinden ayrılarak 1948‟te kurulan Millet Partisi, 1953 yılında, “İslamiyet‟i siyasi amaçlarla” istismar etmek gerekçesiyle kapatılmıştır. Bkz, Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye(1945-1980),Çev. Ahmet Fethi,3.B,Hil Yayın, İstanbul,2007,s.49,72. Bernard Lewis, 1952 yılında yazmış olduğu makalede, Millet Partisi‟nin 1950 seçimlerinden önce birçok “dinsel” grup tarafından desteklendiğini ifade etmiştir. Bkz, Bernard Lewis, “İslamic Revival in Turkey”,s.43.
"Süt verirken öz anam, Böyle demişti bana: Seni kurban besliyorum Türk Yurduna, Vatana, Bu dünyada azatlığı şan şöhretten üstün tut, Alçaklığı, yaltaklığı, rezilliği sen unut! Senin sevgin vatan olsun, millet olsun, ben olum, Sütüm sana haram olsun; hıyanet etsen oğlum!"

Ahmet Cevat

Çevrimdışı Işbara Tarkan

  • Türkçü-Turancı
  • ***
  • İleti: 103
  • Elçibey'in Askeri
2.4 60‟lı Yıllardaki Makaleleri ve Eserleri Işığında “Atsız ve Din”

   1950‟li yılların aksine 1960‟lı yıllar Atsız‟ın düşünsel anlamda makaleler yazmak adına en verimli yılları olmuştur. Kuşkusuz bunda, 1964‟den itibaren çıkarmaya başladığı “Ötüken” dergisinin büyük payı vardır. 1960 darbesi sonrasında oluşturulan 1961 Anayasası‟nın getirdiği göreli özgürlük ortamı içerisinde, bir hayli politikleşen Türk siyasi ve düşünce hayatı, Atsız‟ın kalemine de sirayet etmiş ve Atsız‟ın düşüncelerini sistematik anlamda anlayabilmek adına bu yıllar adeta bir mümbit bir arazi olarak teşkil etmiştir.

   Politikleşen bu ortam içerisinde, “İslamcılık” fikrinin de yükselişe geçtiği bu dönemde görülmektedir. Bundan ötürü Atsız bu dönemde hal-i hazırda düşmanı olduğu “komünizm” fikri ile beraber “İslamcılık” fikri ile de mücadeleye başlamıştır. O dönemde Türkiye‟de var olan, gelişen ve iddiası bulunan iki fikir cereyanından bahseden Atsız‟a göre bu iki fikirden bir tanesi “milliyetçilik” bir diğeri de “dincilik”tir249. Atsız‟ın bu dönemde “dinci” diye tarif ettiği çevrelerle ciddi bir mücadele içerisine girmesinde bu düşüncenin önemli bir rolü vardır. Atsız bu dönemi şu şekilde tasvir eder: “Bir yandan Ümmetçilerle, Nurcular şeriat prensipleriyle bizi Araplaşmaya sürüklerken öte yandan Marksistler ve aşırı solcular sosyal adalet vaadiyle Moskoflaşmaya doğru götürmek istiyor”.250

   Alıntı da görüleceği üzere, Atsız‟ın literatürüne bu dönemde yeni kavramlar girmiştir. Bunlardan bir tanesi “Nurculuk”tur. Atsız‟a göre, “Nurculuk, komünizm, particilik, Süleymancılık, ümmetçilik” gibi fikirler, Türkçülük fikrine yapılan yıpratma faaliyetleri sonucunda oluşan boşluk sayesinde kendilerine mevzi bulmaktadır.251 Zira ortada “milli” bir düşünce kalmayınca, manevi bir inanca sarılmak durumunda kalanlar bu gibi fikirlere tevessül etmektedir. Bunun sebebi, gençlerin beynine ve gönlüne “milli” bir biçimde hitap edilmemesidir.252

   Atsız‟a göre nurculuk ile komünizm arasında herhangi bir fark yoktur. Komünizm, iktisadi bir emperyalizm olarak “Moskof‟dan”, “Nurculuk” ise dini bir emperyalizm olarak Mısır‟dan gelmektedir. Türk milletini ve kültürünü yok etmek için faaliyet gösteren bu iki fikirden birisi “Moskofçuluk” diğeri de “Arapçılık” davasını gütmektedir.253 Ancak Atsız‟ın, “Nurculuk” ile olan fikirlerini en iyi anlamak için, 1964 yılında yazmış olduğu “Nurculuk Denen Sayıklama” adlı makalesine göz atmak lazım gelmektedir.

   Atsız, “Nurculuk Denen Sayıklama” adlı makalesine başlarken ilk önce 1950‟li yıllarda öne sürdüğü fikirlerle paralel bir biçimde, tek parti dönemini eleştirerek başlamıştır. “Arapçı ve Arapçacı softaların” tasfiye edildiği süreçte, milletin manevi ihtiyacını karşılamak üzere çağdaş din adamlarının yetiştirileceği bir kurumun oluşturulmamasını eleştiren Atsız, “yobazlığa” engel olunmamasına gerekçe olarak bu durumu göstermektedir. Atsız‟ göre,“Mabetsiz şehir” olarak nitelediği bu yeni düzenin ürünleri ilk olarak “Ticanilik”254, daha sonra onun “kurtlanmış” bir versiyonu olan Nurculuk olmuştur.255

   Nurcuları, “Said-i Nursi adında cahil bir Kürtün peşine takılmış gafil bir sürü” olarak niteleyen Atsız, Said- Nursi‟yi de Türkçe bilmeyen, imla kurallarından bihaber bir Kürt olarak tanıtmaktadır. Said- Nursi‟nin lakabı olan “Bediüzzaman” sıfatının “zamanın harikası” anlamına geldiğini belirten Atsız‟a göre, Said-i Nursi gerçekten zamanın harikasıdır çünkü yirminci yüzyılda bu “bilgisizlik” ve bu “ilkellik” ile ortaya atılarak ve peşinde yüz binlerce Türk‟ü peşinden koşturabilmek başarısı ile bu sıfatı hak etmektedir.256

   Atsız, Said-i Nursi‟nin gerçekte bir Kürt milliyetçisi olduğunu fakat açıkça Kürtçülük davası güdemeyeceği için Müslümanlık davası güttüğünü iddia etmektedir. Atsız bu durumu, komünistlerin “Türklüğü yıkmak” adına “sosyal adalet” şiarını kullanmalarına benzetmekte ve burada da komünizm ile Nurculuğu müsavi kılmaktadır.257

   Atsız, Said-i Nursi‟nin yazmış olduğu “Risale-i Nur” adlı eserin talebelerine, evlenmenin yasak edildiğini ileri sürmektedir. Atsız, kadını şeytan sayarak evlenmenin yasaklandığı Zerdüşt dinine ve yine İran‟da çıkmış olan “Mazdeizm” akımına atıfta bulunarak, bu yasaklamanın İslamiyet‟e aykırı olduğunu savunmakta ve Said-Nursi‟nin başka bir amaçla bu yasağı tebliğ ettiğini düşünmektedir. Atsız‟a göre Said-Nursi‟nin amacı Türklerin bu yasaktan etkilenerek üremelerinin önüne geçmesi ve Kürtlerin çoğalması sayesinde Türklerin azınlık durumuna düşmesidir.258

   Atsız, Said-i Nursi‟yi “fizikten, titreşimden haberi olmayan” pozitif bilimleri idrak edemeyen bir “yobaz” olarak niteler. Bu tanımlamaya dayanak olarak ise, Said-i Nursi‟nin radyodan bahsederken, dünyanın bir ucundan gelen bir sözün bir kutudan duyulmasını “melek”lerle açıklamasını göstermektedir. Ancak Atsız‟a göre bundan daha vahim olan kısım, bu “bilgisiz” adamın Türkler aleyhinde hükümler vermesidir. Atsız bu hususta da Said-i Nursi‟nin, Özbek, Tatar ve Kırgız gibi topluluklara Kuran‟da zikredilen ve “Yecüc-Mecüc” adı verilen vahşi kavime benzetmesini misal vermektedir. Atsız‟a göre, bir “Kürdün” böyle bir nitelemeyi yapması komiktir çünkü Said-Nursi‟nin vahşi kavim olarak tanımladığı bu topluluklar arasında okuma-yazma oranı %90‟dır ve aralarında atom bilginleri de olmak üzere yüz binlerce uzman ve bilgin bulunmaktadır.259

   Buraya kadar verilen düşünceler ışığında, Atsız‟ın Nurculuğu, Said-i Nursi‟nin etnik kimliğiyle özdeşleştiren bir noktada olduğu gözlemlemektedir. Ancak, bir diğer nokta da, Atsız‟ın bu akımı bilime itibar etmeyen, ilkel bir yapıda görmesi ve eleştirmesidir. Atsız, bu akımı İslamiyet dışı görmektedir ama eleştiri noktasının İslam‟a aykırılığı olmasından ziyade akımın önderinin etnik kimliği olması ve akımı pozitif bilime karşıt bulması, tezin bağlamı açısından ilgi çekici olmaktadır. Zaten Atsız Nurculuk akımını “Türkçülük” fikri ile kıyaslarken, odak noktasının ipucunu da vermektedir: “Türkçülük, insanlara hiçbir vaatte bulunmuyor, maddi veya manevi hiçbir şey istemiyor. Yalnız istiyor… Nurculuk ise cennet vaadinde bulunuyor. Ebedi saadet, cennette köşkler, yemekler, huriler vaat ediyor… Kafası işlemeyen, hatta aslında materyalist olanlar, tabii Nurculuğu seçecektir. Nitekim bunu kendileri de söylüyor: “Türkçülük mezara kadar…”260

   Atsız‟ın yukarıdaki argümanı oldukça dikkat çekicidir zira Atsız, Türkçülüğü, Nurculuk akımından üstün görürken kullandığı dayanakların İslam‟ın müminlere vaatleriyle aynı olması konuyu Nurculuk özelinden İslam dininin geneline yaymaktadır. Zaten başka makalelerinde de özneleri değiştirmek suretiyle aynı mealde cümleler kullanmaktadır. Bir makalesinde; “Milliyetçilik büyük ve asil bir inançtır. Hiçbir karşılık beklemeden kendini yok etme düşüncesidir. Bu bakımdan dinden üstündür. Dindar, yarınki bir âlemin cennetine ve nimetlerine kavuşmak için feda eder. Bu fedakârlık, hiçbir şey ummadan kendisini yokluğun karanlıklarına atan bir milliyetçiliğin fedakârlıkları ile asla ölçülmez”261 cümlesini kullanan Atsız‟ın bir önceki alıntıdan farklı olarak “Türkçü” yerine “milliyetçi”, “Nurcu” yerine ise “dindar” kelimesini kullanmaktadır. Bir başka makalesinde ise; “Türkçü” ya da “milliyetçi” kelimesi yerini “ülkücü” sözcüğüne bırakmakta; “dindar” kelimesi yanına “mutasavvıf” kelimesi gelmektedir: “Ülkücülük karşılıksız bir fedakârlık ve hizmet duygusudur. Ne dindarın cennetinden nimetler, ne mutasavvıfın hayalindeki Tanrıyla buluşma gibi olağanüstü zevkler bizde yoktur 262 Bütün bu cümlelerin ortak noktası, Türkçülüğün, “İslam” düşüncesinden daha üstün bir fikir olarak tanıtılmasıdır. Atsız, bu yazılarında “Türkçülük” fikrini “İslam”‟a alternatif gösterirken bir yazısında daha da ileri gitmekte ve “ülkücü ilkeler, uğrunda çarpışan insanları yükseltip Tanrı’ya yaklaştıran ilkelerdir”263 demek suretiyle “Türkçülük” fikrine bir “din” haline getirmektedir.

   Atsız‟ın bu dönemde “din olgusu” ekseninde mücadele ettiği bir diğer fikir ise “ümmetçilik” olmuştur. Türkiye‟de bahsi geçen bu dönemde Türklüğe karşı üç tane düşmanın varlığından Atsız‟a göre, bu düşmanlar sırasıyla komünistler, Kürtçüler ve siyasi ümmetçilerdir.264 Atsız‟ın İslami birçok akımı aynı “Türkçü, milliyetçi, ülkücü” kelimelerini birbirleri yerine kullandığı gibi, benzer cümlelerde aynı anlamda kullandığı görülmektedir. Dinciliğin ve siyasal ümmetçiliğin, Türklüğü ikinci plana itmek ve var saymamakla itham eden Atsız, bu akımların milliyetçiliğe aykırı ve milliyetçiliğin düşmanı olduğunu öne savunmaktadır. Bundan ötürü, bu akımlar “sağcı” addedilemezler. Siyasi ümmetçiler, İslam evrenselliği düşüncesi içerisinde olduklarından ötürü, Türklüğü İslam potasında eritmek gayesindedir ve her “beynelmilelci” gibi “solcu” addedilmelidir.265 Dönemin gazetelerinde “aşırı sağcı” olarak lanse edilen “Hizb-ut Tahrir” adlı derneği, “hilafetçi”, “şeriatçı” ve “Arapçı” olarak tasvir eden Atsız, “sağcı” olarak nitelediği Türkçülerin, bu grupla aynı grup içerisinde yer almasının mümkün olmadığını ileri sürmektedir. İktisadi doktrinlerin çabuk değişebildiğini266 ancak “millilik” ile “evrenselliğin” değişmeyen prensipler olduğunu ifade eden Atsız, Türkçülük dışında kalan bütün grupların “milliyetçilik düşmanı” olduğunu iddia etmektedir.267

