Gönderen Konu: TÜRKİYEYİ SOYKIRIMLA SUÇLAYANLAR! SİZ Mİ SOYKIRIMDAN BAHSEDİYORSUNUZ?  (Okunma sayısı 57951 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
SOYKIRIM RESİMLERİ

Bu bölüme Türklüğe karşı yapılmış vahşetlerin resimleri eklenecektir.

Elinde Türklüğe karşı yapılmış soykırımlara ait resimler olan kandaşlarımızın, resimleri, bu bölüme eklemelerini dilerim.



AZİZ ŞEHİTLERİMİZİN MEKANI UÇMAK OLSUN...

TÜK IRKI SAĞOLSUN!!!


TTK
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
Kaynaklar:
Türk Tarih Kurumu arşivleri
www.igdirli.com
www.ermenisorunu.gen.tr
Ankara Ticaret Odası Yayınları
Irak Türkmen Cephesi Kaynakları
Türkçü siteler

Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı TÜRK-KAN

  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2182
  • UÇMAĞA VARDI, TANRI DAĞLARINDA!










kızıl çin itleri , Masum Doğu Türkistanlı Soydaşlarımızı idam ederken


Doğu Türkistan'Da Nükleer Denemeler ve Sonuçları




Kızıl Çin, Kuzey Irak'ta Türkmenleri katleden soykırımcı kürtleri de desteklemekte ve Türkiye'nin harekat düzenlemesine karşı çıkmaktadır. Aşağıda talabani maymunu ve çin cumhurbaşkanı jintao adlı sarı sıçan !  İki Türk katili bir arada... talabani maymunu 1959'da Kerkük'teki Türkmen katliamında bizzat Türkmen öldüren militanlar arasında yer almıştır.



23 EKİM 2023'DE, ELİM BİR TRAFİK KAZASI SONUCU, UÇMAĞA VARDI.
ŞİMDİ; TANRI DAĞINDA, ATALAR YURDUNDA, ATSIZ ATA MAKAMINDA, BAŞBUĞLAR OTAĞINDA, ERİNÇ İÇERİSİNDE!

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
    
KOMÜNİZM DÖNEMİNDE RUSYADAKİ ESİR KAMPLARI VE TÜRKLER-I
http://www.hunturk.net/forum/index.php?topic=1600.0

    
KOMÜNİZM DÖNEMİNDE RUSYADAKİ ESİR KAMPLARI VE TÜRKLER-II
http://www.hunturk.net/forum/index.php?topic=1599.0
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
KARAÇAY-MALKAR / Yalta Antlaşması Kurbanları (28 Mayıs 1945 Drau Katliamı)

Ölüm Fermanları sözde “İnsan Hakları” Savunucuları tarafından imzalandı.

Rusların “Sıcak denizlere inme” siyasetlerine, ihtişamlı Kafkas Dağları gibi set çeken ve hürriyet aşkının bedelini nesillerden  esillere ödeyerek yaşamak zorunda kalan Kafkas halklarının birisi de Kuzey Kafkasya’da yaşayan kahraman Karaçay-Malkar Türkleri olmuştur.

İkinci Dünya Savaşında kanlı Stalin ve kızıl askerlerinin Kuzey Kafkasya’da yaşayan Karaçay ve Malkar Türklerine uyguladığı tehcirler ve soykırımları 1943 yılının Kasım ayı ile 1944 yılının Şubat ve Mart aylarında top yekûn bir gecede sürgün edilmeyle sınırlı kalmamıştır.

Alman Ordusunun Rusya’yı Kafkasya cephesinden işgali sırasında bazı Kafkasyalıları sabotaj ve casusluk konularında eğitmeleri ve Kuzey Kafkasya’ya sızma girişimleri karşısında Ruslar Kızıl Ordu cephesinde bulunan Karaçay - Malkar Türkü subayları "güvenilmeyecek düşman unsuru” sayarak, Ural bölgesindeki kömür ocaklarına sürmüştür. Rusların bu hareketi bir Karaçay Süvari Birliği’nin dağlara bağımsız olarak çıkmasını tetiklemiş ve Alman Ordusu için müttefik kazanmasına sebebiyet vermiştir. Almanların Kafkasya’ya yerleşmelerinden sonra halka din özgürlüklerini geri vermesi yıllarca baskıcı Rus rejiminin kurduğu nefrete karşılık Almanlara candan yakınlık gösterilmesine ve güvenilmesine sebep oldu.

İşgal Almanların umduğu gibi gerçekleşemedi ve 1942 yılının sonlarında Almanya tüm cephelerinde yenilgiyi kabul ederek, çekilmeye başladı. Bu çekilme sırasında 15 bin civarında Kafkasyalı da mülteci kafileleri halinde onlarla birlikte Avrupa’ya doğru yola çıktı. 22 ay süren yolculuk boyunca peşlerinden gelen Rus askerleriyle zaman zaman savaşarak ilerleyen Karaçay-Malkarlar, Kabardey ve diğer Çerkes kavimleri Alp Dağları’nın eteklerine ulaştılar.

İşte bu azap yolunun sona erdiği düşünülürken yeniden başladığı yeri ise Avusturya ve İtalya sınırında bulunan Oberdrauburg bölgesine bağlı Dellah kasabası ve Irschen köyü arasındaki büyük vadi yani Drau nehrinin boyuydu.

İngiliz Ordusu 8. Askeri Birlikler Komutanı Feldgeneral H.Aleksander’in emriyle mülteci göçü durduruldu ve mülteci Kafkasyalılar özgürlüklerinin Avrupa’da olduğunu düşündükleri son bölgeye kendi yaptıkları derme çatma baraka ve kulübelere yerleştiler.

Kampta çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 7500–8000 civarında mülteci vardı. Bunlarda, bazıları, yaşananlardan sonra Kızıl Ordudan ayrılmış ve daha sonra Ruslara karşı oluşturulan Kafkas ordusuna katılmış ailesiz Dağıstanlı 33 kavimdi.

O kavimlerden birisi yine Karaçay-Malkarlılar gibi Kıpçak olan Kumuk Türkleri’dir.           

Karaçay-Malkar ve diğer Kafkasyalı halkların başlarında lider ve komutanlık eden subaylar vardı. Sultan Kılıç Geriy İngiliz birliklerince kampın lider komutanı ilan edilmişti. Karaçay-Malkarlıların başında ise Kafkasya Ordusunda görev yapmış Dobay Toturkul adında bir subay vardı.

 Kampta zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren ve olacaklardan habersiz ümitlerini   kaybetmemeye çalışan savaş eğitimi olmayan çoğu çocuk ve kadından ibaret masum

 Karaçay-Malkar, Kabardey, Dağıstanlı ve diğer halkların, Stalin’e iadesi ile ilgili pazarlıklar  yapılıyordu.           

 General Giray ve beraberindeki Kafkasyalı liderler, İngilizlere Türk ve Müslüman ülke olan  Türkiye’ye geçmelerine izin verilmesi veya Avrupa’da kalmalarının sağlanması konusunda  resmi talep ve başvurular yapmışlardı.           

 Bu arada İngiltere başbakanı Churchill, ABD Başkanı Rousweld ve SSCB Devlet Başkanı  Stalin Yalta Antlaşması üzerinde görüşmelerini sürdürmekteydi. Savaş sonrası sınır ve  yetkilerin paylaşımı içerikli bu uzun anlaşmayı Stalin bir şartla imzalamayı kabul etti. O da  “Rus topraklarından kaçıp Avrupa’ya iltica talep eden Rus mültecilerin iadesi” başlıklı  maddenin eklenmesiydi.

 Yalta Antlaşması’na Stalin’in istediği gibi bir madde eklenmiş ve soydaşlarının yaşadığı Müslüman, dost ve kardeş ülke olan Türkiye’ye gelebilmenin ümidiyle yaşayan binlerce Karaçay-Malkarlı, Kabadey, Adige, Osetler ile diğer Çerkes halklarının ölüm fermanları imzalanmıştı.

Londra’dan Churchill imzalı 28 Mayıs 1945 tarihinde kamp İngiliz Askeri Birliği’ne gelen “Yatla Antlaşması hükümlerine uyularak, Sovyetler Birliği’nden kaçan Rus mültecileri Sovyet otoriterlerine teslim edilecektir!..” emri, Kafkasyalı Müslümanların yüreklerine hançer gibi saplandı.

Mayıs ayının ortasında İngiliz 8.Birlik Komutanı Feldgeneral H. Aleksander’in emriyle 350 civarında kamp lider ve komutanı başta olmak üzere Kafkasyalıların tüm silah ve savunma gereçleri toplatıldı. Bu durum liderler için belirgin bir satılmışlık göstergesiydi.