   Atsız, bu dönemde yazdığı “İslam Birliği Kuruntusu” adlı makalede, ümmetçilik fikrini kıyasıya eleştirmektedir. Bir “kuruntu” olarak nitelediği bu fikrin, “din” olgusunun baş unsur olduğu çağlarda bile gerçekleşmediğini belirtirken, araya giren bu kadar “ihanet” ve “düşmanlıktan” sonra bunun mümkün olmadığını belirtmekte ve gerçekleşmesi gerekenin “Türk Birliği” olduğunu ifade etmektedir.268 Atsız, bu makalede “İslam Birliği” düşüncesi kadar “İslam Birliği taraftarlarını” eleştirmektedir. Eleştiri oklarından bir tanesi, İslam Birliği taraftarlarının, çocuklara Türkçe ad koymaya karşı olmasına gelmiştir. Bundan daha “ilkel” ve “yanlış” bir düşünce olamayacağını söyleyen Atsız, “İslam adlar” diye lanse edilen isimlerin “Cahiliye” döneminden itibaren Araplar arasında kullanılan isimler olduğunu belirtmektedir. Osman‟ın “yılan yavrusu”, Muaviye‟nin “uluyan dişi”, Fatma‟nın “sütten kesilmiş”, Zeynep‟in “tombul kadın” manasına geldiğini ifade eden Atsız‟a göre, bu gibi manası bilinmeden verilen isimlerin herhangi bir faydası olmadığı gibi “milli ruha” zararı dokunmaktadır. Zira Müslüman adları arasında Yahudilerden Araplara geçen, Musa, İsa, Süleyman… v.s isimler bulunmaktadır.269 Atsız‟ın son cümlesi dikkat çekicidir çünkü İslam‟ın da birer peygamber olarak kabul ettiği şahsiyetleri, Atsız sadece birer Yahudi olması bağlamında değerlendirmektedir. Bir diğer dikkat çekici husus ise, Atsız‟ın, 1950‟li yıllarda “milli kültürü koruma” konulu yazısında isteyen insanların çocuklarına bir İslami ismi göbek adı olarak koymasına izin verilmesini önerirken, bu yıllarda yazmış olduğu bu makalede İslami literatürde sıklıkla geçen bu isimleri bu şekilde tasvir etmesi ve bu isimlerin verilmesine şiddetle karşı çıkmasıdır. Atsız, bu makalede “İslam Birliği” taraftarlarını eleştirirken, onların “selamlaşma” biçimi olarak “günaydın” klişesini kabul etmediğini ve “selamünaleyküm” diyerek selamlaştırdıklarını söylemektedir. Atsız‟a göre eğer Müslümanlar arasından ortak bir selamlaşma olacaksa bu selamlaşma biçimi mutlaka Türkçe olmalıdır, çünkü İslamiyet‟i koruyan, yaşatan ve yücelten Türklerdir.270Atsız‟ın burada yine, 30‟lı ve 40‟lı yıllarda olduğu gibi Türkçeye Arapçadan geçen klişeler bağlamında hassasiyet gösterdiğini ve Arapçadan geçen klişeleri eleştirdiği görülmektedir. Bir makalesinde Türkçülere seslenirken parantez içerisinde “selamünaleykümcülerden” değil gerçek Türkçülerden bahsettiğini söylemek lüzumunda olduğunu belirtmektedir.271

   Atsız‟ın bu dönemde üzerinde durduğu kavramlardan bir tanesi de “irtica”272 olmuştur. Dönemim Yargıtay Başkanı İmran Ökten‟in cenazesinde vuku bulan olayların CHP Genel Başkanı olan İsmet İnönü tarafından “31 Mart” olayı olarak tarif edilmesinin yanlış olacağını düşünen Atsız, “irticanın” Türkiye‟ye birçok şeye mal olduğunu, uğursuz bir kavram olduğunu ancak devleti ele geçirebilecek kadar güç kazanmamış olduğunu iddia etmektedir.273 Atsız‟ın dikkat çektiği “tehlike” komünizm akımıdır ve “irtica” ile “komünizm” arasında mukayese yaptığı vakit, “irticanın” ciddi bir tehlike arz etmediğini düşünmektedir.274 Bu dönemde, Atsız‟ın jargonuna giren bir diğer kavram da “yobaz” olmuştur. Türk siyasal ve düşünsel hayatında, dinsel manada gericilik taraftarı olan, dogmatik düşünceli insanlar adına kullanılan bu kelime Atsız‟ın makalelerinde sıklıkla yer bulmuştur. Atsız‟ın yobaz nitelemesi, dini bilimin üstüne tutup bilime itibar etmeyen insanlara ve “din” olgusunu siyasal amaçlarla kullandığını düşündüğü kişilere yönelik bir sıfat durumundadır.275

   Atsız, bu yıllarda, “dini taassubun” “korkunç” bir dereceye ulaştığını düşünmektedir. Atsız bu hususta, Almanya seyahati sırasında tanıştığı bir Azeri bir profesörle olan sohbetinden bahseder ve bu profesörün kendisine anlattığı bir fıkrayı nakleder.19.asırda yaşamış olan Azeri şair Sabir‟e ait olan fıkrada şu sözler geçmektedir: “Arslan görirem korkmıram. Kaplan görirem, korkmıram.Ama harda Müslüman görisem, korkıram”.276 Bu anekdot, bu dönemde Atsız‟ın “taassup” içerisinde gördüğü Müslümanlardan şikayetçi olduğunu gözler önüne sermektedir. Burada Atsız‟ın “taassup” kavramını ne ölçüde kullandığı sarih değildir. Atsız, meşhur “Altıncı filo” olayları ile alakalı düşüncelerini ifade ettiği bir makalesinde de bu kavramı kullanmakta ve bu olayda “dini taassubun” önemli bir rol oynadığını öne sürmektedir. Atsız‟a göre, “dini taassup” ile hareket eden bu kişiler, Amerika aleyhtarlığı ölçeğinde düzenlenen bu yürüyüşe katılanları topyekûn “komünist” ve “kâfir” olarak görmüştür ve bu yüzden iki kişi hayatını kaybetmiştir. Atsız, önceden tedbir alınmadığı sürece bu olayların devam edeceğini düşünmektedir ve bu olaydan mesul olarak “hilafeti diriltmek isteyen siyasi ümmetçileri” ve “Stalin veya Mao prensiplerini Türkiye‟ye uygulamak isteyen komünistleri” işaret etmektedir.277 “Taassup” içerisinde hareket eden kişileri, “hilafeti isteyen komünistler” olarak tarif eden Atsız, “taassup” kavramını dini siyasal amaç olarak kullanmakla özdeşleştirmiş olabilir. Burada, dikkati çeken bir diğer husus ise, Atsız‟ın yine İslamcılık düşüncesini komünizm ile işteş kılmasıdır.

   Atsız, bu yıllarda İslamiyet hakkında da yorumlar yapmıştır. Müslümanlığı, “sosyoloji bakımından Arapların millet haline geçme savaşı” olarak tanımlayan Atsız; dağınık halde yaşayan bir kavmin tabiatın doğası gereği birlik halinde yaşamak isteyeceğini ifade etmektedir. Atsız, ismini zikretmediği ama “Peygamber” sıfatını kullanarak andığı Hz. Muhammed hakkında ise “bilgisizlik, ahlaksızlık ve pislik” içerisinde yaşayan Araplara, “ahlak şuuru” ve “milli birlik” düşüncesi aşılamaya çalışan “üstün, kabiliyetli ve sempatik” bir lider cümlesini kullanmaktadır.278Atsız‟ın bu tarifinde görüldüğü üzere İslam‟a ve İslam‟ın peygamberi olan Hz. Muhammed‟e herhangi bir ilahilik atfedilmemektedir.İslamiyet hakkında hiçbir şey duymamış olan herhangi birisi, bu tarife bakarak Hz. Muhammed‟i bir Arap önderi, İslamiyet‟i de bu önderin toplumunda dayattığı bir düzen olarak algılayabilir.

   Atsız, daha önceki on yıllık zaman diliminde olduğu gibi bu yıllarda da, 50‟li yıllar hariç, Türklerin İslamiyet‟i kabul etmesi hakkında yorumlarını aktarmıştır. İslamiyet‟ten önceki dönemi, “milli şuuru” çok yüksek olan bir çağ olarak niteleyen Atsız, Türklerin İslamiyet‟e geçişinden ve bu dini benimsemelerinden sonra “trajedi” yaşadığını düşünmektedir.279 Atsız‟ın, “trajedi” olarak tarif etmesine sunduğu gerekçeleri bir başka makalesinde görmek mümkündür. Türklerin manasını anlamadıkları Kuran‟a kayıtsız-şartsız inanmaları dolayısıyla “taassup” ile sarıldığını düşünen Atsız, Türklerin Müslümanlığı birçok millete karşı tek başına savunduğunu düşünmektedir.280 Atsız, bu noktada da Türklüğü, İslam‟ın fevkinde görmektedir çünkü Müslüman olan Türkler, İranlılar tarafından İslamiyet‟i kaldırmak adına hazırlanan büyük ihtilale karşı koymuş ve Kurtuluş Savaşı‟na kadar hem İslam‟ın önderi hem de koruyucusu olmuştur. Atsız‟a göre, “Türkler Müslümanlık sayesinde değil, Müslümanlık Türkler sayesinde yükselmiş ve yaşamıştır.”281

   Atsız‟ın “trajedi” olarak tarif ettiği olaylardan bir tanesi de “tarih” alanındadır. 1966 yılında yazmış olduğu, “Türk Tarihinde Meseleler” adlı eserde, Türklerin Müslüman olduktan sonra, Arap ve Acem tarihçilerinin “yanlış telakkilerinin” benimsendiğini iddia eden Atsız; her hanedanı ayrı bir devlet ve hanedanlar arasında yaşanan çarpışmaları “milli savaş” olarak adlandırmanın hata olduğunu ve Türklerin bu hataya İslam‟dan sonra düştüğünü belirtmektedir.282 Atsız‟a göre “Türk Birliği” fikrinin “ihmal” edilmesi de İslamiyet‟in kabul edilişinden sonraya tekabül etmektedir. Atsız, milattan önce üçünü yüzyıldan beri var olduğunu düşündüğü “Türk Birliği” fikrinin, İslamiyet‟ten sonra değiştiğini ve İslamlığı koruma kaygısının, bu ülküyü ihmal ettirdiğini iddia etmektedir.283

   Atsız‟ın bu yıllarda “laiklik” ile ilgili düşüncelerini de gözler önüne seren ifadeler kullandığı yazıları mevcuttur. Dönemin Harp Tarihi Başkanı olan Faruk Güventürk „ün “Laiklik ve İslamiyet” adlı broşür ile alakalı bir polemik yazısı yazan Atsız; “laiklik” ile “İslamiyet” dininin uzlaşabileceği fikrine karşı çıkmaktadır. Kuran‟ın laikliği kabul ettiği iddiasının İslam hakkında hiçbir şey bilmemek olduğunu savunan Atsız, Kuran‟ın hem ahrete hem de dünyaya karışan ve dinle devleti bir tutan bir kitap olduğunu iddia etmektedir.284 Atsız, bu noktada İslamiyet ile “laiklik” düşüncesinin birbiriyle uzlaşamayacağını iddia ederken, bu iki olgu arasında herhangi bir tercih yapmamaktadır. Ancak başka bir makalesinde, Atsız “laiklik” hakkında daha açık yorumlar yapmaktadır. “Laiklik” düşüncesinin milleti birbirine bağlayabilecek bir fikir olmadığını düşünen Atsız; “şeriat üstüne devlet kurulmasını ve resmi dilin Arapça olmasını isteyenler arasında bir Fen doçentinin bulunması akıllara durgunluk verecek bir nesnedir”285 diyerek her ne kadar milleti birbirine bağlayacak bir fikir olduğunu düşünmese de “laiklik” ile bir sorununun olmadığını ima etmektedir.

   Dini, bir ruh ihtiyacı olarak gören Atsız, ilkel zamanlardan itibaren insanların din sahibi olduğunu belirtmektedir. Atsız‟a göre, tek Tanrılı dinlerle dinler çağı kapanmış ve din uğruna yapılan “korkunç” savaşlardan sonra, medeni dünya “din” olgusunu fertlerin vicdanına bırakmıştır. “Medeni insan” artık insanların dini inancına saygı göstermekte ve kimseye dini propaganda yapmamaktadır.286Atsız‟ın burada, pozitivist287 bir tahlil yaptığı görülmektedir. Diğer dikkat çekici husus ise Atsız‟ın, “dini fertlerin vicdanına bırakma” ve “dini propaganda yapmama” hassasiyetidir. Burada Atsız‟ın “laik” bir duyarlılık gösterdiği açıktır. Atsız, Ali Fuat Başgil ile olan meşhur polemiğinde de bu eksende sözler sarf etmiştir. İslamiyet‟in yaşadığını ve hep yaşayacağını söyleyen Atsız, bunun şartının “hayata ayak uydurabilmesi” ve “devlete karışmayarak yalnız fertlerin gönül ve vicdan işi olarak kalması” olduğunu iddia etmektedir.288 Yukarıda da zikredildiği üzere, İslamiyet ile “laiklik” ilkesinin birbiriyle teorik anlamda uzlaşamayacağını düşünen Atsız‟ın, burada İslam‟ın “laik” düşünce karşısında değişim geçirmesini ve modern hayatla uyumlu olmak zorunda olmasını şart koşması dikkat çekicidir.

 
"Süt verirken öz anam, Böyle demişti bana: Seni kurban besliyorum Türk Yurduna, Vatana, Bu dünyada azatlığı şan şöhretten üstün tut, Alçaklığı, yaltaklığı, rezilliği sen unut! Senin sevgin vatan olsun, millet olsun, ben olum, Sütüm sana haram olsun; hıyanet etsen oğlum!"

Ahmet Cevat

Çevrimdışı Işbara Tarkan

  • Türkçü-Turancı
  • ***
  • İleti: 103
  • Elçibey'in Askeri
  “Medeni insan” için “din” olgusunun fertlerin kanaati ve vicdanı olarak gören Atsız, inancın mantığının olmayacağını ifade etmektedir. Bu hususta Hıristiyanlığı emsal gösteren Atsız‟a göre, “İsa‟nın dini” olarak nitelediği Hıristiyanlık nazari anlamda “barış ve kardeşlik” ilkelerine dayansa da, Hıristiyan milletlerin birbiriyle savaşmıştır çünkü “yüzyılların getirdiği gelenekler dinden daha kuvvetlidir”.289

   Atsız, bu dönemde Türkler arasında var olan “dini” ve “mezhepsel” farklılıklar üzerinde daha fazla yoğunlaşmıştır. Türkler arasında vuku bulan “Sünnilik-Şiilik” davasının Türkleri iki ayrı ordu halinde asırlarca savaşmasına sebep olan elim bir vakıa olarak gören Atsız, bu dava yüzünden Türklerin hem milli enerjisinin “boşu boşuna” harcandığını düşünmekte hem de siyasi Türk birliğinin bu dava yüzünden kurulamadığını iddia etmektedir.290Atsız, bu noktada “dini taassup” ile hareket eden birçok kişinin bulunduğunu ifade ederken, bu kişileri “Hıristiyan, Şamanî ve Musevi Türkleri ve hatta Şii Alevi Türkmenlerini bizden saymayacak kadar gözü dönmüş sözde aydın mutaassıplar” olarak nitelemektedir.291 Dönemin Kürtçü aydınlarından olan Doğan Kılıç‟ın “Barzani‟nin Karargâhı” adlı tefrikasından bahseden Atsız, bu tefrikaya dayanarak Şafii, Şii ve Hıristiyan Kürtlerin birlikte çalışıp mücadele ettiklerini belirtmiştir. Bu durumun, dinsel ve mezhepsel olarak Sünnilerden ayrı olan Türkleri reddeden, “yobazlara” ithaf edilmesi gerektiği düşünen Atsız; bu kişileri “kaba softa” olarak tasvir etmektedir.292 Atsız bu şekilde tasvir ettiği bazı insanlarla bu dönemde polemiklere girmiştir. Bunlardan bir tanesi de, Türk Milliyetçileri Derneğinde aynı safta bulunduğu Nurettin Topçu ile yaşadığı tartışmadır.