İngiliz ve Amerikalılar kamp komutanı Sultan Giray’ın ileride kendilerine faydalı olabileceğini düşünerek kamp başkanı Giray’a şöyle bir teklif sundular:

“Her ne kadar Nazilerle işbirliği yaptınız ise de, eğer affedilmeniz için yalvarır ve demokrasilere sadakat yemini ederseniz, Sovyetler Birliği’ne teslim edilmeyecek ve serbest bırakılacaksınız”

Kutsal Kafkas onurunu önde tutan General Sultan Kılıç-Giray bu teklife hiddetlenerek:

“Benim adamlarım cesur askerlerdir. Hür bir Kafkasya için canlarını vermeye hazırdırlar. Benim ecdadım, şeref ve namus uğrunda Rus boyunduruğuna karşı savaşırken şehit oldular. Bu arkadaşlarım ise gece gündüz benimle aynı mefkûre için dövüştüler. Onların kanı benim kanımdır. Savaştığımız anlar o şerefi paylaştık. Şimdi de aynı akıbeti onlarla paylaşacağım. Milletime ihanet edip, onlar Sovyet NKVD’ sinin ölüm mangaları tarafından idam edilirken, ben burada bir korkak gibi yaşayamam. Bir gün gelecek, sizler de anlayacaksınız ki, Sovyetler sizin hakiki dostlarınız değillerdir. Belki o gün iş işten geçmiş olacak. Bu aldığınız kararlarla en az Sovyetler kadar sizler de suçlusunuz. Bolşevizm’e karşı muzaffer günlerde, adamlarımla hep bir arada idik. Şimdi onlar ölüme giderken, onları asla yalnız bırakamam. Başlarında yine ben Kızıl cellâtlara doğru yürüyeceğiz. Bu şerefi kimseye bağışlayamam” cevabını verdi.

Sultan Kılıç Giray ve her halktan liderlerin bulunduğu bir gurup Kafkasyalı komutan Sovyet otoritelerine teslim edildi. Aynı günlerde yargılanarak idam edildikleri haberi geldi.

Kampın etrafı tanklı askeri birlik tarafından kuşatılarak bir İngiliz subayı kamptakileri şu açıklamayı yaptı: “Kafkasyalılar! Liderleriniz Sovyet Otoritelerine teslim edildiler. Düzeni bozmayın. Etrafınızın nasıl kuşatıldığını görüyorsunuz. Kaçmaya kalkışanlar derhal vurulacaklar. Biz Sovyetler Birliği’yle artık müttefikiz. Siz yurdunuza dönmek mecburiyetindesiniz. Sizi göndermek de bizim görevimiz.” Kamp meydanında toplanan ihtiyar, kadın, erkek ve çocuklar toplu halde namaz ve dualar ederek sonlarını korku içinde beklemeye başladılar. İngiliz ordusunun ihanetini protesto etmek için kampın her yerine siyah bayraklar dikildi.

28 Mayıs 1945 günü sabah saat 10’dan itibaren 1 Haziran’a kadar 7000 den fazla insanın iadeleri sürdü. İngiliz Askeri Birlikleri’ne ait tanklar ve kamyonlar kampa yaban arıları gibi üşüştüler. Kuzey Kafkasyalı Müslüman ve Türk asıllı Kafkasyalıların bölgede güç kullanılarak iadeleri başladı. 

Drau nehri yanında yapılan iadeler sırasında mülteci Kafkasyalıların kanları ve çığlıkları Alpleri kapladı. Ruslar nehre atlayıp intihar edenler dışındakileri teslim aldıkları sınırdan 200 metre içeride kazdıkları çukurlarda katletmekteydiler.

Bazıları Ruslar tarafından öldürülmektense ailesiyle birlikte kendini Drau’nun azgın sularına bırakarak intihar etti. Alp dağlarına doğru kaçabilenlerin sayısı çok azdı ve ailesi olmayan Kafkasyalılardı.

O korkunç katliamın şahitlerinden Dellah kasabasının yerlisi çiftçi Martin Nagale: “… Hemen hemen tamamı kadın ve çocuklardı. Çok korkunçtu. Kadınlar teslim edilmemeleri için yalvarırlarken, her yeri gözyaşları ile yıkıyorlardı. Bu yalvarmaların boşuna olduğunu görenler ise bir biri ardına çocuklarıyla Drau’nun azgın sularına kendilerini bırakıyorlardı. ” şeklinde gördüklerini anlatırken, başka bir şahidi olan Mrs. Maria Tiffling “Bir ailenin bütün fertlerinin Drau’da yok oluşlarını hiç unutamam. Anne bir yavruyu sırtına bindirmiş diğer ikisinin de ellerinden tutuyordu. Üçüncüsü ve en küçük çocuk da babasının kollarındaydı. Hepsi de kendilerini Drau’nun hırçın sularına korkunç çığlıklarla attılar” diyerek bu korkunç katliamın belgesi olacak tanıklıklarını yaptılar.

Katliamın yapıldığı Drau’dan ailesiz bazı Kafkasyalılar kaçmayı başardılar. “Haram Tala” (Haram Topraklar) adlı romanında orada yaşananları kaleme alan Karaçay Türkü rahmetli Hamit Botaşev, Malkar Türklerinden Mustafa Aday Paşa, Malkarlı İbrahim ve Baksanlı Yusuf Baksan Efendioğlu’na ait, mülteci kampından yazılmış mektuplar, günlükler ve şiirlerde Drau katillerinin gerçek yüzleri apaçık ortaya koyulmaktadır.

“Drau” katliamının ortağı olan ve sözde “Ermeni soykırımı” senaryolarıyla Türk Milletini günümüzde hedef almış Avrupa ülkelerine karşı bir an önce kendi Karaçay-Malkar Türklerinin 1943 – 1957 Kafkasya sürgün ve soykırımı ile 28 Mayıs 1945 Drau soykırımını acilen tasarı olarak meclisten geçirerek, sorumlularına bunun hesabını sormalıdır.

 Bir gün Avusturya’nın Oberdrauburg bölgesine bağlı Irschen köyüne yolunuz düşerse, katledilen o zavallı Müslüman mültecilerin anısına Mayıs 1960 yılında Avrupa İslam Cemiyeti tarafından dikilen anıtı ziyaret ve dua ediniz. O mütevazı anıtta Almanca olarak: “Burada 1945 yılının 28 Mayısında 7000 Kuzey Kafkasyalı, kadınları ve çocuklarıyla Sovyet otoritelerine teslim edildiler ve İslamiyet’e olan sadakatleri ile Kafkasya’nın İstiklali idealine kurban gittiler” yazısını göreceksiniz.

Bu dikilen taş binlerce isimsiz Kuzey Kafkasyalı kurbanın dünyadaki 7000 kişilik tek mezar taşıdır.

 
Kaynak: Ufuk TUZMAN-Filolog, Araştırmacı
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
KARAÇAY-MALKAR / Karaçay-Malkar Türklerine Uygulanan İşkenceler ve Mülteci Kampları - I -

Yaşadığımız yüzyılın başında sürgüne mahkûm edilen ve mülteci kamplarındaki hayatları hakkında detaylı bilgiye pek rastlayamadığımız Türk Milletinin Kafkasya’daki kahraman ve gözü pek bir boyu olan Karaçay-Malkar Türkleri’nin Avrupa’daki toplama kamplarında yaşadıkları çileli hayatı ele aldık. Bugün Karaçay-Çerkes ve Kabardin-Malkar olarak iki ayrı ülke statüsünde yaşayan ikiye bölünen Karaçay-Malkar ulusu Türk’tür ve hiçbir etnik ve estetik ayrılığa sahip değildir. Bu yüzden yazımızda kendilerini ifade ettiği şekilde bu halkı Karaçay-Malkar Türkleri olarak ifade ediyoruz.

II. Dünya harbi yıllarında bir tarafta Hitler, diğer tarafta Mussolini ve Stalin gibi insanlığın yüz karası liderlerinin pençeleri arasında yıllarca ezilen ve sürülen Türk milletinin (Karaçay-Malkar, Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri, Kumuklar v.b.) ıstırapları bugünde sürmektedir.

Komünist Rus zulmünden kaçabilen daha sonra mülteci kamplarında şahsiyetleri ve milli gururları ezilen insanların kurtuluş ve vatan olarak gördükleri Türkiye’ye geçebilen akraba ve arkadaşlarından olan Yusuf Baksan Efendioğlu’na yazılan mektuplar kampta yaşayanların çektiği dehşet verici ıstırapların boyutunu apaçık ortaya koymaktadır.

Yazılan bu mektupların 22 tanesi 1992 senesinde Konya’da Doç. Dr. İsmail Doğan’ın doktora tezi döneminde elde ettiği ve yayımladığı eserin içinde, bir kısmı Ankara Karaçay-Malkar Türkleri Yardımlaşma Derneği arşivlerinde günlükler ve şiirler halinde 150 civarında mektubun ise yine Sayın Doğan tarafından Türkiye’den götürülerek Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyeti Karaçay Milli Müzesine teslim edildiğini biliyoruz.

Karaçay-Malkar Türklerinin ıstıraplarını mektuplarda yazılanlar ve bazı tarihi kaynaklardan anlayabiliyoruz. SSCB’nin gizli polisi olarak bilinen kan emici NKVD teşkilatı 1936 yılında savaş başlamadan önce Kuzey Kafkasya’da Karaçay-Malkar Türklerini asi halk olarak ilan ederek hapislerde işkenceler ettiğini ve savaş sonrası topluca sürülerek kimi zaman da katlederek kıyımlarını yürütmüştür.

Savaştan önce 1936–1937 yıllarında Karaçay-Malkar Türklerine yönelik etnik soykırımları başlatan Rusya gençleri hedef almıştı. Önce göstermelik bir mahkeme kuruluyor sonra NKVD polisleri tarafından işkenceler yapılarak suçlarını kabul etmeleri isteniyordu. Suçunu kabul etmeyenler ise akıl almaz işkencelere maruz kalıyordu. Ama mahkemelerde suçlanan Karaçaylıların büyük bir çoğunluğu itham edildikleri suçları kabul etmiyorlar ve feci şekilde hayatlarını kaybediyorlardı.