   “Bir Felsefe Öğretmeninin Yanlışları” başlıklı bir makalede Nurettin Topçu‟yu293 ağır bir şekilde eleştiren Atsız, Topçu‟nun Şiiliği Anadolu milletinden olmaya mani olarak düşündüğünü belirtmektedir. Bir felsefe öğretmeninin “geniş bir felsefi düşünüş” yerine “böyle dar bir mezhep kaygısına” düşemeyeceğini ifade eden Atsız bu düşüncenin artık Türkiye‟de bulunmadığını düşündüğü Şiilik-Sünnilik davasının dirilteceğini iddia etmektedir. Bu dirilişin Türk milletine hiçbir faydası dokunmayacağı gibi milleti ikiye bölmek ve “vicdan birliğine” engel olmak gibi sonuçlar doğuracağını düşünen Atsız; bu hususta “Celali İsyanları”na atıf yapmaktadır. Şiileri Türk saymamanın sonucunun “Fuzuli” gibi bir şairi Türk saymama sonucunu doğuracağını düşünen Atsız, Turancıların mezhepleriyle değil, “kan” ve “dil” unsularıyla “Türk” olduğunu belirtmektedir.294 Atsız, Nurettin Topçu‟nun Turancılık fikrini yadsımasına cevaben ise, Türkleri Türk sayan Turancılığın yanlış, milliyeti siyasi çizgilerle sınırlayan ve insanları Şii ve Sünni olarak ayıran zihniyetin doğru olmasının mümkün olmadığını vurgulamaktadır. 295

   Atsız‟ın bu dönemde, polemiğe girdiği ve “mezhep ayrımı” ekseninde tartıştığı bir diğer isim Ali Fuat Başgil296 olmuştur. Ali Fuat Başgil‟in bir makalesinde geçen; “Biz ne beden ne ruh yapımız itibariyle Orta Asyalı değiliz… Biz bilakis, İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede, ırklar sentezi halinde, kendi halinde yaşayan, nev‟i şahsına münhasır bir milletiz” sözlerini ağır bir şekilde eleştiren Atsız; bu tezin “yanlışlığına” dayanak olarak şu cümleyi sarf etmektedir: “Anadolu fethine ve savunmasına katıldıkları halde İslam kazanında kaynamayan ve sayıları 8-10 milyon halinde olduğu tahmin edilen Kızılbaş Türkler bu karma milletten değil midir?”297 Atsız, Başgil‟in milliyetçiliği “İslam” ile açıklamaya çalıştığını ve İslam‟ın müsaade ettiği şekliyle milliyetçiliği kabul ettiğini belirtirken Türkçülerin “her türlü baskının üstünde” milliyetçi olduğunu ifade etmektedir.298 Atsız‟ın burada gerekirse İslam‟a rağmen de milliyetçi olduklarını iddia etmesi yine Türkçülüğü “İslamiyet‟in” fevkinde görmesiyle doğru orantılıdır. Zaten Atsız, daha sonraki cümlelerinde bunun ipucunu vermektedir. Başgil‟in milliyetçilik konusunda İslamiyet‟i öne sürmesini “avamferiblik” olarak niteleyen Atsız; Başgil‟e İslamiyet‟in hal-i hazırda yürürlükte olmayan “kadınları örtmek”, “faizi kaldırmak” ve “devleti şeriatla yönetmek” gibi ilkelerini savunmaya çağırmaktadır.299 Atsız‟a göre İslam‟ın ilkesi olan bu kaidelerin uygulanması mümkün değildir ve “laiklik” bahsinde alıntılandığı üzere İslam‟ın yaşaması için bu dinin “hayata ayak uydurmasını” ve “yalnız fertlerin gönül ve vicdan işi olarak kalmasını” şart olarak koşmaktadır.
   
   Atsız‟ın bu dönemde üzerine yoğun bir şekilde eğildiği bir başka kavram da “tasavvuf” olmuştur. Daha önceki zaman dilimlerinde tasavvufu “Türk Tasavvufu” bağlamında irdeleyen Atsız, bu kavramı Türklerin İslam‟a girişinden sonra ortaya çıkan uyumsuzlukları bertaraf eden ve Türk geleneklerini, İslam ile uzlaştıran bir düşünce olarak tanıtmıştır. Bu dönemde ise hem bu kavramın kendisi hem mutasavvıfları hem de tasavvufun bir getirisi olan “tarikat” olgusu ile alakalı düşüncelerini çok açık bir biçimde ortaya koymuştur.

   Bu dönemde polemikleriyle menkul olan Atsız‟ın fikri mücadele içerisine girdiği kişilerden bir tanesi de Münevver Ayaşlı‟dır.300 İçerisinde pejoratif ifadeler bulunan “Dindar ve Mutaassıp Hacı Bayanın Türklüğe Hakaretleri”301 adlı bir makale yazan Atsız, “dindar, mutasavvıf, mutaassıp” görüntüde bayanların aynı “mini etekli, açık saçık” bayanlar gibi o günlerin modasının bir tezahürü olduğunu ifade etmektedir. Bu makale Münevver Ayaşlı‟nın Karamanoğlu Mehmet Bey ve Ziya Gökalp hakkında eleştirileri bulunan ve Mevlana‟nın eserlerinin sadeleştirilmesini tenkit eden bir makalesine cevaben kaleme alınmıştır.

   Atsız bu makalede “tasavvuf” kavramını, Doğu‟nun ve Batı‟nın bütün dinleri ve felsefelerinin bir karması olarak tanımlamaktadır. Tasavvuf kavramının biraz irdelendiğinde, İslam‟a aykırı olan noktalarına rastlanacağını düşünen Atsız, Yunan felsefesinden, Budizm‟den ve başka düşüncelerden oluşan bu kavramın sonucunda “Tanrılık iddiasına” kalkışan mutasavvıfların türediğini ifade etmektedir. Bu bağlamda Atsız Hallac-ı Mansur‟u “bu çılgınların en tanınmışı” olarak belirtir302 ve mutasavvıflar hakkında yorumlar yapmaya başlar.

   Atsız‟ın bu makalede ilk eleştirdiği mutasavvıf Mevlana olmuştur. “Sözde Müslüman” olarak nitelediği Mevlana‟yı, Şamanî Moğollar‟a “dalkavukluk” etmekle suçlayan Atsız, Mevlana‟nın olmaması durumunda Türklüğün hiçbir şey kaybetmeyeceğini düşünmektedir.303 Atsız‟a göre Mevlana sadece “büyük bir Fars şairidir” ve evliyalık, mürşitlik gibi bir sıfata haiz değildir. Tasavvuf fikirlerini, kendisinden önce Anadolu‟da yaşadığını ve tekfir edildiğini belirttiği Muhiddin Arabî‟den aldığını ifade eden Atsız‟a göre, “ney ve dümbelekle” dans eden bir evliyanın olması mümkün değildir çünkü evliyalık “ağır başlılık” ister. Atsız‟a göre ise Mevlana “zevk ve keyif ehli” birisidir.304 Atsız‟ın Mevlana‟yı eleştirmesinin başlıca sebeplerinden bir tanesi, Mevlana‟nın Farsça şiirler yazmış olmasıdır ve görüldüğü üzere Mevlana‟yı takdim ederken “büyük bir Fars şairidir” tanımlamasında bulunmuştur. Ancak Atsız‟ın eleştiri okları, şiirlerini Türkçe yazmış olan Yunus Emre‟ye de yönelecektir.

   İslamiyet‟in başka dinlere zulüm yapmayı önermese de, “Hak din İslamiyettir” düsturu ile hareket ettiğini belirten Atsız tasavvufta bütün dinlerin müsavi kılındığını ifade etmektedir. Atsız, bu önermesine dayanak olarak Yunus Emre‟nin şu beyitini örnek göstermektedir: “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan/Halka müderris olsa hakikatte asidir”. Atsız bu beyitin İslamiyet‟in, “Hak din İslamiyettir” düsturuna aykırı olduğunu düşünmektedir. Atsız bu bağlamda “millet” kelimesinin o dönemde “din” anlamına geldiğini belirtmekte ve Yunus Emre‟nin “tasavvuf” prensiplerine uyarak Müslüman, Mecusi, Budist ve sair dinlere mensup olanlarla eşit olarak görmekle itham etmektedir. Atsız‟a göre bu durumun İslamiyet‟le bağdaşması mümkün değildir. 305 Atsız bu eksende bir başka mutasavvıf olan Kazak Abdal‟ın; “Kıldan köprü yaratmışsın, gelsin kullar geçsin deyü, Biz hele şöyle duralım, yiğit isen geç Tanrı” beyitini gündeme getirmektedir. Bu beyitin açıkça “küfür” içerdiğini düşünen Atsız, mutasavvıfların aykırı görülen sözlerine atfedilen “derin ve ince manaların” asılsız olduğunu iddia etmektedir.306 Bu iki örnekte Atsız‟ın “tasavvuf” düşüncesini “İslam‟a aykırılığı” noktasında ele aldığı gözlemlenmektedir. Ancak, daha önce İslamiyet‟e aykırı olsa da Türk geleneklerini yaşattığını düşündüğü “Türk tasavvufu” hakkında olumlu sözler söyleyen Atsız‟ın Yunus Emre‟nin temsil ettiği “tasavvuf” ekolüne olan eleştirileri İslam‟a aykırı olmasından ziyade içerdiği felsefesine dönüktür. Atsız, hayatının her döneminde “eşitlik” düşüncesine karşı çıkmıştır ve “Sosyal Darwinizm” bağlamında görüldüğü üzere, “hayat için kavga” ilkesini yüceltmiştir.

   Atsız, Nurettin Topçu ile olan polemiğinde de “tasavvuf” düşüncesi ile “Turancılık” düşüncesini mukayese etmiştir. Turancılık düşüncesinin, “hezeyan” olarak nitelediği “enel hak”307 ilkesiyle mukayese dahi olunamayacağını iddia eden Atsız; “Çanakkale ve Sakarya‟da, hatta Kore‟de şehit olmak Hallac‟ın yahut Nesimi‟nin çılgınlık buhranları içindeki ölümlerinden şüphesiz, çok güzeldir”308 diyerek “tasavvuf” düşüncesini tezyif etmektedir. Makalenin devamında, tasavvufun prensiplerini eleştiren Atsız, tasavvuf düşüncesini “askeri şehadeti” reddeden, “uyuşturucu” bir düşünce sistemi olarak nitelemektedir. Atsız bu minvalde tasavvufun İslam‟a aykırı bir düşünce olduğunu düşünmekte ve tasavvufu savunan Nurettin Topçu‟ya şu şekilde seslenmektedir: “Ne biçim bir Müslümandır ki cihadı, yani savaşı farz kılan Hazreti Muhammed‟in prensibine uymaz da, sağ yanına tokat atanlara sol yanağını uzatmayı telkin eden İsa‟nın prensibini kabullenir?” Atsız‟ın burada İslam‟ın peygamberine Hz. Muhammed diye seslenmesi de dikkat çekicidir zira daha önce de görüldüğü üzere Atsız, kendisine “peygamber” ya da sadece adını kullanarak “Muhammed” olarak seslenmektedir.
"Süt verirken öz anam, Böyle demişti bana: Seni kurban besliyorum Türk Yurduna, Vatana, Bu dünyada azatlığı şan şöhretten üstün tut, Alçaklığı, yaltaklığı, rezilliği sen unut! Senin sevgin vatan olsun, millet olsun, ben olum, Sütüm sana haram olsun; hıyanet etsen oğlum!"

Ahmet Cevat

Çevrimdışı Işbara Tarkan

  • Türkçü-Turancı
  • ***
  • İleti: 103
  • Elçibey'in Askeri
   Atsız bu dönemde “tarikat” olgusu üzerinde de fikirlerini beyan etmiştir. Osmanlı Devleti döneminin 14. ve 15.yüzyıllarda birçok tarikatın varlığına tanıklık ettiğini söyleyen Atsız, bu tarikatları “küçük birer hakikatin yanında bir yığın safsatayı ileri sürerek millete hitap ve birbirleriyle mücadele eden” yapılar olarak görmektedir. O dönemki tarikatları, makalenin yazılmış olduğu tarihteki “komünistlere” benzeten Atsız, iki grubun da devlete sızmak ve önemli yerleri ele geçirmek suretiyle iktidara gelmeyi amaçlamakla itham etmektedir.309

   Buraya kadar yapılan alıntılara bakıldığı vakit Atsız‟ın “din” olgusu bağlamında ve “din” kaynaklı meselelerde olumsuz bir tutum içerisinde olduğu gözlemlenmektedir. Ancak, Atsız‟ın daha önceki dönemlerde olduğu gibi bazı makalelerinde bu durumu tekzip edercesine “olumlu” sözler ifade ettiği görülmektedir.

   Komünizm‟i irdelediği bir makalesinde insanların “anadan doğma” bazı düşüncelerinin olduğunu belirten Atsız bu hususta “mülkiyet”, “hürriyet” ve “millet ve din” kavramlarını örnek olarak göstermektedir.310 Atsız, burada “din” duygusunu “fıtri” bir özellik olarak tanıtmakta ve “din” karşıtı olarak nitelediği “komünizm” fikrini eleştirmektedir. Bir başka makalesinde “komünist bir tarih öğretmeni” profili çizen Atsız, bu tarih öğretmeninin “sinsi sinsi” dinle alay ederek milletin manevi bağlarından birini koparmak isteyeceğini iddia etmektedir.311 İnsanların belli konularda “mizah” ve “şaka” yapamayacağını ifade ederken ise, örnek olarak “Kuran”‟ı da sıralamaktadır çünkü “Kuran” “milli mukaddesatın” içerisindedir.312 Daha önce, “milli mukaddesat” konusunda “İslam” veyahut “Kuran” örneğini vermeyen Atsız‟ın bu makaleyi “komünist” olarak nitelediği cenaha yöneltmesi bu bağlamda önemlidir. Atsız, “ilericiler” sıfatını kullanarak eleştirdiği güruhu da “din karşıtlığı” bağlamında tenkit etmektedir. Dinlerin “ahlaksızlıklara” karşı bir kalkan olduğunu düşünen Atsız, bu hususta pagan Roma dönemini misal vermekte ve o dönemin “serbest aşk” yüzünden birçok “rezalete” sahne olduğunu ifade etmektedir. Atsız‟a göre, dinlerin erkek-dişi ilişkileri üzerine kurduğu “baskı” da bu durumun bir tezahürüdür ve bu “rezaletlere” karşı bir sosyal tepkinin ürünüdür.313

   “Din” olgusunu daha önceki dönemlerde olduğu gibi “ülkü” bağlamında da irdeleyen Atsız, “din” olgusunun eski zamanlarda “ülkü” mahiyetinde işlev gördüğünü ve yararlı olduğunu düşünmektedir. Bu minvalde tarihten referanslar veren Atsız‟a göre, Anadolu‟ya ilk akınları yapan Çağrı Bey, bu akınları “milli” ve “dini” ülkülerle gerçekleştirmiştir.314 Türk milletinin hangi ana ilkeler etrafında birleşmesi gerektiğini tartıştığı bir tartışmasında ise Atsız; Osmanlı döneminde “din” ve “devlet” ilkeleri etrafında Türklerin kaynaştığını ve “din” olgusunun Türklerin manevi tarafını teşkil ettiğini iddia etmiştir. Atsız‟a göre o dönemde bu ilkeler etrafında kaynaşan Türkler, 17.yüzyıla kadar “tek başına yenilemeyen” bir devlete sahiptir.315 Atsız‟ın burada bir ülkü mahiyetinde işlevsellik kazanan “din” olgusunu sahiplendiği fakat referans olarak iki örnekte de tarihi hadiseleri argüman olarak kullandığı görülmektedir. Atsız‟ın bu noktada daha önce birçok defa alıntılandığı üzere, “din” olgusunun “ülkü” niteliğini kaybettiği fikrinde olduğu muhtemeldir.