Stalin tutuklu gençlere işkence yapması için SSCB İçişleri Halk Komiseri olan Ezhov’u suçluların sorgulanması ve suçlarının kabul ettirilmesi için görevlendirdi. Hapiste işkencelere maruz kalarak hayatını kaybedenlerin eş, dost ve akrabalarının yanı sıra o işkenceleri çekenlerin verdiği bilgiler doğrultusunda Stalin hapishanelerinde şu işkencelerin uygulanıyordu:

-      Mahkûm tamamen tükeninceye kadar, 10–15 saat süreyle bir sandalyenin kenarında oturtulurdu. Sorgular gece gündüz sürer sorgulayanlar ise belirli aralıklarla değiştirilir ve her bir sorgucu kendi yöntemiyle bitap düşen mahkûmun sözde suçlarını itiraf etmesi için ikna etmeye çalışırdı;

-      Mahkûm bir duvara karşı 18–20 saat süreyle ayakta durmaya zorlanır özel olarak eğitilen köpekler mahkûmun en küçük bir hareketinde ya da oturmaya teşebbüsünde uzuvlarının birini saldırarak parçalaması için hazır bekletilirdi;

-      Mahkûma eski model bir deli gömleği giydirilir saatlerce onun içinde bırakılarak psikolojik baskı yapılırdı;

-      Mahkûmun kol ve bacakları bükülür, tırnaklarının altına sivri aletler batırılı, dayanılmaz acılar vererek mahkûmun gururunu kırmak için makatına katı maddeler sokulur ve tazyikli sıvı verilirdi;

-      Mahkûm çırılçıplak soyularak, elleri bağlanır ve farelere yemesi için işkencelerde ölenlerin cesetleri atılmış bir zindana atılırdı. Uzun zaman doyurulmayan farelerin çıplak olarak zindana atılan mahkûma saldırmaları beklenirdi;

-      Mahkûmun başına kan kaybederek şuurunu yitirinceye kadar başını sıkıştıracağı bir miğfer takılarak işkence uygulanırdı;

-      Mahkûmun içinde oturamayacağı, ayakta duramayacağı ya da uzanamayacağı, betondan yapılmış çivili bir fıçıya konulur ve fıçı ağzına kadar buzlu suyla doldurulurdu;

Yukarıda sıralanan işkencelerden her hangi birinden çıkan mahkûm yarı ölü bir halde sürünerek hücresine götürülür. Daha sonraki günlerde itham edildiği suçu kabul etmezse tekrar çağırılırdı.
 
Yine en kötü işkencelerden biri de işkencelere dayanamayıp ölen veya intihar eden akraba veya arkadaşlarının cesetleri sorgulanan mahkûmların önünde teşhir için dizilirdi.

NKVD’nin insanın akıl mantığına sığmayan tüyler ürpertici vahşiliği çok uzun zaman sürdü. Halk içinde korku ve dehşet yaratan bu olaylar karşısında kimsenin kimseye güveni kalmamıştı. Her köy meclisi veya halk toplantılarında bir NKVD köstebeği yer alır oldu.

Komünizmin bu gerçek yüzü yıllarca anlatılamadı ve yazılamadı. 1944 Alman-Rus harbi patlak verdikten sonra Stalin Karaçay-Malkar Türklerini savaşın gerekçeleri içine dâhil ederek topluca 1 gecede evlerinden toplanarak hayvan vagonlarıyla SSCB’nin diğer bölgelerine ki çoğunlukla Orta Asya bozkırları olan Kazakistan’a, Kırgızistan’a ve Sibirya’ya çoluk-çocuk, ihtiyar-kadın demeden sürüldüler.

SSCB tarihte Stalin’in toplu sürgünlerinin uygulandığı ilk halk Karaçay Türkleri olmuştur. Daha sonra sırasıyla Malkar, Kırım ve Ahıska Türkleri de topyekûn sürgüne maruz kalmışlardır.

Stalin rejimi 2 Kasım 1943 yılında 60 bin civarında Karaçay, 8 Mart 1944’te 40 bin civarında Malkar Türkünü bir gecede evsiz ve yurtsuz bıraktı. Sürgünün gerçekleştirilmesi için 20 bin civarında Rus askeri ve gizli polis görev aldı.

1957 yılında dönüş izni verilen ve hakları iade edilen Karaçay-Malkar Türklerinin ata yurtlarına dönmesi 1958 -1960’lı yıllara kadar sürdü.  Sürgünden dönenlerin bir kısmı bıraktığı evleri ya yerlerinde bulamadı ya da Türklerin evlerine Gürcü veya Ruslar yerleştirilmişti. Bu durum bazıları için sürüldükleri topraklara dönerek kıt kanaatte olsa kurulu düzenlerinde yaşamaya mahkûm etti. Bugün hale Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan bozkırlarında binlerce Karaçay-Malkar Türkü hayatlarını yenidünya düzenine uyum sağlamaya çalışmakla yoksulluk içinde geçmektedir.

Bugün bile sürülenlerden kimlerin ve kaç kişinin yollarda ölerek vagonlardan atıldığı veya kaybolduğu bilenememektedir.

Bilinen tek gerçek bu sürgün ve katliamlar Rusların hainlikle suçladığı Karaçay-Malkarların nüfusunu ve toplumsal yapısını bozmaya yetmiştir.

Birde bunlar yaşanırken yukarıda da bahsettiğimiz Karaçay-Malkar Türklerinden Avrupa’ya NKVD’dan kaçarak mülteci durumuna düşen uzun bir süre kamplarda yaşayarak “anavatanım” dedikleri Türkiye’ye ulaşabilme ümidiyle acı ve sefaleti göğüsleyenlerin dramı vardır. Bu mültecilerin dramını gelecek sayımızda ayrı bir açıdan değerlendireceğiz

Ufuk TUZMAN-Filolog, Araştırmacı
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
KARAÇAY-MALKAR / Karaçay-Malkar Türklerine Uygulanan İşkenceler ve Mülteci Kampları -II-

Komünist Rus zulmünden kaçabilen daha sonra mülteci kamplarında şahsiyetleri ve milli gururları ezilen insanların kurtuluş ve vatan olarak gördükleri Türkiye’ye geçebilen akraba ve arkadaşlarından olan Yusuf Baksan Efendioğlu’na yazılan mektuplar kampta yaşayanların çektiği dehşet verici ıstırapların boyutunu apaçık ortaya koymak olduğunu makalemizin ilkinde bahsetmiştik.

Genel olarak mektuplar incelendiğinde İtalya, Almanya, Avusturya, Romanya’da açılan SSCB’nin zulmünden Avrupa’ya oradan da “anavatanımız” dedikleri Türkiye’ye geçmek için sığınan Karaçay-Malkar Türklerinin kamplarının varlığı ortaya çıkmaktadır.

Şunu belirtmeliyiz ki kamplarda mektupları yazanların bir çoğunun 1936-1937 yıllarında senaryolarla tutuklanarak Stalin’in hapishanelerinden kaçan veya çıktıktan sonra Avrupa’ya geçmeyi başaranlardır.

Ayrıca 28 Mayıs 1945 yılında 22 aylık zorlu bir yolculuğun ardından en büyük katliamın yapıldığı İtalya ve Avusturya sınırındaki Drau nehrindeki İngiliz kampında bulunup ta SSCB gizli polisine (NKVD) teslim edilirken kaçan ailesiz şahıslarda yukarıda adı geçen kamplara sığınmışlardır.

Mülteci mektupları Karaçay-Malkar Türklerinin tutulduğu İtalya’da Reggio Emillio (ABD kampı), Yuanov Aliksandr, Bognoli Napoli (D-Blok tutsakları), Almanya’da Signal Depot ve Kranzegg Kreis kampları ve adını tespit edemediğimiz Romanya’da tek bir kamptan Malatya Tekel Sigara Fabrikasında çalışan Yusuf Baksan Efendioğlu’na yazılmıştır.

Mektupların genel karakteristik özelliklerine bakıldığında tüm tutsak Karaçay-Malkar Türklerinin NKVD’nın kendilerine ulaşmasından korktuklarını ve bu yüzden kendi adları yerine başka adlarla hayatlarını idame ettirdiklerini yazılan mektuplar açıkça göstermektedir.

Yazılan tüm mektuplar anavatan Türkiye özlemiyle vurgulanan paragrafları içermektedir. Ayrıca mektup sahipleri arasında Rus ordusunda önemli askeri eğitim ve yetenekleri alan şahıslarında olduğu ve bu konuda Türkiye askerine bilgi ve yetenekleriyle katılarak hizmet etmek isteyenlerinde olduğu görülmektedir.

Mektuplardaki en önemli ayrıntı ise kaçış sırasında veya kamptan nakil sırasında kimlerin nereye ve ne şekilde nakledildiği ayrıca bazı ihanetlerin yaşandığı ve NKVD askerlerinin bazı hilelerle kamplardan mülteci Türkleri “Türkiye’ye götüreceğiz” diye Yunan işbirlikçileri ve istihbaratıyla Sovyetlere teslim ettikleri ve birçoğunu kurşuna dizildiğinden de bahsediliyor.

Bu acı manzara ve hayatın içinde yıllarca süren açlık ve sefalet mektuplarda görülebilen en önemli noktalardan biri olarak fark edilebilir.

Kamplarda mektuplar başta Aşağı Çegem bölgesinden kaçan Mustafa Aday Paşa olarak imza kullanan Musa Efendioğlu’nun oğlu olan Ulubaşların İbrahim, Kerim Muhammet lakaplı Batayoğlu Aslan, Bayda Muhammed Bünyamin, Hamit Etezoğlu, İbrahim Musa, M.Korkapov ve bu şahısların mektupları içinde birkaç paragraf mesaj yazarak hemşerilerini arayan Alman ordusuna alınmış Kumuk Türk’ü bir subay ve Azerbaycanlı bir sığınmacının da olduğu dikkat çekiyor.

Mücadelelerinde özellikle Türkiye, Mısır, Arabistan için vize verilerek gitmelerine müsaade edilen bazı mülteci Karaçay-Malkarlıların Roma kamp üst komisyonunda görevli 1 Koban Çerkezi, 1 Ahıskalı ve 1 Azerbaycanlı tarafından hazırlanan göç evraklarında sahtekarlık yapılarak pasaportlarının adıyla başka kişilerin el altından gönderildiğinden de bahsedilmektedir.

Yine ilginç olan bir diğer husus ise kamplarda NKVD’nın operasyonlarında yer alan çok iyi Türkçe, Rusça ve İngilizce eğitimli bir ajanın “…bende Türkiye’ye gitmek istiyorum. Türk’üm. Yunanistan üzerinden çok pratik bir şekilde sizin gitmeniz için gerekli vize parasını sağlarsanız birkaç ay içerisinde sizi oraya götürürüm” diyerek aldığı paralarla mültecileri NKVD ajanlarına satan bir Yunan ajanından da bahsedilmektedir.

Bunları yaşayan Karaçay-Malkar halkının durumlarını anlatacak kimse kalmamıştır. Mustafa Aday Paşa (Ulubaşların İbrahim) 1947 yılının Ağustos ayında esaret ve tehdit altındaki kamptaki soydaşlarının artık tükenen onurlarının baskısı altında yardım istemek amacıyla Birleşmiş Milletler (BM) kamp temsilcisine çok detaylı ve analizlerinin yapıldığı sürgünlerle ilgili bir rapor sunar.

Diplomatik bir çıkış arayan Mülteci Karaçay-Malkarların bir kısmı Bükreş Türk Büyükelçisi Hamdullah Suphi Tanrıöverle temasa geçerek Türkiye’ye gitmek için hazırlık yaparken, Mustafa Aday Paşa’da dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye açık bir mektup hazırlamaktadır.

Türkiye’nin Bükreş’ten Büyükelçi Tanrıöver’i çekmesiyle Anavatan Türkiye hayallerinin bir kısmı yitirilir. Fakat Mustafa Aday Paşa açık mektubu 22.01.1948 tarihinde büyük bir kararlılıkla Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye gönderir.

Hamit Etezoğlu ve İbrahim Musa’nın Türkiye’ye kabul edilerek Konya’ya yerleştikleri anlaşılmaktadır. Mustafa Aday Paşa’nın eldeki mektuplardan nerede ve ne şekilde kaldığı anlaşılmasa da askeri subaylık yapan bazı Karaçay-Malkarların Türk ordusuna katıldığı bilinmektedir.

Şunu da belirtelim ki bazı mülteciler 1948 yılında Türkiye’nin Konya Sarayönü’ne bağlı Başhüyük köyüne, Eskişehir’in Çifteler kasabasına bağlı Belpınar köyü ile Afyon’un Gökçeyayla ve Doğlat köylerine gelip yerleştikleri bilinmektedir.

ABD’nin 1948 yılı sonunda yayımladığı Kafkasya doğumlu vatansızlar statüsüyle 1.derece ABD vatandaşlık verileceği köy köy ilan edilmiş, Türkiye’yi vatan diyerek gelen Kafkasyalıların hangi mecburiyetle ABD’ye gitmek zorunda bırakıldıkları da meçhul kalmıştır.

Bu hususta aklımıza 1945 yılında imzalanan yatla anlaşmasıyla Stalin’e vererek katledilmesine veya vatansız kalmasına sebep oldukları Karaçay Malkar, Kumuk, Azeri Türkleri ve diğer Kafkasyalı Kabardey, Adige, Dağıstan halklarının geride kalan avuç kadar mevcudiyetlerini himayelerine alarak soykırım ortağı olmasından duyduğu rahatsızlığı gidermek ve sindirmek istemesi ihtimali gelmektedir.

Kaynak: Ufuk TUZMAN-Filolog, Araştırmacı
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
KAZAKİSTAN / Turan Kurbanları -I-

Geçtiğimiz yüzyılda emperyalist güçlerin etkisi altında bulunan Türk Devlet ve Toplulukları üzerinde ağır ve çıkmazlarla dolu sayısız trajedinin yanı sıra kayıpların da meydana geldiği aşikârdır.

Bugün 10 milyon km² lik bir coğrafyadan daha geniş bir sahada yaşayan neredeyse 250 milyon civarındaki Kıpçak, Oğuz, Karluk, Sibir ve Avrupa Türkü bu yüzyılda dili, edebiyatı, tarihi ve milli kültürlerine yapılan tahrip ve saldırılardan az veya çok darbe alarak çıkmıştır.

Bu trajik darbelerin etkisinde defalarca kalmış olanların biri de Orta Asya’nın merkezi konumundaki Kazakistan’dır. SSCB sınırları içerisinde milli mücadelesini her fırsatta Turan’ın odağı Türkistan yaşayan Kazak Türklerinin 1930’lu yıllardaki “Kızıl Kırgın Kurbanlarına” değineceğiz.

Emperyalist SSCB rejiminin 1930’lu yıllarda tüm Türk Devlet ve Topluluklarında yaşayan Türk soydaşlarımızın nüfusunu eritmeye yönelik yürüttüğü acımasızca infaz ve oluşturulan suni açlıklarda birçok soydaşımızın hayatlarını kaybettiği bilinmektedir. Bilinemeyen ise ölümlerdeki sayının korkunç boyutlarda olmasıdır.

Kazaklar barış içerisinde yaşadıkları geniş bozkırlara 1723 yılında Çin’den gelen 70 bin atlı Jongar (Cungar) askerinin işgaliyle savaşa girdi. Müslüman Kazak Türkleri kendi hâkimiyetleri altındaki bozkırları 1 milyondan fazla Kazak Türkünü savaş ve ardından gelen açlıkla şehit vererek toprakların asıl sahipleri olduklarını dünyaya bir kez daha gösterdi.

Kayıplar açlık ve savaş yılları nüfus ve savunmalarını azalttı. 2. Çin istilasına dayanamayacak durumda olan Kazak Türkleri kendi istekleriyle Rus Çarlığının himayesini kabul etti.

Çarlık rejimi Orta Asya’da yaşayan tüm göçebe Türkleri yerleşik şehir düzenine geçmeye mecbur bıraktı. Tarihte ilk kez 1897 yılında Kazak Türkleri ve diğer Türk boylarının nüfus sayımı yapıldı. Sayımların sonuçları arşivlere Kırgızlar 250.000, Türkmenler 250.000, Tacikler 250.000, Özbekler sınırları içinde 750.000-sınırları dışında 750.000 olmak üzere 1,5 milyon iken Kazakların nüfusu 4.300.000 kişi olarak geçirildi. Kazakların nüfusu neredeyse Orta Asya’da yaşayan halkların toplamının iki katıydı.

Son yüzyıl içerisinde SSCB’nin yaşattığı “Kızıl Kırgınlar” neticesinde Kazak Türklerinin nüfusunun 8 ile 9 kat arası artışı engellenmiştir. Günümüzde Özbeklerin 25 milyonu aşan nüfusları ile kıyaslandığında Kazakların bugün 40 milyondan fazla nüfusları olması gerekirken maalesef Kazakistan nüfusu içerisindeki Kazak Türklerinin sayısı 9 milyonu geçmemektedir. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev geçmişte yaşananların unutulmaması için 1997 yılını ülkede “Milli Barış ve Siyasi Göç ve Sürgün Kurbanlarını Anma Yılı” olarak ilan etmiştir. Elbette bu anma yılının en büyük amacı bugün tarihte düşündürücü ve endişe verici olan bu olaylardan ders çıkarılarak geleceğe emin adımların atılmasıdır.

Peki, bu yüzyıl içerisinde neler yaşandı? Kazak Türklerine ne oldu da nüfusları azaldı?

1991 yılında Kazak Türklerinin bağımsızlıklarını ilan etmelerine kadar olan yüz yıllık dönem içerisinde 1920 yılındaki ezici rejimin baskı ve getirdiği kaçınılmaz sonlar, 1929–1933 yıllarında SSCB’de bolluk varken yapılan suni açlık, 1937–1938 yıllarında tüm Kazak aydınları ve halk öncülerinin toplu yada gizli idamları, 1939–1945 yılları arasındaki II.dünya savaşı, 1950’li yıllardaki doktorların halk üzerinde yürüttüğü genetik ve kimyasal denemeler,  1960 yılındaki Moskova’daki Kazak gençlerinin sürülmeleri, 1970 yılındaki Akmola eyaletinde yaşanan meşhur Tselinograd olayı ve son olarak Kazakistan başta olmak üzere bugünkü Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlık yolunu açan Jeltoksan (Aralık) ayaklanması Kazak Türklerinin nüfuslarının azalmasında büyük rol oynamıştır. Bu arada 40 yılı aşkın süredir Kazak bozkırlarının en verimli topraklarından olan Semey Eyaletine nükleer poligonlar kurularak eyalet ve çevresinde yapılan 468 nükleer ve atom bombası denemeleriyle ölüme mahkûm edilenlerin sayısı ise tam bilinememektedir.