   Atsız‟ın bu dönemde yazmış olduğu “Nurculuk Denen Sayıklama” adlı makalede tek parti döneminde “manevi ihtiyacı karşılamak” üzere herhangi bir okulun kurulmamasını eleştirdiği yukarıda belirtilmişti. Atsız yine bu dönemde yazdığı ve “Konuşmalar” adını verdiği bir dizi makalede bu tenkidini sürdürmekte ve Türkiye‟de öğrenci vasfına layık tek topluluğun “İmam Hatip” okulları olduğunu düşünmektedir. Bu okulda yetişen öğrencilerin dini bilgilerin yanında çağdaş bilimlere de vakıf olduğunu düşünen Atsız, bu öğrencilerin ülke için büyük bir kazanç olduğunu savunmaktadır. Bu eksende bizzat Atatürk‟ün adını vererek tek parti dönemini eleştiren Atsız‟a göre, “tekkeler ve medreselerin” kapatılmasından sonra bir “Yüksek İslam Enstitüsü‟nün” kurulmaması büyük bir hata olmuştur ve bu yüzden “kara cahil yobazlar” türemiştir.316

   Bu on yıllık zaman dilimine bakıldığı vakit, Atsız‟ın düşüncelerini derli toplu görebilme imkânının olduğu gözlemlenmektedir. Zira bu on yıllık zaman dilimi Atsız‟ın daha önce de zikredildiği üzere en yoğun yazı yazdığı dönem olmuştur. 60‟lı yıllar,Atsız‟ın yükselen “İslamcılık” karşısında aktif bir tutum aldığı, “laik” eksende duruşunu net bir şekilde gösterdiği ve İslamiyet hususunda eleştirilerinin mevcut olduğu bir dönem olmuştur. Ancak Atsız, yine de “komünizm” karşısında “din” düşüncesini sahiplenmiş ve “din” düşüncesini “ilahi” olarak düşünmese de “sosyal nizamı” sağlama noktasında önemli bir payeye haiz olduğunu dile getirmiştir.

249 Atsız, “Uydurma Milliyetçilik”,Ötüken, sayı:2,1964,Makaleler III ,s.416.
250 Atsız, “ Birleşmiş Milletler İdeali”,Ötüken, sayı:5,15 Mayıs 1964,Makaleler IV, s.73.
251 Atsız, “Hürriyetin Sınırları”,Ötüken, sayı:52,Nisan 1968,Makaleler IV, s.154.
252 Atsız, “Milliyetçi Gençlik”,Ötüken, sayı:15,22 Mart 1965,Makaleler III, s.124.
253Atsız, “İslam Birliği Kuruntusu”,Ötüken, sayı:4,17 Nisan 1964,Makaleler IV, s.473.Atsız, tevkif edilmesine sebep olacak olan “Konuşmalar” adlı bir dizi makalesinin ilkinde şu şekilde seslenmektedir: “Türkler acaip bir millet oldu. Kendisine yapılan fenalıkları unutuyor. Kendisinden başka hiç kimseye düşmanlık gütmüyor. Evet, Türkler kendilerine düşman bir millet oldular. Kendilerini yok edecek ne varsa ona sarılıyor, kendisini yükseltecek ne varsa onu tepiyor. Nurcu oluyor, Arapçı oluyor, Moskofçu oluyor fakat Türkçü olmuyor…”Bkz, Atsız, “Konuşmalar I”,Ötüken, sayı:40,1967,Makaleler III, s.536.
254 Kemal Pilavoğlu adlı bir şeyh tarafından idare edilen ve Libya kökenli olan “Ticanilik” akımı, Atatürk‟ün büst ve heykellerini tahrip eden ve teokratik bir monarşi için mücadele eden dini bir cemaattir. Bu cemaatin, 1951 yılının Haziran ayında toplanmaya başlamış ve 27 Haziran 1951 yılında şeyhleri Kemal Pilavoğlu tutuklanmıştır. Pilavoğlu‟nun tutuklanmasından sonra bu cemaat etkinliğini yitirmiştir. Bkz, Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye(1945-1980),s.466,483.Atsız‟ın, “Ticanilik” ile ilgili fikirlerini 1950‟li yıllarda değil 1960‟lı yıllarda yazmış olması dikkat çekicidir.
255 Atsız, “Nurculuk Denen Sayıklama”,Ötüken, sayı:109,7Mart 1964,Makaleler III, s.452.
256 a.g.m, s.452.
257 a.g.m, s.453.
258 a.g.m, s.453.
259 a.g.m, s.454.
260a.g.m,s.456. 1964 yılında Nurculuk ile alakalı başka önemli bir eser ise Ankara Üniversitesi İlahiyat Yayınları tarafından yayınlanan, “İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar:Nurculuk” adlı bir risaledir.Nurculuk akımını İslam‟a uygunluğu ekseninde irdeleyen bu çalışmada, Nurculuk, “egosantrik tefsirlere” sahip olan ve “psiko-patoloji”nin ilgi alanına girmesi gereken bir akım olarak görülmüştür.Bu risaleye göre, Said-i Nursi, berbat bir Türkçe‟ye sahip olan dar ve ilkel düşünen, İslam dininin farzına da sünnetine de uymayan, Cuma namazı dahi kılmayan birisi olarak resmedilmiştir.Bkz, Neda Armaner,İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk,Milli Eğitim Basımevi,Ankara,1964,s.5,6,12. Said- Nursi ve Nurculuk ile alakalı daha farklı bir yorum için, bkz,Şerif Mardin, Türkiye‟de Din ve Siyaset,169-193.
261 Atsız, “Milliyetçi Gençlik”,Makaleler III, s.125.
262 Atsız, “Dindar ve Mutaassıp Hacı Bayanın Türklüğe Hakaretleri”,Ötüken, sayı:64,1969,Makaleler III, s.447.
263 Atsız, “Tarihin Akışı Değiştirilmiyor”,Ötüken, sayı:12,15 Aralık 1964,Makaleler III, s.76.
264 Atsız, “Kürtler ve Komünistler”,Ötüken, sayı:28,30 Nisan 1966,Makaleler III, s.379.
265 Atsız, “Sağcı Kimdir”,Ötüken, sayı:50,Şubat 1968,Makaleler III, s.119. Atsız, “sağ” ve “sol” tarifini de “millik” “evrensellik” ölçeğinde yapmaktadır. Atsız‟a göre bir parti milliyetçi olduğu sürece “sağ” telakki edilebilir. Milliyetçilik, milletin toplum ve fert olarak yükselmesinden taraf olduğu için, milliyetçi bir parti sosyalistlerin fikirlerine de yakın olabilir. Buna mukabil, milli gelenekleri ön planda tutan milliyetçi partiler milli ahlak bakımından “muhafazakardır”lar. Bkz, a.g.m,s.118. Atsız‟ın burada kast etmek istediği, nasıl ki sosyal adalet şiarını güden bir parti milliyetçi bir partinin fikirlerine uyumlu diye “sağcı” sayılamazsa, “muhafazakar” bir parti de milliyetçi olmadığı sürece “sağcı” sayılamayacağıdır. Atsız‟ın lügatinde “sağ” milliyi, “sol” ise “beynelmilel”i karşılamaktadır.
266 Atsız, sürekli değişen prensiplere dayandığını düşündüğü “iktisat” konusunda düşüncelerini ortaya koyacak makalelere fazla yer vermemiştir. Sadece, dergicilik hayatına yeni başladığı “Atsız Mecmua” adlı mecmuada, “Milli İktisat”(Bkz, Atsız Mecmua, sayı:8,1931,Makaleler III, s.249-254) ve “İktisat ve Milli Müdafaa”(Bkz, Atsız Mecmua, sayı:11,1932,Makaleler III, s.255-261) adlı iki adet makalesi olan Atsız‟ın savunduğu iktisadi görüş hakkında Yılmaz Öztuna şu sözleri söylemektedir: “1951’de ben, Atsız ve Danişmend, iktisadi bahislerde dehşetli özel sektörcü, adeta Victoria çağı liberalleri idik. Atsız bu bahiste arkadaşlarından ayrılıyordu. Said Bilgiç, bizim bu fikirlerimiz karşısında dehşete kapılmış ve birçok sektörde devletçi olmanın lüzumunu söylemişti. Çeyrek asırdan bu yana, özel sektör mensuplarının çılgınlıklarını ve egoistliklerini göre göre ayıldık… Bkz, Yılmaz Öztuna, “Atsız‟ın Ardından”,s.24.
267 Atsız, “Sağcı Kimdir”,Makaleler III, s.120.
268 Atsız, “İslam Birliği Kuruntusu”,Makaleler III, s.474.
269 a.g.m, s.470.
270 a.g.m, s.471-472.
271 Atsız, “İşte Sosyalizm”,Ötüken, sayı:6,15 Haziran 1964,Makaleler III, s.340.
272 Arapça, “ricat” yani geri çekilme kelimesinden türeyen “irtica” sözcüğü,31 Mart ayaklanmasından sonra Türk siyasi hayatına giren ve dini anlamda gericilik düşüncesini niteleyen bir kelimedir.
273 Atsız, “İrtica Artık Bir Kuvvet Değildir”,Gözlem,15 Mayıs 1969,Makaleler III, s.475.
274 a.g.m, s.478.
275Yobaz kelimesini bu manada kullandığı bazı makaleler için bkz. Atsız, “Turancıyız Ne Olacak”,Ötüken, sayı:30,25 Haziran 1966,Makaleler III, s.54; “Bağımsız Kürt Devleti Propagandası”,Ötüken, sayı:45,Eylül 1967,Makaleler III, s.398; “Nurculuk Denen Sayıklama”,Makaleler III, s.454.
276 Atsız, “68.Vilayete Seyahat”, Makaleler IV, s.284.
277 Atsız, “Altıncı Filo?!”,Gözlem,6 Mart 1969,Makaleler IV,s.498-499.Atsız bu makalede , 6.filo protestosunu “sağdan sola” kadar bütün yurttaşların “az çok” milli duygu ile yaptıkları bir yürüyüş olarak takdim etmektedir.Bkz,a.g.m,s.499.
278 Atsız, “İslam Birliği Kuruntusu”,Makaleler III, s.465. Alıntıdan da açıkça anlaşılacağı üzere Atsız‟ın “Arap” algısı fevkalade olumsuzdur. Bir yazısında Arapları şöyle tarif eder; “yüzyıllar boyunca tutsaklık hayatı yaşadıkları için cesaretten nasibini alamamış”. Bkz.Atsız, “Milli Siyaset”,sayı:5,Gözlem, Makaleler III, s.244.Başka bir yazısında ise Atsız, Arapları, Suriye cephesinde bozulan Türk ordusunun esirlerini öldürmek ve diri olanların karnını deşmekle suçlamıştır. “Hep bu din kardeşlerimiz” diyerek ironik bir ifade de bulunan Atsız, Arapların Türk esirlerini, “Peygamber soyundan gelen şeflerine” sunduğunu iddia ederek, Araplara olan düşmanlığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Bkz, Atsız, “İslam Birliği Kuruntusu”,Makaleler III, s.472
279 Atsız, “Birleşmiş Milletler İdeali”,Ötüken, sayı:5,15 Mayıs 1964,Makaleler IV, s.69-70.
280 Atsız, “İslam Birliği Kuruntusu”,Makaleler III, s.468.
281 a.g.m,s.471.
282Atsız, Türk Tarihinde Meseleler, s.30.
283 Atsız, “Turancılık Romantik Bir Hayal Değildir”,Makaleler III, s.41.
284 Atsız, “Turancılık ve Faruk Güventürk”,Ötüken, sayı:6,Haziran 1968,Makaleler III, s.48.
285 Atsız, “Konuşmalar I”,Makaleler III, s.531.
286 Atsız, “Nurculuk Denen Sayıklama”,Makaleler III, s.451.
287 August Comte‟nin ortaya attığı “pozitivizm” fikri “üç hal” yasasına dayanmaktadır. “Üç hal”; teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitif aşamadır. Teolojik aşamada bütün olaylar doğaüstü güçler tarafından yönetilirken, metafizik aşamada Tanrı düşüncesi yerini niteliği belirsiz, mistik varlıklara bırakır. Pozitif aşamada ise, olaylar gözlemler ve deneylere dayanan bilim aracılığıyla açıklanır. Bkz, Mehmet Özay, a.g.e,s.54.Pozitivist düşüncenin önde gelen isimlerinden olan Comte ve Durkheim‟a göre, “din” toplumsal bir nitelik taşır, gereklidir ancak toplumsal dünyayı anlamak adına yetersizdir.Bkz,a.g.e,s.130. “Pozitivizm” düşüncesinin Türk düşünce hayatındaki entelektüel tabanı için,bkz.Murtaza Korlaelçi, “Pozitivist Düşüncenin İthali”,Modern Türkiye‟de Siyasal Düşünce:1 Cumhuriyet‟e Devreden Düşünce Mirası,Tanzimat ve Meşrutiyet‟in Birikimi,ed.Tanıl Bora,Murat Gültekingil,7.B,İletişim Yayınları,İstanbul,2006,s.214-223.
288 Atsız, “Uydurma Milliyetçilik”,Makaleler III, s.418.
289 Atsız, “İslam Birliği Kuruntusu”,Ötüken, sayı:4,17 Nisan 1964.
290 a.g.m, s.468.
291 a.g.m, s.468.
292 Atsız, “Bağımsız Kürt Devleti Propagandası”, Makaleler III, s.398.
293 Nurettin Topçu, Anadolucu milliyetçiliğin simge isimlerinden bir tanesidir. Dini bağ ile milli bağı iç içe gören Nurettin Topçu, mistik anlamlarla yüklü toprak/vatan kavramına merkezi bir önem atıfta bulunmaktadır. Bkz, Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali, s.90.Topçu‟nun “millet” anlayışında “Turan” milleti yer almamaktadır. Topçu‟ya göre Türkiye, Azerbaycan, İran ve başka yerlerde yaşayan Türklerde çıkar ve dilek birliği yoktur çünkü aynı coğrafyayı paylaşmazlar. Bkz, Seçil Deren, “Türk Siyasal Düşüncesinde Anadolu Düşüncesi”,Modern Türkiye‟de Siyasal Düşünceler:4 Milliyetçilik, s.538.Topçu‟nun bir başka önemli yanı, O‟nun şehirli İslam‟a karşı, “isyan ruhunu” ön plana çıkarmasıdır ve bu sebepten ötürü milliyetçi-muhafazakâr çevrelerde “Marksist” olmakla suçlanmıştır. Bkz, Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali, s.91.Atsız da, Nurettin Topçu‟nun “İslam sosyalizmi” düşüncesine karşı çıkmakta ve Aclan Sayılgan‟ın bu konudaki düşüncelerine şu cümle ile yer vermektedir: “Nurettin Topçu‟nun özel sosyalizmi ise bu fikrin ilkelerini Peygamberde bulmaktadır. Memleketimizin her alanındaki davranışları ve fikirlerin modayı ve fanteziyi aşamadığını düşünmek Aclan Sayılgan‟ın hükmünde doğruluğu tespit etmektedir.”Bkz, Atsız, “Solun 94 Yılı”,Ötüken, sayı:8,25 Temmuz 1968,Makaleler I,s.414.
294 Atsız, “Bir Felsefe Öğretmeninin Yanlışları”,Orhun, sayı:23,1964,Makaleler III, s.434.
295 a.g.m,s.438.
296Bu dönemde Adalet Partisi‟nin Cumhurbaşkanı adayı olan Ali Fuat Başgil, “muhafazakâr-liberal” düşünce çizgisinin önemli şahsiyetlerinden biri olmuştur. Başgil‟e göre “din” yüksek tefekkür seviyesine çıkamayan halk için ahlaki terbiye bakımından lüzumludur ve dini devlet kontrolüne tuttuğunu düşündüğü “Türk laikliğine” eleştirel bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Bkz, Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali, s.94.Atsız‟ın,Ali Fuat Başgil ile olan tartışması, Başgil‟in Türk milletinin başlangıcı olarak 1071 yılını işaret etmesinden kaynaklanmaktadır. Başgil‟in “Biz Anadolu‟da kurulmuş bir milletiz”, tezine karşılık Atsız; Türklerin Anadolu‟ya gelişinden yüzyıllar önce Orta Asya‟da teşkil olmuş bir millet olduğunu savunmaktadır. Bkz, Atsız, “Ordinaryüs‟ün Fahiş Hataları”,İstanbul,15 Ekim 1961,Makaleler III, s.408.Altan Deliorman‟a göre “Ordinaryüs‟ün Fahiş Yanlışları” adlı broşürün yayınlanması milliyetçi çevrelerde pek hoş karşılanmamıştır çünkü Başgil, broşürün yayınlandığı tarihlerde kendisine ümit bağlanmış bir şahsiyet haline gelmiştir ve CHP karşısında “böyle kuvvetli” birisine ihtiyaç vardır. Bkz, Deliorman, Tanıdığım Atsız, s.173.Atsız‟ın bu dönemde Başgil ile fikir mücadelesine girmesinde, Ali Fuat Başgil‟in yükselen karizması da etkili olmuş olabilir zira yine Deliorman‟ın eserinde yer aldığı üzere o dönemde milliyetçilerin iki grup halinde yer almaktadır. Birinci grup, Ali Fuat Başgil‟in liderliğine inanan ve onu destekleyenlerden oluşmaktadır. İkinci grup ise Alparslan Türkeş‟in Türk milliyetçiliği fikrini zafere ulaştıracağına inananlardandır. Atsız da Türkeş‟e inananlardan biridir. Bkz, Deliorman, Tanıdığım Atsız, s.162. Her ne kadar Deliorman bu tartışmanın Atsız‟a zarar verdiğini ve milliyetçi çevrelerde iyi karşılanmadığını düşünse de, aynı dönemde bu polemiği bütün ayrıntılarıyla ele alan ve Atsız‟ı destekleyen bir eser bir eser bulunmaktadır. Hayrani Ilgar adlı bir araştırmacı, “Sözde ve Gerçek Milliyetçilik(Atsız-Başgil Mücadelesinin İçyüzü) adlı bir risaleyi 1964 yılında bastırmaktadır. Eserde Ali Fuat Başgil ve onu destekleyenler “siyasi ümmetçi” olan ve milliyetçiliği gerçek anlamda temsil etmeyen Anadolucular olarak anılmaktadır. Bkz,. Atsız ile Başgil arasında geçen bu mücadele Türk milliyetçiliği fikrinde yaşanan “derin çatallaşmayı” gözler önüne serecektir.
297 Atsız, “Ordinaryüs‟ün Fahiş Yanlışları”,Makaleler III, s.408.
298 Atsız, “Uydurma Milliyetçilik”,Makaleler III, s.417.
299 a.g.m,s.418. Atsız, Başgil‟in Müslümanlığını samimi bulmamakta ve “meyhaneye ve kumarhaneye abone olan bir adamın, İslam davası gütmesiyle, bir fahişenin aile faziletinden bahsetmesi arasında hiçbir fark yoktur” diyerek Başgil‟i samimi olmamakla suçlamıştır.Bkz,a.g.m,s.416.Altan Deliorman da Atsız ile alakalı yazdığı eserinde,Atsız‟ın Başgil‟e tahammülü olmadığını söylemekte ve bir gün kendisine şu sözleri sarf ettiğini belirtmektedir: “Yahu bu Başgil Müslümanlığı kimseye bırakmaz ama gece gündüz de maşrapa maşrapa şarap içer”.Bkz,Deliorman,Tanıdığım Atsız,s.158.
300 Cumhuriyet dönemi romancılarından olan Münevver Ayaşlı “muhafazakâr değerleri” ön planda tutan bir romancı olarak Türk edebiyatında yer almıştır. Cumhuriyet dönemi reformlarından “dil ve harf” devrimlerini eleştiren Münevver Ayaşlı‟ya göre, harf inkılâbı “koca Türk çınarını” yıkan, onu bir “mantar” haline getiren bir reform olmuştur. Bu olayı Babil‟de yaşanan lisan” hercümerci” ile özdeşleştiren Münevver Ayaşlı, bu hercümercin modern zamanlarda bir tek Türkiye‟nin başına geldiğini iddia eder. Bkz, A.Ömer Türkeş, “Milli Edebiyattan Milliyetçi Romanlara”,Modern Türkiye‟de Siyasal Düşünce:4 Milliyetçilik, s.816.
301 Atsız‟ın bu dönemde İslami kavramlarla alakalı pejoratif ifadeleri yanında İslami kavramlara müstehzi anlamlar yüklediği yazılar da mevcuttur. Almanya anılarının anlattığı makalesinde; “Mikail Aleyhisselam bana bir iş etti ki sormayın:19 Kasın akşamı başlayan sağanak sırasında elektriklerin sönmesi ihtimaliyle masamda mum, cebimde kibrit gazete oturduğum odaya üst kattan su sızdığını görerek teftiş maksadıyla yukarı çıktım… Bizim evin kaidesi budur. Dam akmasına alışığız. Nuh peygamber, kısmen Âdem Aleyhisselam zamanından kalma nadide eşyalarımızın harap olmasından yüksündüğümüz yok…”Bkz, Atsız, “68.Vilayete Seyahat”,Makaleler IV, s.303.Başka bir yazısında ise Atsız, Milli Eğitim Bakanlığına yükselen sosyalizm karşısında tedbir almaya çağırırken; “Eshab-ı Kehf uykusu artık yeter” diyerek seslenmiştir. Bkz, “Komünizmin Ahmak Kardeşi: Sosyalizm”,Makaleler III, s.337.
302 Atsız, “Dindar ve Mutaassıp Bayanın Türklüğe Hakaretleri”,Ötüken, sayı:64,1969,Makaleler III, s.446.
303 a.g.m, s.444.
304 a.g.m, s.445.
305 a.g.m, s.446.
306 a.g.m,s.447.
307 Hallac-ı Mansur tarafından 10.yüzyılda söylenmiş ve “Ben Tanrı‟yım” anlamına gelen söz dizisidir.
308 Atsız, “Bir Felsefe Öğretmeninin Yanlışları”,Makaleler III, s.436.
309 Atsız, “Sosyalizm Maskaralığı”,Makaleler III,348.
310 Atsız, “Tarihin Akışı Değiştirilmiyor”,Makaleler IV, s.76.
311 Atsız, “Komünistler”,Makaleler III, s.322.
312 Atsız, “Hürriyetin Sınırları”,Ötüken, sayı:52,Nisan 1968,Makaleler IV, s.153.
313 Atsız, “İlericiler”,Ötüken, sayı:12,15 Aralık 1964,Makaleler IV, s.81.
314 Atsız, “Çağrı Beğ”,Orkun, sayı:9,1962,Makaleler II, s.28.
315 Atsız, “Konuşmalar I”,Makaleler III, s.530.
316 a.g.e, s.540. 1944 tevkifatında yargılanan 23 kişiden biri olan Hikmet Tanyu İlahiyat profesörüdür ve Atsız‟ın ölümüne kadar yanında olan arkadaşlarından bir tanesidir. Atsız‟ın İlahiyat Fakülteleri ve İmam-Hatip okulları üzerindeki olumlu intibaının arka planında Hikmet Tanyu‟nun etkisi bulunabilir.
"Süt verirken öz anam, Böyle demişti bana: Seni kurban besliyorum Türk Yurduna, Vatana, Bu dünyada azatlığı şan şöhretten üstün tut, Alçaklığı, yaltaklığı, rezilliği sen unut! Senin sevgin vatan olsun, millet olsun, ben olum, Sütüm sana haram olsun; hıyanet etsen oğlum!"

Ahmet Cevat

Çevrimdışı Işbara Tarkan

  • Türkçü-Turancı
  • ***
  • İleti: 103
  • Elçibey'in Askeri
2.5 70‟li Yıllardaki Makaleleri ve Eserleri Işığında Atsız ve Din

   70‟li yıllar Atsız‟ın hayatının son demleri olmuş ve 11 Aralık 1975 günü vefat etmiştir. Bu 5 yıllık zaman dilimi içerisinde, “Konuşmalar” başlıklı yazı dizisi yüzünden tevkif de edilen Atsız, bu kısa zaman dilimine birçok makaleyi sığdırabilmiştir. Bu makalelerde Atsız, 60‟lı yıllarda dile getirdiği düşüncelere paralel fikirler beyan etmiştir. Bundan ötürü aslında 60‟lı yıllar ve 70‟li yılların bir başlık altında toplanması gerekmektedir. Ancak bu makaleler içerisinde yer alan iki tane makale, belki de bu tezin hazırlanmasını doğuran düşüncelerin yer aldığı yazılar olmuştur. Bundan ötürü 70‟li yıllar ayrı bir başlık altında incelenecektir. Tezin bu safhasında bu iki makale yer alacak ve ondan sonra bu bölümün kısa bir özeti yapılmaya çalışılacaktır.

   Atsız‟ın bu dönemde büyük yankı uyandıran ve Atsız‟ın “din” olgusu bağlamında ne düşündüğü konusunda tartışmalara sebep olan ilk makalesi “Türkçülüğe Karşı Yobazlık” başlıklı yazı olmuştur. Atsız bu makaleyi, “Türkiye İmam-Hatip Okulları Mezunları Cemiyeti” tarafından çıkarılan “İslam‟ın İlk Emri: Oku” adlı dergide “Hasan Bağcı” tarafından yayınlanan bir yazıya cevaben kaleme almıştır. Hasan Bağcı tarafından yazılan makalede, Ziya Gökalp‟e yönelik ciddi eleştiriler bulunmaktadır ve Ziya Gökalp, Türkçülüğün ilk teorisyeni olmak suretiyle, İslam‟a alternatif bir fikir yaymakla itham edilmiştir. Ayrıca Hasan Bağcı, Türkçülük fikrinin “Yahudilerin” himayesi altında olduğunu iddia etmiştir.317

   Atsız ise Türkçülüğü Ziya Gökalp‟ın icat etmediğini sadece Türkçülük fikrinin ismini koyan ve bu fikri sistemleştiren biri olduğunu belirterek yanıt vermeye başlamıştır. Gökalp‟ın, Türkçülüğü İslam‟a alternatif olarak sunmadığını iddia eden Atsız bu savına dayanak olarak Gökalp‟ın “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” sözünü belirtmiştir. Atsız‟ın mezkûr makalede karşı çıktığı diğer bir önemli nokta ise Türkçülüğün “Yahudi” himayesi altında olduğu iddiasıdır. Atsız‟a göre Gökalp‟ın Yahudi kökenli olan Durkheim‟dan bazı fikirler alması O‟nun “Yahudi istismarcılığına” alet olduğu anlamına gelmemelidir. Zira her “bilgin, filozof, fikir adamı hatta peygamber” kendisinden önce gelenlerde bazı fikirleri iktibas etmiştir. Atsız bu bağlamda daha da ileri giderek; “İslam peygamberi de daha öncekilerden bazı şeyler almış ve onların devamı olduğunu söylemiştir” diyerek Hz.Muhammed‟i “ilahi” niteliğinden soyutlamış ve bir “fikir adamı” seviyesinde değerlendirmiştir.318

   Atsız, zikredilen makalenin yazarı Hasan Bağcı‟nın “Türkçülüğe dost” olmamasından ötürü “Türklük‟e de dost” olamayacağını ifade ederken, her ne kadar Hasan Bağcı‟nın soy bakımından Türk olmasa da “samimi bir Müslüman” olarak Türklüğe atılan hakaretleri kabul etmemesi gerektiğini dile getirmiştir. Zira Atsız‟a göre; “Türklük Müslümanlık olmadan da yaşar ve nitekim yaşamıştır ama Müslümanlık Türklüksüz yaşayamaz. Onu ancak Türklüğün sel gibi akan kanları ayakta tutmuş, tutabilmiştir. Türkiye’den ayrılan Arap Devletleri’nin zavallı, aciz ve gülünç durumları ortadadır.”319 Atsız, burada açık bir şekilde Türklüğü İslam‟ın fevkinde olarak nitelendirmekte ve İslam‟ın Türkler olmadan yaşayamayacağını iddia etmektedir.