Yapılan bir araştırmaya göre, 20. yüzyılda tüm dünyada 170 milyon insan katledilmiş veya yok olmaya terk edilmiştir. Yok edilen bu insan nüfusunun sadece 110 milyonu yani üçte ikisi Komünist rejimin kurbanları olarak tespit edilmiştir. Bu yok edilen 110 milyon insanın üçte ikisi yani 60 milyondan fazlası da Türk soyludur. Bu rakamlar dehşet vericidir. Bugün Kazakistan’da hemen hemen her evde birinci derece bir yakınını bu yüzyıl içerisindeki trajedilere kurban verene rastlamak mümkündür.

Bu konuda ciddi bir araştırma yapıldığında bir zamanlar SSCB halklarının tarihinde insanlığın koruyucusu ve kutsal liderleri olarak isimleri insanların beyinlerine korku ve vahşetin gücüyle kazıyan V.Lenin ve İ.Stalin döneminde 46,6 milyon insanın çeşitli senaryo ve yollardan öldürüldüğü görülecektir. Bu katliamların 4 milyonunun V.Lenin, 42,6 milyonun ise “Kızıl Kırgın’ın” mimarı İ.Stalin zamanında gerçekleştirildiğini söylemek istiyoruz.

1954 yılının SSCB hükümetine sunulan bazı raporlarında sadece Kazakistan’dan 58.maddenin ihlali gerekçesiyle rejim karşıtı ilan edilen 3 milyon 770 bin kişinin tutuklandığı belirtilmiştir. 642 bin 980 kişinin idam edildiği, 2 milyon 369 bin kişinin ise 25 yıl ağırlaştırılmış hapis cezalarına çarptırıldığı da Moskova yönetimine aynı raporlarla bildirilmiştir. Fakat 25 yılın sonunu hiç biri göremediği herkesçe malumdur. Bu tutuklananların büyük bir çoğunluğunun da eski SSCB sınırları içerisinde sürgün edildiği de gizlenmemektedir.

Kazak bozkırlarında yaşanan ve tarihe “Aktaban Şuburundu” olarak geçen doğal kıtlık döneminin üzerinden geçen 210 yılda çoğalan Kazak Türklerinin nüfusu ise yine geçtiğimiz yüzyılda Kazakistan’da yaratılan suni açlık ve kıtlıklarda 2 milyon 220 bin kişinin ölümüyle büyük bir kayba uğratılmıştır. Bu rakamlar devlet arşiv kayıtlarınca da doğrulanmaktadır. Bu ölümler kadar feci olan başka bir etken ise binlerce Kazak Türkünün kıtlık döneminde topraklarını terk etmesidir. 616 bin kişi Orta Asya bozkırlarının çöle dönüşmesiyle ata vatanlarını geri dönmemek üzere terk etmek zorunda kaldığı da bilinmektedir.

1927–1953 yılları arasında ise SSCB hükümet karşıtı denilerek suçlu bulunan 103 bin kişi siyasi sürgüne gönderildi. Bu siyasi suçluların 25 bini daha sonra idam edildi.

Bu süreçte Stalin’in tam desteğini almış olan dönemin SSCB Kazakistan Komünist Partisi sekreteri F.Goloşegin açlık ve katliamlar sürecinin en büyük aktörü oldu. Goloşegin’in yaptırımlarıyla kuzeyindeki bereketli toprakların üretimlerini engelledi. 1920’lerde nüfusun neredeyse 5 katı fazla olan büyük baş hayvanları toplu olarak kesildi veya yok edildi. Bunların temelinde ise kör siyaset uygulayarak Kazakistan’da küçük bir ihtilal planı vardı. Bu ihtilal maksatları arasında Orta Asya’nın güçlü ve zengin Kazak Türkü beyliklerini ortadan kaldırarak zenginleri halk düşmanı ilan edilmesine ve sürülmesine sebep olacak sürecin başlatılması yatıyordu.

Nihayetinde 700 e yakın beyin malları ve hayvanları ve toprakları ellerinden sorgusuz sualsiz alındı. Göçebe bozkır hayatına sahip Kazak halkı güç kullanılarak yerleşik düzene geçirildi.

Bu durum elinden meraları ve hayvanları alınmış göçebe halkı kırıp yok etmeye başladı. Korkunç bir sonun kurbanı 40 milyondan fazla dağlarda ve yaylalarda aç susuz ve yemsiz bırakılan büyük ve küçükbaş hayvanlar sahipsizlik ve bakımsızlıktan telef oldu. 1927–1932 yılları arasında halk hayvanlarının telef olması ve ölüme terk edilmesi sonucu halkın besin kaynağı hayvanların tüm ülkedeki sayısının 4 milyona düşmesiyle açlık süreci başlamış oldu.

Tarihi kaynaklar ve canlı şahitleri anlattıkları ise tam bir vahşet ve korkuyu ortaya koymaktadır. Geçimini hayvancılık ve topraklarının mahsulüyle sağlayan zengin Kazak Türkleri 1927–1932 yılları arasındaki 5 yıllık bir süre zarfında önce mal, mülk ve hayvanları ellerinden alınarak yoksul bırakıldılar daha sonrasında ülke genelinde başlayan açlık sonucu büyük çoğunluğu çocuk ve kadınlardan oluşan binlerce kişi toplu ölümlere maruz kaldı. Köy ve kasabalarda yaşayan 50 ile 100 bin kişilik nüfusların günde 30–80 kişiye kadar ölü verdikleri artık ölüleri gömmenin imkânsız hale geldiği ve sonunda halkın başka ülke topraklarına göçtüğü bilinmektedir.

1932 yılından sonra onlarca köy haritadan silinmiştir. Ülkede kalan Kazak halkı bu kıtlık sonrasında SSCB rejiminin gereğini yerine getirmek zorunda bırakıldı.

1933 yılına açlıktan ölen Kazak Türkünün sayısının 2 milyon 300 bin kişiydi. Bu tarihi trajedi Kazak halkı tarafından “Kızıl Kırgın Kurbanları” olarak anıldı. Bu ölüm oranı o yıllarda Kazakistan nüfusunun %54’üne denkti.

Ülke çapında bu yıllar zarfında yaklaşık 80 bin kişinin katıldığı büyük ayaklanmalar yaşandı. Bu olaylarda 5551 kişi Stalin’in gizli polis servisi tarafından tutuklandı ve 883’ü anında idam edildi. Kalanlar ise sonu bilinmeyen bir hayata kurban gitti.

1936–1937 yıllara gelindiğinde Kazak milli şahsiyetleri ve aydınlarının halk üzerinde bağımsızlık, Turancılık ve Pan-Türkist düşünceleri önem kazanmaya ve sahiplenilmeye başlandı.

Milli ruhu doğuran yazar ve şairlerin güçlü kalem darbeleriydi. Adeta kılıçtan etkili olan bu kalemler halkın korkularla sindirilmiş ruhlarını canlandırarak kendine getiriyordu. Ana dil, Turan egemenliği, bağımsızlık konuları tüm ülkeyi etkisi altına almaya başladı.

Bu kalemlerin başında İstiklal savaşında kendi ülkesi işgal altındayken Mustafa Kemal ve Türkiyeli kardeşlerine hitaben “Alıstagı Bavırıma” (Uzaktaki Kardeşime) adlı şiirini yazan Mağcan Cumabayev, Ana dil ve Kazak Halk pedagojisinin temellerini atan Ahmet Baytursunov, İlyas Cansugirov, Beyimbet Maylin, Mırjakıp Dulatov ve Saken Seyfullin gelmekteydi.

Halkının gözünü açarak karanlık bir dünyada yaşamasını istemeyen ve milli duyguları perçinleyen bu kalemler SSCB hükümetince Türkçülük ve Turancılık hareketiyle halk düşmanı ilan edilerek kurşuna dizildiler.

Sonuç olarak geçtiğimiz yüzyılda emperyalistlerin pençelerinde bu ağır azabını çekmeye mahkûm edilen Kazak Türkü ve diğer Türk Cumhuriyetlerindeki kardeşlerimiz o acı günleri geride bırakmıştır.

SSCB’nin “Kızıl Kırgını Kurbanları” yerini, ABD ve AB’nin “Ortadoğu Kırgını Kurbanları”na bırakmıştır. Maalesef dün olduğu kadar bugünde milletimiz acı çekmektedir. Geçmişte milletimizin kucaklaşarak birbirlerinin yaralarına merhem olamaması, bugünün yaralarına merhem olmayacağı anlamına gelmemelidir.


Kaynak: Ufuk TUZMAN – Filolog, Araştırmacı
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
KAZAKİSTAN / Semey Ölüm Poligonu Kurbanları -II-

İnsanlık, tarihi boyunca yeryüzünde her zaman güç ve kontrolü elinde bulundurmanın mücadelesi içinde olmuştur. Türk milletinin tek başına asırlardır dünyayı ürküten gücü ve iktidarı her zaman karşısındaki rakiplerini daha güçlü olmaya sürüklemiştir. Bu mücadelenin 21. yüzyıldaki görünüşü ise kendini küresel ısınma ve tabi felaketler sürecine taşımıştır. Yani, dünyanın sonunu hazırlayan nükleer radioaktiv yüklerin yanlış ve kontrolsüz kullanılması günümüz felaketlerine bir davetiye çıkarmıştır.

Dünyanın farkında olduğu fakat Türkiye’de az bilinen SSCB tarafından Orta Asya’daki topraklarında Türklerin evlatları üzerinde denen nükleer denemelerden bahsedeceğiz. Yani Kazakistan Cumhuriyetinin Semey (Semipalatinskiy) Poligonunda denenen yüzlerce nükleer atom bombasının insanlar ve doğal çevre üzerindeki olumsuz etkilerinin yakın zaman tarihçesine ineceğiz.