   Atsız makalede “yobazlık” düşüncesinin köklerinin “medrese”nin Türk düşünce ve siyaset hayatına hâkim olmasında aranması gerektiğini öne sürmüştür. Atsız,“din taassubunun” her türlü iç kavgalara ve kan dökülmesine sebep olduğunu ve bu durumun şimdiki zamana kadar geldiğini iddia etmiştir. Atsız‟a göre “medresenin” Türk fikir ve siyaset hayatına hâkim olmasından evvel “taassup” bulunmamaktadır. Buna örnek olarak ise, “büyük bir İslam mücahiti” olarak nitelediği Fatih‟in İslamiyet‟e göre “haram” olarak addedilen resim yaptırma konusundaki tavrını göstermiştir. Atsız, bir diğer örnek olarak II.Murad‟ın, “kadınlardan mürekkep musiki heyeti” oluşturduğunu ve şarap içmesini vermiştir.Atsız‟a göre içkiye düşkünlüğüyle bilinen diğer tarihi şahsiyetler Yıldırım Bayezid,Orhan Gazi ve Geyikli Baba‟dır.Atsız, bu kişilerin içki içmesiyle ilgili olarak şu sözleri söylemiştir: “Murad Beğ’in,Yıldırım’ın şarap içmesi veya Orhan Beğ’in bir dervişe içsin diye şarap göndermesiyle ne dünya yıkılmış,ne dine zarar gelmiş, ne de Müslümanlık kuvvetini kaybetmiştir” Atsız daha da ileri giderek, “şarap içen” fakat Rumlarla savaşan diyerek tanımladığı Geyikli Baba‟nın, “beş vakit namaz kılan” fakat “tefecilikle milleti soyan” insanlardan çok daha “yüksek” biri olduğunu iddia etmiştir.320

   Makalenin devamında Türkiye‟nin birçok alanda ileri gittiğini, üniversitelerin kurulduğunu, ağır sanayi atılımlarının gerçekleştiğini ifade eden Atsız‟a göre bu “ileri gidiş” Türk düşünce hayatını “fikir düşünlüklerinden” koruyamamıştır. Atsız, “fikir düşkünlüklerinden” neyi kast ettiği daha sonraki paragrafında anlaşılmaktadır. Atsız‟a göre, ilk önce “Ticanilik” akımın bir “garabet” olarak türemiş, bu akımı “Nurculuk” akımı takip etmiş ve daha sonra “Süleymancılık” fikri peyda olmuştur. Atsız, bu akımların “İmam-Hatip” okullarının öğrencilerini dahi tekfir ettiğini iddia etmiş ve “Biberiye, Kameriye” isimli bir takım güruhlarla artık işi cinayete kadar vardırdıklarını ifade etmiştir.321 Atsız bu noktada daha önceki yıllarda olduğu gibi, “İmam-Hatip” okullarını ve “İlahiyat Fakültesi‟ni” işaret etmekte ve “fikir düşkünlüğü” olarak addettiği mezkûr akımların tasfiye olması ve “dinin tamamen bir inanç ve vicdan işi” olarak kalabilmesi için bu okullara ihtiyaç olduğunu savunmuştur.322 Daha önceleri komünizme karşı bir kalkan olarak “din” olgusunu savunduğu görülen Atsız‟ın, İmam-Hatip okulları ve İlahiyat Fakülteleri‟ni de siyasal İslam‟a karşı bir “kalkan” mahiyetinde gördüğü söylenebilir. Burada bir diğer dikkat çeken nokta da bu okulları “dinin tamamen bir inanç ve vicdan işi” olarak kalması noktasında önemli görmesidir. Burada Atsız‟ın “laik” bir hassasiyeti yansıttığı gözlemlenmektedir.

   Atsız‟ın “Türkçülüğe Karşı Yobazlık” başlıklı yazıda bir diğer muarız olduğu ve tenkit ettiği olay da İstanbul‟da vefat eden Emekli Topçu Albayı Cemal Aktoğu‟nun cenaze töreninden sonra “Kartal Din Görevlileri” tarafından yazılan “İslam‟a Uymayan İşler” beyanname olmuştur. Beyannamenin içerisinde “Cenaze için çelenk yaptırılmasının” ve “Cenazenin bando ile kaldırılmasının” İslam‟a aykırı olduğu yönündeki ifadeleri ağır bir şekilde eleştiren Atsız, bu kişileri, “Birgili‟nin323 Halefleri” olarak tanımlamıştır. Atsız‟a göre bu zihniyet “iptidaidir” ve bu zihniyetin ölünün ruhu için dağıtılan lokma tatlısı ve helva ile de sorunun olduğunu çünkü bu ritüellerin İslam‟da yer almayıp Türkler tarafından sokulduğunu öne sürmüştür.324

   Atsız‟ın “Türkçülüğe Karşı Yobazlık” başlıklı makalesi oldukça yankı uyandırmış ve bu yazıya karşı Hasan Bağcı yine “İslam‟ın İlk Emri: Oku” adlı dergide “İslam‟a Karşı Yobazlık” başlıklı bir cevap yazısı kaleme almıştır. Makalenin içerisinde yer alan bazı cümleler şu şekilde özetlenebilir: “Türkiye‟mizde son yıllarda cesaretini arttıran türlü akımlar arasında bir de hakiki Türk görünme, dini ve Allah’ı bir tarafa atma hastalığı türemiştir. Hakiki Türk ruhunun şiddetle nefret ettiği bu tarz hastalıklar da yine ve maalesef son yıllarda biraz bolca yetiştirdiğimiz „yarım münevverler arasındır… Sahasının dışında mefkuremize saldırmak suretiyle makalemizin başlığını hak eden Sayın Atsız’ın yazısında o kadar çok hata var ki...325 Atsız ise bu makaleye karşı cevapsız kalmayarak, “Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir”326 başlıklı bir makale yayınlamıştır.

   Atsız bu makalede “yobazlık” düşüncesinin uluslararası bir hastalık olduğunu iddia etmiş ve bu hastalığın “kızıl” türü gibi “yeşil” türünün de olduğunu ifade etmiştir. Atsız‟a göre bu hastalığın “yeşil” türüne yakalananlar, fikirlere ve içtihatlara saygı duymamaktadır çünkü tartışabilecek seviyede değillerdir. Bundan ötürü bu kişiler “küfür ve iftira” etmek suretiyle üste çıkmaya çalışır ve “ilim-mantık” alanında konuşamadıkları için ancak “ayet” ve “hadis” kullanarak fikirlerini savunabilirler. Atsız‟a göre bu insanlar; “Soy soy insanların bir tek Âdem’le Havva’dan türediklerine, Âdem’in 1050 yıl yaşadığına, Havva’nın her yıl biri erkek biri kız olmak üzere ikiz evlat doğurduklarına ve bu kardeşleri birbirleriyle evlendiklerine inanırlar. Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh’un gemisi onlar için hakikattir. Hangi Teknik Üniversitesinden mezun olduğu belli olmayan Nuh’un yaptığı o pazarcı kayığına her cins hayvandan birer çiftin girip sığması ve 40 tufan gününde birbirini yemeden uslu uslu oturması da gerçektir…”327 Burada Atsız‟ın, yobazlık için kullandığı “kızıl” türden kastının komünistler, “yeşil” türden kast ettiğinin ise “Siyasal İslamcılar” olduğu açık bir biçimde müşahede edilmektedir. Atsız, daha önceki yıllarda olduğu gibi burada da “İslamcılık” düşüncesi ile “komünizm” fikrini aynı potada değerlendirmektedir. Bir diğer dikkat çekici husus ise, Atsız‟ın İslam‟da geçen “yaradılış” anlatısını müstehzi bir biçimde belirtmesi ve yadsımasıdır. Daha önce “yobazlık” kavramını “dini taassup” ile karşılayan Atsız, burada bu mevhumun kapsamını geliştirmiş ve İslam‟ın en temel görüşlerinden biri olan “Âdem ve Havva” tarafından üreme ilkesine inanmayı da bu kavramın kapsamına sokmuştur. Yine İslam‟da geçen ve peygamber olarak tanımlanan Hz.Nuh‟u Atsız; bir “Sümer masalı kahramanı” olarak tanıtmaktadır. Atsız‟ın bu noktada Hz.Nuh‟un “hangi teknik üniversiteden mezun olduğu belli olmayan” biri olarak tanıtması da Hz.Nuh‟un “ilahi” gücünü yadsıdığına delalet etmektedir. Ancak yazının ilerleyen safhalarında Atsız İslam hususunda çok daha açık ve çok daha sert eleştirilerde bulunacaktır.

   Hasan Bağcı‟nın; “İslam düşüncesinde sömürgecilik yoktur. Çünkü İslam örfünde bütün beşeriyet tek ümmettir” cümlelerini eleştiren Atsız, İslam düşüncesinde “sömürgecilik” kavramının var olduğunu çünkü ülkeleri fethetmenin ve haraca bağlamanın sömürmekten başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. Atsız yine Hasan Bağcı‟nın Türkçüleri “Allah‟ı bir tarafa atmakla” itham etmesine de cevap vermiş ve Türkçülerin “Tanrı” düşüncesini bir tarafa atmadığını belirtmiştir. Atsız buna kanıt olarak Türkçülerin “Tanrı Türk‟ü Korusun” sloganını göstermiştir. Atsız‟ın burada “Allah” lafzı yerine “Tanrı” sözcüğünü kullanması dikkat çekicidir ve Atsız cümlesinin devamında Tanrı düşüncesinin insan idraki ve zekâsı dışında olduğunu ve eski Türklerin saygı duydukları varlıkları öz adları ile anmadıklarını ifade etmiştir. Buna dayanak olarak din bilginlerinin asırlar boyunca Tanrı‟nın sureti üzerinde asırlar boyunca tartışmasını veren Atsız‟a göre, “Tevrat‟ın Tanrı ile insanı aynı şekilde tarif etmesi” ilkelliğin bir ürünüdür. “Tanrı, ne din kitaplarının anlattığı gibi insan şeklinde, ne de göklerin bir yerindeki tahtının üzerindedir”.328 Atsız‟ın burada bir nevi “agnostik” bir düşünceyi yansıttığı gözlemlenmektedir. Atsız‟ın her ne kadar Tanrı‟nın var olduğunu düşündüğü açık bir şekilde görülse de Tanrı‟nın suretinin nasıl olduğunu “din kitaplarının” dahi ortaya koyamayacağını ifade ederek “Tanrı‟nın” “bilinemez” olduğunu öne sürmüştür.

   Atsız‟ın bu makalede öne sürmüş olduğu fikirler arasında “insanların eşitsizliği” düşüncesi de bulunmaktadır. Atsız, tabiatta “eşitlik” olmadığını belirtmiş ve tabiatı yaratan “Tanrı”‟nın canlılar arasında “eşitlik” düşünmediğini, bu durumun somut bir şekilde kanıtladığını iddia etmiştir. Atsız‟a göre “adalet” düşüncesi “hak” ve “hukuk” alanında hiçbir zaman eşit olamayan insanlara nispi bir eşitlik sağlamak adına geliştirilmiştir.329 Atsız‟ın burada daha önceki dönemlerde olduğu üzere “Sosyal Darwinist” bir fikir yürüttüğü anlaşılmaktadır. Atsız bu yorumların akabinde Hasan Bağcı‟nın; “İslamiyet ırk ve renk tanımaz” düsturuna karşılık vererek bu ilkenin hiçbir gerçekliğinin olmadığını dile getirmiştir. Atsız, “komünizm” ve “Amerikan anayasasının” da ırk ve renk ayrımına istinat etmediğini ancak gerçekte “ayrımın” her daim olduğunu öne sürmüştür. Atsız‟a göre İslamiyet‟in “renk ve ırk” ayrımını kabul etmemesi de tarihte kalmıştır zira Araplar İngilizler ile birleşerek Türk ordusunu arkadan vurmuştur. Hatta bu “Arap ihanetinin başında Peygamber soyundan gelen şerifler” bulunmuştur.330 Atsız‟ın burada “İslamcılık” veya türevi fikirleri değil doğrudan İslam‟ı “komünizm” düşüncesi ile bir kefede değerlendirdiği görülmektedir. Dikkat çeken bir diğer noktada Atsız‟ın, İslam‟ın peygamberinin doğrudan soyundan gelen “şerif”leri de “ihanet” içerisinde bulunmakla itham etmesidir. Daha önceki yıllarda “Türklük” kimliğini İslamiyet dininin fevkinde görülen Atsız, yazının devamında benzer bir ifade kullanmış ve bu düşünceye İslam eleştirisini de eklemiştir: “İslamiyet Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslamiyet Türkleri değil, Türkler İslamiyet‟i yüceltti. Biz İslam olmadan önce de büyüktük. Keramet İslamiyet’te olsaydı her Müslüman millet yükselirdi. Hele tarafımızdan birkaç kere tekrarlandığı gibi İslamiyet’ten önce büyük devlet olan İran İslam olduktan sonra bugünkü duruma düşmezdi”.331 Görüldüğü üzere burada Atsız, sadece Türklüğün İslam‟dan daha üstün olduğunu söylemekle kalmamış, İran örneğinde görüldüğü üzere İslam‟ın aslında “geriletici” bir unsur olduğunu savunmuştur.

   Atsız‟a göre bilim alanında yaşanan gelişmeler ışığında artık insanların “Adem ve Havva”‟dan türediği tezi çürümüştür ve bilim artık kısa ömürlü de olsa canlı hücre yaratacak seviyeye ulaşmıştır.Bundan ötürü, din bir “ahlak” ve “vicdan” sistemi olarak telakki edilmediği müddetçe ilim karşısında iflas etmeye mahkumdur. Atsız din bilginlerinin de artık din kitaplarındaki “tarihi” ve “ilmi” yanlışlıkları tevil edebilmek adına “vahiy” düşüncesini ortaya attığını ifade etmiş ve “ilham” alan Peygamberlerin de bir “insan” olmasıyla “yanlışlıkları” geçiştirdiklerini belirtmiştir. Bu şekilde tevil etme yoluna girilmese insanların din kitaplarından müstakbel tehlikeleri görmek isteyeceğini dile getiren Atsız‟a göre, mesela milyarlarca yıl sonra olacak olan “kıyamet” düşüncesinin olduğu yerde din kitaplarının zuhurundan birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkan “zehirler” hakkında söz edilmemesi anlaşılamamaktadır.332 Atsız burada “din kitapları” derken muhakkak Kuran‟dan bahsetmektedir zira uyuşturucu maddeleri işaret eden ve birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkan “zehirler” tarihsel açıdan Kuran‟ın oluşmaya başladığı 610 yılından sonraki sürece uygun düşmektedir. Burada Atsız‟ın din kitaplarını herhangi bir kitap gibi telakki ettiği ve din bilginlerinin bu kitaplarda akla ve mantığa mugayir olarak görülen yerleri tevil etmeye çalıştığı düşüncesinin verilmek istendiği gözlemlenmektedir.
   
   Atsız makalenin devamında daha açık bir şekilde “din” olgusunun “ilahi” bir ilhamla da olsa sosyal bir kurum olduğunu öne sürmüş ve her peygamberin “kendi bilgisi ve görgüsü” kadar düzen koyduğunu iddia etmiştir. Bu minvalde Muhammed(Atsız bu makalenin hiçbir yerinde İslam‟ın peygamberinin ismine Hz. ön takısı koymamıştır), kumar, içki ve fuhuş gibi değerlerin had safhada olduğu bir toplumda “cennet” ve “cehennem” kavramları ile toplumu intizam edebilmiştir.333 Atsız burada yine İslam‟ın en temel kavramlarından olan “cennet” ve “cehennem” mevhumlarını ilahi niteliğinden soyutlamış ve bu kavramları İslam‟ın peygamberi tarafından düzeni sağlamak adına “araçsal” bir pozisyona oturtmuştur. Atsız‟a göre aslında “aydınlık” kafalardaki şüpheler başlangıcından beri devam etmiştir ve Atsız bu hususta “İbn-ül Arabî” adlı bir zatı örnek vererek bu kişinin kimileri tarafından “evliya” kimileri tarafından da “zındık” olarak tasvir edildiğini ifade etmiştir. Atsız, bu şüpheleri duyan Hallac-ı Mansur gibi “delilerin” bulunduğu gibi bir takım insanların da “yobazlaşmak” suretiyle İslamiyet‟i bugünkü durumuna sürüklemiştir. Atsız‟a göre bu kişilerden en önemlisi “Gazali”‟dir ve “Farabi” ve “İbn-i Sina”‟yı tekfir etmek suretiyle İslamiyet‟e büyük zarar vermiştir.334 Atsız‟ın burada “sezgi” kavramını ön plana alan ve felsefeye karşı olan Gazali yerine, “akıl” düşüncesini temel alıp ilim ve felsefeye önem veren Farabi ve İbn-i Sina‟yı yüceltmesi “din” olgusuna bakışı konusunda bir noktada ipucu vermektedir. Atsız için “din” düşüncesi pozitif ilimler ile uyum içerisinde olduğu sürece yararlıdır yoksa “din” mutlaka revize edilmek durumundadır.

   Atsız‟ın makale içerisinde gündeme getirdiği bir diğer bilgin ise 14.yüzyılda İran‟da yaşamış olan “İbn-i Yemin”dir. Atsız‟a göre “yobazlar” Tanrı‟nın insanların ne yolda hareket edeceklerini daha kâinat yaratılmadan haber verdiğine inanmakta ve bunun “Levh-i Mahfuz335”‟ da yazıldığını düşünmektedir. İbn-iYemin‟in 14. yüzyılda sormuş olduğu soruları gündeme getiren Atsız; “yobazların” bu düşüncesinin insanları Tanrı‟nın iradesiyle suç işlediği sonucunu çıkartmış ve şu soruyu sorarak sorgulamıştır: “O halde insanları cezalandırma niye?”.336 Atsız‟ın burada yine İslam‟ın en temel kavramlarından biri olan “kader” düşüncesini sorguladığı ve inkâr ettiği görülmektedir.

   Atsız‟ın bu makale de sorguladığı bir diğer alan “hadis”lerin sahihliği üzerinde olmuştur. Atsız polemiğe giriştiği Hasan Bağcı için “sanki Peygamberin özel kalem müdürüymüş” gibi davranmakla suçlamış ve “hadis”lerin birçoğunun uydurma olduğunu iddia etmiştir. Atsız bu argümanına dayanak olarak ilk siyer337 kitabını yazan İbn-i İshak‟ın 773 yılında öldüğünü ve yazdığı kitabın metninin ortada olmadığını göstermiştir. İbn-i İshak‟tan sonra ilk siyer kitabını yazan İbn-i Hişam‟ın 835 yılında öldüğünü belirten Atsız; İslam‟ın peygamberi ile arasında iki asır bulunan bu zatın eserinin “tarih metodolojisi” bakımından doğru olmasının mümkün olmadığını savunmuştur. Bundan dolayı Atsız, İslam tarihinin başlangıcı hakkında ortaya sürülen olayların birçoğuna “nakli” olması sebebiyle güvenilemeyeceğini söylemiştir.338 Atsız‟ın burada kastetmek istediği düşünce “hadis”lerin herhangi bir “dini” tartışmada geçerliliğinin olmamasıdır.

   Atsız‟ın bu makalede karşı çıktığı kavramlardan biri de “vahiy” olgusu olmuştur. Atsız‟a göre İslam‟ın peygamberi çevresindeki ahlaki bozukluklara çare aramak adına insanlardan uzakta yaşamış ve mağaralara çekilmiştir. Peygamber, Arap putçuluğuna karşı çıkmak adına eski Mısırlılardan Yahudilere geçen “tek Tanrı” düşüncesini dikte ettirmiştir. Atsız‟a göre bu durumu anlayabilmek için eski Sümer ve Mısır masallarına inanmak yersizdir ve bu medeniyetlerden gelen düşünceleri “ilahi hakikat” olarak sunmaya lüzum yoktur. Hatta Atsız‟a göre, “Yahudi krallarını peygamber diye Türk milletine telkin ederek milli mefahiri unutturmak suretiyle İsrailiyyat’ı hayat ve ahlak sistemi diye öne sürmek milli bir cinayettir”.339 Atsız burada hem İslam‟ın peygamberinin düsturların “vahiy” yoluyla değil kendisinden önce gelen düşüncelerden aldığını iddia etmiş hem de İslam‟ın da bir peygamber olarak telakki ettiği Hz.Davut gibi İsrail krallarının peygamberliğini yadsımıştır.
"Süt verirken öz anam, Böyle demişti bana: Seni kurban besliyorum Türk Yurduna, Vatana, Bu dünyada azatlığı şan şöhretten üstün tut, Alçaklığı, yaltaklığı, rezilliği sen unut! Senin sevgin vatan olsun, millet olsun, ben olum, Sütüm sana haram olsun; hıyanet etsen oğlum!"

Ahmet Cevat

Çevrimdışı Işbara Tarkan

  • Türkçü-Turancı
  • ***
  • İleti: 103
  • Elçibey'in Askeri
   Atsız makalenin ilerleyen bölümlerinde Hz.Muhammed‟in de peygamberliğini de sorgulamıştır. Atsız‟a göre, daha önce de zikrettiği üzere, Tanrı insan idrakinin dışındadır ve peygamberler de insandır. “Muhammed” de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kesmiştir. Peygamber olduktan sonra da “Garanik”340 meselesiyle meşhurdur ve İslam âlimleri bu hadiseyi geçiştirebilmek adına Şeytan‟ın peygamberin içine girerek onun adına konuşması şeklinde tevil yoluna girmek zorunda kalmışlardır. Atsız bu dayanağı kabul etmemiş ve şu şekilde sorgulamıştır: “Peki, Şeytan bu karganmışlığı yaparken „âlim‟(her şeyi bilen), basir(her şeyi gören) ve habir(her şeyden haberi olan) Tanrı ne yapıyordu?”341 Görüldüğü üzere Atsız İslam‟ın peygamberinin “ilahi” niteliğini sorgulamakta ve O‟nu herhangi bir insan seviyesinde değerlendirmektedir. Atsız bu sorgulamayı makalenin en temel argümanlarından birisi için geçiş cümlesi olarak kullanmıştır. Bu argüman Kuran‟ın “Muhammed‟in talimatı” olduğu iddiasıdır. Atsız bu savının birçok delili olduğunu öne sürmüş ve iki adet temel itirazı sıralamıştır. İlk itirazı, Kuran içerisinde birçok yerde “yemin” ve “and” verilmesidir. Yeminin insanlar tarafından edileceğini belirten Atsız, daha üstün bir varlık olan Tanrı‟nın “yemin” etmeyeceğini dile getirmiştir. Bundan ötürü Atsız‟a göre bu yeminler bizzat “Muhammed‟in” gönlünden ve beyninden doğmuştur ve “yemin” üslubu İslam öncesi Arap döneminde kullanılan “adap” ile uyum içerisindedir. Hatta Kuran; “Âlemlerin sahibi olan Tanrı‟ya hamdederim” diye başlamaktadır ve Tanrı‟nın kendi kendine “hamdetmeyeceğine” göre Kuran‟ın “Muhammed‟in” talimatı olduğu açıktır.342 Atsız‟a göre Kuran‟ın bizzat “Muhammed‟in” talimatı olduğunun ikinci bir delili de “Muhammed”‟in peygamberliği sırasında “mensuh” yani hükümden düşmüş ayetlerin var oluşudur. Atsız bu durumu müstehzi bir ifadeyle tasvir etmiştir: “ Demek ki 20 yılda bile hayattaki bazı değişiklikler Tanrı buyruklarını değiştiriyor, Tanrı eski buyruklarını hükümsüz sayarak yenilerini gönderiyor. Peki, hayatın geç ve güç değiştiğini 14 asır önceki zamanların 20 yılında bile ihtiyaçlar ve hükümler değiştirirken gelişmenin çok hızlandığı daha sonraki 14 asırda değişecek hiçbir şey olmadı mı?343

   Çok açık bir şekilde görülmektedir ki Atsız, Kuran‟ı Hz.Muhammed tarafından dikte ettirilen bir kitap olarak görmektedir ve “ilahi” niteliğini kabul etmemektedir. Bundan ötürü “sosyal bir müessese” olarak tanımladığı dinin ancak hayatla beraber yürüyebileceğini düşünen Atsız, “yobazlığın” dinleri dondurduğunu ve dinlerin hayatın gerekliliklerine adapte edilmemesinden ötürü toplumların geri bırakıldığını iddia etmiştir. Atsız “yobazlığa” karşı çıkan ve “hakikatleri” gören bazı bilginlerin çıktığını iddia ederken “Şeyh Bedrettin”‟i emsal vermiştir. Bedrettin‟in “Varidat” adlı eserini örnek gösteren Atsız; bu eserde “cennet”, “cehennem” gibi kavramların kabul edilmediğini ve “kıyamet” gününe inanmadığını belirtmiştir. Bedrettin örneğinde de görüldüğü üzere din bilginlerinin birbiri ile zıt fikirler öne sürebileceğini ifade eden Atsız; bu sorunun çözümünün “dini şahısların vicdanına bırakarak teferruatla uğraşmamak, birbirinin inanç ve tefsirine, anlayışına karışmamak” olduğunu dile getirmiştir.344

   Makalede dikkat çeken bir diğer nokta da Atsız‟ın makaleyi bitirmeden evvel İlhan Arsel‟in345 bir makalesinden alıntı yapmış olmasıdır. Atsız bu alıntıyı, polemiğe giriştiği Hasan Bağcı‟nın, yazısını Necip Fazıl‟dan bir parçayı iktibas ederek sonlandırmasına nazire olarak yaptığını belirtmiştir. İlhan Arsel‟in 18 Ağustos 1970 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yazmış olduğu köşe yazısında özetle şu cümleler geçmektedir: “Viyana kapılarına iman sayesinde, şeriat düzeni sayesinde gittik diyenlerin bir hatası var ki o da şu: Osmanlı Devletinin yükseliş ve çöküş nedenlerini araştırmamak… İlmi esaslara göre derinlemesine inebilseler bu yükselişin ve alçalışın temellerinde… şeriata bağlılık nedenlerinin yatmadıklarını görecekler. Şeriata bağlılık değil, aksine, şeriata bağlı olmamak yani akılcı olmak nedenlerinin yattıklarını anlayacaklardır… İlk padişahlar… şeriatın kaçamaklarından yararlanmakla kalmamışlar fakat şeriatın kati ve değişmez kabul edilen hükümlerine karşı açıkça cephe almışlarıdır. Daha açıkçası Kuranın emirlerine karşı gelmişler ve ancak bu suretle o muazzam başarılarına ulaşmışlardır…” Atsız, her ne kadar İlhan Arsel‟i tanımadığını belirtmiş olsa da Arsel‟in Necip Fazıl‟dan daha muteber olduğunu ifade etmiş ve Arsel‟in sözlerine ilave olarak Fatih kanunnamesinde yer alan “kardeş katli” maddesinin de İslam‟a aykırı olmasına rağmen devletin bekası adına yer almış olduğunu eklemiştir.346 Atsız‟ın Necip Fazıl‟ın karşısına İlhan Arsel‟i çıkarması bir dönemin artık bittiğine somut bir delil teşkil etmektedir.50‟li yıllarda Necip Fazıl‟ın dergisinde yazı yazan ve Türk Milliyetçileri Derneğinde CHP‟ye karşı birçok muhafazakâr aydınla ortak bir cephede birleşen Atsız, 70‟li yılların başında tamamen farklı hareket etmiştir. Bu nazireyle birlikte “laiklikten” yana kati bir tavır aldığı kesin bir surette müşahede edilen Atsız‟ın, “muhafazakâr” çevrelerle arasına mesafe koyduğu düşünülebilir.

   Atsız‟ın makaleleri ve eserleri ışığında “din” olgusuna yaklaşımının irdelendiği bu bölümde dönemler arasında benzerlikler ve farklılıklara tesadüf edilmiştir.30‟lı yıllarda Atsız; “din”in artık bir ülkü olma özelliğini kaybettiğini düşünmekte, Türkçülüğün artık “din” yerine ikame edilmesi gerektiğini savunmakta ve İslamcılık fikrinin Türkçülük fikrinin karşıtı olan bir düşünce olduğunu ifade etmektedir. Türklerin tarihsel süreçte yaşadıkları din değişikliklerinin bilhassa “dil” alanında yabancılaşmayı getirdiğini iddia eden Atsız; bu bağlamda Budizm, Manihaizm ve İslam‟ın menfi tesirleri olduğunu düşünmektedir. Bu dönemde dikkat çeken bir diğer husus Atsız‟ın “laiklik” hassasiyetini önemli ölçüde vurgulamasıdır. Atsız‟ın 30‟lı yıllarda yaptığı millet tanımı içerisinde “din” unsuru da geçmemektedir. Bu yıllarda Sosyal-Darwinist yorumlarına sıklıkla rastlanan Atsız‟ın, “din” olgusunun manevi anlamda yararlı olduğunu ima ettiği yazıları da mevcut bulunmaktadır ve cılız da olsa “komünizm”e karşı dini sahiplendiği görülmektedir.