Semey (Semipalatinskiy), Kazakistan Cumhuriyeti’nin kuzey doğusunda bulunan ve Orta Asya tarihinin önemli şahsiyetlerinin yetiştiği kahramanların ise harman olduğu bir bölgesiydi.

Dünyada kendine süper güç adı veren devletlerin nükleer poligonlarının en acımasızca kullanılanlarının hedefinde her zaman Türkler ve toprakları olmuştur. ABD’nin Nevada (Kızılderililerin ata toprakları), Çin’in Lob-Nor (Doğu Türkistan toprakları) ve SSCB’nin 40 yıl boyunca 468 atom bombasını denediği bugün Kazakistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde 304000 km²’lik alanda 1,7 milyon insanı ve doğal çevreyi ölüme terk eden Semey nükleer deneme poligonu (SİYAP) (Orta Asya toprakları) bunlardan başlıcalarıdır.

SSCB ve ABD 20.yüzyılın başından itibaren silah sanayinde nükleer silah ve keşiflere yöneldi. Uluslararası silah teknolojisi casusluklarının en üst safhada yaşandığı bu yüzyılda Sovyetler Birliği’nin (SSCB) Devlet Güvenlik Komitesi Stalin’in imzasını taşıyan 28 Eylül 1942 tarih ve 2352 nolu kararıyla uranyum üzerinde çalışmasına başladı.

11 Şubat 1943 yılında ise nükleer teknolojisi ve atom enerjisinin geliştirilmesi için 2 nolu Atom Enerji Bilim Akademisi laboratuarını kurdu. Laboratuar dünyanın en zeki matematik, kimya ve fizik bilim adamlarıyla istihdam edildi. Kısa süre sonrada SSCB Atom Enerjisi Kurumu olarak resmi statüsünü aldı. Başkanlık görevini bugün Sovyet tarihinde yerini alan İ.V. Kurçatov getirildi. Bu dönemde Sovyet ajanlarının dünyadaki nükleer silah teknolojisi hakkındaki istihbaratı hızlandı.

1943–1945 yılları arasında Sovyet Haber Alma İstihbarat Teşkilatı (KGB) kurulan bu kurum için başta ABD olmak üzere birçok ülkedeki nükleer silah ve uranyum çalışmalarını 10000 sayfalık bir doküman olarak toplamıştı. SSCB tarafından denenen ilk atom bombaları bu bilgiler ışığında başarıya ulaştı.

1941–1945 yılları arasında SSCB büyük bir eğitim ağı kurarak ülke çapında seçilmiş kişilerin 3 yılda sadece atom ve nükleer bomba teknolojisinde eğitilmesi için bir sistemi başarıyla hayata geçirdi.

1946 yılında ABD’nin Hirosima ve Nagasaki’ye attığı atom bombaları tüm dünyanın ilk nükleer korkularının da başlangıcı oldu. Artık er meydanı savaşları havada, deniz de ve karada sona erdiği teknoloji ve nükleer denilen bir gücün devranı başlamış oldu. 1946 yılına kadar Almanya ve Çekoslovakya’dan zenginleştirilmiş uranyum alan SSCB kendi nükleer tesislerini kurma yolunda hızlı bir süreci başlattı.

Bu süreç ayrıca Orta Asya’da yaşayan halkların kaderindeki sona yaklaşılan bir süreci oluşturdu. 29.08.1948 yılında SSCB ilk atom bombasını başarıyla ve dünyadaki atom bombalarından çok daha güçlü olarak denedi.

Artık durdurulamaz nükleer silah yarışı başlamıştı. SSCB yeni nükleer deneme üstlerini kurmak üzere geniş bozkırlara sahip olan Kazakistan’ın Semey vilayeti topraklarını seçti. İnsanlar ve köyler üzerinde gizli kameralarla radyoaktif fırtına ve maddelerin etkilerini incelenmeye alındı. Halkın bilgisi ve haberi olmadan onları canlı denekler olarak kullandı. Kimi zaman denek şehirler kurarak patlamaların bu şehirdeki bina, köprü, tünel, metro ve tesisler üzerindeki etkilerini gözlemledi.

Dünyanın ve Kazakistan’ın bilgisi dışında SSCB devleti hiçbir kaideye bağlı kalmadan Semey nükleer poligonunda 40 yıl içerisinde toplam 468 nükleer deneme gerçekleştirdi. Bu rakamlar akıllara durgunluk veren bir sonun göstergesi oldu. Bugün resmi olarak 18500 km²’lik bir saha olarak poligon alanı gösterilmiştir. Fakat yapılan denemelerin etkisi incelendiğinde radyoaktif maddeler ve bulutların 304000 km²’ye yayıldığı görülmüştür.

Bölge insanından ve dünyadan 1993 yılına kadar poligonun ne derecede nükleer denemelerle etkilendiği hakkında yazılı bilgiye rastlanılmamıştır. Semey nükleer poligonu hakkında bugünkü eldeki verilere bir göz atalım.

Poligonun kısa adı SİYAP olarak adlandırılıyordu. Orada SSCB bugünkü nükleer gücünün temelini yaptığı denemelerle attı. İstatistik verileri SSCB’de bugüne kadar gerçekleştirilen genel nükleer denemelerin üçte ikisinin Semey’de yapıldığını ortaya çıkarmıştır.

Bu oran dünyadaki yapılan denemelerin dörtte birine denktir. Yapılan nükleer denemeler 2 etapta gerçekleştirildi.

1.       Etap: 1949–1962 yılları arasında atmosferde ve yerüstünde gerçekleştirilen nükleer denemeler: Bu denemelerde patlama sonrası poligon sahasına yağan radyoaktif maddelerin davranışlarının ölçümü yapılıyordu. İklimsel yağışların ne şekilde etkilendiği ve gaz bulutlarının oluşturduğu dalgaların sınırların çok fazla dışına kadar yayılışı ile nitelendirilmekteydi.

2.       Etap: 1961–1989 yılları arasında yeraltında gerçekleştirilen nükleer denemeler: Yeraltında meydana gelen merkezi çukurlar ve bu çukurlarda toplanan radyoaktif yükünün etkileriyle nitelendiriliyordu. Bu denemelerde istisna oluşturan bir durum vardı ki o da denemelerin tahminin kat kat üstünde yapıldığında yeryüzünde oluşturduğu radyoaktif kirlenmelerdi.

SSCB yeraltı ve atmosferde yaptığı denemeler için bölgesel hedefler ve bazı kodlar kullanmıştır. Bu hedefler yerleşim yerlerinin adlarıyla kısaca şöyle gruplandırılmıştır:

Hedefin adı     :                                              Hedef kodu     :

Aktan-Berlik                                                     “A”

Balapan                                                           “B”

Balapan Köyü                                                   “B2”

Gornaya (Dağ) Üssü                                         “G”

(Degelen, Mırjık, Sarı Özen)

Degelen                                                           “D”

Mırjık                                                               “M”

Sarı Özen                                                         “S”

Bilinmeyen hedef                                              “N”

Opıtnoye Pole (Pavladar-Karaganda arası)          “P-1,2,3”

300 km’lik bir saha

Baykal (2 deneme reaktörü vardı)                      “10”

İlmi Araştırma ve Işınlama kompleksi                 “RBŞ”

Telkem (Barışçı deneme sahası)                         “T”

“O.P.”, “N”, “RBŞ”, IGR reaktör yçnetimi             “Ş”

Sotka                                                              “100”
           

Semey Nükleer Deneme Poligonunun (SİYAP) tarihine baktığımızda dünyanın en büyük bombalarının ilk kez burada geliştirilerek denendiğini görmekteyiz.

SSCB özellikle 1950 yılından buyana 2 çeşit nükleer teknolojinin geliştirilmesine önem vermekle kalmamış bu bombaları ilk kez Semey’de denemiştir. Bunlar termonükleer bombası ve hidrojen bombalarıdır.

Tek ve iki basamaklı bu bombaların icadı ve denemesi ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki de kullandığı atom bombalarının tecrübesinden çok daha korkunç ve tehlikeli olmuştur.

 SSCB’nin ilk nükleer zafer olarak ABD’nin önüne geçtiği RDS-6s ve RDS–37 adlı bu bombalar bugün Semey ve bölgesinde 304000 km’lik alanda yaşayan 1,7 milyon kişinin hala kurban olarak yaşamak zorunda bırakan ilk denemeleriydi.

RDS-6s tek basamaklı bir termonükleer modeli olarak 1950–1953 yılları arasında hazırlanarak ilk kez 12 Ağustos 1953 tarihinde Semey’de 400 kilotonluk bir patlama şiddetiyle denendi. Bu denemede başarılı olan SSCB cesaretlenerek iki basamaklı RDS–37 adlı hidrojen bombasını 1954–1955 yılları arasında hazırlayarak 22 Kasım 1955 tarihinde yine Semey Poligonunda gerçekleştirdi. RDS-37’nin 1,6 megatonluk patlaması akıllara sığacak gibi değildi. Her iki bombayı da hava taşıtı yoluyla atan SSCB bombaların ortak özelliği olarak taşınabilirlik kabiliyetlerini geliştirdi.

1955 yılından sonra Semey Poligonu sınırlarını genişleten SSCB 1989 yılına kadar bu nükleer gelişmeleri bu poligonda sürdürdü.

40 yıllık bu süre zarfında Sovyetler Birliği Cernobil Nükleer silah fabrikasında ürettiği 468 bombanın denemesini Kazakistan’ın Semey Poligonunda gerçekleştirmiştir. Bu denemelerin 125’i atmosferde (26’sı yerüstünde, 91’i havada ve 8’i yüksek irtifalarda) 343’ü ise yeraltında (215’i dağlara kurulan galeri gediklerde, 128 tanesi de dikey deliklerde) değişik çap ve patlama şiddetlerinde gerçekleştirildi.

Bu denemeler gerçekleştirilirken halk nükleer tepkilerin kendi üzerlerinde denenmesine çoğu zaman isyan ediyordu. Fakat SSCB ajanlarının tehditleriyle korkutulan halk sindiriliyordu.

Bu denemelere şahit olan Abay kasabasına bağlı Kunduzlu köyü sakini ve emekli gazeteci Irıshan Musaoğlu bu durumu: “Bu olay sözle anlatılamaz. Bir taraftan yapılan denemeleri ve halkın kaygılarını anlatmak istiyorduk, diğer taraftan da çevreye verdiği akıl almaz zararlara ve insanlar üzerindeki olumsuz etkilerine şahit oluyorduk.

1953’te öğrencilik yıllarımdaki bir atom bombası denemesi aklımdan çıkmıyor. Herkes akıl sağlığını hemen hemen kaybetmişti. Bir gecede tüm köyü oradan göçe zorladılar.
     1945 yılından itibaren değişik ölçeklerde yüzlercesi denendi. Köyler uyarılmadan kurulan gizli kameralarla yapılan deneylerin sonuçları incelendi. Tepkilerimiz ortaya çıkmaya başlayınca bize gelip SSCB ve burada olanlar hakkında olumsuz konuşanlar ölümle tehdit edildi” şeklinde itiraf etmiştir.

1963 yılında Moskova’da SSCB, ABD ve İngiltere arasında imzalanan ilk nükleer silahsızlanma anlaşmasıyla denemelerin atmosferde yapılmaması kararı uygulamaya girdi. Daha sonra Fransa ve Çin bu anlaşmaya dâhil oldu. Bugün 117 ülkenin kapsamında olan anlaşmaya 1991’de Bağımsız Kazakistan Cumhuriyeti de katıldı.

Kazakistan’ın, Semey Poligonunu kendi isteğiyle kapatması Birleşmiş Milletler (BM) ve dünyanın önde gelen sivil toplum örgütlerince takdirle karşılandı.

Semey poligonunun kapanması uluslararası sivil toplum örgütlerinin ümit ve cesaretini meydanlara taşıyarak nükleer silah karşıtı gösterilerin artmasına da sebep oldu. Bu gösteri ve mitingler karşısında 1991’de sırasıyla Rusya’nın “Yeni Dünya nükleer deneme poligonu”, ABD’nin Kızılderililerin ana yurdu olan Nevada’da 40 yılı aşkın süredir kullandığı “Nevada nükleer deneme poligonu”, Fransa’nın “Atoll Mururod nükleer deneme poligonu” ve Çin’in Doğu Türkistan yakınlarındaki “Lob-Nor nükleer deneme poligonu” birbiri ardına kapandı.

Kazakistan’da kapatılan Semey nükleer deneme poligonunda kapatılan 181 tünel ve 13 kuyunun sonuncusu olan 160’nolu Degelen dağındaki deneme tüneli ise ABD ile yapılan anlaşmayla Kazakistan bütçesinden 172 milyon dolarlık bir harcama ile son nükleer yüklerin imhasıyla kapatılmış oldu.

 Kazakistan Bilimler Akademisi Enerji Enstitüsü yaptığı açıklamada Semey nükleer poligonunda (SİYAP) SSCB tarafından 40 yıl içinde gerçekleştirilen nükleer atom bombalarının etkisinin 1945 yılında Hiroşima ve Nagasaki’de patlayan atom bombalarından 2500 kat daha güçlü ve radyoaktif bir etki yarattığını belirtti.

1949–1989 yılları arasında aktif olarak kullanılan Semey nükleer deneme poligonu (SİYAP) SSCB’nin dağılmasıyla ünlü Kazak Türkü aydını ve parlamenteri Olcas Süleymanov’un girişimleri sonuç verdi ve Bağımsız Kazakistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nursultan NAZARBAYEV’in kararnamesiyle 29.08.1991 tarihinde sonsuza kadar kapatıldı.

Semey’de sorunlar poligonun kapatılmasıyla bitmedi. Resmi olarak 18500 km²’lik bir alan olarak belirtilen poligonun etki alanının BM araştırma heyetinin 1993 yılında yaptığı bir tespit sonucu 304000 km²’yi aştığını ortaya çıkarmıştır. Bu alanda 1,7 milyon insanın Semey Kurbanları başlığı altında reabilite edilmesi ile ilgili sorunlar bugün hala çözümlenebilmiş değildir.

Sağlık Örgütleri bu bölgede yılda 380 bin kişinin düzenli olarak sağlık taramasının yapılması gerektiğini ortaya koymuştur. Buna rağmen şartların elverişsizliğinden sadece yılda 20 bin kişi bu taramalardan geçirilebilmektedir.

Semey’de hükümet ve devlet yardımları aralıksız yürütülmeye çalışılsa da 01.06.2005 tarihi itibariye Semey kurbanlarına bütçeden ödenmesi gereken 12,8 milyar tenge borcun ödenemediği görülmektedir.

Bölgenin % 80 oranda genetik bozuklukları ve onkolojik rahatsızlığı günden güne artmakta olduğu da bir acı gerçektir. Bu bölgede sakat doğum ve nüfus azalması ülke genelinin tam 1,5 katıdır. Yine verilere göre bu bölgede yaşayan insanlar maalesef radyoaktif ışınların etkisiyle azami yaşam süresi 45 – 50 yıla düşmüştür. Bölge insanında tansiyon, alerjik deri hastalıkları, ciltte erken yaşlanma ve psikolojik bozukluklar nüfusun %82 sini etkisi altına almıştır.

1990 yılı ile karşılaştırıldığında 2004 yılında ölüm oranı %66,4 artmıştır. Yani 1990 yılında 47026 radyoaktif ölüm vakası varken bu rakam 2004’te 70800’e çıkmıştır. Doğumlarda ise % 44 gibi bir oranda ürkütücü bir düşüş vardır. Onkolojik hastalıklarda ise %50 ye varan bir artış söz konusudur.

Bölge insanının %73’ü işsizdir ki bu oran ülke genelinde gösterilen işsizlik oranından fazladır.

Kazakistan Cumhuriyeti yasaları ve hükümet kararnameleri bu bölgeyi Ekolojik Felaket bölgesi olarak adlandırmış halkın ve doğal çevrenin korunması ve iyileştirilmesi hakkında her yıl düzenleme ve kanun maddeleri çıkarmıştır. Fakat çıkarılan yasa ve kararlar sağlıklı bir şekilde uygulanamamaktadır.

Devlet istatistik ajansının resmi verilerine göre Semey eyaletinin sınırları içerisindeki toprakların %65’i radyoaktif maddelerce kirlenmiş ve felaketlerin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu yerleşim bölgelerinin başlıcaları Eski Semey Bölgesi; Glukof, Şemonoih, Ulan, Zaysan, Zıriyanov, Tarbakatay, Öskemen, Ridder, ve Doğu Kazakistan sınırlarında; Tavriçeskiy, Samara, Serebranskiy ilçeleri ile Pavladar eyaletinde; Bayanavul, Maylı, Lebyajinskiy Karagandı Bölgesinde; Karkaralı, Abay, Bes Karagay, Sarapan-İsa (Yeni adı Semey ilçesi) adlı kasaba ve şehirleridir.

Kazakistan Cumhuriyeti 1992 yılında çıkardığı bir yasayla poligon sınırları olarak gösterilen toprakların ekonomiye kazandırılması ve iyileştirilebilmesi için üç eyaletin sınırları arasında paylaştırmıştır.

Kazakistan ile 2000–2005 yılları arasında Birleşmiş Milletlerin imzaladığı doğal çevreyi, halk sağlığını ve ekonominin iyileştirilmesi başlıklı anlaşmalara rağmen bölgede yapılan kayda değer bir iyileştirme görülememiştir.

1993 yılında BM heyeti incelemeleri sonucu dünya korkutucu nükleer ölümün ve kurbanlarının gerçekleriyle tanışmıştır.

Ata topraklarımızda yüz binlerce insanımızın gözden çıkarılarak kurban edildiği Kazakistan’ın “Semey”, Çin’in “Lob-Nor”, ABD’nin “Nevada” ve İran’da gerçekleştirilen ve hala 50 milyona yakın Güney Azeri, Horasan ve Kaşgay Türkü’nü tehdit etmiş ve eden tüm çalışmaları lanetliyoruz.

Yüzyıla yakın süre zarfında nükleer denemelerin insanlık için hiçbir fayda getirilmediği malumdur. Yüz binlerce hektarlık topraklar yüz yıl boyunca tarım ve hayvancılık endüstrisi desteklenip geliştirilseydi hem insan hayatının kutsallığı ihlal edilmezdi hem de üzerinde yaşayan halklar ve dünyamız nükleer maddelerin yol açtığı küresel ısınma ve tabi felaketlerle karşı karşıya kalmazdı.

Yıllarca gizli bir yok ediş planıyla yok edilen aziz milletimizin masum şehitlerini dua ile anıyoruz.