   40‟lı yılların özellikle ilk yarısında Atsız‟ın Türkçülük fikrini bir “din” olarak telakki ettiği görülmektedir. Bu yıllarda Şamanizm vurgusunu da yapan Atsız‟a göre Şamanizm Türklerin milli dinidir ve İslam öncesi Türklerin yaşamının yüceliklerinden bir tanesidir. Atsız‟ın bu yıllarda lügatine giren bir diğer kavram “tasavvuf” olmuştur. Tasavvufun, Şamanizm ve sair unsurlarla karışık bir İslam‟ı Türklere sunduğunu belirten Atsız “tasavvuf” kavramına olumlu bakmıştır.30‟lı yıllarda olduğu gibi “din” değişiklerinin “dil” alanında yabancılaşmayı beraberinde getirdiğini savunan Atsız, bu yıllarda dinin siyasete alet edilmemesi gerektiği hususunda tarihsel referanslar kullanmıştır. Ancak 30‟lı yıllarda “din” olgusunun ülkü olma mahiyetini kaybettiğini düşünen Atsız bu yıllarda, tarihte dinin bir ülkü olarak yararlı işlevler gördüğünü ve yüceltilmesi gerektiğini düşünmektedir. Atsız‟ın millet tanımının içerisine bu yıllarda “din” unsuru da eklenmiştir ve 1947‟de yazdığı bir makalede “Allah” lafzını sahiplenmiştir. Yine 30‟lı yıllarda olduğu gibi Atsız “komünizm” karşısında “din” olgusunu sahiplenmektedir. Atsız‟ın “din” olgusu bağlamında olumlu sözleri daha çok 40‟lı yılların ikinci yarısında ifade edilmiştir ve bu değişim 50‟li yıllara yansıyacaktır.

   Atsız, 50‟li yıllarda da “Türkçülük” fikrini bir “din” olarak telakki etmiştir. Ancak, milleti oluşturan unsurlar içerisinde “din” ünitesini de sıralayan Atsız‟ın İslamiyet için “milli din” tanımlaması yaptığı görülmektedir. Milli kültür tanımı içerisinde de İslam‟a yer veren Atsız‟ın bu yıllarda ilk defa Türkler arasında mevcut olan “mezhep” ve “din” farklılıklarına vurgu yaptığı da görülmektedir. Komünizme karşı “din” olgusunu daha şiddetli bir biçimde savunan Atsız bu yıllarda tek parti döneminin “laiklik” politikalarını da önemli ölçüde eleştirmektedir.

   60‟lı yıllarda ise yükselen İslamcılık ile birlikte Atsız‟ın üslubunun 30‟lu ve 40‟lı yılların ilk yarısına geri döndüğü gözlemlenmektedir. Özellikle Nurculuk ile ciddi bir mücadele içerisine giren Atsız‟ın siyasal İslamcı grupları, “komünizm” ile özdeşleştirildiği görülmektedir. “İslam Birliği” düşüncesine de sert bir şekilde karşı çıkan Atsız; yine 30‟lu ve 40‟lı yıllarda olduğu gibi Arapça‟dan geçen “selamünaleyküm” gibi klişelere de karşıdır. Bu yıllarda Atsız‟ın lügatine “irtica”, “taassup”, “yobazlık” gibi terimler girmiştir. Atsız‟ın İslamiyet ile alakalı yorumları da bu yıllarda keskinleşmeye başlamış ve Atsız, İslam‟ı sosyolojik esaslarda değerlendirmiştir. “Türklük” kimliğini İslam‟dan üstün tutan Atsız; kendi deyimiyle Kuran‟a rağmen laikliği tercih etmektedir. Türkler arasında mevcut olan “mezhep” çatışmasını bu yıllarda daha sıklıkla irdeleyen Atsız‟ın, “tasavvuf” ile alakalı yorumları da değişiklik arz etmektedir. Atsız bu yıllarda, daha önce Şamanik unsurların İslam‟a adapte edilmesi olarak yorumladığı ve olumladığı, “tasavvuf” mevhumunu kıyasıya eleştirmekte ve zararlı bir fikir olarak görmektedir. Ancak Atsız daha önceki yıllarda olduğu gibi “din” olgusunu komünizme karşı önemli bir kalkan görmekte ve dinlerin “ahlaksızlık” olarak nitelediği davranışlara karşı önemli bir silah olduğunu düşünmektedir. Atsız‟ın bu yıllarda yoğun bir şekilde vurguladığı bir diğer nokta da İmam-Hatip ve İlahiyat Fakülteleri‟ne verdiği önem olmuştur. 50‟li yıllarda tek parti döneminin “laiklik” politikalarını eleştiren ve gerekli müesseselerin kurulmadığını dile getiren Atsız, bu yıllarda her ne kadar 50‟li yıllarda olduğu kadar keskin bir üslup kullanmasa da bu hususta görüşlerini korumaktadır ve “hata” olarak addettiği bu durumun düzelmesi için zikredilen okullara önem verilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

   70‟li yıllar ise yukarıda anlatıldığı üzere 60‟lı yılların devamı mahiyetindedir. Ancak özellikle “Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir” başlıklı makalesinde Atsız, İslam‟a yönelik eleştirilerini arttırmış ve İslam‟ın “ilahi” niteliğini açık bir şekilde yadsımıştır. İslam‟ın peygamberi ile alakalı da oldukça sert yorumların bulunduğu bu makale Atsız‟ın “din” olgusu hakkında düşüncelerinin en radikal surette görüldüğü yazı olmuştur. Ancak Atsız‟ın mütefekkir yönü dışında romancı bir kimliği de bulunmaktadır ve “din” olgusu bağlamında düşüncelerinin karikatürize edildiği romanlara rastlamak mümkündür. Bundan dolayı diğer bölümde Atsız‟ın “din” olgusuna bakışı romanları ışığında incelenecektir.

317 Atsız, “Türkçülüğe Karşı Yobazlık”,Ötüken, sayı:75,Mart 1970,Makaleler III, s.485.
318 a.g.m, s.485-487.
319 a.g.m, s.487.
320 a.g.m, s.481-482.
321 a.g.m, s.484.
322 a.g.m, s.484.
323 Atsız‟ın burada ismini zikrettiği zat “Muhammed bin Ali Birgivi” namıyla anılmaktadır. Hanefi mezhebinden olan ve 1521 yılında doğan Birgivi, 1571 yılında vefat etmiştir. Bkz, “Birgivi” maddesi, İslam Âlimleri Ansiklopedisi, C:13,Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul,1993,s.321. Aynı dönemde şeyhülislamlık yapan ve Atsız‟ın Birgivi‟ye yeğlediği Ebu-suud Efendi ise Kanuni devrinin 13.şeyhülislamıdır. Tefsirleri ve fetvalarıyla meşhur olan Ebu-suud Efendi 1584 yılında vefat etmiştir. Bkz, “Ebu-suud Efendi” maddesi, İslam Âlimleri Ansikopledisi, C:14,Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul,1993,s.12.
324 Atsız, “Türkçülüğe Karşı Yobazlık”,Makaleler III, s.489.
325 Atsız, “Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir”,Makaleler III, s.494.
326 Müstehase fosil anlamına gelmektedir. “Yobazlık Bir Fikir Müstehasedir” başlıklı makale Atsız‟ın “din” olgusu bağlamında yazdığı en sert yazıların bulunduğu bir dizi yazının son safhasını teşkil etmektedir. Atsız‟ın bu yazıları başkanlığını yaptığı “Türkçüler Derneği‟nin” bir yapılanması olan “ocak”larda ciddi bir sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu hususta Atsız‟ın Altan Deliorman‟ı Anadolu‟ya teftişe gönderirken söylediği şu sözler önemlidir: “Bakalım bizim ümmetçi ocaklar ne halde”.Bkz, Deliorman, Tanıdığım Atsız, s.253.Deliorman ise Anadolu‟nun küçük bir kasabasında bir bakkal dükkânının Atsız‟ın başyazarlığını yaptığı “Ötüken” dergisinin el altından satıldığını görmüştür. Bunun sebebini sorduğu vakit aldığı cevap dikkat çekicidir: “Şu son sayılardaki yazılarını gördünüz mü Atsız Beğ‟in? Biri nurculuğu yerin dibine batırıyor, öteki de İslam Birliğini. Her ikisi de yer yer İslamiyet‟e çatıyor. Bu muhitte böyle bir derginin ne satılması mümkün, ne okunması... Buralarda Nurculuk Atsız Bey‟in İstanbul‟dan gördüğü gibi görülmüyor. Hepsi namuslu, dürüst, dindar insanlar. Çevrelerinde saygı ve sevgi uyandırıyorlar. Onlara çatarak “milliyetçilik” yapmak çıkar yol değil. Bunları Atsız Bey‟e de anlatın. Bizim sesimizi duyurmamız kolay görünmüyor. Yanlış anlaşılmaktan da çekiniyoruz…”Bkz, a.g.e, s.255.Altan Deliorman ile yapılan mülakatta bu makalenin Atsız adına menfi tesirler doğurduğu doğrulanmış ve Altan Deliorman, Atsız‟ın İslam‟ı açıkça eleştirdiği tek yazının bu makale olduğunu iddia etmiştir.
327 a.g.m,s.494.
328 a.g.m, s.498.
329 a.g.m, s.496.
330 a.g.m, s.497.
331 a.g.m, s.497.
332 a.g.m, s.499.
333 a.g.m, s.500.
334 a.g.m, s.500.Gazali, “Hüccet-ül İslam” sıfatı ile anılan bir İslam alimidir ve Şafii mezhebine mensuptur. Devrin felsefecilerine karşı yazdığı reddiye ile meşhur olan Gazali “Eşari” geleneğine mensuptur. Bkz, “İmam-ı Gazali” maddesi, İslam Âlimleri Ansiklopedisi, C:6,Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul,1993,s.283. Farabi, felsefe ve müzik alanında önemli aşamalar gösteren ve eski Yunan filozoflarının eserlerini tercüme eden bir İslam âlimidir.873 yılında Farab‟da doğmuş ve 950 senesinde Şam‟da vefat etmiştir. Bkz, “Farabi” maddesi, Yeni Rehber Ansiklopedisi, C:7,Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul,(t.y.)s.102. İbn-i Sina ise felsefe ve tıp alanında meşhur olan bir İslam âlimidir. Batı dünyasında “Avicenna” olarak tanınan İbn-i Sina, 980 yılında Buhara yakınlarında olan Afsun‟da doğmuş ve 1037 senesinde Hemedan‟da vefat etmiştir. Bkz, “İbn-i Sina” maddesi, Yeni Rehber Ansiklopedisi, C:9,Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul,(t.y.),s.293. Bu iki İslam âlimi aklı ön plana alan “Mutezile” akımına mensupturlar ve bundan dolayı Gazali tarafından reddedilmişlerdir
335 Levh-i Mahfuz korunmuş levha anlamına gelmektedir. İslam‟da ise bu kavram Allah‟ın takdir ettiği her şeyin yazılı bulunduğu, nasıl olduğu bilinmeyen ve her türlü tesirden korunmuş levha manasını taşımaktadır. Bkz, “Levh-i Mahfuz” maddesi, Yeni Rehber Ansiklopedisi, C:13,Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul, s.47.
336 a.g.m, s.501.
337 Hz.Muhammed‟in hayatını konu alan eserlere “siyer” denir.
338 Atsız, “Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir”,Makaleler III, s.502.
339 a.g.m, s.503.
340 İmam-ı Rabbani‟ye göre “Garanik” meselesi şu şekilde meydana gelmiştir: “Çoğumuzun bildiği gibi, birgün Seyyid-ül-beşer “aleyhi ve alâ alihi ve eshabissalâtü vesselam” Eshabı ile oturuyordu. Kureyşin ileri gelenleri ve kâfirlerin şefleri orada idiler. Seyyid-ül-beşer “aleyhi ve alâ alihissalâtü vesselam” onlara (Vennecmi) suresini okudu. Onların putlarını anlatan âyet-i kerimeye gelince, mel‟ûn şeytân putları öven birkaç sözü, o Serverin “aleyhi ve alâ alihissalâtü vesselam” sözüne ekledi. Dinleyenler, bunları da o Serverin sözü sandılar. Şeytânın sözlerini âyet-i kerimeden ayıramadılar. Orada bulunan kâfirler bağırmaya başlıyarak, Muhammed “aleyhissalâtü vesselam” bizimle sulh yaptı, putlarımızı övdü dediler. Orada bulunan müslümanlar da, okunan sözlere şaşakaldılar. O Server “aleyhissalâtü vesselam” şeytânın sözlerini anlamadı. (Ne oluyorsunuz?) diye sordu. Eshab-ı kiram, siz okurken bu sözler de araya karıştı dediler. O Server “aleyhi ve alâ alihissalâtü vesselam” düşünceye daldı ve çok üzüldü. Hemen Cebrail-i emin “âlâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselam” vahy getirdi. O sözleri şeytânın karıştırdığı, bütün Peygamberlerin sözlerine de karıştırmış olduğunu bildirdi. Allahü teâlâ, o sözleri âyet-i kerime arasından çıkardı. Kendi kelamını sapsağlam yaptı.”Bkz, İmamı Rabbani Ahmed-i Faruki Serhendi, Mektubat,çev.Hüseyin Hilmi Işık,C:1,3.B,Türkiye Gazetesi Yayınları,İstanbul,2007,s.398.
341 a.g.m, s.504-505.
342 a.g.m, s.505.
343 a.g.m, s.506.
344 a.g.m,s.507.
345 İlhan Arsel “laiklik” konusunda keskin tavrıyla bilinen ve İslamiyet‟in özüne dönük eleştirileriyle bilinen bir aydındır. Arsel‟in yayınlanmış birçok kitabı bulunmaktadır ve “din” olgusu bahsinde; “Arap Milliyetçiliği ve Türkler”, “Şeriat ve Kadın”, “Şeriat ve Kölelik”, “Kuran‟ın Eleştirisi” gibi kitapları mevcuttur.
346 a.g.m,s.509-510.
"Süt verirken öz anam, Böyle demişti bana: Seni kurban besliyorum Türk Yurduna, Vatana, Bu dünyada azatlığı şan şöhretten üstün tut, Alçaklığı, yaltaklığı, rezilliği sen unut! Senin sevgin vatan olsun, millet olsun, ben olum, Sütüm sana haram olsun; hıyanet etsen oğlum!"

Ahmet Cevat

Çevrimdışı Kurtkaya

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 412
Atsız Atamızın fikirlerinin daha anlaşılır olmasına katkı sağlaması bakımından ilmi ve akademik hassasiyetle hazırlanmış olan bu çalışmayı meydana getiren Ferit Salim SANLI kandaşımız sağolsun.
Bütün Türkçülerin sindire sindire okuması ve bilgi dağarcıklarına kaydetmeleri gereken gerçekten başarılı bir çalışma.
Bu kıymetli çalışmadan bizleri haberdar eden ve paylaşımıyla istifademize sunan Işbara Tarkan kardeşimize de ayrıca teşekkür ederim.
                  Tanrı Yüce Türk'ünü Korusun.