Kaynak: Ufuk TUZMAN – Filolog, Araştırmacı
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
KIRGIZİSTAN / “Ata-Beyit” Kurbanları -I-

SSCB dönemi Tüm Türk Dünyasında önemli bir tarihi trajedi zinciridir. Günümüzde Dünya Türklüğünde özelliklede Türkiye’de o dönemin ayrıntıları halkımızın belleğine taşınmamaktadır.

Bir yerlerde Stalin rejiminin Türk ve Müslüman soydaşlarımızın kurban edildiği trajik sonları yaşanırken milletimize yapılan bu katliam ve haksızlıkların öğrenilmesine bir şekilde imkân sağlanmamış kimi zaman ise engellenmiştir.

Bizler bu noktada ecdadımız ve soydaşlarımızın çektiği acıları tanımalı ve yaşatmalıyız. Aksi takdir de milletimize sadece siyasi çıkarlar için bazı emperyalist güçler tarafından yalan ve pusularla dolu sözde Ermeni katliamı dayatmaları karşısında tamamen tarihi gerçeklere dayalı Türklere uygulanan katliamların varlığını önlerine koyarak duramayız.

Drau’da katledilen 7000 Müslüman ve Türk soydaşımızın kaderleri, Azerbaycan’da Hocalı katliamı, Nisan 2007’de bulunan ve açılan 1918 yılında silahlı Ermeni çeteleri tarafından yine Azerbaycan’ın kuzeydoğusundaki Guma bölgesinde katledilen Azeri Türkü soydaşlarımıza ait toplu mezarın dile getirmesinin zamanı ve önemi çok büyüktür.

Türklere yapılan katliamlar elbette bunlarla sınırlı değildir. Bunlar sadece son yüzyılımızda yaşanılan acıların bir kısmıdır. Bugün yine adından ve varlığından az bahsedilen bir katliamı sizinle paylaşacağız. Bu 1936–1937 Kırgızistan’da yaşanan Stalin rejimi tarafından yapılan “Ata-Beyit” (Baba mezarı) katliamı.

Bu katliamın varlığı ne yazık ki 1993’te ortaya çıkarıldı ve sadece Orta Asya’da her yıl düzenlenmeye çalışılan anma günü ve Türkiye’de birkaç sayfalık makale dışında hakkında fazla bir bilgiye rastlamak mümkün değildir. Yazılamamasının sebebi elbette yeterli bilgiye ulaşılamaması veya gizliliğin devam etmekte olduğu değil tamamen orada ve buradaki araştırmacıların yeterli ilgiyi gösterememelerinden kaynaklanmaktadır.

Oralardaki yeni ve gündemde tutulması gereken bu soykırımlar için kimsenin çıkarlarına karşı gelerek gidip araştırmalar yapmıyor olmasının bir zararı ise yeni ve önemli bu konudaki bilgi ve belgelerin gerektiği şekilde koruma altına alınmayarak misyoner ve bazı yerli vatandaşlarca emperyalist ülkelere taşınıyor olması ki bu da emperyalistlerin ekmeklerine yağ sürmektedir.

Kırgızistan Cumhuriyetinde 1936–1938 yıllarında yaşananlara imkânlarımız doğrultusunda değinmeye çalışacağız.

Bilindiği gibi Stalin rejimi Türklük ve Turancılık fikrine ve Türk coğrafyalarının bir çatı altında toplanmasına tüm SSCB cumhuriyetlerinde izin vermemiş bu davayı savunan ve yakınlık duyan tüm aydınları, dini ve milli liderleri topluca meşhur 58. maddeye istinaden toplu olarak katletmiştir. Daha önceki yayınladığımız araştırmalar bu konudaki düşünce ve kanıtları desteklemektedir.

Tüm Sovyetlerde yapılan bu katliamlar 1936–1945 yılları arasında değişik periyotlarla değişik ülkelerde uygulanmıştı. Bu katliamların ve cezalandırmaların başlıca aktörlüğünü Stalin adına NKVD daha sonrada KGB istihbarat servisleri takip etmiş ve uygulamışlardır. Bunlardan yine günümüz de 1993 yılına kadar saklanabilen ve Kırgızistan başkenti Frunze yani bugünkü adıyla Bişkek yakınlarında bulunan “Ata-Beyt” toplu mezarlığıdır.

Ata-Beyt mezarlığında ortaya çıkarılan 138 kişiye ait toplu mezarda içinde DNA testiyle doğrulanan Türk Dünyasının güçlü yazarı Cengiz Aytmatov’un 9 yaşındayken son kez gördüğü 1937 de KGB ajanlarınca götürülen 38 yaşında öldürülen babası Törekul Aytmatov’a ait olduğu öğrenilmiştir. Yine ayrıca Kırgızistan Milli alfabesinin mimarı ve doğu bilimleri âlimi Kasım Tınıstanov ve Orta Asya’nın yetiştirdiği en büyük âlim ve Turan Birliği’nin savunucularından olan Bayalı İsakeyev, A.Jienbayev, Abdıkadır Orazbekov, Erinbek Esenamanov ve niceleri de bulunmaktaydı.

1938 yılında 138 kişinin kurşuna dizilerek üzerleri toprakla kapatılan kurbanların çoğu Kırgız Türklerine ait 19 ayrı milliyete sahip oldukları da tespit edildi. Katliam bugünkü Bişkek şehrinin yaklaşık 30km dışında bulunan Ala Dağların eteğindeki tuğla ocağında gerçekleştirildi ve 1938’deki bu katliamın birde tanığı vardı. Tuğla ocağı bekçisi Hıdır Aliyev. Aliyev, gizlendiği yerde şahit olduğu ve yıllarca yüzlerce askerin gerçekleştirdiği bu katliamı, orada inleyerek can verenlerin çığlıklarını mezara kadar götürmek istemediğinden ölmeden önce bugün 80 yaşlarına gelmiş, “Issık Göl”de yaşayan kızına şu sözlerle dile getirmiş: “Eğer zaman ve şartlar uygun olursa herkes bilsin. Kireç ocağında çok büyük olaylar oldu. Zamanı gelince herkes öğrenmeli!” ölüm öncesi bir vasiyet gibi kızına verdiği bu sır 1991 yılında tam bağımsızlığını kazanan Kırgızistan Cumhuriyetinin ilan edilmesinden sonra 1993 yılında kızı tarafından kurulan ilk Kırgız hükümetine iletildi.

Kırgızistan’ın ilk Cumhurbaşkanı, devrik lider Askar Akayev bu durumu bizzat görev edinerek 1993 yılında bir kazı başlatılması için gerekli izni ve kararı çıkardı. Kazılar sonucunda bulunan toplu mezar sadece Kırgızistan’ı değil tüm Orta Asya cumhuriyetlerinin kanını dondurdu. Toplu mezarda 138 ceset ve binlerce mermi kovanı bulundu.

Bu durum karşısında devrik lider Akayev, 1936–1938 yıllarına ait tüm KGB arşivlerinin taranmasını emretti. Yapılan arşiv araştırmaları ve DNA testleri sonucunda iki kadın cesedi dışında herkesin isimleri belirlendi.

Uzmanlar tarafından mezarda çoğunluğu Kırgız Türkü olmak üzere, Uygur, Tatar, Kazak, İranlı, Alman ve Çinli asıllı dönemin Sovyet vatandaşları olduğunu rapor ettiler. Hükümet komisyonu KGB arşivlerinden burada yatanların bazılarının neden, ne şekilde cezalandırılarak öldürüldüğü ile kimlik tanımı yapılamayan bazılarının ismiyle iki kadın cesedinin isimlerine ulaşılamadı.

Buna rağmen mezarda bulunan elbiselerin ceplerinden çıkan bir sararmış kâğıtta Sovyetlerin ünlü 58. maddesine istinaden yani basmacılık, Turancılık, ırkçılık, Troçkistlik (ajanlık) ve Pan-Türkizm suçlamalarıyla ölüm emirleri ve isim listelerinin bulunması birçok cesedin sahiplerini ortaya çıkardı.

İlginç olan ise bu toplu mezarın 50 metre uzaklığında SSCB tarafından inşa edilerek bugünlere kadar kullanıla gelen Polis binasının ve lojmanlarının bulunmasıdır. Katliamın karşı tepkisinde korkan KGB, bir gece içerisinde orada katliamı gerçekleştirdi ve gömdü. Halkın uzak kalmasını sağlayacak tek unsuru Polis binasını da yanına inşa etmişlerdi.

Bu acı olayın tamamlanan araştırmasının ardından devrik lider Akayev’in emriyle toplu mezarından çıkarılanlar ayrı tabutlarda isimlerinin yazılı olduğu yeni anıt mezarlığa defnedildiler. Dikilen büyük anıtta her kurbanın adı tek tek sıralandı. İçlerinde gayri Müslimlerinde olması dolayısıyla anıtın yanında birde çan konuldu.

Anıtın adı bölgenin adını aldı. “Ata-Beyt Kurbanları Anıtı”. Bunca azaba maruz kalan ve orada yatan ecdadımıza Allah’tan rahmet diliyoruz.

Gelecek yazımızda Kırgızistan’da yaşanan 1936–1938 yılları arasındaki cereyan eden olayları sebepleri ve Türkçülük hareketleri karşısında SSCB’nin tutumu ve insanlık dışı katliamlarının senaryolarına değineceğiz.

Tanrı Türk’ü ve Ülküsünü Korusun!..

Kaynak: Ufuk TUZMAN – Filolog, Araştırmacı
 
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!